2024-03-29T13:31:19Z
http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/oai/request
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/326
2016-03-15T10:20:16Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Uylaş, Mustafa Ufuk
author
2015
Karaciğer iskemi-reperfüzyon uygulanmıĢ ratlarda Quercetinin karaciğer hasarında antioksidan özelliği ile düzeltici etkisinin incelenmesi amacıyla cinsiyetleri erkek olan ağırlıkları 200-250 gr. arasında değişen Sprague-Dawley cinsi 50 adet rat kullanıldı. 10’ ar adet rattan oluĢan sham grubu, karaciğer Ġ/R grubu, karaciğer Ġ/R + 25mg/kg Quercetin grubu, karaciğer Ġ/R + 50mg/kg Quercetin grubu ve karaciğer Ġ/R + 100mg/kg Quercetin grubu olmak üzere beĢ gruba ayrıldı. Sham grubuna sadece laparatomi yapıldı. Diğer gruplardaki tüm ratlara laparatomi sonrası karaciğere 1 saat iskemi 2 saat reperfüzyon uygulandı.Reperfüzyon sonrası ratlardan Aspartat transaminaz (AST), Alanin transaminaz (ALT), Katalaz (CAT), Malondialdehid (MDA) için kan örnekleri, ayrıca Malondialdehid (MDA) için karaciğer doku örnekleri, histopatolojik inceleme için karaciğer doku örnekleri alındı. Tedavi gruplarında AST, ALT, MDA (serum) değerlerinde anlamlı azalma görülürken katalaz değerlerinde anlamlı olmasa da azalma saptanmıĢtır. Karaciğerdeki histopatolojik değiĢiklikler açısından tedavi gruplarından 25 mg/kg Quercetin ve 50 mg/kg Quercetin anlamlı düzelmeler gözlenmiĢken 100 mg/kg Quercetin verilen grupta düzelmekısmı olmuĢtur. Quercetin, hembiyokimyasal hemde histolojik açıdan anlamlı düzelmeler sağladığı göz önüne alındığında Gskemi-reperfüzyon hasarının beraberinde getirdiği komplikasyonlarda ve mortalitede azalmaya yol açabileceği düşünüldü
Totally, hepatic ischemia-reperfusion-treated 50 Sprague-Dawley male rats weighed 200-250 g were used to investigate the corrective effect on the ability of antioxidants in the liver. Rats were divided into five groups including sham group, hepatic I / R group, hepatic I / R + 25mg / kg quercetin group, hepatic I / R + 50 mg / kg quercetin group and hepatic I / R + 100 mg / kg quercetin group consisted of 10 rats. Sham group received only laparotomy. After laparotomy, all rats from the other groups received 2 h reperfusion following 1 h ischemia in liver. After reperfusion, blood samples for aspartate transaminase (AST), alanine transaminase (ALT), catalase (CAT) and malondialdehyde (MDA) and liver tissue sapmples for Malondialdehyde (MDA) as well as histopathological assessment. Significantly decreased serum AST, ALT, MDA levels were found in treatment groups, also, catalase values were found lower but it was not statistically significant. Significant improvement for histopathological changes in liver was seen in treatment groups including 25 mg / kg of quercetin and 50 mg / kg quercetin groups whereas only partial improvement was observed in 100 mg / kg quercetin group. Considering the significant biochemical and histological effects of quercetin, we concluded that it can decrease the complications and mortality due to ischemia-reperfusion damage
http://hdl.handle.net/11684/326
Gskemi
Reperfüzyon
Quercetin
Ischemia
Reperfusion
Quercetin
Karaciğer iskemi ve reperfüzyonda quercetinin koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/342
2016-03-16T01:00:12Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_204
00925njm 22002777a 4500
dc
Topaloğlu, Ahmet
author
2015-05-29
Bu çalışmamızda 2000-2014 yılları arasında, yabancı cisimlerin aspirasyonları ve yutulması (YCAY) nedeni ile kliniğimize yatırılarak takip ve tedavi edilen 629 hastayı retrospektif değerlendirildi. Hastaların şikayetleri incelendiğinde; en sık öksürük 175 (%29,9), solunum sıkıntısı 82 (%14), morarma 64 (%10,9), kusma 39 (%6,7), hırıltılı solunum 37 (%6,3), öğürme 28 (%4,8), ve yutamama, yutkunmakla batma 27 (%4,6) şikayeti ile başvurdular. 99 hastanın herhangi bir şikayeti yoktu. 629 hastanın 47’si (%7,3) sadece yatırılarak gözlendi. 343 hastaya bronkoskopi (%54,6), 135 hastaya özefagoskopi yapıldı (%21,5). 18 (%2,9) hastaya özefagoskopi veya bronkoskopiye ek olarak, özofagus dilatasyonu, inguinal bölge cerrahisi, hemodializ için katater yerleştirilmesi gibi ek işlemlar yapıldı. 15 (%2,4) hastaya bronkoskopi ardından özefagoskopi de yapıldı. 35 (%5,6) hastada laringoskopi yeterli oldu. 10 (%1,6) hastaya laparotomi yapıldı. Lokalizasyonu tesbit edilen 592 hastadaki yabancı cisimler incelendiğinde, sağ ana bronşta 113 (%19,1) , sol ana bronşta 89 (%15) olmak üzere, sağ ana bronşta daha sık izlendi. Özofagus 1. darlıkta 74 (%12,5), 2. darlıkta 13 (%2,2) 3. darlıkta 15 (%2,5) yabancı cisme rastlandı. Yabancı cisimlere müdahele geciktirilmemeli, yerinde ve zamanında yapılan işlemle hastanın tedavisi düzenlenmelidir. Sonuç olarak hastaya özgü yaklaşım-doğru plan-zamanında yapılan işlemle çocuklar sağlığına kavuşacaktır.
In this study, 629 patients, who were observed and treated in our clinic because of aspiration and ingestion of foreign bodies (YCAY) between the years 20002014, were retrospectively evaluated. When the patient complaints were examined, it was seen that 99 patients did not have any complaints. The patients commonly resorted with these complaints; cough 175 (29.9%), respiratory distress 82 (14%), bruising, 64 (10.9%), vomiting 39 (6.7%), wheezing 37 (6.3%), retching 28 (4.8%), and inability to swallow and swallow sinking 27 (4.6%). 47 of 629 patients (7.3%) were only observed in hospital. Bronchoscopy was performed in 343 patients (54.6%). Esophagoscopy was performed in 135 patients (21.5%). In addition to esophagoscopy or bronchoscopy, some additional processings such as esophageal dilatation, groin surgery or inserting a catheter for hemodialysis were performed in 18 patients (2.9%). Bronchoscopy and then esophagoscopy were applied to 15 patients (2.4%). Laryngoscopy had enough in 35 (5.6%) patients. Laparotomy was done in 10 patients (1.6%). When the 592 patients, the localization of their foreign bodies were identified, were analyzed, it is seen that they were in the right main bronchus 113 (19.1%) and left main bronchus 89 (15%), so it was mostly observed in the right main bronchus. The foreign bodies were found in 74 patients (12.5%) in 1st Esophageal Stenosis, 13 patients (2.2%) in 2nd Esophageal Stenosis and in 15 patients (2.5%) in 3rd Esophageal Stenosis. The intervention to foreign bodies should not be delayed and the patient's treatment should be held with accurate operations. As a result, the children will regain their health with the patientspecific approach, the right plan and the accurate operation.
http://hdl.handle.net/11684/342
Yabancı Cisim
Bronkoskopi
Özefagoskopi
Foreign Bodies
Bronchoscopy
Esophagoscopy
Çocuklarda gastrointestinal ve solunum sistemi yabancı cisimlerinde tanı ve tedavi yaklaşımı
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/343
2016-03-16T01:00:06Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_214
00925njm 22002777a 4500
dc
Kılıççalan, Harun
author
2015-09-16
Üriner sistem taş hastalığı, sık karşılaşılan ve tekrarlama eğiliminde olan önemli bir sağlık problemidir. Sık görülmesi ve tekrarlama olasılığından dolayı başarılı bir tedaviyle böbreğin taĢtan tam olarak temizlenmesi, minimal morbidite, maksimal böbrek fonksiyonlarının korunması ve tekrarların geciktirilmesi sağlanmalıdır. Bu yüzden ESWL ve minimal invaziv cerrahi yöntemler açık cerrahiye tercih edilmektedir. Bu çalışmada üriner sistem taş hastalığı tedavisinde sıkça başvurulan ESWL ve PNL yöntemlerinin, etkinlik ve güvenirlilik açısından retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı. ESWL ve PNL yapılan toplam 400 hastanın retrospektif olarak bilgilerine ulaşıldı. Gruplar arasında cinsiyet ve işlem yönü açsısndan fark saptanmadı. YAŞ ve VKG oranları bakıldığında anlamlı fark saptandı. Taş boyutuna bakılmaksızın gruplar karşılaştırıldığında, ESWL grubunda % 53.5, PNL grubunda ise % 80.5 taşsızlık saptandı. Taş boyutu 10-20 mm olan taşlar değerlendirildiğinde, ESWL‘ de % 45.3, PNL‘ de ise % 87.9 taşsızlık oranı tespit edildi. Lokalizayon açısından değerlendirildiğinde pelvis ve alt kaliks taşlarında taşsızlık açısından anlamlı fark saptandı (p<0.001). ESWL‘ de pelvis taşlarında % 46.9, alt kaliks taşlarında % 27.3 taşsızlık saptanırken, PNL‘ de % 86 ve % 94.1 saptandı. Komplikasyonlar açısından iki grup değerlendirildiğinde benzer oranlar saptandı. Majör komplikasyon oranları PNL‘de daha yüksek saptandı. PNL ve ESWL üriner sistem taş hastalığında uygun taş boyutu ve lokalizasyonlarında güvenle kullanılabilen etkin yöntemlerdir.
Urinary system stone disease is a common health problem which has a tendency to recur. Because of frequency and likolihood to recur, it is required to remove all stones with minimal morbidity and maximal conservation of renal functions and to delay the recurrence. Thus ESWL and minimally invasive surgical techniques are preferred to open surgery. In this study, it is aimed to analyse the effectiveness and reliability of ESWL and PNL, that are frequently used in the urinary system stone disease, retrospectively. Data of 400 patients undergoing ESWL and PNL are obtained retrospectively. No significance was found in the sex and side between groups. There was significant difference in age and BMI. When groups were compared regardless of stone size, stone-free rates (SFR) were %53.5 in ESWL group, %80.5 in PNL group. When stones between 10-20 mm were considered SFR were %45.3 in ESWL group and %87.9 in PNL group. There was significant difference in SFRs of pelvis and lower calyceal stones (p<0.001). In ESWL group, SFR of pelvis stones was % 46.9 and %27.3 in lower calyceal stones. In PNL group SFRs were %86 and %94.1, respectively. Similar complication rates were observed in both groups. Major complication rates were higher in PNL group. PNL and ESWL are feasible options for urinary system stone disease in appropriate stone size and localization
http://hdl.handle.net/11684/343
Üriner Sistem Taş Hastalığı
Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy
Perkütan Nefrolitotomi
Urinary System Stone Disease
Percutaneous Nephrolithotomy
Üriner sistem taş hastalığı tedavisinde kullanılan extracorporeal shock wave lithotripsy (eswl) ve prekütan nefrolitotomi yönteminin etkinliğinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/349
2016-03-25T01:00:13Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_213
00925njm 22002777a 4500
dc
Çelik, Deniz
author
2015-09-16
ÇalıĢmaya total abdominal histerektomi
ve/veya salpingo-ooforektomi spesmenlerinden 116 endometrial karsinom, 31 seröz
over karsinomu, 5 seröz borderline tümör, 6 seröz kistadenom, 7 seröz tubal
karsinom, iki primer peritoneal seröz karsinom, 7 adet metastatik karsinom ve 156
adet leiomyoma uteri olgusu dahil edilmiĢtir. ÇalıĢmada tubada yeni tanımlanmıĢ,
diğer seröz tümörlerin prekürsörü olduğu düĢünülen seröz tubal intraepitelyal
karsinom (STIC) varlığı ve tubadaki bu prekürsör lezyonun diğer seröz tümörlerle
(ovaryan, tubal, peritoneal) birlikteliği araĢtırılmıĢtır. ÇalıĢmamızda toplam altı
hastada STIC görülmüĢtür. Seröz tubal intraepitalyel karsinom yedi seröz tubal
karsinomun ikisinde, 42 seröz ovaryan karsinomun birinde izlenmiĢ ; geri kalan üç
adet STIC lezyonu overde hemorajik korpus luteum, intramural yerleĢimli
leiomyoma uteri ve seröz kistadenofibrom gibi benign patolojiler ile birliktelik
göstermektedir. Ayrıca çalıĢmada tubal tutulumun izlendiği endometrial karsinom
(evre 3A) ve seröz over karsinom (evre 2) hastalarının, tubaları da SEE-FIM
yöntemiyle örneklenmiĢtir. Hastaların tanı sıklığının, literatürde daha önce rastgele
tubal örnekleme yapılan yöntemle arasındaki farklılığı araĢtırılmıĢtır.
ÇalıĢmamızdaki seröz over karsinom olguları ile literatür verileri karĢılaĢtırıldığında,
tubanın tamamının örneklenmesinin evre değerlendirme açısından istatistiksel olarak
anlamlı farklılık oluĢturduğu tespit edilmiĢtir (p<0.001). Tubada serozal tutulum
sıklığı endometrial karsinomlarda (%57,1) diğer tümörlere göre (%14-54) anlamlı
düzeyde yüksek bulunmuĢtur (p<0.001).
116
endometrial carcinomas, 31 serous ovarian carcinomas, 5 serous borderline tumors, 6
serous cystadenomas, 7 serous tubal carcinomas, two primary peritoneal serous
carcinomas, 7 metastatic carcinomas and 156 leiomyoma uteri from total abdominal
hysterectomy and/or salpingo-oophorectomy specimen are included to the study. In
the study, togetherness of the presence of serous tubal intraepithelial carcinoma (
STIC ) in tuba which is the precursor of other serous tumors and this precursor
lesion in tuba with other serous tumors ( ovarian, tubal, peritoneal ) has been
searched. In our study, STIC has been seen in six patients totally. In two of seven
serous tubal carcinomas and in one of 42 serous ovarian carcinomas have been
detected STIC, the other three STIC lesions show togetherness with the benign
pathologies such as haemorrhagic corpus luteum, intramural leiomyoma uteri and
serous cystadenofibroma in ovary. The tubal involvement in patients with
endometrial carcinoma (Stage 3A) and serous ovarian carcinoma ( Stage 2 ) have
been sampled with the technique of SEE-FIM. We have compared between the
frequency of diagnose in the literature, which is randomizedly presented before, and
the frequency of diagnose, which we has been witness of it. There was significant
difference with comparison of our serous carcinoma cases and the studies in
literature according to the frequency of stage 2 patients (p<0.001). Endometrial
carcinomas have showed that they have much tubal involvement with the rate of 57.1
% in according to other tumors respectively %14-54; (p<0.001).
Dr. Çelik, D. Tuba Uterinanın Tümünün Örneklenmesinin Tubal Patolojilerin Tanımlanma Sıklığı Üzerine Etkisinin Araştırılması, Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/349
STIC
Endometrial Karsinom
Seröz Over Karsinomu
Tubal tutulum
Endometria Carcinoma
Serous Ovarian Carcinoma
Tubal Involvement
Tuba uterinanın tümünün örneklenmesinin tubal patolojilerin tanımlanma sıklığı üzerine etkisinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/375
2016-05-06T00:00:14Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Başpınar, Mustafa
author
2015
Bu çalıĢma insan kolon kanser hücre dizisinde
(Caco2) seranib-2 maddesinin apoptozis üzerine atkisini araĢtırmıĢtır.Bizim
çalıĢmamızda, seranib-2 nin Caco-2 hücre canlılığı üzerine etkisi kontrol ile
karĢılaĢtırıldığında 1 μM’dan itibaren azalmaya baĢladığı ve 50 μM konsantrasyonda
24 ve 48 saatte sırasıyla % 47 ve % 52 oranında azalttığı görülmüĢtür. RT-PCR
sonuçlarına göre, gruplar arasında TNF-alfa mRNA düzeylerinde herhangi bir fark
gözlenmezken 24 saatte TNF-alfaR1 mRNA düzeyleri, her iki konsantrasyonda da
kontrole göre azalmıĢ, 48 saatte ise bir fark oluĢmamıĢtır. ASAH mRNA düzeyleri
ise 48 saat sonrası 50 μM’lık tedavi grubunda tüm gruplara göre anlamlı düzeyde
yüksek bulunmuĢtur. Böylece çalıĢmamız, seranib-2’nin zaman ve doz bağımlı güçlü
anti-kanser etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. TNF-alfa mRNA
ekspresyonunun değiĢmemesi ancak TNF-alfaR1 mRNA düzeylerinin kontrole göre
azalmıĢ olması ise seranib-2’nin farklı yolaklardan etki edebileceğini göstermiĢtir.
ASAH mRNA düzeyinin tedavi gruplarında yüksek çıkması kullanılan seranib-2
dozunun ASAH ekspresyonunu düĢürmede etkin olmadığını veya hücre ölümünün
seramidaz inhibisyonundan farklı bir yolakdan seramidaz enzim ürünleri olan
sfingozin ve sfingozin-1-fosfat inhibisyonuyla olabileceğini düĢündürmektedir.
In this study, human colon cancer cell lines (Caco-2)
investigated the effect on apoptosis of ceranib-2 agent.In our study, ceranib-2 of
Caco-2 cells compared to control its impact on the viability started to decrease from
1 mm and 50 jim concentrations of 24 and 48 hours in 47%, respectively, and has
been shown to reduce by 52%. According to the RT-PCR results between groups of
TNF-alpha mRNA is no difference in level was observed in 24 hours TNF-alfar1
mRNA level decreased compared to the control in both concentrations, no
occurrence of a difference is 48 hours. ASAH mRNA levels were significantly
higher in the treatment group than the other groups at 50 mM after 48 hours. Thus,
our data ceranib-2 reveals that the time and dose-dependent potent anti-cancer effect.
The change of TNF-alpha mRNA expression compared to control but have decreased
mRNA levels of TNF-R1 showed the different pathways may affect the seranib-2.
ASAHI suggests that the mRNA level of which being higher than used ceranib-2
dose is not effective in reducing the expression ASAHI or cell different pathways the
ceramidase enzyme products from ceramidase inhibition of death in the treatment
group sphingosine and sphingosine-1-phosphate may be by inhibition.
Başpınar , M. ‘Kanserli Kolon Hücre Dizisinde Seranib-2 Maddesinin Apoptoz Oluşumuna Ve Hücre Yaşamına Olası Etkileri’ini araştırılması , Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir 2015
http://hdl.handle.net/11684/375
Kolon Kanseri
Apoptoz
Seranib-2
Colon Cancer
Apoptosis
Ceranib-2
Kanserli kolon hücre dizisinde seranib-2 maddesinin apoptoz oluşumuna ve hücre yaşamına olası etkileri
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/576
2016-08-09T00:00:10Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Sarsılmaz, Hakan
author
2015-10-22
İskemik postconditioning in İskemi-reperfüzyon hasarında koruyucu etkisi birçok organda gösterilmiştir. Biz çalışmamızda karaciğerde uygulanan postconditioning iskeminin uzak organ olan böbreğe etkisini araştırmayı planlıyoruz. Remote postconditioning etki; İskeminin kaçınılmaz olduğu cerrahi girişimlerde, özellikle organ transplantasyonlarında,organ canlılığını ve yaşam sürelerini artıran basit ucuz etkili bir yöntem olmaya adaydır. Bu çalışma; özellikle renal transplantasyon sonrası görülen ve organ reddine ve hasarına neden olan iskemi-reperfüzyon hasarını engellemede iskemik postconditioning uygulamasının etkinliğini araştırmak ve klinik çalışmalara zemin oluşturmak amacıyla yapılacaktır. Bu amaçla 80 spraque Dawley sağlıklı dişi rat rastgele 4 gruba ayrıldı(n=16); Sham, kontrol, böbrek sonkoşullanma ve karaciğer(uzak organ) sonkoşullanma. Bütün gruplarda bulunan ratlar randomize olarak 24 ve 48 saatlik iki alt gruba ayrıldı. Sham grubundaki hayvanlara sadece laparotomi ve organ(karaciğer-böbrek) pedikül diseksiyonu yapıldı. Diğer gruplara sağ nefrektomi yapıldı. I/R hasarı 45 dk’lık sol pedikül oklüzyonunu takiben 24 ve 48 saatlik reperfüzyon ile sağlandı. İskemik sonkoşullanma 10 dk reperfüzyon sonrası karaciğer veya böbreğe uygulanan 10 dk lık kısa iskemilerle yapıldı. Bu çalışmamızda 45 dakikalık böbrek iskemi sonrası uygulanan lokal (böbrek) sonkoşullanma ve uzak(karaciğer ) iskemik sonkoşullanmanın böbrekte oluşan iskemi reperfüzyon hasarını azalttığı histopatolojik olarak , ultrastrüktürel olarak ve laboratuar bulguları ile ortaya konmuştur. iskemi ve reperfüzyona bağlı hasarın yoğun olarak izlendiği ilk 48 saaat ayrıntılı parametrelerle incelenmiş olup elde edilen sonuçlar iskemi reperfüzyon hasarını engellemede klinik uygulamalar için yol gösterici olduğu ortaya konmuştur.
Sarsılmaz, H. ‘Böbrek İskemisine; İskemik Postconditioning, Karaciğer İskemik Postconditioning Ve Pravastatinin Koruyucu Etkisinin Araştırılması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/576
Böbrek İskemi
Reperfüzyon Hasarı
Remote İskemik Sonkoşullama
Renal Ischemia
Ischemia Reperfusion Injury
Ischemic Remote Postconditioning
Böbrek iskemesine; iskemik postconditioning, karaciğer iskemik postconditioning ve pravastatinin koruyucu etkisinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/577
2016-08-09T00:00:15Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Onay, Meryem
author
2015-10-22
Bu çalışma, ESOGÜ Tıp Fakültesi Hastanesi ameliyathanesinde genel anestezi altında açık veya laparoskopik batın cerrahisi planan ASA I-II-III(American Society of Anesthesiologists), BMI≥30 un üzerinde olan ,18-65 yaş hastalarda yapıldı. Noninvaziv monitorizasyonla birlikte nöromuskuler monitorizasyon için TOF - Watch (Organon Teknika,Boxtel, Hollanda) uygulandı. Anestezi indüksiyonunda;intravenöz pentotal (3-6mg/kg) ,remifentanil 1 mcg/kg, idamesinde inhalasyon anesteziği sevofloran % 2-3 ve %50 oksijen+ %50 N2O kullanıldı. Uyarıya yanıt alındıktan sonra hastaya vekuronyum 0.1 mg/kg verildi. Train of four (TOF) yanıtların kaybolduğu (TOF sayısı 0) anda trakeal entübasyon uygulandı. Cerrahi dönem ise; hastanın kliniğine göre ve TOF değerinin 0-2 arasında olacak şekilde (cerrahinin türüne göre) 0.01 -0,02 miligram/kilogram (mg/kg) vekuronyum ile ek doz uygulandı. Derlenme döneminde ise nöromuskuler bloğun geri döndürülmesinde TOF sayısının 2 nin üzerinde ve klinik olarak diyafram haraketlerinin başlanması beklendi. Nöromuskuler bloğun geri döndürülmesinde sugammadeks (grup sug) 2mg/kg ve neostigmin (grup neo) 0.05mg/kg ile birlikte atropin 0,02mg/kg uygulandı . TOF oranı 0.9 olduğunda ve hastanın klinik değerlendirilmesi sonucu extübe edildi. Grup sug ve neo hastalarda T2’den TOF oranı 0.9’a ulaşma süresi sırasıyla 3,7 dk (dakika) ve 14 dk idi. (p<0,001) Grup neo da ise kendi içinde derlenme süresi ile BMI arasında ilişki bulundu. ( p=0,017; r =0,399)Grup sug da ise BMI ile arasında ilişki saptanmadı. Sonuç olarak PORC obezitede öngörülebilir bir komplikasyondur. Sugammadeks, neostigmine göre obezite gibi kritik hastalarda daha hızlı ve güvenli hava yolu sağlamada etkin bir ajandır.
This study is performed in operating rooms of ESOGU Faculty of Medicine Hospital. Patients are ASA I-II-III(American Society of Anesthesiologists), BMI≥30 , aged 18-65 years old, undergoing laparoscopic abdominal surgery with general anesthesia. Non invasive monitorisation and TOF monitorisation is performed. TOF - Watch (Organon Teknika,Boxtel, Holland) For anesthesia induction, intravenous penthotal (3-6mg/kg) ,remifentanyl 1 mcg/kg is used. For anesthesia maintenance inhalation anesthetic sevoflorane % 2-3 and %50 O2+ %50 N2O is used. After adequate response is acquired after stimulus, vecuronium (0.1 mg/kg) is administered. At the moment of diminished train of four (TOF number is 0) responses, tracheal intubation is performed. During surgical operations, additional vecuronium doses are administered where TOF should be between 0-2 according to patients’ clinical condition and also according to the surgery type. Additional vecuronium doses are administered 0.01 -0,02 miligram/kilogram (mg/kg). During recovery period, we waited for TOF to be >2 and clinical diaphragmatic movements are seen. For neuromuscular block reversal, sugammadeks (group sug) 2mg/kg and neostigmin (group neo) 0.05 mg/kg plus atropin 0,02mg/kg are administered. When TOF ratio is 0.9 and clinical condition of patient is alright, extubation is done. Group sug ve group neo patients durations are respectively (TOF from 2 to 0.9) 3,7 minutes and 14 minutes. (p<0,001) Group neo has significant relation between BMI and recovery period. ( p=0,017; r =0,399) Group sug has no significant relation between BMI and recovery period. In conclusion, PORC is an foreseeable complication in obesity. Sugammadeks, is faster than neostigmin and more efficient in maintaining patent airway especially in obese patients after abdominal surgeries.
Onay, M. Batın cerrahisi uygulanan vücut kitle indeks ≥30 (BMI) üzerinde olan obez hastalarda nöromuskuler bloğun geri döndürülmesinde neostigmin ve sugammadeksin karşılaştırlması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/577
Obezite
PORK
Nöromuskuler Monitor
Vekuronyum
Sugammadex
Neostigmin
Obesity
PORC
Neuromuscular Monitor
Vecuronium
Batın cerrahisi uygulanan BMI≥30 üzerinde olan obez hastalarda nöromüsküler bloğun geri döndürülmesinde neostigmin ve sugammadeksin karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/589
2016-08-09T00:00:18Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Pehlivan, Müberr
author
2015
Biz bu çalışmada, ultrason elastografi’nin baş ve boyun malign tümörlerinde
skuamöz hücreli karsinom tanısı alan hastalarda lenf nodu metastazının
değerlendirilmesinde, potansiyel rolünü ortaya koymaya çalıştık. Çalışmaya 18 yaş
üstü, baş boyun malign tümörü olan, pimer tümöre yönelik cerrahi ve boyun
disseksiyonu planlanan 23 hasta, 30 boyun dahil edildi. Tüm hastalara cerrahi öncesi
lenf düğümlerinin değerlendirilmesi için ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi ve
elastografi yapıldı. Daha önce boyun bölgesinde herhangi bir nedenle operasyon
öyküsü olan, bilgisayarlı tomografi görüntüleme tekniğinin kalitesini etkileyebilecek
özelliklere sahip (metal diş protezi gibi) hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Boyun
diseksiyonu sırasında lenf düğümleri bölgesel olarak işaretlendi ve histopatolojik
olarak metastatik lenf nodları belirlendi. Radyolojik görüntüleme yöntemleri ile tespit
edilen reaktif veya metastatik lenf nodları histopatolojik değerlendirme sonuçları ile
karşılaştırıldı ve elastografi sonuçları ile diğer radyolojik görüntüleme yöntemlerine
ait sonuçlar karşılaştırıldı. Elastogram ve SR değerlerine göre, elastografinin bening
ve malign ayrımında duyarlılık, özgüllük ve doğruluk değerleri sırası ile %88.9,
%69.2, %80.6 ve %100, %84.6, %93.3 idi. Palpasyon ve bilgisayarlı tomografi için
ise bening ve malign ayrımında duyarlılık, özgüllük ve doğruluk değerleri sırası ile
%47, %92, %66.7 ve %70.6, %92.3, %80 idi. Çalışmamıza ait tüm sonuçlarımız
doğrultusunda, elastografinin BBMT’lü hastalarda lenf nodları değerlendirilirken
hastanın primer tümörünün değerlendirilmesi için kullanılan radyolojik
görüntülemeye ek olarak yapıldığı takdirde lenf nodu evrelemesinin daha doğru bir
şekilde yapılacağını düşünüyoruz. Bu katkının özellikle N0 olarak evrelendirilen
BBMT’de daha değerli olacağı kanısındayız.
In this study, we aimed to evaluate
potential role of ultrasound elastography in lymph node metastase of squamous cell
carcinoma. Our inclusion criteria are as follows; patients over 18 years of age with
head-neck tumors who are scheduled for elective operation. 23 patients and 30 necks
are included; surgery and neck dissection is planned for excision of primary tumor.
Ultrasonography, computerized tomography, elastography are performed in order to
evaluate lymph nodes before surgery. Exclusion criteria are as follows: History of prior
surgery in the neck region, presence of metal prosthesis (for example dental prosthesis)
which may interfere with the image quality of computerized tomography. Regional
lymph nodes are marked with pen during the neck dissection surgery. Metastatic
lymph nodes are detected histopathologically. Reactive or metastatic lymph nodes
which are detected by radiological images versus histopathological diagnoses are
compared with each other. According to elastogram and SR values, sensitivity,
specificity and confidence values of benign and malignant tumors are respectively
%88.9, %69.2, %80.6 and %100, %84.6, %93.3. According to Palpation and
computerized tomography values, sensitivity, specificity and confidence values of
benign and malignant tumors are respectively %47, %92, %66.7 and %70.6, %92.3,
%80. In conclusion, elastography may be preferred as adjunct diagnostic tool in
addition to other radiological methods for the diagnosis of primary tumor of head-neck
malignant tumors and we believe that lymph node staging would be performed more
correctly with the use of elastography. Especially, elastogram may be more valuable
in diagnosis of N0 staged head-neck tumors.
Pehlivan, M. Baş boyun malign tümörlerinde skuamöz hücreli karsinom tanısı alan hastalarda lenf nodu metastazlarının değerlendirilmesinde ultrason elastrografinin tanısal değeri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/589
Baş Boyun Malign Tümörleri
Lenf Nodu
Elastografi
Head-neck Malignant Tumors
Lymph Node
Elastography
Baş boyun bölgesi tümörlerinde skuamöz hücreli karsinom tanısı hastalarda lenf nodu metastazlarının değerlendirilmesinde ultrason elastrografinin tanısal değeri
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/603
2016-08-09T00:00:30Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Şakalar, Şaben
author
2015
Çalışma; Acil Servis’te 2013
Tokyo Kılavuzu!na göre akut kolesistit tanısı konulan hastalarda, yeni bir
enflamasyon göstergesi olarak kabul edilen prokalsitonin düzeyinin akut kolesistit
şiddetinin değerlendirmesinde etkinliğininin saptanması planlanarak 01.06.2013-
01.10.2014 tarihleri arasında ileriye dönük yapılmıştır. 18 yaĢ ve üzeri hastalar
çalışmaya alındı. Toplam 95 hastanın 48’i erkekti. Hastalar akut kolesistit şiddet
düzeylerine göre 3 evreye ayrıldı. Tüm hastalardaki ortalama prokalsitonin düzeyi
5.82 ± 2.58 (0.1-221.3) ng/ml olarak hesaplandı. Prokalsitonin düzeyi ortalaması
evre 1 hastalar için 0.377 ± 0.08 (0.01-1.75) ng/ml, evre 2 hastalar için 1.73 ± 1.09
(0.2-21.19) ng/ml, evre 3 hastalar için 14.02 ± 6.61 (0.5-221.3) ng/ml olarak
saptandı. Prokalsitonin düzeyi ile akut kolesistit şiddet düzeyi arasında istatiksel
anlamda ileri düzeyde farklılık saptanmıştır.
The aim of this study was to determine the effectiveness
of blood procalcitonin levels in assessing the severity of acute cholecystitis. The
Emergency Department Patients which is according to the Tokyo Guidelines 2013
with a diagnosis of acute cholecystitis was included the study. This prospective study
was conducted between 01.06.2013-01.10.2014. The patients admitted Eskisehir
Osmangazi University Emergeny Department who are older than 18 years old.
Totaly 95 of patients, 48 were male. Patients were divided into 3 grade according to
the level of severity of acute cholecystitis. The mean value of procalcitonin was 5.82
± 2.58 (0.1-221.3)ng/ml in all patients. The mean value of procalcitonin 0.377 ± 0.08
(0.01-1.75) ng/ml for grade 1 patients, 1.73 ± 1.09 (0.2-21.19) ng/ml for grade 2
patients and 14.02 ± 6.61 (0.5-221.3) ng/ml for grade 3 patients. Blood procalcitonin
levels can use to determining in the severity of acute cholecystitis effectively.
Şakalar, Ş. Acil serviste akut kolesistit şiddetinin belirlenmesinde kan prokalsitonin düzeyi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/603
Prokalsitonin
Akut Kolesistit Şiddet Düzeyi
Acil Servis
Procalcitonin
Severity of Acute Cholecystitis
Emergency Department
Acil servise başvuran hastalarda akut kolesistit şiddetinin belirlenmesinde kan prokalsitonin düzeyi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/591
2016-08-09T00:00:29Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_212
00925njm 22002777a 4500
dc
Cemboluk, Özlem
author
2015
Çalışmamızda, hayvan yara kontraksiyon modelinde, kollajen-glukozaminoglikan dermal analog (Integra®) ile kollajen-elastin dermal analog (Matriderm®)’in etkilerini karşılaştırmak amaçlanmıştır. Dermal analogların yara iyileşme özellikleri makroskopik ve mikroskopik olarak değerlendirilmiştir. Çalışmada 3 gruba ayrılan 21 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan kullanılmıştır. Deney grubu-I ve II’de (n=7), ratların sırtlarına, 2 adet 2.5 x 2.5 cm’lik tam kat cilt defekti oluşturularak, defektlerden biri kollajen-GAG dermal matriks (Integra®) veya kollajen-elastin dermal matriks (Matriderm®) ile; diğeri dermal analogsuz yalnızca tam kalınlıklı deri grefti ile iyileştirilmiştir. Deney grubu I ve II, greftleme sonrası 0., 7., 14. ve 30. günlerde fotoğraflanmıştır. Deney grubu-III’te (n=7), ratların sırtına 3 adet 1.5 x 1.5 cmlik defekt oluşturularak defektler kollajen-GAG dermal matriks (Integra®), kollajen-elastin dermal matriks (Matriderm®) ve de yalnızca ince tam kalınlıklı deri grefti ile onarılmıştır. Deney grubu-III’ten greftleme sonrası 14. ve 30. günlerde histolojik değerlendirme için biyopsi alınmıştır. Histolojik incelemede epidermis ve dermis kalınlıkları, granülasyon dokusu, kollajen depolanması, elastin lifler, inflamatuar hücreler ve myofibroblastik hücreler değerlendirilmiştir. Makroskopik olarak her iki dermal analog, TKDG’ne göre kontraksiyonu azaltmıştır. Ancak bu azalış istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Histolojik olarak, dermal analog gruplarındaki inflamatuvar hücre popülasyonu TKDG grubundan daha az bulunmuştur ancak yabancı cisim reaksiyonu gruplar arası farklılık göstermemiştir. 30. gün biyopsilerinde, kollajen ve elastin liflerin dağılımının skar dokusu ile benzer olduğu görülmüştür. TKDG grubunda myofibroblast popülasyonu da dermal analog grubundan fazla bulunmuştur; ki bu fazlalık zaman içerisinde gerçekleşecek olan yara kontraksiyonunun göstergesi olarak kabul edilebilir.
The purpose of this study was to compare the effectiveness of collagen-glycosaminoglycan dermal matrix (Integra®) and collagen-elastin dermal matrix (Matriderm®) in an animal model of wound contraction. Wound healing attributes of the dermal substitutes were evaluated both macroscopically and histologically. Twenty one Sprague-Dawley rats divided in 3 groups were used for the study. In the experimental group-I (n=7) and group-II (n=7), rats received two full-thickness 2.5×2.5 cm dorsal skin wounds which were either implanted with collagen-GAG dermal matrix (Integra®) or collagen-elastin dermal matrix (Matriderm®) or full thickness skin graft without dermal substitute. Wounds were photographed on day 0, 7, 14 ,30 after skin grafting. In the experimental group-III, rats received three full-thickness 1.5×1.5 cm dorsal skin wounds which were either implanted with collagen-GAG dermal matrix (Integra®) or collagen-elastin dermal matrix (Matriderm®) or with only skin graft. On the days 14 and 30, biopsies were taken for histological evaluating characteristics. Histological sections were analysed with regard to epidermal and dermal thickness, granulation tissue, collagen deposition, elastic fibers, inflammatory cells and myofibroblasts. Macroscopically both dermal substitutes decreased wound contracture compared FTDG but it was not significant statistically. Histologically the inflammatory cell population in the dermal substitute groups was less than FTSG group but the foreign body reaction showed no difference between substitutes and FTSG. In 30th day biopsies, the distribution of collagen and elastic fibers was noted to be analogous with scar tissue. The myofibroblast population in FTSG group was also greater than dermal substitute groups which may indicate further wound contraction in time.
Cemboluk, Ö. Rat tam kalınlıklı deri defektlerinde dermal analogların kontraksiyon üzerine etkileri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/591
Tam Kat Deri Defektleri
Dermal Analog
Greft Kontraksiyonu
Full-thickness Skin Defects
Dermal Substitutes
Graft Contraction
Rat tam kalınlıklı deri defektlerinde dermal analogların kontraksiyon üzerine etkileri
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/592
2016-08-09T00:00:31Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_207
00925njm 22002777a 4500
dc
Tambova, Emre
author
2015
Retina hastalıkları, 65 yaş üstü toplumda en önemli geri dönüşümsüz görme kaybı nedenlerindendir. YaĢa Bağlı Makula Dejenerasyonu (YBMD), Diyabetik Retinopati (DR) ve Retinal Vasküler Hastalıklar bu grup hastalıkların en sık görülen çeşitleridir. Çalışmamızda hastaların oturdukları çevrelere gidilerek, çok sık görülen bu hastalıkların erken ve yerinde saptanmasını amaçladık. Eskişehir Tepebaşı Belediye'si ve Eskişehir Odunpazarı Belediye'since tahsis edilen belde evlerinde nonmidriyatik fundus kamera (Optos Tx-200), otorefraktometre cihazları eĢliğinde 3965 olgunun değerlendirmesi yapıldı. Elde edilen veriler kurumlar arası uzaktan bağlantı sistemi adı verilen teletıp yöntemi ile değerlendirildi. 1502 gözde patolojik durum saptandı ve 217 olgu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı'na cağırılarak ileri tetkik ve tedavileri yapıldı. Patoloji saptanan 1502 gözün 354' ünde YBMD, 143'ünde DR, 374'ünde Hipertansif Retinopati (HTRP), 29'unda RVT, 59'unda Arka Vitreus Dekolmanı (AVD), 31'inde Astreoid Hiyalozis, 57'sinde Glokomatöz Optik Disk (OD) değişikliği ve 443'ünde diğer retinal patolojiler saptandı. Olguların ortalama görme seviyelerinde %60 oranında görme kaybı mevcuttu. Patoloji saptanan olgular ESOGÜ Göz hastalıkları polikliniğinde değerlendirildi ve tedavileri düzenlendi. Sonuç olarak; Eskişehir il ve ilçelerinde ikamet etmekte olan 65 yaş ve üzeri toplumda görme azlığına yol açan retina hastalıkları ciddi bir toplumsal sorun yaratmaktadır. Teletıp tekniği ile orta ve ileri yaştaki hastalar hastanelere kadar gelmeden oturdukları çevrede muayene olabilmekte, böylece hem erken teşhis ve tedavi olanağı hem de ekonomik olarak ciddi maliyet kazanımları elde edilebilmektedir.
Retinal diseases are one of the main reasons of irreversible
visual loss in the elder population who are 65 and above. The most common diseases
of this sort are; senile macular degeneration, diabetic retinopathy and retinal vascular
diseases. 3965 patients were evaluated in EskiĢehir TepebaĢı municipality and
EskiĢehir Odunpazarı municipality facilities with autorefractometer ,fundus camera
(optos Tx-200). The collected data was processed via telemedicine which is a data
transferring systems between institutions. Various pathologies were detected in 1502
eyes and 217 patient were called back to EskiĢehir Osmangazi University Eye
Department for further examination and treatment. 354 AMD, 143 DR, 374 HTRP,
29 RVO, 59 AVD, 31 asteroid Hyalozis, 57 glaucomatous OD changes and 443 other
retinal pathologies were found in 1502 eyes. Most of the participants had severe
visual loss up to %60. Participants who had pathological findings were evaluated at
ESOGÜ Eye Department and were treated accordingly. As conclusion, vision
descending retinal diseases are an important social problem in the elder population
65 and above accomodating in EskiĢehir and close districts. Through telemedicine
technology, elder population is able to be receive medical care without having to go
to hospitals and as a result; not only are they able to receive early detections and
treatment but also save up economically.
Tambova,E. 65 Yaş Üstü Toplumda Görme Kaybına Yol Açan Retina Hastalıklarının Yerinde ve Erken Saptanması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/592
Yaşa Bağlı Makula Dejenerasyonu
Diyabetik Retinopati
Optos
Otorefraktometre
Görme Kaybı
Age-Related Macular Degeneration
Diabetic Retinopathy
Autorefractometer
Vision Loss
65 yaş üstü toplumda görme kaybına yol açan retina hastalıklarının yerinde ve erken saptanması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/596
2016-08-09T00:00:47Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Uylaş, Mustafa Ufuk
author
2015-04-06
Karaciğer iskemi-reperfüzyon uygulanmış
ratlarda Quercetinin karaciğer hasarında antioksidan özelliği ile düzeltici etkisinin
incelenmesi amacıyla cinsiyetleri erkek olan ağırlıkları 200-250 gr. arasında değişen
Sprague-Dawley cinsi 50 adet rat kullanıldı. 10’ ar adet rattan oluşan sham grubu,
karaciğer İ/R grubu, karaciğer İ/R + 25mg/kg Quercetin grubu, karaciğer İ/R +
50mg/kg Quercetin grubu ve karaciğer Ġ/R + 100mg/kg Quercetin grubu olmak üzere
beş gruba ayrıldı. Sham grubuna sadece laparatomi yapıldı. Diğer gruplardaki tüm
ratlara laparatomi sonrası karaciğere 1 saat iskemi 2 saat reperfüzyon
uygulandı.Reperfüzyon sonrası ratlardan Aspartat transaminaz (AST), Alanin
transaminaz (ALT), Katalaz (CAT), Malondialdehid (MDA) için kan örnekleri,
ayrıca Malondialdehid (MDA) için karaciğer doku örnekleri, histopatolojik inceleme
için karaciğer doku örnekleri alındı. Tedavi gruplarında AST, ALT, MDA (serum)
değerlerinde anlamlı azalma görülürken katalaz değerlerinde anlamlı olmasa da
azalma saptanmıştır. Karaciğerdeki histopatolojik değişiklikler açısından tedavi
gruplarından 25 mg/kg Quercetin ve 50 mg/kg Quercetin anlamlı düzelmeler
gözlenmişken 100 mg/kg Quercetin verilen grupta düzelme kısmı olmuştur.
Quercetin, hembiyokimyasal hemde histolojik açıdan anlamlı düzelmeler sağladığı
göz önüne alındığında İskemi-reperfüzyon hasarının beraberinde getirdiği
komplikasyonlarda ve mortalitede azalmaya yol açabileceği düşünüldü.
Totally, hepatic
ischemia-reperfusion-treated 50 Sprague-Dawley male rats weighed 200-250 g were
used to investigate the corrective effect on the ability of antioxidants in the liver.
Rats were divided into five groups including sham group, hepatic I / R group, hepatic
I / R + 25mg / kg quercetin group, hepatic I / R + 50 mg / kg quercetin group and
hepatic I / R + 100 mg / kg quercetin group consisted of 10 rats. Sham group
received only laparotomy. After laparotomy, all rats from the other groups received 2
h reperfusion following 1 h ischemia in liver. After reperfusion, blood samples for
aspartate transaminase (AST), alanine transaminase (ALT), catalase (CAT) and
malondialdehyde (MDA) and liver tissue sapmples for Malondialdehyde (MDA) as
well as histopathological assessment. Significantly decreased serum AST, ALT,
MDA levels were found in treatment groups, also, catalase values were found lower
but it was not statistically significant. Significant improvement for histopathological
changes in liver was seen in treatment groups including 25 mg / kg of quercetin and
50 mg / kg quercetin groups whereas only partial improvement was observed in 100
mg / kg quercetin group. Considering the significant biochemical and histological
effects of quercetin, we concluded that it can decrease the complications and
mortality due to ischemia-reperfusion damage.
Uylaş, M. U. Karaciğer iskemi reperfüzyonda Quercetinin koruyucu etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlik Tezi , Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/596
İskemi/Reperfüzyon
Quercetin
Ischemia
Reperfusion
Karaciğer iskemi ve reperfüzyonda quercetin’in koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/627
2016-08-16T00:00:47Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Şenol, Cemile
author
2014
Bu çalışmada inferior konka hipertrofisinde kemik konkanın rolünü araştırmayı ve
kemik konkaya cerrahi müdahale sonucunda burun tıkanıklığını objektif ve subjektif
testler ile değerlendirmeyi amaçladık. Burun tıkanıklığı şikayeti olan ve bilgisayarlı
paranazal tomografi ile kemik konka hipertrofisi saptanan 30 hasta çalışma grubunu
oluşturdu. Burun tıkanıklığı olmayan ve başka nedenlerle temporal kemik
bilgisayarlı tomografisi çekilen 30 hasta kontrol grubunu oluşturdu. Çalışma
grubundaki hastalara burun tıkanıklığını düzeltmek amacıyla submukozal rezeksiyon
tekniği uygulandı. Bu hastalara operasyon öncesi ve sonrası VAS ve akustik
rinometri testleri uygulandı. Kontrol grubundaki hastalara da VAS ve akustik
rinometri testleri uygulandı. Bütün hastaların bilgisayarlı tomografilerinde inferior
konkanın medial mukoza, lateral mukoza ve kemik konka kalınlıklarının horizontal
ölçümleri yapıldı. Subjektif değerlendirmeler sonucunda, çalışma grubundaki
hastaların burun tıkanıklığı şikayetinde operasyon öncesine göre azalma sağlandı
(p<0.001). Akustik rinometri ile elde edilen objektif verilere göre de hastaların burun
tıkanıklığı şikayetinde belirgin düzelme olduğu izlendi (p<0.001). Çalışma
grubundaki hastaların medial mukoza, lateral mukoza ve kemik konka
kalınlıklarının, kontrol grubunda ki hastaların ölçümlerine göre yüksek olduğu
görüldü (p<0.001). Burun tıkanıklığının en sık nedenlerinden birisi olan konka
hipertrofilerinde doğru tedavi seçimi için ayrıntılı muayene gereklidir. Hem tanı hem
tedavi seçiminde bilgisayarlı tomografi gibi görüntüleme yöntemleri ve hastanın
burun tıkanıklığını objektif değerlendiren akustik rinometri gibi testler oldukça
yararlıdır. Kemik konka hipertrofisi saptanan hastalarda submukozal rezeksiyon
tekniği güvenle kullanılabilen bir yöntemdir.
In this
study, we aimed to research the role of the bony hypertrophy in turbinate
hypertrophy and to evaluate nasal obstruction after the surgery of bone component of
inferior turbinate with objective and subjective tests. 30 patients, who have
complaints of nasal obstruction and who detected bony hypertrophy with paranasal
computed tomography, were included in the study group. 30 patients, who don’t have
complaints of nasal obstruction and have temporal bone computed tomography with
other reasons, were included in control group. Submucosal resection technique was
performed to patients in study group. Preoperative and postoperative VAS and
acoustic rhinometry tests were administered to these patients VAS and acoustic
rhinometry tests were also administered to patients in control group. All patients’
horizontal measurements of medial, lateral mucosa and bone component thickness of
the inferior turbinate at computed tomography was made. As a result of subjective
evaluations, the patients in the study group having nasal obstruction were provided
by the reduction of preoperative symptoms (p <0.001). According to objective data
obtained by acoustic rhinometry revealed significant improvement in symptoms of
nasal obstruction (p <0.001). Measurements of medial, lateral mucosa and bone
thickness of the inferior turbinate of study group was found higher than the
measurement of the patients in the control group (p <0.001). At turbinate
hypertrophy, one of the most common causes of nasal obstruction, it is required
detailed examination for the selection of the correct treatment. Imaging techniques
such as computed tomography and acoustic rhinometry tests evaluating objectively
the patient's nasal obstruction, is very useful for to choice the true treatment and
diagnostic tests. Submucosal resection technique is a method that can be used safely
at patients diagnosed bony hypertrophy.
Şenol, C. Bilgisayarlı tomografi ile konka kemik hipertrofisi saptanan hastalarda burun tıkanıklığının preoperatif ve postoperatif objektif ve subjektif olarak değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/627
İnferior Konka Hipertrofisi
Kemik Konka Hipertrofisi
Akustik Rinometri
Inferior Turbinate Hypertrophy
Turbinate Bone Hypertrophy
Acoustic Rhynometry
Bilgisayarlı tomografi ile konka kemik hipertrofisi saptanan hastalarda burun tıkanıklığının preoperatif ve postoperatif objektif ve subjektif olarak değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/653
2016-10-21T00:00:08Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_209
00925njm 22002777a 4500
dc
Güneysu, Elif
author
2014
Bu deneysel çalışmamızda ki amacımız rat alt ekstremite iskemi reperfüzyon sonrası gastrokinemius kasında oluşan iskemi-reperfüzyon hasarına iloprostun koruyucu etkisini araştırmaktır.
Çalışmamızda 24 adet Wistar Albino cinsi rat kullanıldı. Ratlar randomize olarak, eşit sayıda (n=8) üç gruba ayrıldı. Grup 1‟ de (sham) 6 saat süresince sadece anestezi uygulandı. Grup 2‟ de (kontrol) ve grup 3‟ de (İloprost tedavi grubu) anestezi verildikten sonra, turnike yöntemiyle ratların sağ arka ekstremitelerine, kalça eklemi hizasından turnike uygulanılarak 3 saat iskemi ve turnike açılarak 3 saat reperfüzyon uygulandı. Grup 3‟ te reperfüzyondan 30 dakika önce sağ internal juguler venden ıv 20 μg/kg dozda iloprost infüzyonu başlanıldı. İnfüzyon reperfüzyon süresince devam etti.
Deney sonunda tüm gruplardan biyokimyasal analizler için kan örneği ve immünohistokimyasal değerlendirme için gastrokinemius kas doku örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde TNF- α, IL-1, IL-6 plazma düzeyleri ölçüldü. Gastrokinemius kas doku örnekleri formaldehit ile fikse edildi. Alınan kas dokudan biyokimyasal olarak MDA ve katalaz düzeyleri, histolojik olarak ıĢık mikroskobu altında hemotoksilen eosin ile genel doku değerlendirilmesi ve immünohistokimyasal olarak kaspaz tayini yapıldı.
Biyokimyasal inceleme sonuçlarına göre ĠR grubunda (grup 2) kas dokusunda MDA, serumda TNF-α ve IL-1 düzeyleri tedavi grubuna (grup 3) göre anlamlı derecede düşük bulunurken; kas dokusunda katalaz,serumda IL-6 düzeylerinde anlamlı fark bulunamamıştır. Kaspaz -3 immunohistokimyasal sonuçlarımıza göre ise İloprost iskelet kasında İR hasarının meydana getirdiği apopitozise karşı korumaktadır.
Totally, 24 Wistar Albino-type rat were used in the present study. Rats were randomly divided into three groups (ne=8 in each group). Group 1 (sham) received only anaesthesia for 6 hours. In Group 2 (control) and Group 3 (Iloprost treatment group), ischemia was generated by tourniquet method applying the tourniquet onto right back extremities at the level of hip joint for 3 hours after anaesthesia, then reperfusion was completed releasing the tourniquet for 3 hours. Intravenous 20 μg per kilogram infusion was started into right internal jugular vein 30 min before reperfusion in Group 3. The infusion continued during reperfusion.
At the end of the experiment, blood sample for biochemical analysis and gastrocnemius muscle tissue sample for immunohistochemical assessment were obtained in all groups. Tumour necrosis factor-α, IL-1 and IL-6 plasma levels were measured. Gastrocnemius muscle tissue samples were fixed into formaldehyde. Biochemical MDA and catalase levels were measured, histopathologic tissue assessment was performed with hematoxylin eosin under light microscope and immunohistochemical caspase was determined.
According to the biochemical assessments of ischemia-reperfusion groups, while serum TNF-α and IL-1 levels and MDA levels into muscle tissue were significantly lower in Group 2 compared to Group 3, there was no significant difference in serum IL-6 and catalase into muscle tissue between the groups. Based on our immunohistochemical caspase-3 results, iloprost protects the skeletal muscle against the apoptosis result from IR.
Güneysu, E. İloprostun Deneysel İskemi Reperfüzyon Modelinde Gastroknemıus Kası Hasarı Üzerine Koruyucu Etkisi .Eskişehir Osmangazi Üniversitesitıp Fakültesi Kalp Ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi,Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/653
İskemi/Reperfüzyon
İloprost
Kaspaz
Sitokin
Ischemia/Reperfusion
Cytokine
Caspaz
İloprostun deneysel iskemi-reperfüzyon modelinde gastroknemius kası hasarı üzerinde koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/664
2016-10-21T00:00:36Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_206
00925njm 22002777a 4500
dc
Boztepe, Hacer
author
2014
Bu çalışmanın amacı,
sıçanlarda tek akciğer ventilasyonu sonrasında oluşan akciğer hasarı üzerine
karnozininin koruyucu rolünü araştırmaktır. Çalışma için 20 adet Sprague Dawley
cinsi sıçan randomize olarak, eşit sayıda (n=10) iki gruba ayrıldı. Kontrol grubuna 60
dakika süreyle tek akciğer ventilasyonu (TAV) devamında 30 dakika süreyle çift
akciğer ventilasyonu (ÇAV) uygulandı. Karnozin grubundaki sıçanlara deneye
başlamadan 10 dakika önce 250mg/kg dozunda intraperitoneal karnozin verildi ve
aynı ventilasyon protokolü uygulandı. Kontrol ve çalışma gruplarından TAV ve
ÇAV sonunda biyokimyasal analiz ve histopatolojik inceleme için akciğerden doku
örnekleri alındı. Biyokimyasal analizde doku superoksid dismutaz (SOD),
malondialdehit (MDA) ve tümör nekroz faktör alfa (TNF-α) düzeyleri ölçüldü.
Histopatolojik incelemede dokular hemotoksilen eosin ile boyandı ve akciğerlerde
oluşan hasar alveolar konjesyon, intraalveoler kanama, lökosit ve lenfosit
infiltrasyonu varlığı ve miktarına göre skorlandı. TAV ve ÇAV sonunda çalışma
grubu TNF-α düzeylerinde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşüş
olduğu görüldü. Ancak TAV ve ÇAV sonunda her iki gruptada MDA ve SOD
değerlerinde anlamlı farklılık saptanmadı. Histopatolojik incelemede Karnozin
verilen grupta PMNL infiltrasyonu ve lenfosit infiltrasyon miktarının istatiksel olarak
anlamlı azaldığı görüldü. Sonuç olarak TAV kullanılarak yapılan göğüs cerrahisi
işlemlerinde özellikle TAV ile işlem süresi uzayacak olgularda karnozin
kullanımının TAV’nuna bağlı akciğer hasar ve ödemini azaltıcı etki göstereceğini
düşünüyoruz.
The aim of this study
was to invastigate the protective effect of carnosine on lung injury after one lung
ventilation in rats. 20 Sprague Dawley rats were randomly divided into two groups in
equal numbers, for the study (n=10). In control group we performed one lung
ventilation for 60 minutes, following 30 minutes double lung ventilation. In
carnosine group same ventilation procedure was performed, additionally 250 mg/kg
intraperitoneal carnosine was administered 10 minutes before the start of the
experiment. Tissue samples of the lung from control and study group were taken for
biochemical analyse and histopathological evaluation at the end of one and double
lung ventilation. Superoxide dismutase (SOD), malondialdehyde (MDA) and Tumor
Necrosis Factor Alpha (TNF-α) levels were determined biochemically. Tissue
samples were stained with hematoxylin-eosin for histopathological evaluation and
were scored acording to the alveolar congestion, polymorphonuclear leukocytes
infiltration, lymphocyte infiltration and intra alveolar hemorrhage amount At the end
of one and double lung ventilation, statistically significant decrease in TNF-α levels
were seen in the study group. However no significant different was found on MDA
and SOD level, at the and of the one and double lung ventilation in both groups. On
histopathologic examination and lymphocyte infiltration were decreased statistically
significant in group received carnosine. In histopathological evaluation, tissue injury
in carnosine group was observed lesser than control group. With all these findings
carnosine has a protective role on lung injury after one lung ventilation. As
conclusion we thought that carnosine usage can show decreased effect on lung
impairment and eodema due to ventilation in cases whose operation duration will
increase by one lung ventilation in lung operations performed with one lung
ventilation.
Boztepe. H. Karnozinin tek akciğer ventilasyonuna bağlı akciğer hasarı üzerine koruyucu rolü. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/664
Tek Akciğer Ventilasyonu
Karnozin
MDA
TNF-α
SOD
Alveoler Konjesyon
Polimorf Nüveli Lökosit İnfiltrasyonu
Lenfosit İnfiltrasyonu
One Lung Ventilation
Carnosine
Alveolar Congestion
Polymorphonuclear
Tek akciğer ventilasyonu sonrası oluşan akciğer hasarı üzerine karnozinin koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/705
2016-12-01T01:00:28Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Kaplan Karataş, Neşe
author
2014
Malign tümörlerle sistemik inflamatuar cevap arasındaki prognostik ilişki, ilk olarak Reiss tarafından 1872 de rapor edilmiştir. Nötrofil lenfosit oranı (NLO) artışı, akciğer, böbrek, mide, meme, pankreas ve kolon kanseri gibi birçok solid tümörlerde ve ayrıca, serviks, vulva, endometriyum ve over kanseri gibi jinekolojik malignitelerde de rastlanmaktadır. Biz bu geriye dönük araştırmamızda, endometriyum kanserinde; preoperatif nötrofil lenfosit oranının, postoperatif tümör grade ve evresi ile ilişkisi olup olmadığını değerlendirmeyi amaçladık. Hastanemiz Jinekolojik Onkoloji Kliniği’nde, endometriyum kanseri tanısı alarak opere edilen 300 olgunun preoperatif nötrofil lenfosit oranının postoperatif tümör grade ve evresi ile ilişkisi araştırıldı. Bizim çalışmamızda ele alınan olgularda en düşük NLO 0,08, en yüksek NLO 15,45 olarak bulunmuştur. Tüm olguların genel ortalaması 2,7±1,16 bulunmuştur. Bu veriler değerlendirildiğinde NLO ile lenfovasküler invazyon varlığı (p=0,02< 0,05), servikal stromal tutulum (p=0,006< 0,05), seroza ve/veya adneks tutulumu (p=0,011< 0,05) arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık saptandı. Sonuç olarak endometriyum kanseri olan olgular değerlendirilirken preoperatif yaş, histolojik tip, histolojik grade, myometrial invazyon, lenfovasküler alan invazyonu, serviks tutulumu, seroza ve adneksiyal tutulum, vajen parametrium tutulumu, lenf nodu tutulumu, periton sitolojisi, uzak organ metastazı prognoz açısından önem arzeder ve sürvi hakkında bir öngörü sağlayabilir. Birçok malignitenin ve çalışmada olduğu gibi bizim endometriyum kanseri çalışmamızda preoperatif lenfosit nötrofil oranının prognostik önemi bulunmuştur.
The relationship between malignant tumors and neutrophil lymphocyte ratio (NLR) was firstly reported by Reiss in 1872. High NLR is seen solid in tumors like lung, kidney, breast, stomach, pancreas and colon canser, also in gynecologic malignities like cervix, vulva, endometrium and ovary cancer. In this retrospective study, we aimed to evaluate whether preoperative NLR is related to postoperative tumor stage and tumor grade in endometrium cancer cases. The relations between the preoperative NLR and postoperative stage and grade of the tumor were evaluated in 300 patients operated with the diagnosis of the endometrial cancer. In our study the lowest NLR level was found to be 0,08 and the highest NLR level was found to be 15,45. The general mean of all cases was 2,7±1,16. When these findings was evaluated according to lymphovascular invasion, presence (p = 0.02 <0.05), cervical involvement (p = 0.006 <0.05), serosa and/or adnexal involvement (p = 0.011 <0.05), there was statistically significant difference. Preoperative age, hystologic type, hystologic grade, myometrial invasion, lymphovascular space invasion, adnexial involvement, vagina and parametrial involvement, distant metastasis and peritoneal cytology is important for prognosis and can predict the survival of endometrium cancer patients. In our study preoperative NLR was an important factor for the prognosis of endometrium cancer.
Kaplan Karakaş, N. ‘Endometrium adeno ca’lı hastalarda preoperatif nötrofil lenfosit oranının prognoza etkisi’ Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/705
Nötrofil Lenfosit Oranı
Endometriyum Kanserinde Prognoz
Endometrium Kanseri
Neutrophyl Lymphocyte Ratio
Prognosis of Endometrial Cancer
Endometrial Carcinoma
Endometrium adeno ca’li hastalarda preoperatif nötrofil-lenfosit oranının prognoza etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/696
2016-12-01T01:00:40Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Türközü, Mine
author
2014
Acil servise(AS) 10 gün içerisinde tekrar başvuran
hastaların sıklığını ve tekrar başvuru nedenlerini değerlendirip, AS
hizmetlerinin ileriye dönük planlanmasının yapılmasına ve böylece daha
hızlı, daha etkili, daha verimli AS hizmetlerinin sunulmasına katkıda
bulunmak amacıyla 01.11.2012-30.10.2013 tarihleri arasında Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Acil Servisi’ne 10 gün içerisinde tekrar başvuran 18
yaş ve üstü hastalar değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, ilk ve
tekrar başvuru nedenleri, tekrar başvuru sayıları, ilk ve tekrar başvuru
sonrası sonuçları belirlendi. Çalışmaya 1832 hasta alındı. Başvuran
hastaların ortalama yaşı 43.54 ± 19.43 idi(18-91). Tekrar başvuru yapan
hastaların çoğunluğunu genç yaş grubu (18-25, %25.8) oluşturmaktaydı.
Hastaların 1029’u(%56.2) erkek, 803’ü(%43.8) kadındı.Bir defa tekrar
başvuran hasta sayısı (1627,%88.8) belirgin olarak yüksekti. Hastaların ilk
başvuru nedenleri en sık kas-iskelet sistemi (288, %15.7) ile ilgili tanılardı.
Hastaların büyük çoğunluğunun (1668, %91) ilk başvuru sonrası taburcu
edildi. AS’e tekrar başvuru nedenlerinden poliklinik hizmetine ulaşamamageç
ulaşma (993, %54.2) en sık neden olarak bulundu. Çalışmaya alınan
1832 hastanın 1599’u(%87.3) tekrar başvuru sonrası taburcu edilirken
114’ünün(%6.2) servise, 80’inin (%4.4) yoğun bakıma yatışı yapıldı.
Hastaların 8’i(%0.4) kaybedildi. Hastaların 29’u (%1.6) kendi isteği ile tedaviyi
kabul etmedi. 2’si (%0.1) sevk edildi. Tekrar başvurular AS yoğunluğunu ve
AS çalışanlarının iş yükünü artırmaktadır. Poliklinik hizmetine ulaşımını
kolaylaştırma gibi önlemler alınarak AS’e yapılan tekrar başvuru sayısı
azaltılabilir. Tekrar başvurularda dikkatli olunup yanlış tanı ve hastaneye
yatış gerektiren durumlar açısından dikkatli olunmalıdır.
In order to plan the future
emergency services and to render them faster, more efficient, and more
productive, we studied the rates and reasons of patients aged ≥ 18 rereferring
within 10 days to the Depatment of Emergency Medicine (EM) of
EskiĢehir Osmangazi University Hospital between dates 01 November 2012
and 30 October 2013. We determined the patients’ demographic
characteristics, reasons of referral and re-referral, numberr of re-referrals,
and results of first referral and re-referrals. The study included 1832 patients
with a mean age of 43.54±19.43 (18-91). Most of the patients re-referring
were in the young age group (18-25, 25.8%). Of the patients, 1029 (56.2%)
were males and 803 (43.8%) females. The number of patients re-referring
once was markedly high (1627, 88.8%). The most frequent reason of the first
referrals was associated with musculoskeletal system (288, 15.7%). Most of
the patients (1668, 91%) were discharged after their first referral. The most
frequent reason of re-referral was outpatient services formerly not received or
late received (993, 54.2%). Of the 1832 patients, 1599 (87.3%) were
discharged after re-referral, and 114 (6.2%) were hospitalized in the
emergency clinic and 80 (4.4%) hospitalized in the intensive care unit. Eight
patients (0.4%) were lost. Twenty-nine patients did not accept treatment
(1.6%). Two patients (0.1%) were sent to other clinics. Re-referrals increase
the intensity in EM as well as work-load of the staff. Taking the necessary
measures such as fascilitating the outpatient services may decrease the
number of re-referrals. In case of re-referrals, care should be taken not to
misdiagnose and to evaluate well the cases requiring hospitalization.
Türközü,M. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Acil servisi’ne 10 gün içerisinde tekrar başvuran hastaların sıklığı, tekrar başvuru nedenlerinin incelenmesi: 1 yıllık inceleme. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/696
Acil Servis
Tekrar Başvuru
Re-referral
Emergency Department
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi acil servisi’ne 10 gün içerisinde tekrar başvuran hastaların sıklığı, tekrar başvuru nedenlerinin incelenmesi: 1 yıllık inceleme
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/697
2016-12-01T01:00:45Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Çetinkaya, Osman
author
2014
Acil
Servis’e sağ alt kadran ağrısı ile başvuran hastalarda alvarado skorlama yöntemiyle,
yeni bir enflamasyon göstergesi olarak kabul edilen prokalsitonin düzeyinin
korelasyonunu saptamak ve bunun akut apandisit tanısında etkinliğini göstermek
planlanarak 01.12.2012-31.11.2013 tarihleri arasında ileriye dönük yapılmıştır. 18
yaş ve üzeri hastalar çalışmaya alındı. Toplam 52 hastanın 17’si erkekti. Hastaların
alvarado skoru ortalaması 6.4 (2-10) olarak saptandı. Hastaların prokalsitonin
değerleri ortalaması 0.4328 ng/ml (0.0126ng/ml-14.6600 ng/ml). Hastaların 47 (%
90.4)’sinde prokalsitonin değeri normal (<0.5 ng/ml), 4(%7.7)’ünde sistemik
enfeksiyon sınırlarında (0.5-2 ng/ml), 1(%1.9) hastada septik şok sınırlarında
saptanmıştır (>10 ng/ml). Çalışmaya alınan 52 hastanın altın standart olarak kabul
edilen ameliyat sonrası patoloji raporlarına göre 49 (%94.2)’u akut apandisit tanısı
almıştır.Akut apandisit tanısı alan hastaların sadece 3(%6.1)’ünde prokalsitonin
değerleri pozitif (>0.5 ng/ml), 46(%93.8) ’sında negatif (<0.5 ng/ml) saptanmıştır.
Prokalsitonin değerinin pozitif olması ile akut apandisit tanısı arasında istatiksel
anlamda önemli düzeyde fark saptanmamıştır.
The aim of this study was to evaluate the
diagnostic utility of Alvarado Score System and Procalcitonin measurements in
the acute appendicitis. This prospective study was conducted between 01.12.2012-
31.11.2013. The patients admitted Eskisehir Osmangazi University Medical
Emergency Department with right lower quadrant pain who are older than 18 years
old. Totaly 52 of patients, 17 were male. The mean value of Alvarado Score was 6.4
(2-10). The mean value of procalcitonin value was 0.4328 ng/ml (0.0126ng/ml-
14.6600ng/ml). 47 of patients (%90.4) procalcitonin values are normal (<0.5 ng/ml),
4 (%7.7) patients had systemic infection (0.5-2 ng/ml), 1 (%1.9) had septic shock
(>10 ng/ml). Appendicitis was confirmed with postoperation patology in 49 of 52
patients (%94.2). Only 3 of these 49 patients PCT values were higher than normal
limit (>0.5 ng/ml), 46 patients PCT levels were normal (<0.5 ng/ml). There is no
statistical significance between increase in PCT levels and diagnosis of
acute appendicitis.
Çetinkaya, O. Acil Servise Sağ Alt Kadran Ağrısıyla Başvuran Hastalarda Kullanılan Alvarado Skorlaması İle Prokalsitonin Düzeyinin Karşılaştırılması Ve Akut Apandisit Tanısına Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/697
Prokalsitonin
Alvarado Skorlama Sistemi
Akut Apandisit
Acil Servis
Procalcitonin
Alvarado Score System
Acute Appendicitis
Emergency Department
Acil Servise sağ alt kadran ağrısıyla başvuran hastalarda kullanılan alvarado skorlaması ile prokalsitonin düzeyinin karşılaştırılması ve akut apandisit tanısına etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/718
2016-12-01T01:00:26Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Bağcı, Mustafa
author
2014-09-10
Bu çalışmanın amacı; ultrasonografi ile polikistik over görünümü olan hastalarla, polikistik over görünümüne sahip olmayan kontrol grubu arasında klinik, hormonal ve biyokimyasal farklılıkların ortaya konulmasıdır. Araştırmamıza Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümüne Aralık 2012 ile Aralık 2013 arasında infertilite yakınmasıyla başvuran ve çalışma öncesi yazılı ve sözlü onam veren 238 hasta dahil edildi. Tüm hastalara ilk başvuruda hazırlanan anket uygulandı. Hastaların fizik ve pelvik muayeneleri yapılıp, TVUSG ile overleri değerlendirildi. Hastalardan hormonal tetkikler için kan örnekleri alındı. Hastalar klinik ve endokrinolojik özelliklerine göre PKOS olan 77 olgu, PKOS benzeri olan 74 olgu ve normal kontrol grubu 87 olgu olarak 3 gruba ayrıldı. PKOS’lu hastaların ailesinde PKOS daha sık bulunmuştur (p=0,001). PKOS’lu hastalarda VKI’nin ve android obezite sıklığının daha yüksek olduğu bulunmuştur. PKOS’lu hastalarda hiperandojenizmin klinik ve laboratuvar bulgularına daha sık rastlanmıştır. FG skorunun VKI, bel / kalça oranı, kandaki sT ve tT değerleri ile korelasyon göstererek arttığına ilişkin sonuçlar (p<0,001) bulunmuştur. Over rezervini belirlemede önemli bulgulardan olan toplam AFS’nın; normal grupta yaşın artması ile korelasyon (p=0,003) göstererek azaldığı, PKOS (p=0,216) ve PKO benzeri grupta (p=0,876) ise böyle bir ilişkinin olmadığı bulunmuştur. PKOS klinik ve laboratuvar bulguları olarak geniş bir çerçevede ortaya çıkabilmektedir. Hastalar kısa ve uzun dönem komplikasyonların önlenmesi için detaylı bir şekilde değerlendirilmelidir.
The aim of this study is to assess clinical, hormonal and biochemical differences in patients with polycystic ovary syndrome wiev in ultrasound imaging and control group. Between december 2012 and december 2013, a total of 238 patients appealed to our clinic, with infertilty included in this study after obtaining informed consent. All patients participated in the survey in first appeal. Complete physical and pelvic examination with trans vaginal ultrasound for ovaries have been performed. Blood samplesobtained for biochemical assessments. According to clinical and endocrinologic characteristics, patients seperated in three groups; 77 patients as PCOS, 74 as PCO like disease and 87 as control group. PCOS incidence was higher in PCOS group family members. (p=0,001). BMI and androgenic obesity incidence were higher in PCOS group. Clinic and laboratory findings of hyperandrogenemia were higher in PCOS group. Correlation between FG score and BMI, waist/hip ratio, blood free testosterone and total testosterone levels have found (p<0,001). Antral follicle count, an important finding to estimate ovarian reserve, decreased in the control group with increased age (p=0,003) but no such association found in PCOS (p=0,216) and PCO like disease group (p=0,876). PCOS can be manifested in a broad spectrum of clinic and laboratory findings. Patients must be evaluated elaborately to prevent short and long term complications.
Bağcı, M. Ultrasonografi ile Polikistik Over Görünümü Olan Hastaların Değerlendirmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/718
PKO
PKOS
USG
Ultrasonografi ile polikistik over görünümü olan hastaların değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/699
2016-12-01T01:00:51Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_214
00925njm 22002777a 4500
dc
Bilgehan, Münir Ali
author
2014
Bu çalışmada mesane kanserlerinde etkili olabileceği düşünülen prognostik faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla Haziran 1995 ve Haziran 2013 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda primer mesane tümörü ön tanısı ile tek cerrah tarafından transüretral mesane rezeksiyonu (TUR-M) yapılan ve patoloji sonucu mesane kanseri rapor edilen en az 1 yıllık takibi olan 499 hastanın klinik ve demografik verileri incelendi. Hastalara ait klinik, radyolojik ve patolojik parametreler aynı cerrahın kayıtlarından temin edildi. Hastaların 450’si erkek (%90,2), 49’u kadındı (%9,8). Erkek/kadın oranı 9.1, yaş ortalaması 60,6 (21–85) idi. Ortanca takip süresi 62,2 ay (12–232) olup izlem sonunda 92 hastanın (%18,4) tümör nedeniyle kaybedildiği görüldü. Hastaların patolojileri ile değerlendirildiğinde, 198 hastanın Ta evresinde (%39,6), 196 hastanın T1 evresinde (%39,2), 105 hastanın ise T2 evresinde (%21,2) olduğu saptandı. Ta tümörlerde genel sağkalıma derecenin etkili olduğu, tümör boyutu, tümör sayısı, ilk 3. ayda yapılan sistoskopi ve CIS’ın Ta tümörlerde nüksüz sağkalıma etki eden bağımsız prognostik faktörler olduğu, Grade, tümör boyutu, tümör sayısı, CIS’ın da Ta tümörlerde progresyonsuz sağkalıma etki eden bağımsız prognostik faktörler olduğu bulunmuştur. T1 tümörlerde grade, ReTUR sonucu, CIS ve LVİ’nun genel sağkalıma etkili prognostik faktörler olduğu, ReTUR sonucu, ilk 3 ayda yapılan sistoskopide tümör olup olmaması, tümör boyutu, tümör sayısı ve LVİ’nun nüksüz sağkalımda bağımsız prognostik faktörler olduğu, grade, CIS, LVİ ve ReTUR sonucunun da T1 tümörlerde bağımsız prognostik faktörler olduğu bulunmuştur. Kasa invasif mesane kanserlerinde ise radikal sistektomi yapılan hastalarda, lenf nodu tutulumu ve hastalığın evresinin genel ve hastalıksız sağkalımda bağımsız prognostik faktörler olarak bulunmuştur. Tümör davranışını daha iyi öngören histolojik tiplerin tanımlanması, etkin ve pratik moleküler belirteçlerin bulunması ile hastalığın öngörüsünün arttırılabileceği düşünülmektedir.
In this study we aimed to evaluate of the prognostic factors in bladder cancers. Between June 1995 and June 2013 499 patients diagnosed with primary bladder cancer operated by same surgeon and they followed up at least 1 year. Radiologic and pathological findings are taken from same surgeons data. Male 450 (%90,2), female 49 (%9,8), average of male/female 9.1, average of age 60,6 (21–85). Intermediate follow up time 62,2 mounth (12–232). 92 patients (%18,4) ex because of cancer. Pathology of patients are, 198 Ta stage (%39,6), 196 T1 stage (%39,2), 105 T2 stage (%21,2). Ta tumors overall survival is effected by grade, tumor size, number of tumors, first 3. mounths cystoscopy and karsinoma in-situ (CIS) are parameters of independant prognostic factors of the recurrence free survival. Grade, tumor size, number of the tumor, CIS are parameters of independant prognostic factors of the progression free survival. T1 tumors overall survival is effected by grade, ReTUR, CIS and LVI. ReTUR, 3. mounths cystoscopy tumor size, number of tumors and LVI are parameters of independant prognostic factors of the recurrence free survival. Grade, CIS, LVI and ReTUR are parameters of independant prognostic factors of the progression free survival. Radical cystectomy with muscle invasive bladder cancer overall and cancer free survial is affected by stage and lymphatic metastasis. Defining subtypes of cancer histology and molecular reagents will anticipate to find out the attitude of bladder cancer.
Bilgehan, M.A. Mesane Kanserlerinde Prognostik Faktörler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/699
Mesane Kanseri
Prognostik Faktör
Genel ve Hastalıksız Sağkalım
Mesane kanserlerinde prognostik faktörler
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/739
2016-12-07T01:00:20Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Karakuş, Nazım
author
2014
Bu çalışmanın amacı, kliğimizde asetabulum kırığı tanısıyla cerrahi olarak tedavi edilen hastaların klinik ve radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesidir. Çalışmaya en az 2 yıl izlemi olan 115 hasta alındı. Kırıkların tümü elde edilen direk grafi ve bilgisayarlı tomografi bulguları ile Judet-Letournel sınıflamasına göre sınıflandırıldı. Radyolojik değerlendirme Matta’nın Radyolojik Kriterlerine göre yapıldı. Klinik sonuçlar Modifiye Merle D’Aubigne Değerlendirme ölçeği’ne göre değerlendirildi. Ortalama yaş 39.3 (14-80) ve ortalama takip süresi
6.8 yıl (2-18) idi. Hastaların 95’i erkek (%82,6), 20’si kadındı (%17,4). Hastaların 67’sinde sağ (%58,3), 48’inde sol (%41.7) asetabulum kırığı mevcuttu. Kırık oluşma nedeni 60 hastada AİTK (% 66,2), 41 hastada düşme ve yüksekten düşme (%35,7), 14 hastada ADTK (%12,2) idi.11 hastada preop peroneal araz mevcuttu (%9.6). hastada postop peroneal araz (%5,2) mevcut olup 5 i takiplerde tamamen düzeldi. 13 hastada posterior dislokasyon (%11,3) 6 hastada santral dislokasyon (%5,2) 22
hastada posttravmatik artroz (%19,1) 4 hastada klinik bulgu veren DVT (%3,5) 6
debridman gerektiren CAE (%5,2) 3 klinik bulgu veren PTE (%2,6) saptandı. 8 hastada klinik başarısızlık nedenli revizyon cerrahisi gerekli oldu.(%6,9) (6 TKP, 2 Artrodez) 8 hastada Brooker Evre III-IV heterotropik ossifikasyon bulgusu mevcuttu (%7,0). Matta’nın Radyolojik Kriterleri’ne göre redüksiyon, 64 hastada anatomik (%55.7), 38 hastada orta (%33), 13 hastada kötü (%11,3) olarak değerlemdirildi. Modifiye Merle D’Aubigne Değerlendirme Ölçeği’ne göre ; 53 hastada mükemmel (%46,1), 37 hastada iyi (%32,2), 14 hastada orta (%12,2) 11 hastada kötü (%9,6) klinik sonuç elde edildi.Çalışmamızda ; redüksiyon kalitesi, yaş (> 45 yaş) ve kırık tipi (T tip) ile klinik sonuçları kuvvetli ilişki olduğu görüldü.İyi ve mükemmel sonuç elde edebilmenin, optimal şartlarda uygulanan bir cerrahi, stabil bir internal tespit ve tam anatomik redüksiyon ile mümkün olduğu görüldü.
The objective of this study was evaluation of the clinical and radiological outcomes of the patients who had surgically treated acetabuar fractures in our clinic. 115 patients with at least 2 years follow-up were included in this study. Mean age of the patients was 39.3 years (14-80) and mean follow-up time was 6.8 years (2-18). 95 of the patients were male (%82.6) and 20 were female (%17.4). Fractures was detected in right acetabulum in 67 patients (%58.3), left acetabulum in 48 patients (%41.7). All petients classified with Letournel Judeth classification. Radiological evaluation was made based on Matta’s Radiological Criteria. Clinical outcomes were evaluated according to Modified Merle D’Aubigne Scale . All preoperative and postoperative complications was recorded. Mean age was 39,3(14-80) and the mean follow up time was 6.8 years (2-18). 11 patients had preoperative peroneal nerve symptoms (9.6%) . 13 patients had posterior dislocation (11.3%) , 6 patients had
central dislocation (5.2%) and 22 patients had posttraumatic arthrosis (19.1%). 4 patients had deep vein thrombosis (3.5%) 6 patients had surgical site infections (5.2%).8 patients had signs of stage III-IV heterotropik ossification (7.0%). The quality of the reduction, according to Matta's Radiological Criteria was recorded anatomical in 64 patients (55.7%), imperfect in 38 patients (33%) and poor in 13 patients (11.3%). According to Modified Merle D’Aubigné scale; 53 patients had excellent (46.1%), 37 patients had good (32.2%), 14 patients had moderate (% 12.2) 11 patients worse (9.6%) clinical results. At the final follow-up, radiologically 33 hips (55%) were graded as excellent, 11 (18.3%) as good, one as fair (1.7%) and 15 (25%)as poor.İn our study, detected strong relationship between the quality of the reduction, age (<45), fracture type ( T type) and the clinical result.Good and excellent result is possible with, optimal surgery, stable internaly fixation and anatomical reduction.
Karakuş N. Cerrahi Olarak Tedavi Edilen Asetabulum Kırıklı Hastaların Klinik ve Radolojik Sonuçlarının Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/739
Asetabulum
Pelvis
Letournel Judet
Heterotropik Ossifikasyon
Acetabulum
Heterotropic Ossificaiton
Cerrahi olarak tedavi edilen asetabulum kırıklarının işlevsel ve radyoloji sonuçlarının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/744
2016-12-07T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Güney, Fatma
author
2014
Kronik otitis medialı hastalarda bas dönmesi, nistagmus, bulantı, kusma gibi
septomların oluşması vestibüler sistemin etkilendiğini gösterir. Kronik otitis medialı
hastalarda labirenter sistemin olaydan ne kadar etkilendiğini göstermede en iyi test
elektronistagmografidir. Bu çalışmada tek taraflı kronik otitis media tanısıyla opere
edilen hastalarda vestibüler sistemin etkilenmesinin preoperatif ve postoperatif
vestibüler testlerle araştırılması amaçlanmaktadır. Hastalara preoperatif ve
postoperetif vestibüler muayane testleri, odyogram ve videoelektronistagmografinin
tüm testleri yapılmıstır. Postopertatif tüm testler ameliyat sonrası üçüncü ayda
yapılmıstır. Çalısmamızda preoperatif kalorik testte 13 (% 43.3) hastada KOM’la
aynı tarafta kanal parezisi saptandı. Preoperatif yapılan kalorik testler ile postoperatif
yapılan kalorik testler arasında anlamlı fark bulunmuştur (p= 0.001). Buna göre
hastaların %50’sine yakın bir kısmında yapılan ameliyatın isitme sistemi yanında
denge sistemini de olumlu etkilediği düşünülmüştür.
Occuring
sympthoms as vertigo, nystagmus, queasiness, vomit shows that vestibular system
effected for patients which have diagnosis of chronic otitis media.
Electronystagmography test is best way to understand how labirent system affected
for patients which have chronic otitis media.Our study is aimed; vestibular system
affect will be researched with preoperative and postoperative vestibular tests for the
patients which have operated unilateral chronic media otitis. Preoperative and
postoperative vestibular inspection tests,audiogram and all of the
videoelctronystagmography tests have been operated for patients. All of the
postoperative tests are done three months after operation. Based on preoperative
caloric test; Chronic Otitis Media and canal palsy have been detected in same side
with percent of 13 (%43.3) patient in our study. Significant difference is determined
between performed caloric preoperative and postoperative tests (p=0,001).According
to our study ; We think that performed operation is affected positively to balance
system besides that auditory system for % 50 patient.
Güney, F. Tek taraflı kronik otitis media tanısıyla opere edilen hastalarda vestibüler sistemin etkilenmesinin preoperatif ve postoperatif vestibüler testlerle degerlendirilmesi. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Bogaz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskisehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/744
Tek Taraflı Kronik Otitis Media
VideoelektronisTagmografi
Baş Dönmesi
Unileteral Chronic Otitis Media
Tek taraflı kronik otitis media tanısı ile opera edilen hastalarda vestibüler sistemin etkinlenmesinin preoparatif ve postoperatif vestibüler testlerle değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/738
2016-12-07T01:00:23Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_214
00925njm 22002777a 4500
dc
Gürel, Abdullah
author
2014
Üriner sistemde taş oluşumu; çevresel, anatomik ve genetik faktörlerin karşılıklı etkileşimine dayanan multifaktöryel bir olaydır. Epidemiyolojik çalışmalarda elde edilen veriler taş hastalığı prevalansının %3.5-18.5 arasında değiştiğini göstermiştir. Üriner sistem taş hastalığının (ÜSTH) en önemli özelliklerinden biri tekrarlama olasılığının fazla olmasıdır. Girişimsel tedavilerin maliyetinin yüksek olması, profilaktik tedaviye olan ilgiyi arttırmıştır. Taş hastalığının multifaktöryel doğası nedeniyle genetiğin katkısını tespit etmek zorluk arz etmektedir. Yapılan çalışmalarda yaşlanma karşıtı hormon (antiaging hormone) olarak bilinen Klotho geninin kalsiyum ve fosfor homeostazisinde son derece önemli rol oynadığı gösterilmiştir. Klotho, kalsiyum ve fosfor metabolizması üzerindeki etkisini B glukrodinaz aktivitesi ile göstermektedir. Yakın zamanda yapılan iki çalışma da klotho genindeki polimorfizmler ile üriner sistem taş hastalığı arasındaki ilişki bulunduğu saptanmıştır. Bu çalışmada üriner sistem taş hastalığı bulunan 103 hasta ve üriner sistemde taşı olmayan ve daha önceden taş öyküsü olmayan 102 kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet açısından farklılık saptanmadı. Hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında; hasta grupta yer alanların daha çok sedanter işlerde çalıştığı, beslenme şekli olarak daha çok hayvansal gıda ağırlıklı beslendikleri, vücut kitle indekslerinin daha yüksek değerlerde olduğu ve ailelerinde taş öyküsünün daha fazla görüldüğü sonucuna varıldı. Hasta grupta 24 saatlik idrar kalsiyum değeri kontrol grubuna göre yüksek saptandı. Hasta ve kontrol grubunda, klotho genindeki G395A, F352V ve C18118T polimorfizmleri karşılaştırıldığında hasta grupta G395A polimorfizmi, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı oranda fazla saptandı. Β glukrodinaz düzeyi karşılaştırıldığında; hasta ve kontrol grubunda istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı.
Stone formation in urinary system is a multifactorial event which based on interaction among environmental, anatomical and genetic factors. Data from epidemiological studies showed that prevalence of stone disease varies between % 3.5 and 18.5. The most important feature of urinary system stone disease (USSD) is high recurrence possibility. Because of higher cost of interventional treatments, prophylactic treatment has been get considerable attention. It is difficult to identify the genetic contribution due to the multifactorial nature of stone disease. It was shown that Klotho gen which known as antiaging hormone has a critical role for calcium and phosphorus homeostasis. Klotho initiates own effect on calcium and phosphorus metabolism by the β-glucurodinase activity. In recent two studies, an association between klotho gene polymorphism and urinary system stone disease has been demonstrated. In this study, 103 patients with USSD and 102 controls without stone in urinary system or previous stone history were included. No difference was found between the patient and control groups for age and gender. When the patient and control groups were compared, it was concluded that cases from patient group work more sedentary occupations, feed with more foods of animal origin, have higher body mass index and more family history of stone. 24-hour urinary calcium level was higher in the patient group compared to control group. When G395A, F352V and C18118T polymorphisms in klotho gene were compared between groups, the ratio of G395A polymorphism was statistically higher in the patient group than control group. There was no statistical difference for β-glucurodinase between groups.
Gürel, A. Üriner sistem taş hastalığı ve klotho gen polimorfizmi arasındaki ilşikinin araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/738
Üriner Sistem Taş Hastalığı
Klotho Gen Polimorfizmi
β glukrodinaz
Urinary System Stone Disease
Klotho Gene Polymorphism
β-glucurodinase
Üriner sistem taş hastalığı ve klotho gen polimorfizmi arasındaki ilişkinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/758
2016-12-10T01:00:29Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_206
00925njm 22002777a 4500
dc
Aksu, Ebubekir
author
2014
Tek
akciğer ventilasyonu (TAV), cerrahi girişimi kolaylaştırmak amacıyla göğüs
cerrahisinde sık olarak uygulanan bir yöntemdir. TAV ve daha sonra çift akciğer
ventilasyonuna (ÇAV) geçiş ile birlikte gelişen patofizyolojik olaylar akciğer
hasarına neden olabilir. Bu çalışmanın amacı, sıçanlarda TAV’ a bağlı oluşan
akciğer hasarı sonrası pentoksifilinin koruyucu rolünü araştırmaktır. 20 adet
Sprague-Dawley cinsi sıçan randomize olarak, eşit sayıda (n=10) iki gruba ayrıldı.
Kontrol grubuna trakeostomi açılmasını takiben 60 dakikalık TAV sonrası 30
dakikalık ÇAV uygulandı. Pentoksifilin grubunda, aynı ventilasyon protokolü
uygulandı ve çalışmanın 10 dakika öncesinde 50 mg/kg pentoksifilin intraperitoneal
olarak verildi. Kontrol ve pentoksifilin grubunda 60 dakikalık TAV sonrası ve 30
dakikalık ÇAV sonrası biyokimyasal analiz ve histopatolojik inceleme için doku
örnekleri alındı. Malondialdehit (MDA), tümör nekroz faktör alfa (TNF-α) ve
süperoksit dismutaz (SOD) düzeyleri ELISA methodu kullanılarak ölçüldü.
Histopatolojik incelemede dokular hemotoksilen eosin ile boyandı ve akciğerlerde
oluşan hasar alveoler konjesyon, interstisyel ödem, intraalveoler kanama, polimorf
nüveli lökosit (PMNL) ve lenfosit infiltrasyonu varlığı ve miktarına göre skorlandı.
Pentoksifilin verilen grupta ÇAV sonrası ölçülen MDA ve TNF-α ölçümlerinde
istatistiksel olarak da anlamlı düşüş görüldü. SOD düzeyinde istatistiksel olarak
anlamlı yükselme görüldü. Histopatolojik incelemede pentoksifilin grubunda,
oluşan doku hasarının kontrol grubuna göre daha az olduğu gözlendi. Pentoksifilinin
akciğer hasarı üzerinde özellikle TAV sonrası reekspansiyon döneminde koruyucu
etkisi olduğunu düşünüyoruz.
One lung ventilation is a
widely used method in order to facilitate surgical interventions in thoracic surgery.
The pathophysiological events may cause lung injury in one lung ventilation and
then during the transition period to double lung ventilation. The aim of this study was
to investigate the protective effect of pentoxifylline on lung injury after one lung
ventilation in rats. 20 Sprague-Dawley rats were randomized into two groups in
equal numbers (n=10). In control group we performed one lung ventilation via
tracheostomi entubation for 60 minutes, following 30 minutes double lung
ventilation. In pentoxifylline group, same ventilation procedure was performed,
additionally 50 mg/kg intraperitoneal pentoxifylline was administered 10 minutes
before the experiment. In control and pentoxifylline group, tissue samples of lung
were taken for biochemical analysis and histopathological evaluation at the end 60th
and 90th minutes. Superoxide dismutase (SOD), malondialdehyde (MDA) and
Tumor necrosis factor alpha (TNF-α) levels were determined by using ELISA
method. Tissue samples were stained with hematoxylin-eosin for histopathological
evaluation and were scored acording to the alveolar congestion, interstitial edema,
polymorphonuclear leukocytes infiltration, lymphocyte infiltration and intraalveolar
hemorrhage amount. There was significant decrease in the levels of MDA and TNF-
α in the group given pentoxifylline after double lung ventilation (90th minutes). The
levels of SOD significantly increased in the same group. In histopathological
evaluation, tissue injury in pentoxifylline group was observed lesser than control
group. It seems that pentoxifylline has protective effects on lung injury especially in
reexpansion period after one lung ventilation.
Aksu E. Tek akciğer ventilasyonuna bağlı oluşan akciğer hasarına karşı pentoksifilinin koruyucu etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/758
Tek Akciğer Ventilasyonu
Pentoksifilin
MDA
TNF-α
SOD
One Lung Ventilation
Pentoxifylline
Tek akciğer ventilasyonuna bağlı oluşan akciğer hasarına karşı pentoksifilinin koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/759
2016-12-10T01:00:30Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Tüfek, Dilara
author
2014
Bu çalışmanın amacı t ek ak ci ğer
v enti l as yo n u so n r ası ak ci ğerl er de o lu şan i sk emi/ r ep er füz yo n h as ar ı
üz eri nd e cu r cumini n an ti ok sid an özelli ği ni n ar aştı rı lmas ıdı r . Çalışma,
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi TICAM labaratuarında cinsiyeti erkek, ağırlıkları
260-320 gr olan Sprague-Dawley cinsi 30 sıçan ile yapıldı. Sıçanlar rastgele 3
gruba ayrıldı. Kontrol grubuna 60 dk.TAV sonrasında 30 dk ÇAV uygulandı. DMSO
grubuna işlem öncesinde CUR çözmek için kullanılan miktarda DMSO
intraperitoneal olarak uygulandı. CUR grubuna işlem öncesinde 200 mg/kg CUR +
DMSO intraperitoneal olarak uygulandı.Çalışma sonunda deneklerden alınan akciğer
doku örneklerinden MDA, SOD, TNF-α çalışıldı, hemotoksilen-eozin boyama ile
doku mikroskobisi yapıldı. Çalışmamızda kullandığımız curcuminin yapılan pek çok
araştırmada MDA ve TNF-α düzeylerini düşürüp SOD düzeylerini yükselterek
antioksidan etki yaptığı gösterilmiştir. Bizim sonuçlarımız değerlendirildiğinde
MDA ve TNF-α değerlerinde düşme tespit edilmiş olup istatistiksel olarak anlamlı
bulunmadı. SOD değerinde yükselme tespit edilmiş olup bu değerde istatistiksel
olarak anlamlı bulunmadı. AC doku örneklerinin histopatolojik değerlendirilmesinde
kontrol grubunda meydana gelen alveoler konjesyon, interstisyel ödem, intraalveoler
kanama, PMNL ve lökosit infiltrasyonu göre diğer gruplarda istatistiksel olarak
anlamlı derecede azalmış olarak tespit edildi. Sonuç olarak; sıçanlarda TAV ile
oluşan İ/R hasar modelinde curcuminin İ/R hasarını, antioksidan mekanizma ile
azalttığı ancak istastistiksel olarak anlamlı olmadığı sonucuna vardık. CUR bu
etkisini net olarak değerlendirebilmek için ileri çalışmaların yapılması kanaatindeyiz.
The aim of this study, to investigate that
antioxidant properties of curcumin on lungs ischemia / reperfusion injury after one
lung ventilation. This study was performed with 30 male gender, weight 260-320 g
Sprague-Dawley rats in TICAM lab, Eskişehir Osmangazi University. Rats were
randomly divided into 3 groups. TLV was administered 30 min after 60 min OLV in
control group. In DMSO group, before the procedure the amount of DMSO to solve
CUR was given intraperitoneally. Before the procedure 200 mg / kg of
CUR+DMSO was given intraperitoneally in CUR group. At the end of the study,
MDA, SOD, TNF-α were studied in lung tissue samples, tissue microscopy with
hematoxylin-eosin staining was performed. In most of studies, it shown that
curcumine has been antioxidant effect by reduce TNF-α, increasing SOD levels. The
decrease in MDA and TNF-α levels were detected in our results, but not statistically
significant. Increase in SOD level were not statistically significant.
Histopathological evaluation of lung tissue samples showed that alveolar
congestion, interstitial edema, intra-alveolar hemorrhage, and leukocyte infiltration
by PMNL were significantly decreased in control group.As a result we concluded
that in TAV caused by I / R injury model, curcumin reduced I / R injury by
antioxidant mechanism in rats but is not statistically significant.
Tüfek, D. Curcuminin tek akciğer ventilasyonu sonrası akciğerlerde oluşan iskemi/reperfüzyon hasarı üzerine antioksidan etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/759
Tek Akciğer Ventilasyonu
İskemi/Reperfüzyon
Curcumin
Curcumine
İschemia Reperfusion
One Lung Ventilation
Curcuminin tek akciğer ventilasyonu sonrasında oluşan akciğer hasarı üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/838
2016-12-31T01:01:00Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Kaplan, Davut
author
2013
Yatak baĢı ultrason ile optik sinir kılıfı çapı (OSKÇ) ölçülerek erken dönemde kafa içi basınç artıĢını (KĠBA) saptamak ve tedavilerini erken yönlendirmek amacıyla 1 Haziran 2011-30 Temmuz 2012 tarihleri arasında ileriye dönük olarak yapılmıĢtır. ÇalıĢmaya 18 yaĢından büyük glaskow koma skoru 13 ve altında olan kafa travmalı hastalar dahil edilmiĢtir. Ġyi eğitimli iki acil tıp asistanı tarafından her iki gözden OSKÇ ölçümü yapıldı. Hastalara bir saat içinde bilgisayarlı beyin tomografisi (BBT) çekilerek KĠBA değerlendirildi. Asistanlar BBT sonuçlarını bilmiyordu. BBT’yi değerlendiren nöroradyoloji uzmanı da US sonuçlarını bilmiyordu. US ve BBT sonuçları birbirleriyle anlamlı bir Ģekilde uyumluydu. Toplam 142 hastanın 108’i erkekti. Sağ ve sol göz için hem US hem de BBT OSKÇ ölçümleri arasında pozitif yönde korelasyon mevcuttu ( r=0,373). Travma türü araç dıĢı trafik kazası ve 3 metreden daha yüksekten düĢme olan hastalarda araç içi trafik kazası olan hastalara göre hem US hem de BBT de daha yüksek OSKÇ ölçümleri saptandı ( US:6,09±0,60 ve BBT:5,77±0,62) (p<0,05). BBT’de KĠBA bulguları olan hastalarda sol OSKÇ ölçümleri (6,13±0,57), KĠBA bulguları olmayan hastalara göre daha yüksek sol OSKÇ ölçüm (5,79±0,55) değerlerine sahipti ( p<0,05). Ölen hastalarda ölçülen OSKÇ yoğun bakımda yatan hastalara göre daha yüksek saptandı (p<0,05). OSKÇ ve hastanede kalıĢ süresi de pozitif yönde koreleydi (r=0,215). Yatak baĢı US ile OSKÇ ölçümü BBT ve klinik bulgular ile pozitif yönde korele saptanmıĢtır. Bu yöntem acil servislerde acil servis doktorlarına hasta yönetimi için yardımcı olmaktadır.
To detect increased intracranial pressure (ICP) early by measuring optic nerve sheath diameter on bed-side ultrasonography (ONSD) and perform decision making for patients in time and appropriately.During June 30th 2012- July 01st 2011, we evaluate 18 and older yo patients with head trauma and GKS score of 13 and lower prospectively in a university emergency department. Two well-trained emergency residents (ER) performed bed-side ultrasonography to measure ONSD of both eyes. In an hour, patients were examined for ICP and ONSD on head computed tomography (CT). Residents were blinded for CT scan results. The CT results were evaluated blind a neuroradiology specialist. Results on both ultrasound and CT were compared for correlation each other.108 (76.1%) of total 142 patients were male. Male patients had larger ONSD than female patients. Both right and left ONSD mesurement by CT and ultrasound were positively correlated (r=0.373; p=0.00 and r=0.262; p=0.00 respectively). If patiens were pedestrian or falled from longer than 3 m, they had larger ONSD both US and CT than motor vehicle collision (p<0.05). Patients with ICP findings on CT, had larger right ONSD (6.09±0.60) on US than normal findings on CT (5.77±0.62) (Mann Whitney U=1697.00; p=0.00). Patients with ICP findings on CT, had larger left ONSD (6.13±0.57) on US than normal findings on CT (5.79±0.55) (Mann Whitney U=1615.50; p=0.00). Right ONSD on US and CT were larger when patients were died than hospitalized into intensive care unit (p<0.04). ONSD and staying time in hospital were positively correlated (r=0.215; p<0.05). ONSD measurement on bed-side ultrasonography is confident and positively correlated CT findings and clinical features. This feature helps emergency phisicians in emergency department strongly.
Kaplan, D. Acil Servise başvuran kafa travmalı hastalarda yatakbaşı Ultrason (US) ile yapılan optik sinir kılıfı çapı ölçümü ile kafa içi basınç artışının saptanması ve klinik uyumluluğun değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/838
Optik Sinir Kılıfı Çapı
Optic Nerve Sheet Diameter
OSKÇ
Acil Servis
ONSD
Emergency
Acil servise başvuran kafa travmalı hastalarda kafa içi basınç artışının yatakbaşı ultrasonla saptanması ve klinik uyumluluğun değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/860
2017-01-03T01:00:21Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_212
00925njm 22002777a 4500
dc
Körmutlu, Ahmet
author
2013
Otolog yağ greftleri gerek rekonstrüktif sebeple
gerek estetik uygulamalarda doku augmentasyonu, kırışıklık azaltılması ve vücut
şekillendirme amacıyla sıklıkla başvurulan uygulamalardır. Biyo-uyumluluğu,
ucuzluğu ve uygulama kolaylığı açısından avantajlı bir cerrahi işlem olmasına karşın
yağ dokunun yüksek rezorpsiyon oranları önemli bir dezavantajdır. Bu çalışmada
tümesent solüsyonunun içinde kullanılan adrenalin, yağ grefti ile kullanımı ihtiva
ettiği biyoaktif moleküller ile olumlu sonuçları tahmin edilen TZP solüsyonu ve yağ
grefti hazırlanma aşamasında dokudan süzülmesi önerilen tam kanın viabiliteye olan
etkisi araştırılmıştır.40 adet Sprague-Dawley cinsi sıçan 4 gruba ayrıldı. Grup
1(kontrol grubu)’de(n=10) sıçanın inguinal yağ yastığından alınan yağ grefti
dorsumuna ciltaltı yerleştirildi, başka bir uygulama yapılmadı.Grup 2’de(n=10) yağ
grefti+1/100000 adrenalin solüsyonu, grup 3’te(n=10) yağ grefti+PRP solüsyonu,
grup 4’te(n=10) tam kan ¼ hacim oranında eklenerek aynı cerrahi prosedürler
uygulandı. 6. ve 12.haftalarda yağ greftlerinin eksizyonu sonrası hacimleri tekrar
ölçülerek histolojik,stereolojik değerlendirmeler yapıldı. Greftleme ve eksizyon
sonrası hacimler sıvı taşırma yöntemiyle hesaplanıp sağkalım oranları,histolojik
skorlama,stereolojik olarak birim alanda damar uzunlukları(Lv) değerlendirilerek
istatistiksel çalışmalara dahil edildi. Verilerin istatistiksel analizi ile hacimsel olarak
TZP ve tam kan uygulanan greftlerin kontrol grubuyla farkının anlamlı olduğu
değerlendirildi.(p<0,05). Histolojik skorlama sonuçlarında gruplar arası anlamlı
farklılık izlenmedi.(p>0,05). Lv değerleri incelendiğinde TZP, adrenalin ve tam kan
gruplarının kontrol grubu ile aralarındaki farklılığın anlamlı olduğu görülmüştür.
Ayrıca tam kan ile TZP grubunun da kendi aralarındaki farklılığın anlamlı olduğu
saptanmıştır. Sonuç olarak TZP ve tam kan gruplarının viabilite açısından ön plana
çıktığı bunlardan TZP’nin daha değerli olduğu anlaşılmıştır.
Autologous fat grafting is a commonly used technique for
tissue augmentation, facial rejuvenation and body contouring, both for reconstructive
and aesthetic indications. Although it is bio-compatible,cheap and easy surgical
procedure;high resorption rates of adipose tissue is an important disadvantage. In this
study;adrenaline used in tumescent solution; PRP solution, which is predicted that it
has positive results in the usage of fat grafts by the help of its bioactive molecule
contents and the effect of whole blood suggested to be filtered from tissue to the
viability were investigated.Forty Sprague-Dawley rats were used in this study and
divided into 4 groups. Groups were planned as follows: In group 1(control
group)(n=10) fat grafts were harvested from inguinal fat pad and placed under the
skin of rat’s dorsal area,no material was added. In group2(n=10) fat graft+1/100000
adrenaline,in group 3(n=10) fat graft+PRP,in group 4(n=10) fat graft+whole blood
were added in ¼ volüme rate after performing the same surgical procedure. After 6th
and 12th weeks fat grafts were removed and graft volumes were
measured,histologycal and stereologycal examinations was performed. Grafted fat
and excised fat volumes were calculated by liquid overflow method;survival
rates,histologycal scoring and stereological length density(Lv) quantities were
evaluated and included to statistical studies.According to statistical analyzing
volumetric difference between control group and PRP with whole blood was
significant(p<0,05). Histological scoring results didn’t show significant difference
between groups.(p>0,05). Lv values analysis showed significant difference between
control group with PRP, adrenaline and whole blood group. And also a significant
difference between whole blood group and PRP was determined. As a result PRP and
whole blood came into prominence about viability of fat grafts, it was agreed that
PRP was more valuable than the other group.
Körmutlu A. Adrenalin Solüsyonu, PRP Solüsyonu ve Tam Kanın Yağ Greftlerinin Viabilitesine Etkisi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/860
Yağ Grefti
Adrenalin
PRP
Sağkalım
Viabilite
Fat Graft
Adrenaline
Survival
Viability
Adrenalin solusyonu, PRP solusyonu ve tam kanın yağ greftlerinin viabilitesine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/878
2017-01-05T01:00:25Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Yaşar, Nurbanu
author
2013
Bu çalışmanın amacı üst ekstremite cerrahisi planlanan hastalarda rejyonel intravenöz anestezi uygulayarak lidokaine midazolam eklenmesi ile perioperatif anestezi ve analjezi kalitesinin üzerine etkilerinin araştırılmasıdır. Çalışma, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı ameliyathanesinde ASA I-II grubundan yaşları 18-60 arasından değişen 40 hasta ile yapıldı. Hastalar rastgele 2 guruba ayrıldı. Kontrol grubuna (Grup K) opere olacak koldan %2lik lidokain 3mg/kg, midazolam grubuna (Grup M) ise %2lik lidokain 3 mg/kg ve 50 μg/kg midazolam eklenip 40 cc volümde uygulandı. Hastaların operasyon öncesi demografik özellikleri ve hemodinamik parametreleri kaydedildi. Çalışma boyunca hemodinamik parametreler ile Visual Analog Skala (VAS) ve Ramsey Sedasyon Skorları (RSS) kaydedildi. Duysal ve motor blok başlama ve dönme zamanı ve ilk analjezik ihtiyaç zamanları kaydedildi. Grupların operasyon öncesinde ve operasyon süresince hemodinamik parametrelerinde periferik oksijen saturasyonu hariç anlamlı bir fark yoktu. Duysal ve motor blok başlama zamanları Grup M’de anlamlı olarak daha kısa bulundu. Motor blok dönme zamanı Grup K’da anlamlı olarak uzun bulundu. İlk analjezik gereksinim süresi, VAS ve RSS değerleri açısından her iki grup arasında fark bulunmadı. Sonuç olarak RİVA’da lidokaine midazolam eklenmesi ile daha hızlı başlangıçlı bir anestezi ve analjezi elde edilirken ilk analjezik gereksinimi az da olsa daha uzun bulunmuştur.
The purpose of this study is to research the quality of perioperative anesthesia and analgesia in application of regional intravenous anesthesia by adding midazolam to lidocaine on patients planned for upper extremity surgery. The study was performed at Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine Department of Anesthesiology and Reanimation surgery on 40 patients with class of ASA I-II who were in ages between 18-60. The patients were randomly divided in to two groups. The control group (Group K) received 3mg/kg 2% lidocaine and the midazolam group (group M) received 3mg/kg 2% lidocaine and 50ug/kg midazolam in 40 cc volume on the arm that will be operated. The preoperative demographic characteristics and hemodynamic parameters were recorded. During the study hemodynamic parameters , Visual Analog Scale (VAS) and Ramsay Sedation Scale (RSS) were recorded. Onset and recovery times of sensory and motor block and first analgesic requirement time were recorded. Excluding the peripheral oxygen saturation, there were no significant changes in hemodinamic parameters of patients in both groups before and during the operation. Sensory and motor block onset times were significantly shorter in Group M. Recovery time of motor block was significantly longer in Group K. There were no differences found between both groups according to the time of first analgesic requirment, VAS and RSS scores. First analgesic requirement time for Group M was found to be longer that the other group. In conclusion, adding midazolam to lidocaine for IVRA was faster onset anesthesia and analgesia while causing a small increase in time for first analgesic requirement.
Yaşar, N. Rejyonel intravenöz anestezide lidokain ve lidokain-midazolamın etkinliklerinin karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/878
Rejyonel İntravenöz Anestezi
Lidokain
Midazolam
Regional Intravenous Anesthesia
Lidocaine
Midazolam
Rejyonel intravenöz anestezide lidokain ve lidokain-midazolamın etkinliklerinin karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/945
2017-01-25T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_203
00925njm 22002777a 4500
dc
Dinç, Oğuzhan
author
2013
Spinal kord travmasının
patofizyolojisinde birbiri ile bağlı pek çok biyokimyasal ve moleküler kaskat sistemleri rol
oynamaktadır. Sistemik vasküler değişiklikler, hücre içi elektrolit dengesi, biyokimyasal
değişiklikler, lipid peroksidasyonu, serbest oksijen radikalleri, apoptozis, ekzitotoksisite,
nörotransmiterler ve enerji metabolizması bunların başlıcalarıdır. Yapılan çalışmalar travma
sonrası oluşan sekonder hasarın önlemesine ve azaltılmasına odaklanmıştır. Klopidogrel,
trombosit aktivasyonunu ve agregasyonunu engelleyen ADP bağımlı bir antitrombosit
ajandır. Yapılan birtakım deneysel çalışmalarda klopidogrelin antioksidan ve nöroprotektif
etkisi gösterilmiştir. Deneysel spinal kord travma modeli oluşturulan çalışmamızda 40 adet
sıçan kullandık. Kontrol grubunda normal biyokimyasal değerleri saptamak için 8 sıçan
kullanıldı. Travma grubunda 8 sıçana total laminektomi yapılarak anevrizma klibi ile kord
kompresyonu uygulandı. Aynı işlemler travma+çözücü grubuna uygulanarak sodyum klorür
çözeltisi intraperitoneal yolla tatbik edildi. Travma+metilprednizolon grubuna 30 mg/kg
bolus, 5,4 mg/kg idame dozu olarak 6 saat boyunca metilprednizolon intraperitoneal yolla
verildi. Travma+klopidogrel grubuna da 5 mg/kg klopidogrel travma sonrası intraperitoneal
yolla verildi. Tüm sıçanlar 48 saat sonra sakrafiliye edildi. Spinal kord doku örneklerinde
SOD düzeyleri, plazmada ise MDA düzeyleri değerlendirildi. Çalışmamızda metilprednizolon
ve klopidogrel verilen gruplarda plazma MDA düzeylerinin diğer gruplara göre düşük olduğu,
fakat kord dokusunda ölçülen SOD seviyelerinde gruplar arasında anlamlı farklılık olmadığı
görüldü. Bu bulgular bize klopidogrelin spinal kord travması tedavisinde nöroprotektif
etkisinden dolayı kullanılabileceğini göstermiştir. Fakat klopidogrelin klinik etkinliğini
kanıtlamak için daha fazla çalışmaya ihtiyacımız vardır.
The
pathophsiology of traumatic spine cord injury involves complex interrelated process of
biochemical and moleculer events such as systemic vasculer changes, celluler electrolite
imbalance and biochemical alterations, lipit peroxidation and free radical injury, apoptosis,
neurotransmitter accumulations, immune response and energy metabolism. Recent studies have
focused on to prevention or decrease to secondary injury. Clopidogrel is an ADP dependent
antiplatelet agent that inhibits platelet activation and aggregation.Recently, antioxidant and
neuroprotective effects of clopidogrel have been reported by the experimental studies. The
experimental spinal cord injury model was applied on 40 rats. In control group, 8 rats were
sacrificed to provide normal biochemical values. In trauma group, 8 rats underwent laminectomy
and spinal cord injury was produced by extradural compression of the exposed cord by aneurisym
clip. Same procedures were performed in 8 rats in trauma solvent group,so they also injected
intraperitoneal saline. Same procedures were performed in 8 rats in trauma+methylprednisolon
group and methylprednisolone intraperitoneally administred 30 mg/kg bolus and 5,4 mg/kg
maintenance dose for 6 hours. In trauma+clopidogrel group, 8 rats were performed same
procedures and clopidogrel intraperitoneally administred 5 mg/kg after the trauma.All rats were
sacrified at 48 hours after the trauma.SOD levels were evaluated in spine cord tissue
samples.MDA levels were evaluated in plasma.In our study, decreased MDA levels determined
in clopidogrel and methylprednisolon treated groups compared to the other groups.But SOD
levels were not determined significantly between the groups. These results suggest that
clopidogrel may be used for treatment of spinal cord injury because of effect of neuroprotective,
so we need more studies for prove clinically efficiency of clopidogrel.
Dinç O, Deneysel Omurilik Yaralanmasında Metilprednizolon ve Klopidogrel’in Etkinliğinin Karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/945
Klopidogrel
Nöroprotektif
Spinal Kord Travması
Clopidogrel
Neuroprotective
Spine Cord Trauma
Deneysel omurilik yaralanmasında metilprendnizolonun ve klopidogrelin etkinliğinin karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/930
2017-01-25T01:00:40Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_207
00925njm 22002777a 4500
dc
Yaz, Yasemin Aydın
author
2013
Psödoeksfoliyasyon sendromu (PES) anormal yapılı ektrasellüler matriks materyalinin göz ve göz dışı dokularda birikmesi ile karakterize yaşa bağlı elastozis olarak tanımlanır. PES’nun patogenezi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel ve epigenetik faktörlerin PES gelişiminde etkili olduğu düşünülmektedir. Çalışmamızda genetik açıdan LOXL1 gen polimorfizmi araştırılan PES/PEG olgularında oksidatif stres belirteci olarak lipit peroksidasyonun göstergesi malondialdehit (MDA), enzim yapısındaki antioksidanlardan süperoksit dismutaz (SOD) ve katalaz, enzim yapısında olmayan antioksidanlardan glutatyon (GSH) ile serbest radikal özelliğine sahip endotelyal kaynaklı damar gevşetici faktör olan nitrik oksit (NO) düzeyleri araştırılmıştır. Çalışmamızda MDA değerleri, kontrol, PES ve PEG grupları arasında sırasıyla yükselmiş ve birbirinden farklı bulunmuştur. Bu durum lipit peroksidasyonunun hasta grubunda önemli olduğunu, PEG’da daha yüksek bulunmasının glokom gelişmesinde rol oynayabileceğini düşündürmüştür. SOD ve katalaz PES, PEG olgularında kontrol grubuna göre daha düşük, GSH ise kontrol grubuna göre daha yüksek olarak saptanmıştır. SOD ve katalaz değerlerinin hasta grubunda daha düşük bulunması bu olguların antioksidan savunma sistemlerindeki yetersizlik ile ilişkilendirilmiştir. Glutatyonun (GSH) hasta grubunda yüksek olması ise oksidatif strese karşı kompansatuar bir yanıt olarak yorumlanmıştır. NO ise PEG olgularında diğer iki gruba göre daha düşük bulunmuştur. Bu bulgu PES’nda glokom gelişmesinde vasküler düzenleyici faktörlerin etkisini göstermesi açısından değerli olabilir. Tüm oksidatif stress belirteçlerinin PES ve PEG genetiğinde önemli bir yeri olan LOXL1 gen polimorfizmi varyantları ile ilişkisi saptanmamıştır.
Pseudoexfoliation syndrome (PES) is defined as age-related elastosis,characterized by accumulation of abnornal extracellular matrix materials in ocular and extraocular tissues. Although the exact pathogenesis of PES is not known yet, but it is considered that environmental, genetic and epigenetic factors are effective in PES development. In our study oxidative stress markers; malondialdehyde (MDA) as a presence of lipid peroxidation, superoxide dismutase (SOD) and catalase as enzymatic antioxidants, glutathione (GSH) as non-enzymatic antioxidant, nitic oxide (NO) as a free radical, also called endotheilial derivated vascular relaxing factor, were measured in PES/PEG individuals who had been investigated about LOXL1 gene polymorphisim before. In our study MDA values has been different from each other and increased respectively in control, PES and PEG groups. It has been considered that lipid peroxidation is very important in pseudoexfoliation and also plays a major role in glaucoma development and progression. SOD and catalase values were decreased and GSH values were increased in PES and PEG patients when compared to control group. The reduction in SOD and catalase has been evaluated as a deficiency in antioxidant protection systems. And the increase of GSH in patient group has been considered as compansatory response to oxidative stress. NO, which has a vascular relaxing effect, was reduced in PEG group according to PES and control group. This finding is precious to indicate the effect of vascular regulating factors in glaucoma development from PES. No relationship was found between LOXL1 gene polymorphism varyants and oxidative stress markers.
Aydın Yaz Y. Psödoeksfoliyasyon sendromu/Psödoeksfoliyasyon glokomunda oksidatif stresin rolü ve LOXL1 gen polimorfizmi ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/930
Psödoeksfoliyasyon Sendromu
Psödoeksfoliyasyon Glokomu
Oksidatif Stres
LOXL1 Gen Polimorfizmi
Pseudoexfoliation Syndrome
Pseudoexfoliation Glaucoma
Oxidative Stress
LOXL1 Gene Polymorphisim
Psödoeksfoliyasyon sendromu psödoeksfoliyasyon glokomunda oksidatif stresin rolü ve loxl1 gen polimorfizmi ile ilişkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/931
2017-01-25T01:00:41Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Altuntaş, Mükerrem
author
2013
İnme ülkemizde ölüm nedenleri arasında 3. sırayı almaktadır ve fonksiyon kaybının başta gelen nedenlerindendir. Akut iskemik inme hızlı tedavi gerektiren acil bir durumdur. İlk 3 saatte uygulanan rtPA akut iskemik inmede en etkili tedavi yöntemidir. Çalışmamızın amacı, merkezimizde uygulanan inme protokolünün etkinliğini değerlendirip deneyimlerimizi paylaşmaktır. Çalışmamızda Ekim 2012-Ekim 2013 tarihleri arasında hastanemiz Acil Servis‘ine başvuran inme semptomu gösteren tüm hastalar kayıt altına alındı. Bir yıllık süreyi kapsayan çalışmamızda inme belirtileriyle başvuran 419 hastanın 187 (%44,6) tanesi kadın, 232 (%55,4) tanesi erkek cinsiyete sahipti. Tüm hastalarda ortalama yaş 65.8 ± 13.1, kadınlarda 68.9 ±13,2 , erkeklerde 63.3 ± 13,2 olarak tespit edildi. Hastaların semptomlarının başlangıcından itibaren AS‘e gelişleri arasındaki ortalama süre 203,18 ± 199,2 dakika idi. Bu süre 112 ile gelenlerde diğer gruplara göre daha kısaydı (p<0,001). Hastaların semptom-kapı zamanı ortalama 148.05 ± 41.4 dakika ve kapı-iğne zamanı ortalama 66.35 ± 26.80 dakika idi. Kapı-BBT zamanı ise 24.1 ± 13.3 dakika idi. 50 hastaya rtPA verildi, 10 hastayada rtPA ve mekanik tomboliz ya da ikisinin kombinasyonu uygulandı. Cinsiyet ile rtPA verilme arasında erkekler açısından anlamlı iliĢki bulundu ( p<0,05). BBT ASPECT skoru ile rtPA verilme arasında anlamlı iliĢki saptandı ( p<0,001). 3 ay sonraki mRS ortalaması 3.1 ± 2.1 idi. 18 hastanın (%36) mRS değeri 0-1idi. 13 hastada ağır yetersizlik mevcuttu. Bulgularımız, akut iskemik inme tedavisinde ilk 3 saatte kullanılan rtPA‘nın güvenli bir tedavi olduğunu ve ilk 3 ayda fonksiyon kaybını azalttığını göstermektedir.
Stroke is the third leading cause of death and is a major cause of disability in our country. It is a clinical emergency requiring urgent medical intervention. Recombinant tissue plasminogen activator (rtPA) is the best treatment of acute ischemic stroke when given within three hours of symptom onset. The main aim of this study was to review our thrombolithic treatment experience. In our study, Emergency Department (ED) were recorded in all patients who show symptoms of stroke between October 2012-October 2013. 419 stroke patients admitted to the signs of the time, 187 (44.6%) were female and 232 (55.4%) of them had male gender. In all patients, mean age 65.8 ± 13.1, 68.9 ± 13.2 for women, men were found to be 63.3 ± 13.2. The average time between the onset of symptoms from patients to ED arrival was 203.18 ± 199.2 minutes. Patients, the mean symptom-to-door and door-to-needle time of 148.05 ± 41.4 minutes, the average was 66.35 ± 26.80 minutes. Time was 24.1 ± 13.3 minutes door-to-CT. 50 patients were given rtPA, 10 patients performed after rtPA or intra-arterial balloon angioplasty with or without microcatheter and guidewire or a combination of both. Significant relationship was found between the male gender rtPA administration. rtPA applied to more patients from EMS, but the difference was not statistically significant. ASPECT score was significantly correlated with BBT rtPA administration. MRS at 3 months, 3.1 ± 2.1, respectively.18 patients (36%) mRS value is 0-1. There were 13 patients with severe insufficiency. Our analysis suggests that administration of IV rt-PA is safe and is associated with better functional outcome in the first 3-month- period.
Altuntaş, M. Acil Servis’e başvuran akut iskemik inmeli hastalarda, Eskişehir bölgesinde uygulanan ‘‘akut inme protokolü’’nün etkinliğini ve hasta bakım sürecini değerlendirilmek, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/931
Akut İskemik İnme
Acil Servis
Fibrinolitik Tedavi
Doku Plazminojen Aktivatörü
Acute Ischemic Stroke
Emergency Service
Fibrinolytic Therapy
Tissue Plasminogen Activato
Acil servis’e başvuran akut iskemik inmeli hastalarda, Eskişehir bölgesinde uygulanan “Akut inme protokolü”nün etkinliğini ve hasta bakım sürecini değerlendirmek
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/933
2017-01-25T01:00:42Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Yıldız, Göknur
author
2013
Biz iskemik inme sonrası kafa içi basınç artışını değerlendirmek amacıyla yatakbaşı ultrasonografi (US) ile optik sinir kılıf çapının (OSKÇ) ölçülmesini ve 3. ve 5. gün kontrol ölçümlerle en yüksek kafa içi basınç değerini saptamayı amaçladık. Çalışmaya, 25 Haziran 2011-25 Nisan 2012 tarihlerinde başvuran 18 yaş ve üstü iskemik inme yakınmaları olan (ani başlayan tek taraflı güçsüzlük, hissizlik, konfüzyon, konuşma bozukluğu, görme kaybı, baş dönmesi, dengesizlik) hastalar dahil edildi. Kafa içi basınç artışına sebep olan durumlar (kitle, hidrosefali, vs), kafa travması, metabolik bozukluklar (hiponatremi, hipernatremi, hipoglisemi, vs) ve gebe olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Vital bulgular, GKS, NIHSS, ASPECT skoru, 1.günde BBT ile ölçülen OSKÇ değerleri, 1,3 ve 5. gün US ile ölçülen OSKÇ değerleri, taburculuk sırasındaki Modifiye Rankin Skoru (MRS) değerlendirildi. 82 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 67,5 ±12,6 idi ve hastaların %51,2’si erkekti. Ortalama sistolik kan basıncı 152,1±31,1 ve diğer vital bulgular normal olarak saptandı. 1.gün, 3.gün ve 5.günde US’la ölçülen OSKÇ değerleri açısından sağ ve sol göz arasında fark saptanmadı (p>0,05). Sağ ve sol göz için 3. günde ölçülen OSKÇ 1. günden daha geniş saptandı (p<0,05). 5. günde ölçülen OSKÇ 3. günden daha dar saptandı (p>0,05). 5. günde ölçülen OSKÇ 1. günden daha geniş saptandı (p<0,05). Aynı ve çapraz gözde yapılan bütün US ve BBT ölçümleri pozitif yönde uyumlu saptandı (r=0,84). 5. gün sonuçlarına göre tPA alan hastalarda tPA almayanlara göre sağ göz OSKÇ daha geniş saptandı. OSKÇ ile cinsiyet, GKS, NIHSS, ASPECT skoru, MRS, dekompresif cerrahi ve yakınmaların başlangıcından itibaren geçen süre arasında ilişki saptanmadı. Acil serviste iskemik inme hastalarında kafa içi basınç artışını değerlendirmek ve tedaviye erken başlamak için US ile OSKÇ ölçümü klinisyenler için önemli bir seçenektir.
We aimed to assess intracranial pressure (ICP) after cerebral ischemic stroke by measuring optik nerve sheath diameter (ONSD) on bed-side ultrasonography (US) and to detect delta ICP and on third and fifth days control measurements. 18yo and older patients with stroke symptoms (acute unilateral weakness, numbness, confusion, dysphasia, blurred vision, dizziness and imbalance) were included during June 25th 2011 to April 25th 2012. Patients with elevated ICP conditions (mass, hydrocephalus, etc), head trauma, metabolic disorders (hyponatremia, hypernatremia, hypoglisemia, etc) and pregnants were excluded. Vital signs, GCS, NIHSS, ASPECT score, computed head tomography (CT) results at the day 1, ONSD at the day 1, 3rd and 5th days and Modified Rankin’s Score (MRS) at disposition were noted. Mean age of total 82 patients was 67,5±12,6. 51,2% of 82 was male. Mean systolic blood pressure 152,1±31,1 and other vital signs were normal. Right and left eye ONSD were consistent with each other at 1st, 3rd, 5th day (p>0,05). Both right and left side, ONSD at 3rd day was larger than at day 1 (p<0,05). ONSD at 5th day was narrow when compared to 3rd days result (p>0,05). 5th day result was larger than day 1 (p<0,05). All ONSD results measured by both US and CT were positively correlated (r=0,84) both same directional and cross-measurements. According to 5th day results, right ONSD was larger at patients given t-PA than patients not given t-PA. There were no relations between ONSD and sex, GCS, NIHSS, ASPECTS, MRS scores, decompressive surgery and onset to application. We report that ONSD by US is favorable choice for physicians to decide management of ICP of stroke patients.
Yıldız, G. Acil servise başvuran iskemik inmeli hastalarda yatak başı ultrasonografi ile ölçülen optik sinir kılıfı çapı ve kafa içi basıncı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/933
Acil Servis
İskemik İnme
Optik Sinir Kılıf Çapı
Yatakbaşı US
Kafa İçi Basınç Artışı
Emergency Department
Cerebral Ischemic Stroke
Optic Nrve Sheath Diameter
Ultrasonography
Elevated Intracranial Pressure
Acil servis’e başvuran iskemik inmeli hastalarda yatakbaşı ultrasonografi ile ölçülen optik sinir kılıfı çapı ve kafa içi basıncı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/934
2017-01-25T01:00:18Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Çiçek, Kıymet
author
2013
Amaç: Anormal uterin kanama, postmenopozal kanama ve infertilite nedenli başvuran ofis histeroskopi yapılan 500 hastanın klinik özelliklerinin değerlendirilmesi, TvUSG ve ofis histeroskopinin intrauterin patolojilerde diagnostik değerlerinin ölçülmesi amaçlanmıştır. Materyal ve metot: Araştırma retrospektif kohort çalışması olarak düzenlenmiştir. Ofis histeroskopi yapılan hastaların medikal özgeçmişleri ve hasta dosyaları Ocak 2008-Ocak 2013 ESOGÜ Tıp Fakültesi’nde tespit edilmiştir. Elde edilen veriler bilgisayar veri tabanından toplanmıştır. Bulgular: Anormal uterin kanama, postmenopozal kanama ve infertilite nedenli başvuran hastalarda endometrial polip en sık patoloji olarak bulunmuştur. Oranları sırasıyla %58, %55, %65’dir.Ofis histeroskopinin sensitivitesi %89.7, spesifitesi %80.9, PPD %75.4, NPD %92.3 olarak bulunmuştur. Ofis histeroskopinin myomlarda spesifitesi, sensivitesi, PPD, NPD sırasıyla %94.1, %96.5, %88.8, %98.2 olarak bulunmuştur. Sonuçlar: TvUSG ve ofis histeroskopi kombinasyonu intrauterin patolojilerin diagnostik değerlendirilmesinde etkilidir. Buna rağmen ofis histeroskopinin altın standart yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: to evaluate clinical characteristics of 500 patients whom underwent office hysteroscopy due to abnormal uterine bleeding, postmenapausal bleeding, and/or infertility and measure diagnostic value of transvaginal ultrasonography and Office hysterescopy in intrauterine pathologies. Matherial and Methods: The resaerch was designed as a retrospective cohort study. The medical records and patient files whom underwent office hysteroscopy were detected In Eskişehir Osmangazi University Hospital between the dates of january 2008 and January 2013. The datas extracted were assembled in computerised database. Results: Endometrial polyp was found to be the most frequent pathology in patients with abnormal uterin bleeding, postmenapausal blleding and infertility. The rates were 58 %, 55 %, 65 % respectively. The sensitivty of office hysteroscopy was found 89,7 %, spesificity was 80,9 %, positive predictive value (PPV) was 75,4%, negative predictive value (NPV) was 92,3 %. In uterin leiomyomas the sensitiviy, spesificity, PPV and NPV’s of office hysteroscopy were found 94,1 %, 96,5 %, 88,8 %, 98,2 % respectively. Conclusion: Transvaginal ultrasonography and Office hysteroscopy combination is effective diagnostic method in intrauterin pathologies. Consequently we consider that hsteroscopy is gold standart method.
Çiçek K. Ofis histeroskopi yapılmış olan olguların klinik olarak değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/934
Anormal Uterin Kanama
Transvaginal Ultrasonografi
Histeroskopi
Abnormal Uterine Bleeding
Transvaginal Ultrasonography
Hysteroscopy
Ofis histeroskopi yapılmış olan olguların klinik değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/854
2017-01-03T01:00:25Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_204
00925njm 22002777a 4500
dc
Çiftçi, Mehmet
author
2013
Ele gelmeyen testis (EGT) tüm inmemiş testis olgularının %20‟sini oluşturur. Fizik muayene ve radyolojik görüntüleme yöntemleri çoğu zaman EGT tanısında yetersiz kalmaktadır. Tanısal laparoskopi, EGT tanısında giderek kullanımı artan bir yöntemdir. Bu çalışmaya, Ocak 2006-Aralık 2012 tarihleri arasında ESOGÜTF Çocuk Cerrahisi polikliniğine başvurup 65 EGT saptanan ve laparoskopik eksplorasyon (LAPE) yapılan 59 olgu dâhil edildi. Bu çalışma ile EGT tanı ve tedavisinde, LAPE‟nin yeri ve öneminin ortaya koyulması amaçlandı. LAPE için karar verilirken esas olarak fizik muayene ve başvuru sırasında varsa ultrason raporları dikkate alındı. LAPE ile intraabdominal saptanan testis, karşı iç halkaya uzanabilmesine göre kısa veya uzun pediküllü olarak gruplandırıldı. Ġntraabdominal testisin duktus deferens ve damarları dört grup, ekstraabdominal testisin duktus ve damarları ise üç grupta sınıflandırıldı. Bütün hastalar erken ve geç dönem kontrollere çağrıldı. Yaş ortalaması 46.79±49.83 ay bulundu. Olguların 18‟i sağ taraf, 27‟si sol taraf ve 10‟u iki taraflı idi. Çalışmaya dahil 65 EGT‟nin %33.8‟i intraabdominal yerleşimli, %58.5‟i inguinal kanalda, %3.1‟i skrotumda ve %3.1‟i ektopik bulundu. Bir EGT olgusunda testis agenezisi, iki olgumuzda ise tip IV poliorşidizm saptandı. Pedikülü kısa 7 EGT‟ye Stephen-Fowlers prosüdürü uygulandı. 32 EGT‟ye orşiopeksi ve LAPE ile damar ve duktus yapı değerlendirmesine göre ve inguino-skrotal eksplorasyonla da nubbin testis saptanan 25 EGT‟ye ise orşioektomi yapıldı. Yapılan cerrahi işlemler arasında anlamlı fark saptandı. Çalışmamızda USG‟nin EGT‟yi saptamada duyarlılığı %31.8, özgüllüğü %100 bulundu. Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuçlar ile, laparoskopik eksplorasyonun ele gelmeyen testisin tanı ve tedavisinde etkili bir yöntem olduğu düşünülmüştür. USG‟nin, EGT‟nin varlığını ve yerini saptamada yeterli veri veremeyeceği gözlenmiştir. Nubbin testisin bulunması için, eş zamanlı laparoskopik ve inguino-skrotal eksplorasyonun gerekliliği çalışmamızın sonuçları ile gösterilmiştir.
Nonpalpable testis (NPT) consists of 20 %of all undescended testis cases. Physical examination and radiological imaging are insufficient in the diagnosis of NPT. The utilization of diagnostic laparoscopy is gradually increasing in NPT diagnosis. In this study, 59 patients with 65 NPT who were referred to our Pediatric Surgery clinic between January 2006-December 2012 were included. All patients had laparoscopic exploration (LAPE). We aimed to report the importance of LAPE in both diagnosis and treatmentof NPT. The decision of LAPE was given after physical examination and ultrasonographic (USG) evaluation at the time admission. Testes which are found inside the abdomen with LAPE, were classified as short and long vessels according to their ability to move to the contraletaral internal inguinal ring. Ductus deferens and vessels of intraabdominal testes were classified to four groups and ductus and vessels of extraabdominal testis were classifiedas three groups. All patients were recruited for early and late term controls. Mean age was 46,79±49,83 months. 18 of the cases were right sided, 27 were left sided and 10 were bilateral. 33.8% of 65 NPT cases were in intrabdominal, 58.5 % were in inguinal canal, 3.1 % were in scrotum and 3.1 % were in ectopic locations. One NPT case had testis agenesis, two cases had type IV polyorchidism. Seven NPT cases with short vessels were managed with Stephen-Fowlers procedure. Orchiectomy was performed in 25 NPT cases for nubbin testis according to vessel and ductus structure evaluation with LAPE and inguin-oscrotal exploration findings. Significant differences were observed between surgical procedures. In our study, sensitivity and specificity of USG for NPT were found to be 31.8 % and 100 % respectively. According to our results we concluded that LAPE was an effective method for the treatment and the diagnosis of NPT. USG was not specific enough to give data for the diagnosis of NPT and the location of the testes. Our study also suggests that simultaneous laporoscopic and inguino-scrotal exploration is needed to find the nubbin testis.
Çiftçi, M. Ele gelmeyen testiste laparoskopik eksplorasyonun tanı ve tedavideki önemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi (ESOGÜTF) Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/854
Ele Gelmeyen Testis
Laparoskopi
NPT
Laporascopy
Ele gelmeyen testiste laparoskopik eksplorasyonun tanı ve tedavideki önemi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/857
2017-01-03T01:00:15Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Can, Rumeysa
author
2013
Bu çalışma erişkin acil servis
bölümüne başvuranlarda sigara içmenin klinik ve ekonomik önemini belirlemek
amacıyla yapıldı. Veriler prospektif olarak toplandı. Acil servise Nisan-Kasım 2011
tarihleri arasında başvuran Glaskow koma Skoru (GKS) >14 olan 4000, GKS≤ 14
156 hastaya sosyodemografik özellikleri, sigara içme alışkanlıkları, Fagerstrom
nikotin bağımlılık testi ve sigarayı bırakma ile ilgili istekleri soruldu. Hastalar takip
edilerek, acil servis hizmet bedelleri ve tanıları ICD-10 kodlamasına göre kaydedildi.
Çalışma 1974 (%47.5) erkek, 2182 (%52.5) kadın 4156 kişide yapıldı.Yaş
ortalaması 45.5 ± 20.1 idi. Hastaların %31.42 ü sigara kullanmaktaydı. Sigara
kullananların 430' unun (%32.9) kadın, 876' sının (%67.1) erkek; kullanmayanların
1752’ sinin (%61.5) kadın, 1098’ inin (%38.5) erkekti. Sigara içenlerin 847’ si
(%69.2) sigarayı bırakmak istemekteydi. Fagerstrom bağımlılık derecesine göre 304'
ü (%24.8) çok düşük , 371' i (%30.3) düşük, 215' i (%17.6) orta, 291' i (%23.8)
yüksek, 43' ü (%3.5) çok yüksek bağımlı olarak saptandı. Sigara kullanımı ile GKS
arasında anlamlı ilişki bulundu (X2=33.612; p=0.000<0.05). GKS≥ 14 olanların
1224’ ünün (%30.6) sigara kullanan, 2776’ sının (%69.4) sigara kullanmayan; GKS
≤ 14 olanların 82' sinin (%52.6) sigara kullanan, 74' ünün (%47.4) sigara
kullanmayan olduğu görüldü. Hastaların 3383’ ü (%82.0) taburcu oldu, 448' i
(%10.9) servise, 271' i (%6,6) yoğunbakıma yatırıldı. 3' ü (%0,1) acil servisi izinsiz
terk etti. 15' i (%0.4) tedaviyi reddetti. 1' i (%0.0) sevkedildi ve 7' si (%0.2) öldü.
Sigara kullanan hastaların acil servis hizmet bedeli ortalamaları (x=92.788), sigara
kullanmayanlarınkinden (x=73.920) yüksek bulundu. Alkol ile sigara kullanımı
arasında anlamlı ilişki bulundu (X2=537.022; p=0.000<0.05).
This reserach was carried out in order to identify clinical
and economical importance of cigarette smoking for patients in emergency medicine
department. Research data was collected prospectively from April to November
2011 from patients who were conculted in emergency medicine deparment . 4000 of
them were GKS>14 and 156 were GKS ≤14. They were asked about
sociademographic characteristics, cigarette smoking habits, fagerstrom nicotin
addiction test and smoking give up motivation. Patients were tracked and their
emergency department fees and diagnosis were recorded according to ICD-10
coding. Research was carried on 4156 people. 1974( 47.5 %) of them were male and
2182 (52.5 %) of them were female. Age average of the patients was 45.5+_20.1.
31.42 % of the patients were smoking cigarette. 430 (32.9 %) of smokers were
female and 876 (67.1 %) of them were male. 1752 (61.5 %) of non-smokers were
female and 1098 (38.5 %) of them were male. 847 (69.2 %) of smokers wanted to
quit smoking. According to Fagerstorm addiction scale 304 (24.8 %) of them were
very low, 371 ( 30.3 %) of them were low, 215 (17.6 %) of them were moderate, 291
( 23.8 %) of them were high and 43 (3.5 %) of them were very high addicts.
Cigarette smoking and GKS were found to be related. (X2=33.612; p=0.000<0.05).
1224 (30.6 %) of GKS>14 were smokers and 2776 (69.4 %) of them were nonsmokers.
82 ( 52.6 %) of GKS ≤ 14 were smokers and 74 ( 47.4 %) of them were
observed to be non-smokers. 3383 (82.0 %) of the patients were discharged.448
(10.9 %) of them were admitted to other services and 271 (6.6 %) to intensive care
unit. 3 (0.1 %) of the patients left emergency service without permission and 15 ( 0.4
%) of them disapproved medical care in hospital. 1 (0.0 %) of them was sent to other
medical center and 7 (0.2 %) were exitus. Average of the emergency service fees of
smoking patients (x=92.788) was found to be higher than that of non-smoking
patients.
Can, R. Acil servise başvuran yetişkin hastalarda sigara içme prevalansı ve ekonomik boyutu. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir,2013.
http://hdl.handle.net/11684/857
Acil Servis
Sigara
Fagerstrom
Hizmet Bedeli
Emergency Medicine Department
Cigarette
Fagerstrom
Service Fee
Acil servise başvuran yetişkin hastalarda sigara içme prevalansı ve sigara içiciliğinin ekonomik boyutunu saptama çalışması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/858
2017-01-03T01:00:19Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_203
00925njm 22002777a 4500
dc
Aydın, Emre Hasan
author
2013
Spinal kord
travmaları artan nüfus ile birlikte son yıllarda özellikle genç toplumda ciddi sağlık
problemi haline gelmiştir. Çalışmamızda spinal kord travmasını takiben uygulanan
metilprednizolon ve propolisin apopotozis üzerindeki etkilerini araştırmak amacıyla
dört deney grubu (n=10) oluşturulmuştur. İlk grup hariç tüm gruplarda, klip yöntemi
kullanılarak spinal travma modeli uygulanmıştır. Tartışmalar olsa da
metilprednizolon dışında etkin ve klinik kullanımda olan tedavi yöntemi
olmadığından dolayı deney gruplarında propolisin aktif bileşeni olan kafeik asit
fenilesterin etkilerini kıyaslamak amacıyla bir gruptaki sıçanlara metilprednizolon
tedavisi uygulanmıştır. Tedavi sonrasında 48. saatte tüm sıçanlar tekrar operasyona
alınmış ve histolojik inceleme için laminektomi sahasındaki spinal kord dokusu
çıkarılmıştır. Histolojik değerlendirme amacıyla Hematoksilen Eozin ve TUNEL
boyama yöntemleri kullanılmıştır. Hematoksilen Eozin boyama ile ışık mikroskobisi
altında hücrelerde nekroz, vakuolizasyon, hemoraji ve genel hasar değerlendirilirken
TUNEL yöntemi ile boyanan lamlarda ile ışık mikroskobi altında apopototik hücre
sayımı yapılmıştır. Sonuçta; genel hasar değerlendirildiğinde propolis kullanılan
grup, travma grubu ile kıyaslandığında metilprednizolona benzer olumlu sonuçlar
elde edilmiştir. Ayrıca apoptotik hücre sayımı gruplar arasında kıyaslandığında,
travma grubuna göre metilprednizolon ve propolis apopotozisi engellediği
görülmektedir. Genel hasardan farklı olarak propolisin antiapoptotik etkinliği
metilprednizolona kıyasla daha belirgin olduğu saptanmıştır. Bu bulgular ışığında,
insan vücuduna hiçbir zararı olmayan, propolisin aktif bileşeni olan kafeik asit
fenilesterin klinik kullanıma girebileceği fakat konu ile ilgili ayrıntılı, destekleyici
deneysel çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.
Spinal cord injury has become a serious health problem with increased population in
the last years. In our study, rats were dividen four groups (n=10) to investigate the
effects of methylprednisolone and propolis in apopotosis following experimental
spinal cord injury. We applied aneurysm clip compression model all groups for
spinal cor injury except the first group. Through it is not clear, we used treatment of
methylprednisolone in one group for comparing the effects of caffeic acid phenethyl
ester which is the biologic effective ingredient of propolis. 48 hours after spinal cord
injury all rats operated again and spinal cord specimens taken for histologic
examination. The sections were stained with Hemotoxylin eosin and using the
apopotozis kit for TUNEL. Necrosis, vacuolization, hemorrhage and general damage
assesment with hemotoxylin eosin and apopototic cells count with TUNEL under the
light microscope. In conclusion, methylprednisolone and propolis effective in
supression of general damage as against the trauma group. Again, in the apopototic
cell count both methylprednisolone and propolis were effective than trauma group.
This study indicate that; caffeic acid phenethyl ester which is the biologic effective
ingredient of propolis may be use in clinical treatment of spinal cord injury but we
need some detailed and supported studies in this issue.
Aydın, HE. Deneysel omurilik yaralanmasında metilprednizolon ve propolis etkinliğinin karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilimdalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/858
Metilprednizolon
Kafeik Asit Fenilester
Propolis
Spinal Kord Hasarı
TUNEL Yöntemi
Methylprednisolone
Caffeic Acid Phenethyl Ester
Propolis
Spinal Cord Injury
Deneysel omurilik yaralanmasında metilprednizolon ve propolis etkinliğinin karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/859
2017-01-03T01:00:20Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_214
00925njm 22002777a 4500
dc
Kaya, Coşkun
author
2013
Bu çalışmada
böbrek taşlarının in vivo ortamda Renkli Doppler Ultrason ile elde edilen Twinkling
Artefaktı özellikleri ile kimyasal bileşimlerinin tahmini yapılmaya, Twinkling
Artefaktın oluşmasında ve şiddetinde etkili olabilecek faktörler ortaya konmaya
çalışılmıştır. Bu amaçla Ağustos 2011 – Ağustos 2012 tarihleri arasında Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Bölümü‟ne başvuran, yapılan tetkikler
sonucunda 2 cm‟den büyük böbrek taşı saptanan ve daha önce taşlı böbreğe hiçbir
ürolojik tedavi uygulanmayan, perkütan nefrolitotomi ameliyatı için uygun
endikasyonlara sahip 101 hasta çalışmaya dahil edildi. Her bir hastaya Renkli
Doppler Ultrasonografi yapılarak taşlar Twinkling Artefakatları açısından
değerlendirildi. Tüm taşlar Twinkling Artefakatları‟na göre Grade 0,1 ve 2 olmak
üzere 3 gruba ayrıldı. Tüm hastalara perkütan nefrolitotomi operasyonu yapıldı.
Ġşlem sonrası elde edilen tüm taşlar analize gönderildi. Analiz sonuçlarına göre 66
(%65.3) tane kalsiyum oksalat taşı saptandı. Kalsiyum oksalat mono hidrat ise saf
veya mikst halde en çok saptanan (%78,2) kimyasal tür olduğu gözlendi. Taşın
boyutu, kimyasal yapıları, böbrekte hidronefroz varlığı, hastanın vücut kitle indeksi
ve operasyon sonrası taşsızlık durumu ile Twinkling artefakt arasındaki ilişki
istatiksel olarak değerlendirildi. Twinkling artefaktın taşın kimyasal yapısını tahmin
etmeye yardımcı olmadığı, hastanın vücut kitle indeksi ve taşın boyutu arttıkça
Twinkling artefaktın şiddetlendiği saptandı. Bu bulgular sonucunda kilolu hastalar ile
taş yükü fazla olan hastalarda Twinkling artefaktın güvenililirliğinin yeterli
olamayacağı ilk kez gösterilmiş oldu. Yapılacak geniş kapsamlı in vivo çalışmalar
ile Twinkling artefaktın üriner sistem taş hastalığı tanısındaki yerinin daha da
netleşeceğini düşünmekteyiz.
This study
aimed to predict the chemical composition of the kidney stones according to their
twinkling artifact features obtained by in vivo Color Doppler Ultrasonography and to
determine the factors potentially affecting the formation and severity of Twinkling
artifact. For this purpose, a total of 101 patients admitted to the Department of
Urology, Eskisehir Osmangazi University between August 2011 and August 2012 in
whom a kidney stone of 2 mm or over was identified and no previous urological
surgery was performed as well as who had indication for percutaneous
nephrolithotomy were included in the study. All patients were evaluated for
Twinkling artifact by using Color Doppler Ultrasonography. According to the
Twinkling artifact, all kidney stones were divided into 3 groups: grade 0, 1 and 2.
Percutaneous nephrolithotomy was performed in all patients. Immediately after the
procedure, all stones were referred for chemical analysis. According to the results of
chemical analysis, 66 (65.3%) were calcium oxalate stones. The most common pure
or mixed chemical ingredient was calcium oxalate monohydrate (78.2%). The
relationship of Twinkling artifact with the size and chemical composition of the
stone, presence of hydronephrosis, body mass index (BMI) and stone-free rate after
the procedure was statistically evaluated. It was found in this study that twinkling
artifact is not able to help to predict the chemical composition of the stone and that
severity of Twinkling artifact increases with increasing BMI and increasing size of
the stone. In conclusion, the present study is the first showing that Twinkling artifact
may not be reliable in overweight patients and in patients with high burden of stone.
Future comprehensive in vivo studies will clarify the role of twinkling artifact in the
diagnosis of urinary tract stone disease.
Kaya C. Twinkling Artefaktının Böbrek Taşlarının İn vivo Biyokimyasal Yapıları ile İlişkilendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilmi Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir.2013.
http://hdl.handle.net/11684/859
Üriner Sistem Taşı
Taş Analizi
Ultrasonografi
Twinkling Artefaktı
Urinary System Stone Disease
Stone Analysis
Ultrasonography
Ttwinkling Artifact
Twinkling artefaktının böbrek taşlarının in vivo biyokimyasal yapıları ile ilişkilendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/870
2017-01-05T01:00:30Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Harmanşa, Selim
author
2013
Bu çalışmanın amacı, femoroasetabular sıkışma (FAS) tanısı konan ve kalçanın emniyetli cerrahi dislokasyonu yöntemi uygulanarak ameliyat edilen hastaların klinik ve radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesidir. Çalışmaya en az 6 ay izlemi olan 17 hasta alındı. Ortalama yaş 33.11 ± 11.07 yıl (19-52) idi ve takip süresi ortalaması 24.00 ± 13.64 ay (6-42) idi. Hastaların 6’sı erkek, 11’i kadındı. FAS 10 hastanın sol kalçasında, 6 hastanın sağ kalçasında, bir hastada her iki kalçada vardı. Hastaların tümüne ön arka pelvis, 90° Dunn ve kurbağa bacağı pozisyonunda direk grafi çekildi. Hastaların tümünde çekilen direk grafi ve manyetik rezonans artrografi görüntülerinde FAS’ı destekleyen bulgular kaydedildi. Hastaların kalça işlevsel durumları Harris kalça skorlaması (HKS) ile değerlendirildi. 3 hastaya tümsek tip sıkışma, 14 hastaya karışık tip sıkışma tanısı kondu. Ameliyat sırasında hastalara gerekli durumlarda femur boyun osteoplastisi, asetabular ön kenar osteoplastisi ve labrum onarımı yapıldı. 1 hastaya cup artroplastisi uygulandı. Hastaların ameliyat öncesi dönemde en sık ağrı duyduğu bölge kasıktı. 4 hastada sadece ön sıkışma testi, 13 hastada ön ve arka sıkışma testi pozitifti. Hastaların fleksiyon ve iç rotasyon hareket açıklıklarında ameliyat öncesi döneme göre anlamlı düzeyde artma olduğu tespit edildi (p<0,001). Hastaların radyolojik değerlendirmesinde alfa açısında ameliyat öncesi döneme göre anlamlı düzeyde azalma tespit edildi (p<0,001). Hastaların ameliyat öncesi HKS ortalaması 61.72 ± 8.28 puan (49-79), en son izlemdeki HKS ortalaması 90.83 ± 13.29 puan (49-100) olarak saptandı (p <0,001). 16 hastanın 13 tanesinde kalça işlevsel skoru son kontrolde mükemmeldi. 2 hastaya 1 yıl içinde başka bir merkezde total kalça protezi uygulandığı öğrenildi. Ameliyat sonrası dönemde 6 hastada trokanterik irritasyona bağlı semptomlar saptandı. FAS’ın cerrahi tedavisinde kalçanın emniyetli cerrahi dislokasyon ameliyatı yaş, cinsiyet ve FAS tipinden bağımsız olarak hastaların büyük bölümünde klinik olarak olumlu gelişmeler sağladığını tespit ettik.
The objective of this study was evaluation of the clinical and radiological outcomes from the patients who were diagnosed femoroacetabular impingement (FAI) and underwent secured dislocation of hip. 17 patients with at least 6 months follow-up were included in this study. Mean age of the patients was 33.11 ± 11.07 years(19-52) and mean follow-up time was 24.00 ± 13.64 months (6-42). Six of the patients were male and 11 were female. FAI was detected in left hip in 10 patients, right hip in 6 patients and both hips in one patient. All patients were requested anterior posterior pelvic, 90o Dunn and frog-leg direct radiography. For all patients, evidences of FAI in the direct radiographic and magnetic resonance arthrographic images were recorded. Hip functions of the patients were assessed with Harris hip score (HHS). Three patients were diagnosed cam-type impingement and 14 patients with mixed-type impingement. When needed, femural neck osteoplasty, asetabular anterior rim osteoplasty and labrum repair were applied during surgery. Cup arthroplasty was performed to one patient. Before surgery most frequent pain site was inguinal region. In four patients only anterior impingement test and in 13 patients both anterior and posterior impingement tests were positive. Patients range of motion in flexion and internal rotation were significantly improved after surgery (p<0.001). Alpha angles were significantly reduced when compared to pre-operative radiologic values (p<0.001). Mean HHS was 61.72 ± 8.28(49-79) pre-operatively and 90.83 ± 13.29(49-100) in last follow-up (p<0.001). 13 of 16 patients had excellent functional hip score in last follow-up. Two patients had been underwent total hip replacement in another hospital, last year. 6 patients showed postoperative symptoms of trochanteric irritation. In surgical treatment of FAI, we observed that secured surgical dislocation of hip has a favorable progress in most of the patients, regardless of age, sex or type of FAI.
Harmanşa S. Femoroasetabular Sıkışma Sendromunda kalçanın güvenli cerrahi dislokasyonunun klinik ve radyolojik sonuçları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/870
Sıkışma
Femoroasetabular
İmpingement
Kalça
Tümsek
Kıskaç
Femoroacetabular Impingement
Hip
Cam
Pincer
Femoroasetabular sıkışma sendromunda kalçanın emniyetli cerrahi dislokasyonunun radyolojik ve klinik sonuçları
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/871
2017-01-05T01:00:22Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Metin, Filiz
author
2013
Bu çalışmanın amacı major abdominal cerrahi geçiren tip2 diabetes mellitus
hastalarında kullanılan %6 hidroksietil nişasta solüsyonunun kan glukoz düzeyi ve
hemodinami üzerine etkilerini araştırmaktır.Çalışma major abdominal cerrahi
planlanan ASA II-III Tip 2 diyabetik 18- 65 yaş arası 37 erkek, 23 kadın hasta
olmak üzere 60 hasta üzerinde yapıldı. Hastalar rastgele olarak 30’ ar kişilik 2 gruba
ayrıldı. Operasyon masasına alınan hastalar elektrokardiyogram(EKG), kan basıncı
ve periferik oksijen satürasyonu(Spo2) monitörizasyonu yapılarak takipleri alındı.
Kapiller kan glukozu ölçüldü. Kontrol değerleri kaydedilerek glukoz, insülin ve
potasyum içeren GİK solüsyonu başlandı. Grup 1’deki hastalara %0,9 sodyum klorür
4ml/kg/saat hızda, Grup 2’deki hastalara %6 hidroksietil nişasta(HES)(130/0.4)
solüsyonu 10ml/kg/saat hızda başlandı ve indüksiyondan 60 dk sonrasına kadar
devam edildi. KAH, SAB, OAB, DAB, SpO2 değerleri intravenöz sıvı infüzyon
öncesi, anestezi indüksiyon sonrası 1. dk, 15.dk, 30.dk, 60.dk, ekstübasyon sonrası,
postoperatif 1.saatte kaydedildi. Kan glukoz seviyesi ölçümleri; intravenöz sıvı
infüzyonu öncesi(T0), indüksiyon sonrası(T1), indüksiyondan 1 saat sonra(T2),
operasyon bitiminde(T3) ve postoperatif 1.saatte(T4) yapıldı. Her iki grup arasında
kalp hızı, kan basıncı ölçümlerinde ve kan şekeri değerlerinde meydana gelen
değişimler istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sonuç olarak Tip2 diyabetik hastalarda
%6 HES(130/0,4) solüsyonunun kan şekeri düzeyi ve hemodinami üzerine olumsuz
etkisinin olmadığını istatistiksel olarak tespit ettik. Diyabetik hastalarda %6
HES(130/0,4) solüsyonunun güvenilir bir şekilde kullanılabileceği sonucuna vardık.
The aim of this study is to search into the
effects of 6% hydroxyethyl starch solution, which is used in Type 2 diabetes mellitus
patients who have major abdominal surgery, on blood glucose level and
hemodynamic circulatory system. The study is conducted with ASA II – III Type 2
diabetic 60 patients from 18 to 65 years, 37 in male 23 in female, who are intended to
have major abdominal surgery. Patients are divided into two groups in 30 randomly.
Operated patients follow-up is made by monitoring electrocardiogram, blood
pressure and oxygen saturation. Capillary blood glucose is measured. GIK (glucoseinsulin-
potassium) solution is given by recording control values. 0,9% sodium
chloride is given in 4ml/kg/hr to the patients in Group 1, 6% hidroxyetyl starch(HES)
(130/0,4) solution in 10ml/kg/hr to the patients in Group 2 and is continued until
after 60 minutes. Heart rate, sistolic, diastolic and mean pressure and oxygen
saturation values are recorded in pre intravenous liquid infusion, post anaesthesia
induction in 1.min , 15.min , 30.min , 60.min , post extubation , the first
postoperative hour. Blood glucose level measurements are carried out; pre
intravenous liquid infusion(T0) , post induction(T1) , 1 hour after induction(T2) , end
of the operation(T3) and first postoperative hour(T4). Variations which ocur in heart
rate , blood pressure and blood glucose are not meaningful statistically in both
groups. Consequently , it is statistically identified that 6% HES solution does not
have negative effects on blood glucose level and hemodynamic circulatory system in
Type 2 diabetic patients. It is deduced that 6% HES (130/0,4) solution can
confidingly be used in diabetic patients.
Metin, F. Major abdominal cerrahi geçiren tip 2 Diabetes mellitus hastalarında %6 hidroksietil nişasta solüsyonunun kan glukoz düzeyi ve hemodinami üzerine etkilerinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/871
Tip 2 Diabetes Mellitus
Hidroksietil Nişasta
Hemodinami
Kan Glukozu
Type 2 Diabetes Mellitus
6% Hydroxyethyl Starch
Hemodynamic Circulatory System
Blood Glucose
Major abdominal cerrahi geçiren tip 2 diabetes mellitus hastalarında %6 hidroksietil nişasta solüsyonunun kan glukoz düzeyi ve hemodinami üzerine etkilerinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/872
2017-01-05T01:00:16Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Zorbozan, Onur
author
2013
Bu çalışmada 1 Ekim 2011-30 Eylül 2012 arasında Acil Servisimize başvuran akut ST segment yükselmesi olan miyokard infarktüsü (STEMĠ) hastalarında birincil perkütan koroner girişim (PKG) uygulanma süresinin tayini ve bu sürenin güncel tanı ve tedavi rehberlerine uygunluğunu değerlendirmek, aynı zamanda bu süreyi etkileyen faktörler ve bu sürenin morbidite ve mortalite üzerine etkilerini analiz etmek amaçlandı. Çalışmaya dahil edilen 167 olgunun %23.4‘ü kadın (yaş ort; 68, %76.6‘sı erkekti (yaş ort; 60.1Ortalama skoru kadın hastalarda 6, erkek hastalarda 3 idi ve ortalama TIMI skorunda cinsiyetler arasında anlamlı farklılık saptandı. Semptom-başvuru süresi 28 hastada 1 saatin altında, 47 hastada 1-2 saat arasında, 33 hastada 2-4 saat arasında, 13 hastada 6-12 saat arasında ve 29 hastada 12 saatin üzerindeydi. Ġstatistiksel olarak anlamlı olmamasına rağmen semptom-başvuru süresi uzadıkça yaş ortalaması ve 1 aylık mortalite arttı. Tüm olgularda ortalama EKG değerlendirme zamanı 3.25±2.63 dk., konsültasyon istem zamanı 3.06±3.21 dk., konsültan geliş zamanı 7.38±5.96 dk., aktivasyon zamanı 6.04±7.45 dk., laboratuar varış zamanı 27.14±21.86 dk., katater zamanı 10.6±4.43 dk., balon zamanı 12.12±5.80 dk., kapı–balon zamanı 68.8±28.8 dk. olarak saptandı. Aktivasyon ve laboratuar varış zamanı mesai saatlerinde mesai dışı saatlerdekinden anlamlı düzeyde daha kısaydı. Kapı-balon zamanı mesai dışı saatlerde, laboratuar varış zamanındaki uzamaya bağlı olarak, anlamlı düzeyde arttı. Tüm olguların %79.6‘sında kapı-balon zamanı hedef süre olan 90 dakikanın altında bulundu. Kapı-balon zamanı uzun olan hastalarda 1 aylık mortalite, TIMI skoruna göre hesaplanan beklenen 1 aylık mortaliteden daha yüksekti. Ayrıca, 112 ambulansı tarafından getirilen hastalarda ortalama EKG değerlendirme ve konsültasyon istem zamanı daha kısa, ortalama TIMI skoru daha yüksekti. Tersine, ayaktan başvuran hastalarda ortalama sistolik ve diastolik tansiyon değerleri daha yüksekti.
In this study, we aimed to determine the time of primary percutaneous coronary intervention (PCI) to assess this time for accordance with current diagnose and management guidelines, to analyse the factors that affect this time and to evaluate the effect of this time on morbidity and mortality in patients admitted to our Emergency Department with acute ST segment elevation myocardial infarction (STEMI) between October 2011 and October 2012. Of 167 cases, 23.4% were women (mean age; 68 ) and 76.6% were men (mean age; 60.1). The mean TIMI score was 6 in women and 3 in men and a significant difference was found on the mean TIMI score between the sexes. Symptom-application time was <1 hour in 28 patient, between 1 and 2 hours in 47, 2 and 4 hours in 33, 6 and 12 hours in 13 and >12 hours in 29. Although it didn‘t reach a statistical significance, the mean age and 1-month mortality were increasing with increased symptom-application time. In all cases, the mean ECG evaluation duration was 3.25±2.63 min, consultation request time was 3.06±3.21 min, consultant arrival time was 7.38±5.96 min, activation time was 6.04±7.45 min, arrival to laboratory time was 27.14±21.86 min, catheter time was 10.6±4.43 min, balloon time was 12.12±5.80 min and door to balloon time was 68.8±28.8 min. The mean activation and arrival to laboratory times were more shorter during working hours than off-times. Door to balloon time increased during off-times depend on increased arrival to laboratory time. Door to balloon time was under the target duration of <90 min in 79.6% of all cases. 1-month mortality rate was higher than expected 1-month mortality estimated for TIMI score in patients with increased door to balloon time. Also, the mean ECG evaluation duration and consultation request time was more shorter and the TIMI score was higher in patients taken by 112 ambulance. Conversely, the mean systolic and diastolic blood pressure values were higher in patients admitted as outpatient.
Zorbozan O. Acil Servise başvuran akut ST segment yükselmeli miyokard infarktüsü hastalarında birincil perkütan koroner girişim zamanının değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/872
STEMİ
PKG
Kapı-balon Zamanı
PCI
Door to Balloon Time
Acil servise başvuran akut st segment yükselmeli miyokard infarktüsü hastalarında birincil perkütan koroner girişim zamanının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/873
2017-01-05T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Bademkıran, Cihan
author
2013
Amaç: Myoma uteri nedenli opere edilen olgulara uygulanan operasyon
tiplerinin karşılaştırılması Materyal Metod: Çalışmada Ocak 2007 ve Aralık 2012
tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları
ve Doğum Anabilim Dalında leiomyom tanısı alan ve ameliyat yapılmış 266 olgunun
retrospektif olarak dosya bilgileri ve ameliyat notları incelendi, istatistiksel
karşılaştırmaları yapıldı. Sonuçlar: Olgularımızın 154 (% 57.9)’sine total abdominal
histerektomi,72(%27) sine laparatomi ile myomektomi, 21(%7.9)’ine operatif
histeroskopi ile myomektomi, 6(%2.3)’sına laparaskopik histerektomi, 3 (%1.1)’üne
subtotal abdominal histerektomi, 3 (%1.1)’üne vajinal histerektomi 3 (%1.1)’üne
vajinal myomektomi yapıldığı saptandı. Yaş ortalaması histerektomide 46.20,
myomektomide 35.55, operatif histeroskopi ile myomektomide 37.85 idi. Olguların
başvuru şikayetleri değerlendirildiğinde; en sık kanama düzensizliği(%44), ikinci
sıklıkta ise ağrı şikayeti(%26) ile başvurdukları saptandı. Olguların postoperatif
patolojileri incelendiğinde sadece leiomyom uteri tanısı %91.7‘sinde saptanmışken;
eşlik eden diğer patolojilerle birlikte değerlendirildiğinde toplamda %97.6’sında
leiomyom uteri saptanmıştı. Postoperatif dönemde komplikasyonlar yok denecek
kadar azdır. Operasyon tipine göre komplikasyonlarda opH/S yapılan 2 hastada
komplikasyon geliştiği görüldü. Postoperatif kanama histerektomi sonrası 2 olguda
ve myomektomi sonrası 1 olguda görüldü. Histerektomi sonrası 1 olguda barsak
seroza laserasyonu ve 1 hastada mesane yaralanması görüldü. Sonuç: Genç
hastalarda daha çok uterus koruyucu cerrahinin tercih edildiği gözlenmiştir.
Abdominal cerrahide komplikasyonların daha fazla olabilmektedir. Laparaskopik ve
robotik cerrahinin gelişmesi ile daha minimal invaziv cerrahinin önemi giderek
artmaktadır. Bunu karşılaştırmak için ileri prospektif çalışmalara ihtiyaç olduğunu
düşünmekteyiz.
Objective:
To compare type of operations among patients who underwent surgery for myoma
uteri Materials and Methods: Two hundred and sixty-six patients who applied
Eskisehir Osmangazi University School of Medicine Departement of Obstetrics and
Gynecology for surgery with diagnosis of leiomyoma uteri evaluated retrospectively
in terms of patients’ characteristics and information about operation types; and then
statistical comparison was made between operation types. Results: When we looked
operation types; total abdominal hysterectomy(n:154,57.9%),
myomectomy(n:72,27%), hystereoscopic myomectomy(n:21,7.9%), laparoscopic
hysterectomy(n:6,2.3%), subtotal abdominal hysterectomy(n:3,1.1%), vaginal
hysterectomy(n:3,1.1%), vaginal myomectomy(3,1.1%) were performed. Mean of
age for operations were 46.2, 35.55 and 37.85 for hysterectomy, myomectomy and
hysteroscopy respectively. We assessed primary complaint of patients, the most
frequent complaint was abnormal uterine bleeding(44%), the second frequent syptom
was pelvic pain(26%). When we analyse the pathologic diagnosis of postoperative
specimens, 91.7% of patients had only leiomyoma uteri, 97.6% of patients had
leiomyoma uteri with concomitant pathologies. Postoperative complications were
very rare. Two patients who underwent operative hysteroscopy had complications.
Postoperative bleeding were seen in 2 patients of hysterectomy group and 1 patient
of myomectomy group. After hysterctomy bowel serosal laceration occurred in one
case and bladder injury occurred in another case. Conclusion: In our study we
determined that uterus sparing surgery was performed especially in young patients
who desire child bearing. Complications may be happened more in patients who
underwent an abdominal operation. The importance of minimally invasive surgery
was increasing gradually with the development of laparoscopic and robotic surgery.
Further prospective studies were required to compare these operations.
Bademkıran C. Myom Nedenli Uygulanan Cerrahi Tedavi Olgularının Retrospektif Değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/873
Leiomyoma Uteri
Histerektomi
Myomektomi
Histeroskopi
Leiomyoma Uteri
Hysterectomy
Myomectomy
Hysteroscopy
Myom nedenli uygulanan cerrahi tedavi olgularının retrospektif değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/902
2017-01-11T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_206
00925njm 22002777a 4500
dc
Durceylan, Erhan
author
2014
Bu çalışmanın amacı, sıçanlarda tek akciğer ventilasyonu sonrasında
oluşan akciğer hasarı üzerine melatoninin koruyucu rolünü araştırmaktır.
Çalışma için 20 adet Sprague Dawley cinsi sıçan randomize olarak, eşit
sayıda (n=10) iki gruba ayrıldı. Kontrol grubuna 60 dakika süreyle tek
akciğer ventilasyonu (TAV) devamında 30 dakika süreyle çift akciğer
ventilasyonu (ÇAV) uygulandı. Melatonin grubundaki sıçanlara deneye
başlamadan 10 dakika önce 10 mg/kg dozunda intraperitoneal melatonin
verildi ve aynı ventilasyon protokolü uygulandı. Kontrol ve çalışma
gruplarından TAV ve ÇAV sonunda biyokimyasal analiz ve histopatolojik
inceleme için akciğerden doku örnekleri alındı. Biyokimyasal analizde doku
superoksid dismutaz (SOD), malondialdehit (MDA) ve tümör nekroz faktör
alfa (TNF-α) düzeyleri ölçüldü. Histopatolojik incelemede dokular
hemotoksilen eosin ile boyandı ve akciğerlerde oluşan hasar alveolar
konjesyon, intraalveoler kanama, lökosit ve lenfosit infiltrasyonu varlığı ve
miktarına göre skorlandı. TAV ve ÇAV sonunda çalışma grubu MDA ve TNF-
α düzeylerinde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşüş olduğu
görüldü. Yine çalışma grubunda, SOD düzeylerinde ÇAV sonunda yükselme
izlendi, bu yükselme özellikle TAV sonunda istatistiksel olarak anlamlı
bulundu. Histopatolojik incelemede melatonin verilen grupta oluşan doku
hasarının daha az olduğu gözlendi. Sonuç olarak mevcut bu bulgular
ışığında melatoninin TAV sonrasında oluşan akciğer hasarına karşı dokuyu
koruyucu rolü vardır.
The aim of this study was to invastigate the protective effect of melatonin on
lung injury after one lung ventilation in rats. 20 Sprague Dawley rats were
randomly divided into two groups in equal numbers, for the study (n=10). In
control group we performed one lung ventilation for 60 minutes, following 30
minutes double lung ventilation. In melatonin group same ventilation
procedure was performed, additionally 10 mg/kg intraperitoneal melatonin
was administered 10 minutes before the start of the experiment. Tissue
samples of the lung from control and study group were taken for biochemical
analyse and histopathological evaluation at the end of one and double lung
ventilation. Superoxide dismutase (SOD), malondialdehyde (MDA) and
Tumor Necrosis Factor Alpha (TNF-α) levels were determined biochemically.
Tissue samples were stained with hematoxylin-eosin for histopathological
evaluation and were scored acording to the alveolar congestion,
polymorphonuclear leukocytes infiltration, lymphocyte infiltration and intra
alveolar hemorrhage amount. At the end of one and double lung ventilation,
statistically significant decrease in MDA and TNF-α levels were seen in the
study group. Also SOD values were increased in the study group at the end
of double lung ventilation and the increase in SOD levels were statistically
significant at the end of one lung ventilation. In histopathological evaluation,
tissue injury in melatonin group was observed lesser than control group.
With all these findings melatonin has a protective role on lung injury after
one lung ventilation.
Durceylan. E. Melatoninin tek akciğer ventilasyonuna bağlı akciğer hasarı üzerine koruyucu rolü. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/902
Tek Akciğer Ventilasyonu
Melatonin
MDA
TNF-α
SOD
Alveoler Konjesyon
Polimorf Nüveli Lökosit İnfiltrasyonu
Lenfosit İnfiltrasyonu
One Lung Ventilation
Alveolar Congestion
Polymorphonuclear Leukocytes Infiltration
Lymphocyte Infiltration
Intra Alveolar Hemorrhage
Melatoninin tek akciğer ventilasyonuna bağlı akciğer hasarı üzerine koruyucu rolü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/904
2017-01-11T01:00:26Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_204
00925njm 22002777a 4500
dc
Özdemir, Gökmen
author
2014
Hipertansiyon öncesi prehipertansif bir
sürecin yaşandığı ve bu dönemin en önemli özelliğinin çeşitli stresörlere verilen
anormal kardiyovasküler reaktivite olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle
çalışmamızda, hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında (HENÇ), egzersiz
testinin her bir kademesi ve recovery döneminde oluşan kardiyovasküler yanıtın
kontrol grubu ile karşılaştırılarak değerlendirilmesi ve yaş grupları arasındaki
farklılıkların araştırılması amaçlandı. Çalışmaya 6-18 yaşları arasındaki sağlıklı ve
normotansif 110 çocuk alındı. Ebeveynlerin en az birinde hipertansiyon öyküsü olan
62 çocuk HENÇ grubunu, olmayan 48 çocuk NENÇ grubunu oluşturdu. Cinsiyet,
yaş, ağırlık, boy ve vücut kitle indeksi açısından gruplar arasında istatistiksel fark
yoktu (p>0.05). Tüm çocuklara Bruce protokolüne göre egzersiz testi uygulandı.
HENÇ grubunda istirahat SKB, kademe-2 SKB, kademe-3 SKB, maksimal SKB,
recovery dönemi 1., 3. ve 6. dakika SKB ölçümleri NENÇ grubuna göre istatistiksel
olarak daha yüksek saptandı (sırasıyla p=0,001, p=0,001, p=0,009, p=0,007, p=0,02,
p=0,001 ve p=0,001). Maksimal ve submaksimal kalp hızı ve kan basıncı
ölçümlerinin istirahat değerlerine göre değişiminde iki grup arasında fark izlenmedi
(p>0,05). Yaş grupları karşılaştırıldığında ise 6-10 yaş grubunda ölçümler arasında
istatistiksel fark olmadığı (p>0,05) ancak puberte ile beraber (>10 yaş) risk altındaki
bireylerin istatistiksel olarak daha yüksek KB yanıtı oluşturdukları izlendi. Sonuç
olarak, çalışmamızda, hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarının açısından
risk altında olan çocukların egzersiz testi ile oluşturulan fiziksel strese, test süresince
ve recovery döneminde daha abartılı kardiyovasküler yanıt oluşturduğu saptandı. Bu
yanıt özellikle 10 yaşından sonra belirginleşmekteydi. Risk altındaki bireylerin
tanımlanması ile HT gelişmeden önce beslenme alışkanlıkları ve yaşam tarzındaki
değişiklikler yapılması ile HT gelişimini önlemek veya en azından geciktirmek
mümkün olabilecektir.
Hypertension is a progressive disease with a
prehypertensive phase of the disease. The most important feature of this period is the
abnormal cardiovascular reactivity to various stressors. Therefore, in our study, we
focused on normotensive children of hypertensive parents (NCHP) which is a special
group under risk and planned to evaluate these children in various age groups. To
explore this issue, we studied whether or not NCHP show higher cardiovascular
reactivity at different steps of exercise test and recovery period from their negative
history counterparts. This study enrolled 110 normotensive children aged 6-18 years.
Sixty-two children with parental history of hypertension formed the NCHP group
while 48 without parental history formed the control group (NCNP). Gender, age,
weight, height and body mass index showed no statistical difference between the
groups (p>0.05). Exercise test was performed to all participants according to the
Bruce protocol. Resting SBP, stage-2 SBP, stage-3 SBP, maximal SBP and SBP at
1st, 3rd and 6th minutes of recovery period were significantly higher in the study group
than in the control group (respectively p=0,001, p=0,001, p=0,009, p=0,007, p=0,02,
p=0,001 and p=0,001). Maximal and submaximal heart rate and blood pressure
variability according to the resting values were showed no statistical difference
between the groups (p>0.05). When the age groups were compared, no statistically
significant differences were found between the measurements of 6-10 age group.
After 10 years of age, with begining of puberty, it was noticed that NCHP group
showed significantly higher SBP levels than the control group. In our study, we
stated that children who are at risk of HT showed more exaggerated cardiovascular
responses during the test and recovery period to physical stress created by exercise
testing. This response was particularly evident after 10 years of age. Before the
development of HT, identification of high risk individuals make it possible to prevent
or delay the emergence of the disease by some dietary and lifestyle modifications.
Özdemir G. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında treadmill egzersiz testi ile kan basıncı yanıtlarının değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/904
Çocuk
Egzersiz Testi
Kan Basıncı
Sağlık Sorunlu Ebeveyn Çocuğu
Risk Faktörleri
Children
Exercise Test
Blood Pressure
Child of Impaired Parents
Risk Factors
Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında treadmill egzersiz testi ile kan basıncı yanıtlarının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/905
2017-01-11T01:00:28Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Doğan, Serkan
author
2014
Acil servise araç içi trafik kazası (AİTK) ile başvuran hastalarda
kan alkol düzeyi ile yaralanma ciddiyeti, taburculuk ve ölümün ilişkisini belirlemek
ve hastaların bakımında, sonuçlandırılmasında daha dikkatli ve planlı olmak
amacıyla 15.09.2011–14.09.2012 tarihleri arasında ileriye dönük olarak yapılmıştır.
Çalışmaya 18 yaş ve üstü tüm AİTK geçirenler alınmıştır. Toplam 324 hastanın
210’u erkekti. 52’si (%16) alkollüydü. Alkol alımı en fazla (%26) 35-44 yaş
grubundaydı. Alkollü kazaların en sık (%32.2) saat 00:00-07:59 arasında olduğu
saptandı (p<0.05). Alkollülerde genel durum %42.9 oranla daha kötüydü (p<0.05).
Alkolsüzlerde Glasgow Koma Skalası (GKS) 14.50±0.12 iken alkollülerde
12.84±0.61 olup ağır (201 mg/dl ve üzeri) alkollülerde ise 11.66±1.40 olduğu
görüldü (p<0.05). Alkolsüzlerde Düzeltilmiş Travma Skoru (DTS) 7.67±0.50 iken
alkollülerde 6.97±0.29 olup ağır alkollülerde 6.04±0.81 olduğu görüldü (p<0.05).
Alkolsüzlerde Yaralanma Ciddiyet Skoru (YCS) 3(0-57) iken alkollülerde 6(0-66)
olup ağır alkollülerde 14(2-66) olduğu görüldü (p<0.05). Alkolsüzlerde Travma
Skoru Yaralanma Ciddiyet Skoru (TSYCS) 96.38±0.84 iken alkollülerde 87.37±3.85
olup ağır alkollülerde 77.08±9.75 olduğu görüldü (p<0.05). Alkollülerde ekstiremite
travmaları (%21.5) daha fazlaydı (p<0.05). Alkollülerde konsültasyon medyan değeri
1(0-5) iken alkolsüzlerde 0(0-7) olarak belirlendi (p<0.05). Hastaneye yatanların
%30.3’ünün, opere olanların %50’sinin ve ölenlerin %45.5’inin alkollü olduğu
saptandı (p<0.05). Alkolsüzlerde hizmet bedeli 242.23 TL. iken alkollülerde 510.04
TL. saptandı (p<0.05). Alkollülerde yaralanma ciddiyeti, hizmet bedeli, yatış,
ameliyat, ölüm ve sakatlık oranları daha fazladır. Kan alkol düzeyi Acil Tıp
hekimlerine bu hastaların bakımında ve sonuçlandırılmasında daha dikkatli ve planlı
davranmak adına yol gösterici olabilir.
In thıs
prospective cohort study, we compared blood alcohol concentration (BAC) and
injury severity, tests, imagings, mortality and clinical outcomes in patients suffered
from motor vehicle accidents (MVA). In the emergency department, 18 and older
and MVA victims were included during September 15th 2011-September 14th 2012.
We have 324 patients in total. 210 (%64.8) of them were male. Rate of intoxicated
patients with alcohol was %16 (n=52). Alcohol ingestion was maximum (%26)
between 35-44 yo. The most common time period (%32.2) was 00:00-07:59 am for
intoxicated drivers who were consulted in emergency department (p<0.05).
Intoxicated patients were more critical (%42.9) clinic conditions than nonintoxicated
group (p<0.05). GCS scores were 14.50±0.12, 12.84±0.61 and
11.66±1.40 for non-intoxicated, intoxicated and heavily intoxicated (BAC≥201
mg/dL) patients respectively. Revised Trauma Scores were 7.67±0.50, 6.97±0.29 and
6.04±0.81 for non-intoxicated, intoxicated and heavily intoxicated patients
respectively. Injury Severity Scores were 3 (0-57), 6 (0-66) and 14 (2-66) for nonintoxicated,
intoxicated and heavily intoxicated patients respectively. Trauma Scores
Injury Severity Scores were 96.38±0.84, 87.37±3.85 and 77.08±9.75 for nonintoxicated,
intoxicated and heavily intoxicated patients respectively. Extremity
trauma (%21.5) was more common in alcoholic patients (p<0.05). Median number of
consultation was 1 (0-5) for alcoholics and 0 (0-7) for non-alcoholics (p<0.05).
%50.0 of operated %45.5 of died and %30.3 of inpatients were alcoholic. Mean
medical cost in emergency department was 510.04 TL for alcoholics although it was
242.23 TL for non-alcoholics. Injury severity, medical cost, rate of hospitalisation,
operation and morbidity were seen more common in alcoholic group. Emergency
physicians must be aware of BAC for these critical outcomes.
Doğan, S. Acil Servise araç içi trafik kazası nedeni ile başvuran hastalarda kan alkol düzeyi ile yaralanma ciddiyetinin ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/905
Kan Alkol Düzeyi
AİTK
Yaralanma Ciddiyeti
Acil Servis
BAC
MVA
Injury Severity
Emergency Department
Acil servise araç içi trafik kazası nedeni ile başvuran hastalarda kan alkol düzeyi ile yaralanma ciddiyetinin ilişkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/923
2017-01-17T01:00:34Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Leloğlu, Nergis
author
2014
Alt ekstremite cerrahisi
geçirecek hastalarda spinal anestezide yüksek seviye ve yüksek dozlara ihtiyaç
olmadığı düşüncesiyle, önerilen klasik dozlardan daha düşük bupivakain dozlarının
yeterli olabileceği, doza bağlı komplikasyonların da azalabileceği hipoteziyle;
çalışmamızda 5 mg ve 7.5 mg hiperbarik bupivakain kullanarak tek taraflı spinal
anestezide düşük dozların cerrahi anestezi ve hemodinamiye etkisinin araştırılması
amaçlandı. Çalışma, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Ameliyathanesinde ASA I-II grubu 18-60 yaş arası tek taraflı artroskopik diz
cerrahisi geçirecek 40 hasta ile yapıldı. Olgular 20 kişilik 2 gruba ayrılarak, Grup I’e
5 mg hiperbarik bupivakain, Grup II’ye 7.5 mg hiperbarik bupivakain uygulandı.
Uygulama sonrası hastalar lateral dekübit pozisyonda 10 dk bekletildikten sonra
supin pozisyona çevrildi. Hastaların hemodinamik parametreleri başlangıçta ve
spinal anestezi sonrası 1., 5., 10., 15., 20., 25., 30. dakikalarda, ve blok çözülene
kadar 15 dakikada bir kaydedildi. Hastaların duysal blok seviyesi, motor blok
seviyesi, duysal blok iki seviye gerileme zamanı, ayılma biriminde kalış süresi, hasta
memnuniyeti, ilk 24 saatte miksiyon zamanı kaydedildi. Hipotansiyon ve bradikardi
açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunamadı. Grup I’de 1 hastada, Grup II’de
2 hastada hipotansiyon gelişti. Grup I’de 3 hastada, Grup II’de ise 5 hastada
bradikardi gelişti. Her iki grupta da ilk 90 dk ek doz ihtiyacı olmadı. Operasyon sonu
motor blok her iki grupta da 20 hastadan 13’ünde 0 olarak bulundu. Sonuç olarak;
gruplar arasında anlamlı fark bulunamamakla birlikte, 5 mg hiperbarik bupivakain
uygulanarak potansiyel risklerin daha az olması ve tüm hastalarda en az 90 dk cerrahi
anestezi sağlaması nedeniyle 90 dk’yı geçmeyen alt ekstremite cerrahisinde tavsiye
edilebilir doz olduğu kararına varıldı.
With the idea that
there is no need for higher doses and high level; the recommended dose of
bupivacaine lower than conventional doses may be adequate, with the hypothesis that
a dose-dependent decrease of complications; we aimed to investigate spinal
anesthesia and hemodynamic effects of lower doses of surgical anesthesia in patients
undergoing lower extremity surgery with spinal anesthesia, using 5 mg and 7.5 mg
hyperbaric bupivacaine. The study was performed with 40 patients, at Eskisehir
Osmangazi University Faculty of Medicine in the operating room, ASA I-II patients
aged 18-60 undergoing unilateral knee arthroscopy. The patients were divided into 2
groups, 20 patients with 5 mg hyperbaric bupivacaine in Group I, 20 patients with
7.5 mg hyperbaric bupivacaine in Group II was. After application patients holded in
the lateral decubitus position 10 minutes and then turned in the supine position.
Hemodynamic parameters at baseline and after spinal anesthesia 1th, 5th, 10th, 15th,
20th, 25th, 30th minutes, and the blocks were recorded every 15 minutes until
dissolved. Patients sensory block level, motor block level, two levels of sensory
block regression time, sobering unit length of stay, patient satisfaction, voiding time
were recorded in the first 24 hours. Hypotension and bradycardia showed no
significant difference between the groups in terms. In one patient in Group I, and 2
patients in Group II developed hypotension. In 3 patients in Group I, and in 5
patienys in Group II developed bradycardia. In both groups, in the first 90 minutes
patients did not require additional doses. Motor block were found 0 at the end of the
operation at 13 patients in both group. As a result; between the two groups there
were no difference significantly, however low dose hyperbaric bupivacaine should be
chosen at lower extremity surgery because 5 mg hyperbaric bupivacaine had less
potential risks and provides at least 90 min of surgical anesthesia in all patients.
Leloğlu, N. Artroskopik diz cerrahisinde tek taraflı spinal blok için kullanılan düşük bupivakain dozlarının anestezi yeterliliği ve yan etkileri üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/923
Tek Taraflı Spinal Blok
Düşük Doz Bupivakain
Artroskopik Diz Cerrahisi
Unilateral Spinal Block
Low-dose Bupivacaine
Arthroscopic Knee Surgery
Artroskopik diz cerrahisinde tek taraflı spinal blok için kullanılan düşük bupivakain dozlarının anestezi yeterliliğive yan etkileri üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/975
2017-01-28T01:00:33Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
İyiol, Ahmet Ragip
author
2014
Bu çalışmada; mezenter iskemi oluşturulmuş ratlarda karnozinin
iskemi reperfüzyon hasarına koruyucu etkisi araştırıldı. Çalışmada cinsiyet farkı
gözetilmeksizin 200-250 gram ağırlığındaki 30 adet Sprague-Dawley türü fareler
kullanıldı. Deney hayvanları üç gruba ayrıldı. Grup 1‟de (kontrol grubu) SMA
izole edilerek ortaya konuldu ancak bağlanmadı. Grup 2‟de (iskemi / reperfüzyon
sham grubu ) SMA izole edilerek aortadan çıktığı yerin hemen distalinden 60
dakika klempe edildi sonrasında 120 dakika reperfüzyon uygulandı. Grup 3‟te
(intestinal iskemi /R + karnozin grubu) ise SMA izole edilerek aortadan çıktığı
yerin hemen distalinden klempe edildi sonrasında 120 dakika reperfüzyon
öncesinde karnozin 50 mg/kg i.p. olarak uygulandı. Ġskemi/reperfüzyona bağlı
intestinal hasarı araştırmak üzere terminal ileumdan doku örnekleri ve
intrakardiyak kan elde edildi. Sonuç olarak kontrol grubuna ait deney
hayvanlarının bağırsaklarında normal morfolojiye sahip bağırsak mukoza yapısı
gözlendi. Karnozin kullanılan deneklerde ise hücresel hasar sham-iskemi grubuna
göre azalmış olarak bulundu. Altın standart tedavinin bulunmadığı iskemi
reperfüzyon hasarında birçok ajan değişen süre ve dozlarda araştırılmaya devam
edilmelidir.
In this study the protective effect of carnosine on rats that have
mesenteric ischemia is determined. In study 30 Sprague-Dawley rats of either sex,
weighing between 200 and 250 gr. are used. The animals are randomly assigned
to the three groups. In group 1 (control group); SMA isolated but not ligated, in
group 2 (sham); SMA isolated and ligated from the distal of seperating aort for 60
minutes and then 120 minutes reperfusion. In group 3 (Ischemia/reperfusion +
carnosine); SMA isolated and ligated from the distal of seperating aort for 60
minutes, before 120 minutes reperfusion carnosine is injected 50 mg/kg i.p. To
determine the intestinal damage depending ischemia and reperfusion the samples
are taken from terminal ileum and blood samples intracardiac way. As the result
normal histopathological mucosal structures are seen in control group. In our
study cell injury was decreased in rats that used carnosine according to the sham
group. Many agents must be performed in several doses and times in
ischemia/reperfusion injury that has no gold standart therapy.
İyiol, A.R. Süperıor Mezenterik Arter Oklüzyonu Oluşturulmuş Ratlarda Karnozin’in İskemi/Reperfüzyon Hasarına Koruyucu Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/975
Mezenter İskemi
Karnozin
Reperfüzyon
İskemi Hasar
İskemi
Mesenteric Ischemia
Carnosine
Reperfusion
Ischemic Injury
Ischemia
Süperior mezenterik arter oklüzyonu oluşturulmuş ratlarda Karnozin’in iskemi/reperfüzyon hasarına koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/979
2017-01-28T01:00:15Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_213
00925njm 22002777a 4500
dc
Tokmak, Serdar
author
2014
Oral kavite skuamöz hücreli karsinomlarında prognozu güvenilir bir şekilde öngörmeyi sağlayabilecek faktörler üzerinde çalışılmaktadır. Klinik gidişi öngörme amacıyla birçok faktör araştırılmıştır. Ancak tümörlerin biyolojik özellikleri hakkında bilgi sağlayacak yeni prognostik faktörlere ihtiyaç duyulmaktadır. Galektin-3’ün hücre adezyonu, diferansiyasyon, anjiogenez, apoptoz, tümörigenez ve metastaz gibi birçok biyolojik olayda rol aldığı bilinmektedir. Galektin-3’ün oral kanserlerin progresyonundaki rolü henüz iyi anlaşılamamıştır. Literatürde oral kanserlerde galektin-3 ekspresyonu ile ilişkili az sayıda çalışma bulunmaktadır. Çalışmamızda immünohistokimyasal olarak galektin-3 ekspresyonunun oral kavite skuamöz hücreli karsinomlarındaki prognostik rolü araştırılmıştır. Oral kavite yerleşimli skuamöz hücreli karsinom tanısı alan 60 olguyu içeren (28 olgu dudak, 21 olgu dil, 4 olgu ağız tabanı, 3 olgu orobukkal mukoza, 3 olgu retromolar trigon, 1 olgu gingivobukkal bileşke yerleşimli) çalışmamızda boyanma şiddeti ve yüzdesine ait değerlerin çarpımından elde edilen toplam skor açısından değerlendirilen sitoplazmik galektin-3 ekspresyonu ile diferansiyasyon derecesi ve invazyon şekli arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmıştır (p<0.05). Tek ve çok değişkenli analizde nükleer ve sitoplazmik galektin-3 ekspresyonu ile hastalığın gidişi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır (p>0.05). Sitoplazmik galektin-3 ekspresyonu ile diferansiyasyon derecesi ve invazyon şekli arasında anlamlı bir ilişki saptanmış olmakla birlikte, bulgularımız oral kavite skuamöz hücreli karsinom olgularında galektin-3 ekspresyonunun rekürrens ve ölüm risklerini öngörmede yararlı bir belirleyici olmayabileceğini düşündürmektedir. Ancak oral skuamöz hücreli karsinomlarda galektin-3 ekspresyonunun rolünü araştırmak üzere geniş serileri içeren çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
In oral cavity squamous cell carcinoma, there have been many efforts to identify factors that accurately predicts prognosis. Many different factors have been investigated as possible predictors of outcome but there is a strong demand for new prognostic factors that add information about the biologic characteristics of tumors. It’s known that galectin-3 is involved in many biologic processes such as cell adhesion, differentiation, angiogenesis, apoptosis, tumorigenesis and metastasis. The role of galectin-3 in the progression of oral cancers is still poorly understood. Only a few reports are present in the literature on galectin-3 expression in oral cancers. In this study, the prognostic role of galectin-3 expression in the oral cavity squamous cell carcinoma was investigated by immunohistochemistry. In our study comprising 60 patients with oral cavity squamous cell carcinoma (the sites of the tumours were lip in 28, tongue in 21, floor of mouth in 4, orobuccal mucosa in 3, retromolar trigone in 3 and gingivobuccal junction in 1 case), a statistically significant correlation was found between cytoplasmic galectin-3 expression (total score acquired by multiplying staining intensity and percentage values) and grade and invasion mode (p<0.05). In univariate and multivariate analysis, no statistically significant correlation was found between nuclear and cytoplasmic galectin-3 expression and disease outcome (p>0.05). Although correlation was found between cytoplasmic galectin-3 expression and grade and invasion mode, our findings suggested that in patients with oral cavity squamous cell carcinoma, galectin-3 expression may not be useful in predicting the risk of recurrence and death. However, further studies including wider series are warranted to verify the role of galectin-3 expression in predicting the outcome in patients with oral squamous cell carcinoma.
Tokmak S. Oral Kavite Skuamöz Hücreli Karsinomlarında Galectin-3 Ekspresyonunun Değerlendirilmesi ve Prognostik Önemi. Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/979
Oral Kavite
Skuamöz Hücreli Karsinom
Galektin-3
Prognoz
Oral Cavity
Squamous Cell Carcinoma
Galectin-3
Prognosis
Oral kavite skuamöz hücreli karsinomlarında galektin-3 ekspresyonunun değerlendirilmesi ve prognostik önemi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/978
2017-01-28T01:00:53Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Özdemir, Hüsamettin
author
2013
Çalışmada medial malleol kırıklarında
kapalı redüksiyon perkütan tespit yönteminin ileriye dönük olarak klinik ve
radyolojik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışma Mart 2011 ile Temmuz
2013 tarihleri arasında ayak bileği travması nedeniyle hastanemize başvurup medial
malleol kırığı tanısı alan 21’i erkek (%61.8) ve 13’ü kadın ( %38.2) toplam 34
hastayı kapsamaktadır. Hastaların ilk başvuruları sırasında yaş, cinsiyet, travma
nedeni, eşlik eden diğer travma ve hastalık bilgileri kaydedildi. Ayak bileklerine ön
arka, yan ve mortis grafileri çekilerek kırık tipleri belirlendi. Operasyon sırasında alt
ekstremiteye turnike uygulanmadı. Ortalama ameliyat süresi 39.2 (14-78) dakika
olarak saptandı. Ameliyat sonrasında hastalara elastik ayak bileği bandajı dışında
herhangi bir atel vb harici rijit tespit kullanılmadı. Ameliyat sonrası erken dönemde,
özellikle ayak bileği fleksiyon ve eksktansiyon hareketlerine hemen başlandı.
Ortalama takip süresi 17.9 (3-31) ay olarak saptandı. Ameliyattan sonra 1 ay, 3 ay ve
yıllık periyodik poliklinik kontrolleri sırasında hastalar klinik ve radyolojik açıdan
incelendi. Veriler Weber, AOFAS ve Frieburg protokollerine göre değerlendirildi.
Weber protokolüne göre yapılan değerlendirmede 21(%65.6) hasta mükemmel, 6
(%18.7) hasta iyi, 5(%15.7) hasta kötü olarak belirlendi. Olgular AOFAS
protokolüne göre değerlendirildiğinde 30(%93.8) hasta iyi, 2(%6.2) hasta kötü olarak
tespit edildi. Frieburg protokolüne göre değerlendirildiğinde ise 30(%93.8) hastada
iyi, 1(%3.1) hastada orta, 1(%3.1) hastada kötü sonuç elde edildi. Sonuç olarak
medial malleol kırığının cerrahi tedavisinde kapalı redüksiyon ve perkütan tespit
yöntemi hem minimal invaziv bir cerrahi teknik, hem de klinik ve radyolojik olarak
oldukça iyi sonuçları ile etkili ve ekonomik bir tedavi yöntemidir.
Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Orthopedics
and Traumatology, Medical Specialization Thesis, Eskisehir, 2013. In the study
prospectively evaluation of the clinical and radiological results of closed reduction
and percutaneus fixation method in medial malleolus fractures was intended. The
study was completed with 21 male (61,8%) and 13 female (38,2%) 34 patients totally
who admitted to our hospital between March 2011 and Jully 2013 because of ankle
injury. Informations about age, sex, cause of trauma, comorbid trauma and other
diseases of patients were recorded during the initial application. Types of fractures
were determined by taking antero-posterior, lateral and mortise radiographs of ankle.
The average time of operations was reported as 39(14-78) minutes. During the
operation no tourniquet was applied to lower exremities and any splints were not
used except the ankle bandages after the operations. The average time of follow-up
was determined as 17,9 months (3-31 months). During the 1th month, 3th month and
annual periodic checks after the operation, the patients were examined clinically and
radyologically, the data were evaluated according to the Weber, AOFAS and
Freiburg protocols. In the assessment according to the Weber protocol 21(65,6%)
patients were recorded as excellent, 6(18,7%) patients were recorded as good,
5(15,7%) patients were reported as poor. In the assessment according to the AOFAS
protocol 30(93,8%) patients were reported as good, 2(6,2%) patients were reported
as poor. When the patients were evaluated according to the Freiburg protocol, the
results were recorded as good in 30(93,8%) patient, moderate in 1(3,1%) patient,
poor in 1(3,1%) patient. Consequently in the surgical treatment of medial malleolus
fractures, the closed reduction and percutaneus fixation method is both a minimal
invasive surgical technique as well as effective and economical treatment method
clinically and radiologically with quite good results
Özdemir H. Medial malleol kırıklarının kapalı redüksiyon perkütan tespit (KRPT) yöntemi ile tedavisi ve sonuçlarının değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/978
Medial Malleol
Kapalı Redüksiyon
Perkütan Tespit
Weber Protokolü
Freiburg Protokolü
AOFAS Protokol
Medial Malleolus
Closed Reduction
Percutaneus Fixation
Weber Protocol
Freiburg Protocol
AOFAS Protocol
Medial malleol kırıklarının kapalı redüksiyon perkütan tespit yöntemi ile tedavisi ve sonuçlarının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/949
2017-01-28T01:00:32Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Tarkan, Müslüm
author
2014
Adezyon veya cerrahi olarak abdominal
organlarda gelişen peritonit ve endometriosis, kanser tedavilerinde kullanılan
kemoterapi ve radyoterapinin sebep olduğu fibröz bantlar peritoneal adezyona neden
olurlar. Bu konudaki çalışmalar ve gelişmelerle adezyon formasyonu
azaltılabilmektedir ama en iyi sonucu veren veya bu sorunu kesin çözen bir tedavi
ortaya konamamıştır. Bir çok metod ve ajan adezyon oluşumunu engellemek için
kullanılagelmiştir. Buna rağmen postoperatif adezyonlar önemini korumaya devam
etmektedir ve tam olarak çözülememiştir. D vitamini dışarıdan alınabildiği gibi vücut
tarafından da sentezlenebilmektedir. Daha önceki çalışmalarda D vitaminin
karaciğerde TIMP-1, MMP-9, kollajen 1alfa1 aracılığı ile fibröz doku oluşumunu
önlediği gösterilmiştir. Bu çalışma deneysel olarak ratta oluşturulmuş peritoneal
adezyon modelinde D vitamininin etkisini araştırmak amacıyla yapılmıştır.
Çalışmada 24 tane 200-250 gr arasında ağırlığa sahip Sprague-Dawley erkek rat
kullanılmıştır. Hayvanlar ratgele 3 gruba ayrılmıştır. 1.Grupta (kontrol); batın ön
katları geçilerek parietal periton ortaya kondu. 2.Grupta (PA Grubu); batın açılarak
peritoneal adezyon oluşturuldu. 3.Grupta (PA Grubu); batın açılarak peritoneal
adezyon oluşturuldu ve hayvanlara D Vitamini uygulandı. Deney prosedüründen
sonra doku üzerinde histolojik ve serumda biyokimyasal incelemeler yapıldı. Cerrahi
sırasında PA grubunda peritoneal adezyonların oluştuğu PAD grubunda ise
peritoneal adezyonun daha az oluştuğu gözlenmiştir. PA ve PAD grupları arasında
inflamasyon, vasküler proliferasyon ve PAI-1 gradingin histolojik skorlamaları
açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. PA ve PAD grupları arasında
biyokimyasal parametreler açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır
Adhesion, or abdominal organs surgically
induced peritonitis, endometriosis, chemotherapy, radiation and cancer caused by
fibrous bands, sticking among themselves or to the abdominal wall. Despite
continuing improvements and study, even at best possibility, adhesion formation is
reduce but adhesion proving couldn’t resist completely. Many methods and agents
have been used so far to prevent adhesions. Postoperative adhesions are important
but it isn’t resolved problem yet. Vitamin D that can synthesized in the body as well
as can take exogenous vitamin. Of this vitamin in the liver, TIMP-1, MMP-9 levels
of collagen 1alfa1 that the changes to the forming effect of preventing fibrosis
studies were performed. This study is aimed to investigate Vitamin D effect on
experimental peritoneal adhesions in an animal model. In study 24 Sprague-Dawley
male rats, weighing between 200 and 250 gr. are used. The animals are randomly
assigned to 3 groups. In group 1 (control group); Operation is performed but no
peritoneal adhesion. In group 2 (PA Group); Peritoneal adhesion procedure is
performed. In group 3 (PAD Group); Peritoneal adhesion procedure is performed and
vitamin D is given to rats. After experimental procedure histolological and
biochemical analyses are performed. We see less peritoneal adhesion lesions on PA
group either PAD on operation time. There are statistically significant differences
between PA and PAD groups at histological score system on inflammation, vascular
proliferation and PAI-1 Grading. There is no significant differences between PA and
PAD groups on biochemical measures. In conclusion several doses must be
performed in peritoneal adhesion procedure.
Tarkan, M. Deneysel Olarak Peritoneal Yüzey Hasarı Oluşturulmuş Sıçanlarda Vitamin D (1,25-OH2D3)’nin Peritoneal Adezyon Üzerindeki Etkilerinin Araştırılması, Eskisehir Osmangazi Üniversitesi, Tıpta Uzmanlık Tezi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/949
Postoperatif Peritoneal Adezyon
Rat
D Vitamini
tPA
PAI
Postoperative Peritoneal Adhesion
Vitamin D
Deneysel olarak peritoneal yüzey hasarı oluşturulmuş sıçanlarda vitamin D (1,25-OH2D3)’nin peritoneal adezyon üzerindeki etkilerinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/950
2017-01-28T01:00:41Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Gök, Onur
author
2014
Bu çalışmanın amacı, ÖÇB yetmezliği tanısı konulan, otojen hamstring tendon grefti ve iki farklı femoral tespit yöntemi kullanılarak ÖÇB rekonstrüksiyonu yapılan 83 hastanın fonksiyonel sonuçlarının değerlendirilmesidir. 43 hasta transfiksasyon, 40 hasta endobutton tekniği kullanılarak ameliyat edildi. Hastaların 72’ si erkek (%86.7), 11’ i kadındı (%13.3). Hastaların 48’i sağ (%57.8), 35’ i sol dizdi (%42.2). Hastaların ortalama yaşı 27.2 idi (16-46). Hastaların ameliyat öncesi öyküleri alınıp, Ön çekmece, Lachman, Pivot Shift testleri ve genel muayeneleri yapılarak, röntgen grafileri ile manyetik resonans görüntüleri elde edildi. Hastaların fonksiyonel değerlendirmeleri ameliyat öncesinde ve en son kontrolde Lysholm skoru ve İnternasyonel Diz Dokumantasyon Komitesi Değerlendirme Formuna (IKDC) göre yapıldı. Ameliyat öncesi 57 olan (46-74) Lysholm skor ortalaması ameliyat sonrası transfiksasyon uygulanan grupta 93.81, endobutton uygulanan grupta 94.48 olarak bulundu. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası Lysholm değerleri arasında anlamlı farklılık bulundu (p˂0,001). İki grup arasında Lysholm değerleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). IKDC değerlendirme sistemine göre ameliyat öncesi 6 hasta grup B, 42 hasta grup C, 35 hasta grup D iken ameliyat sonrası 58 hasta grup A, 25 hasta grup B olarak değerlendirildi. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası IKDC değerleri arasında anlamlı farklılık bulundu (p<0,001). İki grup arasında IKDC değerleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı.(p>0.05) Sonuç olarak doğru hasta seçimi ile birlikte çift katlı hamstring tendon grefti kullanılarak yapılan artroskopik ÖÇBR’ da endobutton ve transfiksasyon cerrahi tekniklerinin doğru uygulanması, erken dönemde kontrollü rehabilitasyon programı uygulanması ve sık poliklinik kontrolleri ile yüz güldürücü sonuçlar elde edilebilmektedir.
The aim of this study is the evaluation of the outcomes of 83 patients. Diagnosed as anterior cruciate ligament insufficiency which reconstructed by using autogenous hamstring tendon graft and two different fixation method. 43 patients were operated by transfixation method, 40 patients were operated by endobutton method. 40 (48,2%) of the patients operated by transfixation method were male, 3 (3,6%) of them were female. Transfixation method was applied to 31 patient’s rigt knee(37,3%) , 12 patient’s left knee(14,5%).Endobutton method was applied to 17 patient’s right knee, 23 patient’s left knee. At time of the surgery, minimal age was 27.2 (16- 46). Before the surgery, the patient’s history was taken, local and general examination was performed, X-Ray and MR images were achieved Functional evaluation was performed before the surgery and at last check up was done ia lysholm score and international knee documantation comiteeevaluation form Lyshom score that is 57 (46-74) before surgery was found 93.81 in transfixation group, 94.48 in endobutton group. There was significant difference in Lysholm score measured before and after surgery. There was no significant difference between two groups. (p>0.05) According to IKDC evaluation system, 6 patients were group B, 42 patients were group C and 35 patients were group d before surgery, 58 patient were group A, 25 patients were group B after the surgery. There was significant difference in IKDC values measured before and after surgery. There was no significant difference between two groups. (p>0.05) As a conclusion, promising results can be obtained with proper patient selection, proper application of the arthroscopic ACL reconstruction surgery with double layered hamstring tendon graft, application of controlled rehabilitation proggramme in the early period and frequent utpatient controls.
Gök O. Ön Çapraz Bağ Rüptürü Cerrahisinde Kullanılan Transfiksasyon ve Endobutton Cerrahi Yöntemlerinin Sonuçlarının Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/950
Ön Çapraz Bağ
Transfiksasyon
Endobutton
Anterior Cruciate Ligament
Transfixation
Endobutton
Ön çapraz bağ rüptürü cerrahisinde kullanılan transfiksasyon ve endobutton cerrahi yöntemlerinin sonuçlarının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/951
2017-01-28T01:00:45Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_212
00925njm 22002777a 4500
dc
Ceylan, Sezi
author
2014
Çalışmamızda multipotent bir potein olan Makrofaj Migrasyon İnhibitör Faktörün
hipertrofik skar gelişimi sürecindeki ekspresyon düzeylerinin gösterilmesi
amaçlanmıştır. Bu amaçla toplam 30 adet balb-c/nu fare kullanılmıştır ve bu fareler
6 gruba ayrılmıştır. Her farenin sırtına 2x1 cm genişliğinde abdominoplasti ameliyatı
olan hastalardan çıkan cilt fazlalığından alınan kısmi kalınlıklı deri grefti
konulmuştur. Oluşturulan hipertrofik skarlardan 3., 21., 60., 120., 150. ve 210.
günlerde biyopsiler alınmıştır. Alınan bu örneklerden MIF ekspresyon düzeylerine ve
dermis kalınlığına bakılmıştır. Dermis kalınlığınlığında tüm gruplarda kontrol
grubuna göre artış gözlenirken özellikle 21, 60 ve 120 günlerdeki bu artış istatiksel
olarak da anlamlı bulunmuştur. 150 ve 210. günlerde ise hem klinik hem de
histolojik olarak hipertrofik skar özelliklerinin gözlendi. MIF ekspresyon
düzeylerinde ise tüm gruplarda kontrol grubuna göre bifazik artış gözlendi. Ancak bu
artış muhtemelen grupları oluşturan deneklerin azlığı nedeniyle istatiksel olarak
anlamlı bulunmadı. Sonuç olarak derin dermal travmalar sonrasında gelişen
hipertrofik skar kaşıntı, ağrı, hareket kısıtlılığı gibi fonksiyon bozuklarının yanısıra
görünümleri ile hastaların psikososyal yaşamını etkilemekte ve yaşam kalitelerini
önemli ölçüde düşürmektedir. Hipertrofik skarın insana özgü olması ve
patofizyolojinin hala tam olarak anlaşılamamış olması nedeniyle etkin bir tedavisi de
bulunamamıştır. Hipertrofik skar patofizyolojisinde yer alan birçok mekanizma ile
direk veya indirek ilişkisi olan ve yara iyileşmesinde anahtar role sahip olduğu
inanılan MIF ile hipertrofik skar arasındaki ilişkinin daha detaylı çalışılması ileride
hipertrofik skar tedavisi veya önlemede alternatif bir seçenek olabilir.
İn this study our aim is to show a multipotent protein
macrophage migration inhibitory factor expression levels at hypertrophic scar. For
this purpose we use 30 balb-c/nu nude mice and separate at six gruops. Full thickness
skin of 2x1,5 cm was excised from the backs of the mice, and human spilt thickness
skin grafts transplanted back of the mice which were taken from patients undergoing
abdominoplasty surgery. At days 3, 21, 60, 120, 150 and 210 we took biopsies from
the hypertrophic scars which developed from the transplanted xenografts. We
analysed MIF expression levels and dermal thickness of the scars. İn all gruops
dermal thickness was increased, especially at days 21, 60 and 120, it was
significantly increased. At days 150 and 210 scars were derpressed clinically and
dermal thickness was reduced but it was still more than control gruop. We observed
that MIF expression levels were increased in all groups at biphasic pattern but it was
not a significant increasing statistically. Hypertrophic scar occurs after deep dermal
traumas and causes functional impairment as purirutis, pain, limitation of join
mobility and cosmetic disfigurements which effects phisicosocial life and decreases
quality of lifes. Hypertrophic scars unique to the human and phatophsiology is not
well understood yet, so it is not have an exact therapy. There are a lot of mechanisms
studied at hypertrophic scar and MIF is related with them direct or indirectly. It is
also belived that MIF plays a major role at wound healing. İn future may be more
detail studies will reveal hypertrophic scar and MIF relation, and this relation may be
an alternative terapy or prevent hypertrophic scarring.
Ceylan S. Makrofaj migrasyon inhibitör faktörün düzeylerinin hipertrofik skar ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekontrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/951
Hipertrofik Skar
Fibrozis
MIF
Yara İyileşmesi
Hypertrophic Scar
Fibrosis
Wound Healing
Makrofaj migrasyon inhibitör faktör düzeyinin hipertrofik skar ile ilişkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/960
2017-01-28T01:00:40Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Gelir, İsmail Kerem
author
2012
Çalışmamızda abdominal histerektomi
uygulanan hastalarda deksketoprofen ve ketamin infüzyonunun preemptif analjezi
üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Bu çalışma, Kasım 2011 – Kasım 2012
tarihleri arasında, genel anestezi altında abdominal histerektomi operasyonu geçiren
18 – 60 yaş arasında, ASA I-II, 50 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Çalışmaya dahil
edilen hastalar rastgele iki gruba ayrıldı: Grup 1’e operasyondan 30 dakika önce 50
mg deksketoprofen 100 ml serum fizyolojik içerisinde İV infüzyon ile verildi.
Anestezi indüksiyonu sonrası 0,5 mg/kg ketamin bolus yapılıp ardından 0,07
mg/kg/saat olacak şekilde infüzyon başlandı ve cilt kapatılana kadar devam edildi.
Cilt insizyonundan 15 dakika sonra 100 ml serum fizyolojik İV infüzyon ile verildi.
Ekstübasyondan hemen önce 3 mg morfin yapıldı. Grup 2’ye operasyondan 30
dakika önce 100 ml serum fizyolojik İV infüzyon ile verildi. Anestezi indüksiyonunu
takiben cilt insizyonundan 15 dakika sonra 50 mg deksketoprofen 100 ml serum
fizyolojik içerisinde İV infüzyon ile verildi. 0,5 mg/kg ketamin bolus yapılıp
ardından 0,07 mg/kg/saat olacak şekilde infüzyon başlandı ve cilt kapatıldıktan sonra
sonlandırıldı. Ekstübasyondan hemen önce 3 mg morfin yapıldı. Ameliyattan sonra
her iki gruba da hasta kontrollü analjezi (HKA) yöntemi ile morfin başlandı. Aldrete
derlenme skorunun 9 olduğu dakika 0. dakika kabul edilip 1, 4, 8, 12 ve 24. saatlerde
sistolik kan basıncı (SKB), diyastolik kan basıncı (DKB), ortalama kan basıncı
(OKB), kalp atım hızı (KAH) ve periferik oksijen satürasyonları (SpO2), RSS, VAS,
VRS, morfin tüketimi ve yan etkiler kaydedildi. Çalışmamızın sonucunda; 1 ve 4.
saatlerdeki VAS değerleri, 4 ve 8. saatlerdeki VRS değerleri, 4, 8, 12 ve 24
saatlerdeki morfin tüketim miktarları grup 1’de anlamlı olarak düşük saptandı. Sonuç
olarak; preoperatif dönemde başlanan deksketoprofen ve ketamin infüzyonunun
preemptif analjezi üzerine etkisi olduğu kanaatine varıldı.
In our study, we
aim to investigate the effect of dexketoprofen and ketamin infusion on preemptive
analgesia in patients undergoing abdominal hysterectomy under general anesthesia.
This study was conducted between November 2011 – November 2012, on 50 patients
of ASA I-II aged 18-60 years who were scheduled for elective hysterectomy
operations. Included patients were randomized into two groups: First group received
50 mg dexketoprofen in 100 ml physiologic saline solution via IV infusion 30
minutes before operation. After anesthetic induction 0,50 mg/kg ketamin bolus was
given and then infusion was started as 0,07 mg/kg/hour until skin closure. 15 minutes
after skin incision, 100 ml physiologic saline solution was administered. 3 mg
morphin IV was given just before extubation. Second group received 100 ml
physiologic saline solution via IV infusion 30 minutes before operation. After
anesthetic induction, 15 minutes after skin incision, 50 mg dexketoprofen in 100 ml
physiologic saline solution via IV infusion was administered. 0,50 mg/kg ketamin
bolus was given and then infusion was started as 0,07 mg/kg/hour. 3 mg morphin IV
was given just before extubation. After operation both groups received PCA
(patient controlled analgesia) with morphin. When Aldrete Discharge Score
become 9, the minute was recorded as 0th minute and at the 1st, 4th, 8th, 12th and
24th hours systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP), mean
blood pressure (MBP), heart rate (HR) and peripheral oxygene saturations (SpO2),
RSS, VAS, VRS, morphin consumption and side effects were recorded. After
evaluations, 1st and 4th hour VAS values, 4th and 8th hour VRS values and 4th, 8th,
12th, 24th hour morphin consumption was found to be significantly lower in group I;
whereas there were no differences between other parameters. In conclusion,
preoperative dexketoprofen and ketamin infusion had effects on preemptive
analgesia.
Gelir, İ.K. Abdominal histerektomi uygulanan hastalarda preemptif olarak verilen ketamin ve deksketoprofenin postoperatif ağrı üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/960
Preemptif Analjezi
Deksketoprofen
Ketamin
Preemptive Analgesia
Dexketoprofen
Ketamine
Abdominal histerektomi uygulanan hastalarda preemptif olarak verilen ketamin ve deksketoprofenin postoperatif ağrı üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/961
2017-01-28T01:00:14Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Şakalar, Emine
author
2012
Kronik
dakriyosistit nazolakrimal sistemdeki tıkanıklık sonucu meydana gelir, tedavisi
cerrahidir. Çalışmamızda endoskopik dakriyosistorinostomi yapılan hastalar
değerlendirildi, hastaların eşlik eden sinonazal patolojileri paranazal sinüs
tomografileri ve endoskopik nazal muayeneleri ile değerlendirildi. Başarılı ve
başarısızlıkla sonuçlanan gruplarda eşlik eden sinonazal patolojiler ayrı ayrı
değerlendirildi. Başarısızlıkla sonuçlanan hastalarda, çekilen paranazal sinüs
tomografi ve nazal endoskopik muayene bulguları başarı ile sonuçlanan hastalar ile
karşılaştırıldığında, sinonazal patolojinin varlığı açısından anlamlı olarak farklı
bulundu (p<0.05*). Her iki grupta da eşlik eden sinonazal patolojiler mevcuttu.
Başarısızlıkla sonuçlanan hastalarda belirgin sinonazal patolojilerin var olduğu
saptandı. Sonuç olarak dakriyosistorinostomi operasyonu öncesinde hastalar; eşlik
edebilecek sinonazal patolojiler açısından hem endoskopik nazal muayene hem de
radyolojik olarak BT kesitleri ile değerlendirilmeli ve tedavisi bu veriler ile daha
doğru bir şekilde planlanmalıdır.
Chronic dacryocystitis is caused by obstruction of nasolacrimal
system, treatment is surgery. In this study, patients evaluated who underwent
endoscopic dacryocystorhinostomy with sinonasal pathology, associated with
paranasal sinus CT scan and endoscopic nasal examinations were evaluated.
Successful and unsuccessful groups, accompanying sinonasal pathologies were
evaluated separately. Resulting in failure in patients compared with success patients,
with paranasal sinus tomography and endoscopic examinations taken resulted, for the
presence of sinonasal pathology was found to be significantly different (p <0.05 *).
In both groups, there was associated with sinonasal pathology. Resulted in a failure
patients, there were significant sinonasal pathology. As a result
dacryocystorhinostomy patients before surgery, both in terms of accompanying
sinonasal pathologies, should be evaluated radiological and endoscopic nasal
examination and treatment should be carefully planned with these data.
Şakalar, E. Başarısız dakriyosistorinostomi operasyonu sonrası fizik muayene ve paranazal tomografi bulgularının değerlendirilmesi: Prospektif çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/961
Başarısız Dakriyosistorinostomi
Diod Lazer
Paranazal Sinüs Tomografi
Endoskopik Dakriyosistorinostomi
Failed Dacryocystorhinostomy
Diode Laser
Paranasal Sinus Tomography
Endoscopic Dacryocystorhinostomy
Başarısız dakriyosistorinostomi operasyonu sonrası fizik muayene ve paranazal bt bulgularının değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1023
2017-06-06T00:00:44Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Çağlayan, Turgay
author
2016
Çalışmamızın amacı iskemik ve hemorajik inme tanısı alan hastalarda, venöz kan laktat değerinin prognoz üzerine etkisinin araştırılmasıdır. Çalışmamıza, ESOGÜ acil servisine başvuran ve 12 saatten kısa süreli iskemik veya hemorajik inme tanısı alan 18 yaş üstü hastalar dahil edildi. Hastaların demografik bilgileri, ilk başvuru, 24 ve 72. saat venöz kan laktat düzeyleri ve NIHSS’i, BT bulguları, ilk başvuru ve 3. ay mRs’si kayıt edildi ve aralarındaki ilişki değerlendirildi. Çalışmaya 51’i (%58) erkek, 72’si (%81,8) iskemik, 16’sı (%18,2) hemorajik inme tanısı alan toplam 88 hasta dahil edildi. Çekilen BBT’de iskemik inme tanısı alan 56 (%63,6) hastada, enfarkt alanı MCA sulama alanının 1/3’ünden küçük, 9 (%10,2) hastada 1/3-2/3’ü arasında, 7 (%8) hastada 2/3’ünden büyük idi. Hemorajik inme tanısı alan 16 hastanın ise 12 (%13,6)’sinde intraparankimal, 4 (%4,5)’ünde subaraknoid kanama tespit edildi. Başvuru, 24 ve 72 saat venöz kan laktat düzeyleri sırasıyla: 1,98±1,36 mmol/L, 1,63±0,77 mmol/L, 1,41±0,56 mmol/L idi. Venöz kan laktat düzeylerinin zamanla azaldığı ve bunun da istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edildi (0-24 Saat p=0,019, 0-72 saat p<0,001). İskemik inmeli hastlarda ilk başvuru venöz kan laktat düzeylerinin; enfarkt alanı büyüklüğü MCA sulama alanının 2/3’ünden büyük olanlarda, 1/3’ünden küçük olanlara göre daha yüksek olduğu (p=0,018) tespit edildi. Hemorajik inmelerde ise ilk başvuru venöz kan laktat düzeylerinin subaraknoid kanamalarda, intraparankimal kanamalara göre daha yüksek olduğu (p=0,047) tespit edildi. Başvuru, 24 ve 72. Saat laktat düzeyleri ile NIHSS ve mRs arasında anlamlı ilişki tespit edilemedi. İnme hastalarında NIHSS ve mRS ile ilişkisi bulunamayan venöz kan laktat düzeyi ölçümü, kanama tipi ve iskemik enfarkt alanı büyüklüğünün belirlenmesinde ve inme yönetiminde acil tıp hekimlerine yardımcı olabilir.
The aim of our study is to investigate the relationship between venous blood lactate levels (VBLL) and prognosis in stroke patients. The stroke patients over 18 years of age admitted to the ESOGU ED, and with the diagnosis <12 hours before admission between 01.12.201430.11.2015 were included. The demographic features, the VBLL and NIHSS at admission, following 24 and 72h, the CT findings, the mRs at admission and following 3 months were recorded and the relationships between them were evaluated. Totally 88 patients, of whom 51(58%) were male and 72(81.8%) were diagnosed with ischemic, 16(18.2%) and hemorrhagic stroke, were included. The infarct size was evaluated on CT; in 56(63.6%) patients <1/3 of the MCA territory, in 9(10.2%) patients between 1/3-2/3 of the MCA territory, in 7(8%) patients >2/3 of the MCA territory. Also 12 (13.6%) patients with intraparenchymal hemorrhage and 4(4.5%) patients with subarachnoid hemorrhage, were diagnosed with hemorrhagic stroke on CT. The VBLL were 1.98 ± 1,36mg/dl, 1.63 ± 0,77mg/dl and 1.41 ± 0,56mg/dl at admission, following 24 and 72h, respectively. It was detected that VBLL decreases with time as statistically significant (p=0.019 between 024h and p<0.001 between 072h). The VBLL at admission in patients with ischemic stroke were detected higher in the patients with the infarct size >2/3 of the MCA territory than the patients with the infarct size <1/3 of the MCA territory (p=0.018). The admission VBLL in hemorrhagic stroke were detected higher in the subarachnoid hemorrhage than the intraparenchymal hemorrhage (p=0.047). No significant correlation could be detected between the VBLL at admission, following 24 and 72h with NIHSS and mRs. VBLL measurement, which's correlation can not be found with NIHSS and mRs, but can help emergency physicians in determining the type of bleeding, ischemic infarct size and management of stroke.
Çağlayan, T. Acil serviste hemorajik ve iskemik serebrovasküler hastalık tanısı alan hastalarda kan laktat düzeyinin prognoz üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1023
İnme
Laktat
NIHSS
mRs
Stroke
Lactate
Acil serviste hemorajik ve iskemik serebrovasküler hastalık tanısı alan hastalarda kan laktat düzeyinin prognoz üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1024
2017-06-06T00:00:46Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Şen, Erman
author
2016
Çalışmamızda spinal blok uygulanan hastalarda blok öncesi perfüzyon indeks ile spinal blok sonrası gelişebilecek hipotansiyon arasındaki ilişki ve spinal blok öncesi iv sıvı verilmesinin spinal blok sonrası gelişebilecek hipotansiyonu önlemede ve operasyon sırasında hipotansiyon tedavisinde kullanılan efedrinin kullanımına olan etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Bu çalışma, 05 Ağustos 2015- 05 Ağustos 2016 tarihleri arasında, spinal anestezi altında cerrahiye alınan 18-100 yaş aralığındaki, ASA I,II,III 7 kadın,94 erkek toplam 101 hastanın dosyalarının incelenmesi ile gerçekleştirildi. Hasta dosyaları ve anestezi takip formlarından yapılan incelemelerde hastaların demografik özellikleri, spinal blok için kullanılan hasta pozisyonu, lokal anestezik cinsi ve miktarı, duyusal blok seviyesi, vaka içerisindeki hemodinamik ölçümleri ile perfüzyon indeks değeri, gelişmiş ise hipotansiyon zamanı, kullanılmış ise efedrin miktarı ve ilk kullanım zamanına dair veriler tespit edildi. Elde edilen verilerin istatistiksel anlamlılığı t-testi, Pearson Ki-Kare testi, Wilcoxon işaretli sayılar testi ve Mann Whitney U testleri ile değerlendirildi. P>0.05 anlamsız, P<0.05 anlamlı kabul edildi. Spinal blok uygulanmış olan hastalara istenilen blok seviyesine göre farklı dozlarda hiperbarik bupivakain uygulanmış. Hastaların spinal blok öncesi ve vaka içerisinde hemodinamik değerleri ve perfüzyon indeksleri takip edilmiş. Hastaların %25,7’sinde spinal blok sonrası vaka sırasında hipotansiyon gelişmiştir. Hastalarda yaş arttıkça ve duyusal blok seviyesi yükseldikçe hipotansiyon insidansı artmıştır. Spinal blok öncesi Pİ değerleri ile hipotansiyon arasında ilşiki kurulamazken, OAB değerleri arasında anlamlı ilişki görülmüştür. Hastaların %37,6’ine spinal blok öncesi 10 ml/kg yükleme kristaloid mayi uygulanmış. Yükleme mayi uygulama hipotansiyon gelişimini engellememiş ve efedrin kullanımı miktarını ve zamanını etkilememiştir. Yükleme mayi verilmesi hastaların kalp tepe atımı ve perfüzyon indekslerini anlamlı şekilde değiştirmiştir. Sonuç olarak bizim çalışmamızda incelenen veriler doğrultusunda perfüzyon indeks, hastalarda spinal blok sonrası hipotansiyon gelişimini öngörmemizde belirleyici olmamıştır. Ayrıca spinal blok öncesi yükleme kristaloid sıvı uygulanmasının spinal blok sonrası hipotansiyonu gelişimini engellemediği ve efedrinin kullanım dozu ve ihtiyacını azaltmadığı belirlenmiştir.
The purpose of this study is to research the corelation between perfusion index before spinal block and spinal block induced hypotension (SİH) and the effectiveness of cristaloid preload before spinal block to usage of efedrin for treatment of SİH. Records from 7 woman 94 man total 101 patients between 18-100 years of age, who underwent surgery with spinal anesthesia between August 2015 – August 2016 were studied. We enroll patients demografical characteristics, the position of patient for spinal block, local anethesic form and dosage, spinal block height, hemodynamic parameters and perfusion index of patients in the surgery, hypotension time, efedrin first usage time and dosage used for SİH from anesthesic records. These results analyzed with t-test, Pearson Chi-Square test, Wilcoxon signed rank test and Mann Whitney U test. SİH were seen in %25,7 of patients. More and more age and block heigh increase hypotension incidence will rise. iyon insidansı artmıştır. Any corelation SİH and Pİ degrees before spinal block was not found, but MAP degrees before spinal block were significantly different in hypotension group. 10 ml/kg cristaloid preload was used %37,6 of patients. SİH was not precluded by cristaloid preload usage and usage of cristaloid preload didn’t effect efedrine dosage and timing. Cristaloid preload changed significantly patients heart rate and perfusion index. We conclude from this research that perfusion index isn’t determinant for progress of SİH. Besides cristaloid preload don’t avoid devlopment of SİH and don’t reduce efedrin usage and need in the surgery.
http://hdl.handle.net/11684/1024
Perfüzyon Indeks
Yükleme Mayi
Spinal Blok
Hipotansiyon
Perfusion Index
Cristaloid Preload
Spinal Block Induced Hypotension
Spinal blok uygulaması öncesi perfüzyon indeks (>3.5) ile hipotansiyon gelişimi tahmininin doğruluğu ve hipotansiyon gelişmesi öngörülen hastalarda volüm yüklemesinin (10ml/kg) efedrin kullanımı üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1044
2017-06-06T00:00:49Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Uzan, Çağdaş Alp
author
2016
Çalışmamızda kontinyu
spinal anestezi (KSA) altında operasyona alınmış ortopedik vakalarda duyusal ve
motor blok seviyeleri tespiti ile spinal blok kalitesini ortaya koymak ve postspinal
baş ağrısı (PSBA) sıklıklarını tespit etmeyi amaçladık. Bu çalışma, Ocak 2015-
Şubat 2016 tarihleri arasında, KSA altında ortopedik alt ekstremite cerrahisine alınan
55-92 yaş aralığındaki, ASA II, III, IV 18 erkek, 15 kadın toplam 33 hastanın
dosyalarının incelenmesi ile gerçekleştirildi. Anestezi kayıtlarından ve servis takip
formlarından yapılan incelemelerde hastaların PSBA sıklığı, bulantı-kusma, kulak
çınlaması, ışığa duyarlılık, sese duyarlılık oranları ve hemodinamik ölçümleri ile
motor ve duyusal blok seviyesi kayıtları tespit edildi. Elde edilen verilerin
istatistiksel anlamlılığı Pearson Ki-Kare testi, Kruskal Wallis H testi ve Mann
Whitney U testleri ile değerlendirildi. P>0.05 anlamsız, P<0.05 anlamlı kabul edildi.
Spinocath, B. Braun® seti kullanılarak 27-gauge (G) iğne üzerinden 22G kateter
yerleştirilerek KSA uygulanmış olan hastalara ilk doz 7,5 mg % 0.5 hiperbarik
bupivakain ve istenilen blok seviyesine ulaşılana kadar idame doz uygulanmış.
Hastaların tamamında 30-390 dakika süresince yeterli anestezi için uygun seviye
motor ve duyusal blok sağlanmıştır. Hastaların %48,52’sinde postoperatif ilk 24
saatte bulantı-kusma şikayeti görülmüştür.Bulantı-kusma şikayeti gelişen hastaların
%57,9’una postoperatif dönemde opioid verildiği görüldü. Hastaların hiçbirinde
PSBA’na rastlanılmamıştır. Sonuç olarak bizim çalışmamızda incelenen veriler
doğrultusunda iğne üzeri kateter tekniği (İÜKT) ile uygulanan KSA; PSBA sıklığı,
motor ve duyusal blok kalitesi açısından başarılı ve yeterli bir tekniktir denilebilir.
Ancak bu konuda kanıta dayalı yaklaşımlar geliştirebilmek için daha fazla sayıda
olgunun incelendiği çalışmalar gerekmektedir.
In our study, we aimed to identify spinal block
quality from sensorial and motor block levels and post-dural puncture headache
(PDPH) frequencies of patients who underwent orthopedic surgery under continuous
spinal anesthesia (CSA). This study, was conducted after analysis of the records of
18 male and 15 female total 33 patients aged 55-92 years, ASA physical status
classification II, III, IV who underwent orthopedic lower limb surgery under CSA
between January 2015-February 2016. Nause and vomiting, tinnitus, photophobia,
phonophobia and PDPH rates and hemodynamic measurements motor and sensorial
block levels of patients were obtained from the anesthesia recordings and service
forms. Statistical significance of the data was evaluated with the Pearson Chi-Square
Test, Kruskal Wallis H Test and Mann Whitney U Test. P>0.05 accepted as
insignificant and P<0.05 accepted as significant. Continue spinal anesthesia was
performed with Spinocath, B. Braun® set that 22-gauge (G) spinal catheter was
inserted to patients over a 27G needle and first dose of 7,5 mg 0.5% hyperbaric
bupivacaine was administered and additional doses was administered until the
appropriate sensorial block level reached. In all patients appropriate motor and
sensorial block level were reached for adequate anesthesia during 30-390 minutes.
Nause and vomiting was seen in 48,52% of the patients in postoperative first 24
hours. It was seen that in an amount of patients (57,9%) that nause and vomiting was
seen, were treated with opioids in postoperative period. Post-dural puncture headache
was not seen in any of the patients. In conclusion of our study ;in terms of motor and
sensorial block quality CSA performed with catheter over needle technique is a
succesfull and adequate technique. Unless it is necessary to do studies which
examine more records of patients to develope evidence based practice.
Uzan, Ç. A. Kontinyu spinal anestezi yapılan hastalarda spinal blok kalitesi ve postspinal baş ağrısı sıklıklarının retrospektif olarak değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1044
Postspinal Baş Ağrısı
Kontinyu Spinal Anestezi
İğne Üzeri Kateter Tekniği
Words:Post-dural Puncture Headache
Continue Spinal Anesthesia
Catheter Over Needle Technique
Kontinyu spinal anestezi yapılan hastalarda spinal blok kalitesi ve postspinal baş ağrısı sıklıklarının retrospektif olarak değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1088
2017-08-22T00:00:31Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Çobaner, Nurdan
author
2017
Çalışmamızda astaksantinin (AST) sepsiste
antienflamatuar etkinliğinin araştırılmasını ve antienflamatuar etkinliği kanıtlanmış
olan deksametazon (DEKS) ile karşılaştırılmasını amaçladık. Çalışmamız, etik kurul
onayı sonrasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi TICAM laboratuarında toplam
40 sıçan 5 gruba ayrılarak yapılmıştır. Birinci gruba sadece dimetilsülfoksit
(DMSO), ikinci gruba lipopolisakkarit (LPS), üçüncü gruba AST, dördüncü gruba eş
zamanlı olarak LPS ve AST, beşinci gruba eş zamanlı olarak LPS ve DEKS
verilmiştir. Yirmi dördüncü saatte anestezi altında laparotomi sonrası karaciğer
dokusu ve kan örnekleri alınmıştır. İstatistiksel değerlendirme için GrapPad Prism6
programı kullanıldı. DMSO grubuna göre AST ve DEKS+LPS gruplarında plazma
TNF-alfa düzeyleri anlamlı düşük bulunmuştur. DEKS+LPS grubundaki TNF-alfa
düzeyleri AST+LPS grubundaki değerlere göre anlamlı olarak daha fazla düşmüştür.
Dokudaki TNF-alfa düzeylerinde LPS grubunda DMSO grubuna göre anlamlı
yükseklik bulunmuştur, AST+LPS ve DEKS+LPS gruplarında ise LPS grubuna göre
anlamlı olarak düşüklük bulunmuştur; ancak DEKS+LPS grubu ve AST+LPS grubu
arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Doku Nükleer Faktör-kappa B düzeyleri
AST+LPS ve DEX+LPS gruplarında anlamlı olarak düşük bulunmuştur. Ancak iki
grup arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır. Karaciğer dokusundaki apoptotik
hücre yüzdesi AST+LPS ve DEKS+LPS gruplarında LPS grubuna göre belirgin
düşük bulunmuştur. Plazmada ve karaciğer dokusunda bakılan sitokin düzeylerinde
AST grubunda olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Aynı zamanda deksametazon
uygulaması ile karşılaştırıldığında farklılıklar olmakla birlikte benzer ölçüm değerleri
de elde ettik. Apopitoz görülen hücre oranları değerlendirildiğinde anlamlı olarak
AST’in etkin olduğu sonucuna ulaştık. Sepsis patogenezinin kompleks bir süreç
olması nedeniyle iyi tasarlanmış daha fazla sayıda çalışma yapılması gerekmektedir.
We aimed to investigate antiinflamatory effect of astaxanthin (AST) in sepsis
and compare with dexamethasone (DEX) which antiinflamatory efficiency was
proved. After local ethics commitee permitted the study was carried out at TICAM
labarotory dividing 40 rats in five groups. In first group only dimetil sulphoksit
(DMSO) was injected, in second group lipopolysakkarid (LPS) was injected, in third
group AST was injected, in fourth group LPS and AST were injected, in fifth group
LPS and DEKS were injected simultaneous to rats. At twenty forth hour, liver tissue
samples were taken under anesthesia by laparotomy and blood samples were taken.
GrapPad Prism6 programme was used for statistical analysis. In AST and
DEKS+LPS groups plasma TNF-alfa levels were found significantly low comparing
with DMSO group. TNF-alfa levels of DEKS+LPS group decreased more
comparing with the AST+LPS group. Tissue TNF-alfa levels were found
significantly high in LPS group comparing with the DMSO group, in AST+LPS and
DEKS+LPS groups tissue TNF-alfa levels were found significanty low comparing
with the LPS group but no significant difference was found between DEKS+LPS
and AST+LPS groups. Tissue nuclear factor-kappa B levels were found
significantly low in AST+LPS and DEX+LPS groups. But no significant difference
found between two groups. Apoptotic cell percent of liver tissue was found
significantly low in AST+LPS and DEKS+LPS groups comparing with the LPS
group. Positive results of plasma and liver tissue cytocin levels were obtained in
AST group. By the way, comparing with the DEX group there were some
differences but we found similar resultsWhen the percent of cells which apopitosis
seen was assesed; we found out that AST was significantly effective. Because of the
complicated sepsis pathogenesis process, well designed more studies have to be
done.
Çobaner, N. Sıçanlarda LPS ile oluşturulmuş sepsis modelinde astaksantinin karaciğer dokusunda antienflamatuar etkilerinin araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1088
Astaksantin
Sepsis
Deksametazon
Antienflamatuar
Karaciğer
Astaxanthin
Dexomethasone
Antienflamatory
Liver
Sıçanlarda LPS ile oluşturulmuş sepsis modelinde astaksantinin karaciğer dokusunda antienflamatuar etkilerinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1090
2017-08-22T00:00:38Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Çanakçı, Mustafa Emin
author
2016
Acil servisimize başvuran triaj kategorisi 3 olan hastaların psikiyatrik hastalık oranları yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışma gözlemsel ve prospektif olarak planlandı. Acil servisimize 11.12.2015-10.03.2016 tarihleri arasında başvuran, triajda yeşil alan olarak değerlendirilen, herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı olmayan ve onam veren 18 yaş üstü hastalar Prime MD ölçeği ile değerlendirildi. Çalışma başlamadan önce ölçekle ilgili personel eğitimi verildi. Hastanın acil servis süreci tamamlandıktan sonra taburculuk öncesinde hasta bakımında görev almamış bir asistan doktor tarafından ölçek formları uygulandı. 3 aylık sürede yeşil alanımıza 14067 hasta başvurdu ve 4320’si çalışmaya dahil olmayı kabul etti. Hastaların %54.1’i kadın, %45.9’u erkekti. Yaş ortalaması 30.03±11.7 idi. %39.5’i üniversite mezunu idi. Özgeçmişte %84.3’ünde herhangi bir ek hastalık yoktu. Ölçek değerlendirmesinde %44.1 hastada en az bir psikiyatrik hastalık saptandı. Prime MD ölçeğine göre en fazla saptanan tanılar %24.7 ile minör depresyon, %12.2 ile majör depresyon idi. Duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları ve somatoform bozuklukların kadınlarda erkeklere göre, alkol kötüye kullanımının ise erkeklerde kadınlara göre anlamlı düzeyde fazla olduğu saptandı. Özgeçmişinde süregen ek hastalık varlığının alkol kötüye kullanımı dışında tüm modüllerde psikiyatrik hastalık oranında anlamlı artışa neden olduğu görüldü. Çalışmamızda Prime MD ölçeği kullanılarak acil servis kalabalığına yol açtığı düşünülen kategori 3 hastaları arasında azımsanmayacak derecede en az bir psikiyatrik bozukluk saptandı. Ciddi acil patolojisi bulunmayan ve psikiyatrik hastalığı olanlar hastane çalışanlarında yorgunluğa ve gerçek acil vakalara yeterince zaman ayrılamamasına neden olmaktadır. Ek olarak önemsenmeyen bu hasta grubunun aslında psikiyatrik hastalıkları olduğu fark edilmemektedir. Hastaların acil servise gezinti amaçlı gelmediği anlaşılmalı hastaların yardım çığlığına kulak verilmelidir.
The aim of the study is to define the prevalence of psychiatric disorders in the patients without active psychiatric illness admitted to our fast track area. The study was planned as observational and prospective design. Older than 17 yo and patients without active psychiatric illness admitted to fast track area of emergency department(ED) between Dec 11th 2015 - Mar 10th 2016 were assessed by Prime MD questionnaire after their consent. The residents were trained about the scale before the study. After the patient's ED process completed and before discharge, forms were applied by residents who has not involved in patient’s medical care. 14067 patients were admitted in fast track and 4320 of them included. 54.1% of patients was female and 45.9% was male. The mean age was 30.03 ± 11.7. 39.5% was a university degree. 84.3% no chronic illness. At least one psychiatric disorder on the scale was 44.1%. The most frequent diagnoses were minor depression (24.7%), major depression (12.2%). Mood disorders, anxiety disorders and somatoform disorders were found significantly higher in women compared to men (p<0.05). The presence of chronic medical state was found as a cause of increased psychiatric disorders significantly in all modules except alcohol abuse. Using Prime MD, at least one psychiatric disorder with a substantial degree was detected in category 3 patients. Neurotic disorders were observed more in women than men. In general, medical staff thinks these patients make a crowded and fatigue in ED do not have enough time for real emergencies. On the other side, patients with psychiatric illnesses think themselves urgent and in a serious pathological condition. In addition fast track patients can have serious medical problems. We should assesed carefully for organic pathologies. This visit is not a trip but shouting for help.
Çanakçı, M.E. Triaj kategorisi 3 (acil olmayan) olarak değerlendirilen hastalarda psikiyatrik hastalık yaygınlığının prime md ölçeği ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1090
Kategori 3 Hasta Grubu
Acil Servis
Prime MD Ölçeği
Hızlı Bakı Alanı
Category 3 Patient Group
Emergency Medicine
Prime MD
Fast Track
Acil serviste triaj kategorisi acil olmayan (kategori 3) hasta grubunda prime-md değerlendirme ölçeği aracılığı ile ruhsal bozuklukların yaygınlığının araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1104
2017-08-22T00:00:40Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_212
00925njm 22002777a 4500
dc
Özgül, Mahmut
author
2017
Curcumin, C. longa bitkisinin (Zerdeçal) kökünden ekstrakte edilen,
uzun zamandır doğu tıbbında, ağrı ve enfeksiyonlarda semptomatik tedavi amaçlı
kullanılan, son 20 yıldır modern tıpta kullanımıyla ilgili çalışmalar yapılan bir
maddedir. Kemoterapi rejimlerinin toksisitelerinin azaltılmasında, diabetes
mellitusta- mikrovaskuler komplikasyonların önlenmesinde, gözde inflamasyon ile
giden hastalıkların tedavilerinde, yara iyişelmesi ile ilgili yapılan birçok çalışmada
kullanılmış ve olumlu sonuçlar raporlanmıştır.19,21,69 Çalışmada 84 adet Sprague
Dawley (dişi) cinsi sıçanda inguinal yağ yastıklarından yağ greftleri alınarak, ağırlık
ve volumleri ölçüldükten sonra ensede cilt altında oluşturulan bir cebe yerleştirildi.
Sıçanlar 5 grupta [sham, control, oral curcumin(OC), topikal curcumin(TC), oral +
topical curcumin(OTC)] olacak şekilde çalışma planlandı. Her gruptan (sham hariç)
ikişer sıçan çalışmanın 1., 4., 7., 14. günlerinde (erken dönem), geriye kalanlar 98.
gününde (geç dönem) sakrifiye edilerek volum ve ağırlık ölçümleri ve perilipin ile
immunohistokimyasal ve Hemotoksilen Eozin ile mikroskopik incelemeleri yapıldı.
Topikal curcumin uygulanan gruplarda (TC, OTC) yağ greftlerinin ağırlık ve
hacimlerindeki “yüzde değişim” topikal uygulanmayan gruplarınkine göre (C, OC)
istatistiksel açıdan anlamlı- anlamlıya yakın oranda az olarak gerçekleşti. (p< 0,05-
p= 0,062). Ġmmunohistokimyasal ve histolojik açından preparatların incelenmesinde
ise topikal curcumin uygulanan yağ greftlerinde erken dönemde adiposit hücre
bütünlüğünün daha iyi korunduğu, hücresel infiltrasyonun, hemorajinin, kist vakuol
formasyonlarının daha az olduğu, damarlanmanın daha fazla olduğu saptandı. Yağ
greftleri üzerine topikal curcumin uygulanması yağ greftlerinin sağ kalımına katkı
sağlamıştır.
Curcumin,
extracted from the roots of plant C. Longa, has been widely used in eastern medicine
for centuries for the treatment of infections and pain management, is vastly studied in
modern medicine in the last 20 years. Ġn oncology it’s studied for its anticarcinogenic
properties and also to reduce toxicity of chemothreupatics, in diabetes
especially to prevent microvascular complications, in ophtalmology for inflamatory
diseases, in wound healing and many more and positive results obtained.19,21,69 In this
study 84 Sprague Dawley rats’ (female) inguinal fat pads excised, weight and
volume measures recorded and put under the scalp flap as fat grafts. Rats grouped in
5 [sham, control, oral curcumin(OC), topical curcumin(TC), oral + topical
curcumin(OTC)] and at the days 1. , 4. , 7. and 14. Days two rats from each group
(excluding sham) were sacrificed, grafts extracted and stained with Perilipin for
immunohistochemical and Hemotoxilen- Eozin for histological examination. At the
day 98 all groups were sacrificed, fat grafts extracted and same stains applied also
weight and volume differences recorded. Topical curcumin applied groups’ (TC,
OTC) weight and volume “percent change” was statistically significantly lower than
groups which curcumin not topically applied (C, OC). (p< 0.05, p= 0,062). Early
biopsies’ histological and immunohistochemical examinations show that topically
curcumin applied groups have more adipocytes that maintain their shape, more
neovascularization and less tissue cellular infiltration, hemmoragy and cyst and
vacuol formation. Topically applied curcumin on fat grafts increased fat graft
survival rate.
Özgül, M. Sıçanlarda curcuminin otolog yağ greftlerinin sağ kalımına etkisinin belirlenmesi: deneysel çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1104
Yağ Grefti
Curcumin
Perilipin
Fat Graft
Sıçanlarda curcuminin otolog yağ greftlerinin sağ kalımına etkisinin belirlenmesi : deneysel çalışma
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1107
2017-08-22T00:00:13Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Uslu, Ece
author
2016
Endometrium kanseri kadınlarda meme,
barsak ve akciğer kanserinden sonra dördüncü en sık görülen kanserdir. Genel olarak
bakıldığında kadınların yaşamları boyunca % 2-3’ünde endometrium kanseri
gelişecektir. Erken tanı, evre, rekürrens için pek çok çalışma yapılmış ve
yapılmaktadır. Bu çalışmada, endometrium kanserinde myometrial invazyon paterni
çeşitlerinin evreyi etkileryip etkilemediğini değerlendirmek amaçlanmıştır.
Çalışmaya Mayıs 2014 – Ekim 2015 arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde
total abdominal histerektomi, bilateral salpingo-ooferektomi, infrakolik
omentektomi, pelvik-paraaortik lenfadenektomi, sitolojik örnekleme yapılmış,
postoperatif patoloji sonucunda endometriyum kanseri çıkan olgular katılmıştır.
Başka bir merkezde opere olmuş ya da neo-adjuvan kemoterapi almış hastalar
çalışmaya dahil edilmemiştir. Patoloji Anabilim Dalı’nda raporlanan sonuçlarda
myometrial invazyon paterninin düzgün sınırlı (itici), diffüz stromal inflamasyon,
adenomyozis benzeri, MELF gruplarından birine dahil edilerek evre ile olan ilişkisi
incelenmiştir. Çalışmada myometrial invazyon paternleri arasında MELF paterni en
çok Evre 3’te izlenirken diğer paternler en çok Evre 1A’da görülmektedir. Grade ile
myometrial invazyon paterni incelendiğinde Grade 1 en çok itici paternde
görülmüştür. Grade 3 en çok MELF paterninde görülmüştür. Tüm paternlerde en çok
grade 2 görülmüştür. Sonuç olarak endometrium kanserinde myometrial invazyon
paterninin evreyi etkileyebildiğine dair bulgular mevcuttur. Bu etkinin tek başına
olup olmadığı daha büyük bir hasta popülasyonu ile yeni çalışmalarla
desteklenmelidir.
Endometrium cancer is the 4th
most common cancer after breast, rectum and lung cancer. In general, when women's
life viewed over 2-3% will develop endometrial cancer. A lot of work has been made
and maintained for early diagnosis, stage and recurrence. In this study, we aimed to
evaluate in endometrial cancer myometrial invasion pattern affects the stage or not.
The patient who had total abdominal hysterectomy, bilateral salpingo-oophorectomy,
infracolic omentectomy, pelvic-paraaortic lymphadenectomy, cytological sampling
and also has a result of endometrial cancer in postoperative pathology between May
2014- October 2015 in ESOGU medicine faculty were included. Patients who had
operated in another center or have received neoadjuvant chemotherapy were
excluded from the study. Pathology Department in the results were included with one
of the pattern of myometrial invasion: Properly limited (pushing), diffuse stromal
inflammation, adenomyosis like, MELF and examined relationship with stages. In
the study MELF pattern observed in most Stage 3 of myometrial invasion patterns,
other patterns are observed in most Stage 1A. When examining the pattern of
myometrial invasion by grade, Grade 1 was observed in the most pushing pattern.
Grade 3 was observed in most MELF pattern. Grade 2 is seen most grade in all
stages.As a result, there are some finding about myometrial invasion pattern in
endometrial cancer can affect stage. This should be supported by the new studies
effectively with a larger patient population, about it affects alone or with some
factors.
Uslu, E. Endometrium kanserinde myometrial invazyon paterninin evre ile ilişkisi. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1107
Endometrium Kanseri
Myometrial İnvazyon
Evre
Endometrial Cancer
Stage
Myometrial Invasion
Endometrium kanserinde myometrial invazyon paterninin evre ile ilişkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1092
2017-08-22T00:00:32Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_213
00925njm 22002777a 4500
dc
Sarı, Zeliha Burcu
author
2016
Tüm kanserlerin yaklaşık %2’sini oluşturan malign
renal tümörlerin %5’ini kromofob renal hücreli karsinomlar meydana getirir. Renal
onkositom ise kromofob renal hücreli karsinomlar gibi toplayıcı duktusların
intercalated hücrelerinden kaynaklanan benign böbrek tümörüdür. Histolojik ve
sitolojik benzerliklerinin aksine klinik ve biyolojik davranışlarındaki farklılık
nedeniyle, bu iki tümörün ayırıcı tanısı oldukça önemli ve patolojinin zor
konularından birisidir. Ayırıcı tanı için çeşitli immünohistokimyasal belirteçler
araştırılmıştır. Ancak, ayırıcı tanıdaki zorluklar devam etmektedir ve ilave
belirteçlere gereksinim duyulmaktadır. Duktal tipte keratinlerden biri olan CK7
meme, pankreas, akciğer, tiroid, over, endometrium, mesane ve bazı böbrek
tümörlerinde eksprese edilmektedir. Kalsiyum bağlayıcı S100 protein ailesinin ilk
tanımlanan üyesi olan S100A1, hücre siklus ve diferansiyasyonu dahil birçok
hücresel fonksiyonu düzenlemektedir. KAI1 (CD82) metastaz baskılayıcı fonksiyon
yapan bir tetraspanin membran proteinidir. Bu çalışmada, 29 kromofob renal hücreli
karsinom (23 klasik ve 6 eozinofilik varyant) ve 17 onkositom olgusunda
immünohistokimyasal olarak CK7, S100A1 ve KAI1 (CD82) ekspresyonlarını
araştırdık. Bu belirteçler tek tek ve birlikte değerlendirildiğinde, ekspresyonları
açısından kromofob renal hücreli karsinom ve onkositomlarda anlamlı düzeyde
farklılık saptandı (p<0.000). Benzer anlamlı sonuç eozinofilik kromofob renal
hücreli karsinom ve onkositom arasında da belirlendi (p<0.000). Bulgularımız,
kromofob renal hücreli karsinom ve onkositom ayırıcı tanısında CK7, S100A1 ve
KAI1 (CD82) kullanımının faydalı olabileceğini ortaya koymaktadır.
Malignant
renal tumors make the %2 of all cancers and chromophobe renal cell carcinomas
make the %5 of malignant renal tumors. Renal oncocytoma is a benign renal tumor
originated from intercalated cells of collecting ducts like chromophobe renal cell
carcinoma. The differential diagnosis of these two tumors is important and difficult
subject of pathology field because while they are histologically and cytologically
similar, they show different clinical and biologic behavior. For the differential
diagnosis, several immunohistochemical markers have been investigated. But,
differential diagnostic challenges remain and the identification of additional markers
is needed. CK7 is one of ductal type keratin which is expressed in tumors of breast,
pancreas, lung, thyroid, ovary, endometrium, urinary bladder and kidney. S100A1 is
first defined member of calcium binding S100 protein family and it organizes several
cellular functions including cell cycle progression and cell differentiation. KAI1
(CD82) is a tetraspanin membran protein which functions as metastasis supressor. In
this study, we immunohistochemically investigated the expressions of CK7, S100A1
ve KAI1 (CD82) in 29 chromophobe renal cell carcinoma (23 classic and 6
eosinophilic variant) and 17 oncocytomas. When these markers were evaluated
separetely and together, their expressions in chromophobe renal cell carcinoma and
renal oncocytoma show statistically significant difference (p<0.000). Similar
statistically significant results were also seen between eosinophilic chromophobe
renal cell carcinoma and oncocytoma (p<0.000). Our results show that in the
differential diagnosis of chromophobe renal cell carcinoma and renal oncocytoma,
the use of CK7, S100A1 ve KAI1 (CD82) can be useful.
Sarı, Z. B. Renal Onkositom ve Kromofob Renal Hücreli Karsinom Ayırıcı Tanısında KAI1 (CD82), S100A1 ve CK7 Ekspresyonunun Rolü. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı tıpta uzmanlık tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1092
Onkositom
Kromofob Renal Hücreli Karsinom
CK7
S100A1
KAI1 (CD82)
Chromophobe Renal Cell Carcinoma
Oncocytoma
Renal onkositom ve kromofob renal hücreli karsinom ayırıcı tanısında KAI1 (CD82), S100A1 ve CK7 ekspresyonunun rolü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1148
2017-11-18T01:02:36Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_213
00925njm 22002777a 4500
dc
Yıldırım, Güneş Deniz
author
2016
Mide kanseri Dünya‟da en sık görülen ve en sık ölüme neden olan kanserler arasında ilk 5‟te yer almaktadır. Hastalığın erken dönemlerindeki nonspesifik semptomlar nedeniyle sıklıkla tanı alması gecikmektedir. Günümüzdeki gelişmiş tedavi seçeneklerine rağmen prognozu oldukça kötüdür. Nükleostemin, kök hücre özelliğinin devamının sağlanmasında rol aldığı belirtilen bir çekirdek proteinidir. Nükleostemin hücre içi diğer proteinlerle etkileşimi sayesinde hücre siklus düzenleniminde görev almaktadır. Son yıllarda ribozomal biyogenez, telomer hasarını azaltma ve genom koruyucu rolü ortaya konmuştur. Bu çalışmada da mide kanserinde klasik prognostik parametrelerin yanısıra kolay uygulanabilir, güvenilir bir prognostik belirteç arayışı çerçevesinde, hücre proliferasyon belirteci olarak rol oynayan nükleostemin proteininin ekspresyon durumu ve prognoz ile olan ilişkisinin ortaya konması amaçlanmıştır. Bu çalışmaya ESOGÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı‟nda 2006-2015 yılları arasında total ya da subtotal mide rezeksiyonu geçirmiş ve mide karsinomu tanısı almış 103 olgu dahil edilmiştir. Üretici firmanın önerdiği prosedüre uygun olarak anti-nükleostemin antikoru ile immunohistokimyasal boyama işlemi gerçekleştirilmiş ve nükleer boyanma pozitif kabul edilmiştir. Çalışmamız sonucunda 70 olguda yüksek, 33 olguda düşük nükleostemin ekspresyonu saptanmıştır. Yüksek nükleostemin ekspresyonu ile lenfovasküler invazyon, metastatik lenf nodu sayısı, ekstrakapsüler yayılım ve T evresi arasında negatif korelasyon mevcuttur. Düşük nükleostemin ekspresyonu olan olgularda hastalıksız ve genel sağkalım süreleri belirgin biçimde daha kısadır. Çok değişkenli analizde ise nükleostemin ekspresyonunun mide kanserlerinde sağkalım üzerinde bağımsız prognostik faktör olmadığı görülmüştür. Nükleostemin ekspresyonunun mide kanserlerinde prognozu ön görmede yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Ancak bu bulgunun yeni çalışmalarla desteklenmesi güvenilirliğinin artmasını sağlayacaktır.
Gastric carcinoma is one of the commonest cancer in worldwide. It is in the top 5 among the cancers that cause death. Because of the nonspesific symptoms, the diagnosis is commonly delayed. Despite the advanced therapeutic options, prognosis is still poor in present day. The aim of this study is evaluating the expression status of the nucleostemin and determining the association between this expression level and prognostic parameters and survival in gastric carcinoma. Nucleostemin is a nuclear protein, which provides maintenance of the stem cell features and plays role as a cell proliferation marker. It participates in the cell cycle regulation too by interferencing with other intracellular proteins. Recently, it was reported that this protein plays role in the ribosomal biogenesis, reduction of telomer injury and genom protection. In this study we evaluated 103 gastric carcinomas that diagnosed in Eskisehir Osmangazi University School of Medicine, Department of Pathology in resection specimens between the period of 2006-2015. Immunohistochemical staining was performed in conformity with the manufacturers suggestions. Nuclear staining was accepted as positive. As a result of our study, 70 high and 33 low nucleostemin expression was detected. High nucleostemin expression is negatively correlated with lymphovascular invasion, the number of metastatic lymph nodes, extracapsular extension and T stage. The disease-free and overall survival is distinctly shorter in the patients with low nucleostemin expression. In multivariate analysis, the results suggested that nucleostemin expression is not an independent prognostic factor in gastric carcinomas. We thought that nucleostemin expression was useful for prediction of the prognosis of gastric carcinomas. However corroboration of these results is needed by new studies in order to enhance the reliability.
Yıldırım, G. Mide Karsinomlarında Nucleostemin’in (Guanine nucleotide-binding protein-like 3) Prognoz ile ĠliĢkisinin Değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1148
Mide Kanseri
Nükleostemin
Prognoz
Gastric Carcinoma
Nucleostemin
Prognosis
Mide karsinomlarında nucleostemın’in (Guanine nucleotide-binding protein-like 3) prognoz ile ilişkisinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1151
2017-11-18T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Dolgun, Hakan
author
2017
Çalışmamızda acil serviste New York Heart Association (NYHA)
klinik kalp yetersizliği sınıflaması ve Pro-BNP değerinin odaklanmış akciğer
ultrasonundaki “B çizgileri” sayısı ile uyumunun incelenmesini amaçladık.
Nisan 2015 – Temmuz 2016 tarihleri arasında nefes darlığı yakınmasıyla Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne başvuran, kalp yetersizliği
tanılı 18 yaş ve üstü hastalar ileriye dönük olarak alındı. Çalışma gücünün 0.95
olması için gerekli gönüllü sayısı 138 olarak belirlendi. B çizgi sayıları 4C konveks
almaç kullanılarak tedaviye başlamadan önce ölçülerek “BLUE Protokolü”nde
belirtilen BLUE noktalarına göre “sağ üst”, “sağ alt”, “sağ yan”, “sağ arka”, “sol
üst”, “sol alt”, “sol yan” ve “sol arka” şeklinde kaydedildi. Klinik kalp yetersizliği
sınıflamaları NYHA sınıflaması uygulanarak hesaplandı, Pro-BNP ölçümleri hastane
acil biyokimya laboratuvarında çalışıldı. Çalışmaya alınan hastaların 92’si erkek (%
64.3), 51’i kadındı (% 35.7). Akciğer ultrasonundaki B çizgi sayısının NYHA
sınıflaması değerleriyle sağ üst, sağ alt, sağ yan, sağ arka, sol üst, sol alt, sol yan ve
sol arka bölgeler için (sırasıyla r=0.910, r=0.905, r=0.881, r=0.908, r=0.882,
r=0.892, r=0.881 ve r=0.895) kuvvetli bir ilişki içerisinde olduğu saptandı (p<0.001).
Pro-BNP değerlerinin de (sırasıyla r=0.796, r=0.764, r=0.747, r=0.791, r=0.727,
r=0.746, r=0.773 ve r=0.784) kuvvetli bir ilişki içerisinde olduğu saptandı (p<0.001).
NYHA evreleri ile B çizgileri sayısı incelendiğinde, B çizgi sayılarının her evre için
önemli düzeyde farklı olduğu bulundu (p<0.001). Akciğer ultrasonundaki B çizgi
sayısının, NYHA evreleri ve Pro-BNP değerleriyle kuvvetli bir şekilde ilişkili olduğu
bulunmuştur. Hasta başında yapılan akciğer ultrasonu ile hastanın kalp yetersizliğine
bağlı klinik şiddeti hakkında kuvvetli bir öngörü sağlanmaktadır.
Aim of this study is to determine the correlation between New York
Heart Association (NYHA) Functional Classification and pro-BNP levels with
number of B-lines on bedside lung ultrasound. This study has a prospective and
cross-sectional design. We studied patients from April 2015 to July 2016 in Eskisehir
Osmangazi University Emergency Department. Patients older than 17 yo with
shortness of breath and heart failure diagnosis in past medical history were included.
Younger than 18 yo, pregnants and patients unwilling to give a consent were
excluded. Power analysis was 0.95 for 138 patients. Ultrasonographic application of
patients was performed after the physical exam and before starting treatment. All
ultrasound applications performed by emergency physicians using Vivid E machine
and 4C convex probe. As defined by BLUE protocol 8 views were recorded. Total of
143 patients were included. 92 of them (64.3%) were male and 51 (35.7%) were
female. NYHA classification and number of B lines on the upper right, lower right,
lateral right, posterior right, upper left, lower left, lateral left, and posterior left were
highly correlated (r=0.910, r=0.905, r=0.881, r=0.908, r=0.882, r=0.892, r=0.881 and
r=0.895 respectively) (p<0.001). Pro-BNP values were also highly correlated with Blines
(r=0.796, r=0.764, r=0.747, r=0.791, r=0.727, r=0.746, r=0.773 and r=0.784
respectively) (p<0.001). When the number of B-lines with NYHA classes are
analyzed, the number of B-lines were significantly different for each class (p<0.001).
Pro-BNP levels and NYHA classification, was found to be strongly correlated with
B-line numbers on lung ultrasound. Bedside lung ultrasound provides a strong
prediction about the clinical severity of the patient's heart failure.
Dolgun, H. Acil Serviste New York Heart Association klinik kalp yetersizliği sınıflaması ve Pro-BNP değerinin odaklanmış akciğer ultrasonundaki “B çizgileri” sayısı ile uyumu: ileriye dönük, kesitsel çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1151
Kalp Yetersizliği
Akciğer Ultrasonu
Acil Servis
Heart Failure
Lung Ultrasound
Emergency Department
Acil serviste New York heart association klinik kalp yetersizliği sınıflaması ve pro-bnp değerinin odaklanmış akciğer ultrasonundaki “B çizgileri” sayısı ile uyumu : ileriye dönük, kesitsel çalışma
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1155
2017-11-18T01:02:38Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Akcan, Alpaslan
author
2017
Çalışmamızda kalça cerrahisi geçiren geriatrik dönem hastalarda yaş faktörünün ve anestezi yöntemlerinin mortalite üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçladık. Bu çalışma, 01 Ocak 2014 – 31 Mayıs 2016 tarihleri arasında, kalça cerrahisi için ameliyat edilen 65 yaş ve üzerindeki 101 erkek, 157 kadın olmak üzere toplam 258 geriatrik hastanın dosyalarının incelenmesi ile gerçekleştirildi. Hastane elektronik kayıt sisteminden, hasta dosyalarından, anestezi takip formlarından ve Sağlık Bakanlığı Ölüm Bildirim Sistemi üzerinden, hastaların yaşı, cinsiyeti, yandaş hastalıkları ve ASA skoru, uygulanan anestezi yöntemi, ameliyatın süresi, ameliyat tarihi, ameliyatın tipi, çimento kullanımı, intraoperatif ve postoperatif gelişen komplikasyonları, kan transfüzyonu gereksinimleri, yoğun bakım takipleri, hastanede kalış süreleri, hastaneden çıkış şekli ve ölüm tarihleri elde edildi. Elde edilen verilerin istatistiksel anlamlılığı, Pearson Ki Kare ve Fisher’s Exact Testleri, Mann Whitney U Testi, Kruskal Wallis analiz testi, korelasyon analizleri ve lojistik regresyon analizleri ile değerlendirildi. P>0.05 anlamsız, P<0.05 anlamlı kabul edildi. Olgular 65-74 yaş arasındaki Yaşlı Grup (YG) ve 75 yaş ve üzeri Çok Yaşlı Grup (ÇYG) olarak iki grup halinde incelendi. Mortalite oranları, hastane içi %5, ilk 7 gün %2,7, 30 gün %6,5, 6 aylık mortalite %24 olarak bulundu. ÇYG’de ASA 3 ve 4 hastaların yüksek oluşu sebebiyle postoperatif dönem morbidite ve mortalitenin yüksek olduğu, morbidite ve mortalite gelişiminde ASA skorlamasının önemli olduğu görüldü. Ayrıca 75 yaş ve üzerindeki hastalarda rejyonal anestezi yöntemlerinin daha çok tercih edilmesine rağmen, anestezi yöntemleri arasında postoperatif morbidite ve mortalite açısından farklılık olmadığı saptandı. Sonuç olarak geriatrik dönem kalça cerrahilerinde ileri yaş ve ASA skoru önemli risk faktörleridir. Ancak yaş faktörünün, ileri çalışmalarla ele alınarak araştırılması gerekmektedir.
In our study we aimed to evaluate the age factor and anesthesia methods effects on mortality in geriatric patients who had hip surgery. This study was carried out after examination of 101 male and 157 female, total 258 geriatric patients, 65 years and older, files who were operated for hip surgery between 01 January 2014-31 May 2016. Patients ages,comorbid diseases, sex, ASA scores, anesthesia methods, operation time, operation date, cement usage, intraoperative and postoperative complications, blood transfusion requirements, intensive care unit follow-ups, hospital stay duration, hospital discharge type and death dates were obtained from hospital electronic recording system, anesthesia follow-up forms and Ministry of Health Death Declaration System. The statistical significance of the data was evaluated with Pearson Chi-Square and Fisher’s Exact Tests, Mann Whitney U Test, Kruskal Wallis analyse test, correlation analyses and logistic regression analyses. P>0.05 accepted as insignificant and P<0.05 accepted as significant. The cases were studied in two groups as Old Group (OG) who were between 65-74 years of age and Very Old Group (VOG) who were 75 years of age and older. In-hospital mortality rate was found 5 %, first seven day mortality rate 2,7 %, 30 day mortality 6,5 % and 6 month mortality rate was found 24 %. Postoperative morbidity and mortality rate was found high in VOG because ASA 3 and 4 patients rate were high and its found out that ASA scoring is important on morbidity and mortality development. Also, in patients who are 75 and older despite regional anethesia methods were prefered more, no difference were found between anesthesia methods in terms of mortality and morbidity. As a result, in geriatric hip surgeries advanced age and ASA score are important risk factors. But, age factor should be investigated dealing with further studies.
Akcan, A. Kalça cerrahisi geçiren geriatrik hastalarda anestezi yöntemlerinin yaş gruplarına göre mortaliteye etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1155
Geriatrik Hastalar
Kalça Cerrahisi
Anestezi Yöntemleri
ASA Skoru
Mortalite
Geriatric Patients
Hip Surgery
Anesthesia Methods
ASA Score
Mortality
Kalça cerrahisi geçiren geriatrik hastalarda anestezi yöntemlerinin yaş gruplarına göre mortaliteye etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1158
2017-11-18T01:00:21Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Yavaş, Gökhan
author
2016
Laparoscpic excision in the treatment of ovarian cysts is used increasingly and accepted among gynecological surgeons. However, there is no adequate data of the side effects of this surgical procedure on the residuel ovarian parenchyma. The aim of our study is to determine the effects of laparoscopic ovarian cystectomy on the ovarian reserve parameters in different types of ovarian cysts. Sixty-one patients between the ages of 15-45 underwent laparoscopic surgery for benign ovarian cysts and 61 patients who were followed up for ovarian cysts were included in the study. Thirty patients who voluntarily accepted to participate in the study, with regular menstural periods, without premenopausal symptoms, did not have any endocrine pathology and did not have premature ovarian failure (POF) history were included in the study.Preoperative period on the 3rd day of menstruation FSH, LH, E2 AMH, CA 125,CA19-9 and were measured; also basal antral follicle in both ovaries were evaluated with transvaginal or transabdominal ultrasonography. Postoperative period on the 1st and 6th month, patients were called for control; hormone profile that includes FSH, LH, E2, AMH CA125 and CA19-9 were measured and AFS were counted by transvaginal or transabdominal ultrasonography on the 3rd day of menstruation. There was no statistically significant difference in AMH levels, however there was a statistically significant decrease in AFS in the group that operated for endometrioma.
Laparoscpic excision in the treatment of ovarian cysts is used increasingly and accepted among gynecological surgeons. However, there is no adequate data of the side effects of this surgical procedure on the residuel ovarian parenchyma. The aim of our study is to determine the effects of laparoscopic ovarian cystectomy on the ovarian reserve parameters in different types of ovarian cysts. Sixty-one patients between the ages of 15-45 underwent laparoscopic surgery for benign ovarian cysts and 61 patients who were followed up for ovarian cysts were included in the study. Thirty patients who voluntarily accepted to participate in the study, with regular menstural periods, without premenopausal symptoms, did not have any endocrine pathology and did not have premature ovarian failure (POF) history were included in the study.Preoperative period on the 3rd day of menstruation FSH, LH, E2 AMH, CA 125,CA19-9 and were measured; also basal antral follicle in both ovaries were evaluated with transvaginal or transabdominal ultrasonography. Postoperative period on the 1st and 6th month, patients were called for control; hormone profile that includes FSH, LH, E2, AMH CA125 and CA19-9 were measured and AFS were counted by transvaginal or transabdominal ultrasonography on the 3rd day of menstruation. There was no statistically significant difference in AMH levels, however there was a statistically significant decrease in AFS in the group that operated for endometrioma.
Yavaş, G. Farklı tip over kistlerinde laparoskopik kistektomi sonrasında overyan rezervin değerlendirilmesi. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1158
Antimüllerian Hormon
Over Rezervi
Laparoskopik Over Kistektomi
Antimullerian Hormone
Ovarian Reserve
Laparoscopic Ovarian Cystectomy
Farklı tip over kistlerinde laparoskopik kistektomi sonrasında overyan rezervin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1250
2018-01-10T01:00:08Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Öztürk, Emel Karakaş
author
2015
İnfertilite teşhisi konmuş hastaların İn Vitro Fertilizasyon (IVF)
uygulamalarında serum ve folliküler sıvılarında total oksidan kapasite (TOS) ,total
antioksidan kapasite (TAS) ve oksidatif stres indeksi (OSI) değerlerinin oosit
gelişimi,fertilizasyon, embriogenezis ve klinik gebelik üzerine etkilerini
değerlendirmeyi amaçladık.Aralık 2014-Haziran 2015 tarihleri arasında kliniğimizde
IVF protokolüne alınan 100 hastanın Gün-2, OPU günü, embriyo transferi anında
alınan serumlarında ve OPU’da toplanan folliküler sıvılarında total oksidan kapasite
(TOS) ,total antioksidan kapasite (TAS) ve oksidatif stres indeksi (OSI) değerleri
çalışıldı.Sonuç olarak ; 100 hastanın sosyodemografik özellikleri,sigara-alkol
kullanımı ,medikal hastalık öyküsü ,ilaç kullanım öyküsü,kullanılan IVF protokolleri
ile serumdaki ve folliküler sıvıdaki TAS,TOS ve OSI değerleri arasında anlamlı bir
fark saptanmadı ( p<0.05).Ayrıca serumdaki ve folliküler sıvıdaki TAS,TOS ve OSI
değerleri ile elde edilen oosit sayısı,embriyo kalitesi ve klinik gebelik olup olmaması
arasında da anlamlı bir fark saptanmadı ( p<0.05).
Sonuç;Çalışma hipotezimizin daha güçlü sonuçları açısından daha fazla sayıda hasta
popülasyonu ile çalışmalara ihtiyaç vardır.
We aimed to assess the effects of serum and
follicular fluid total oxidant (TOS) levels, total antioxidant capacity (TAC), and
oxidative stress index (OSI) on oocyte maturation, fertilization, embryogenesis, and
clinical pregnancy in In Vitro Fertilization (IVF) applications of the patients
diagnosed with infertility. For the 100 patients underwent into IVF protocol in our
clinic between December 2014 to June 2015, we performed laboratory work-ups of
total oxidant (TOS) levels, total antioxidant capacity (TAC) and oxidative stress index
(OSI) levels from serum specimens obtained at day-2, OPU day, and during embryo
transfer and from follicular fluid specimen obtained during OPU. In conclusion; no
significant difference was detected between serum and follicular fluid TAS, TOS and
OSI levels and socio-demographic features, smoking and alcohol consumption,
previous medical history, medication history, and used IVF protocols of 100 patients
(p<0,05). Likewise, no significant difference was detected between serum and
follicular fluid TAS, TOS, and OSI levels and acquired oocyte amount, embryo
quality, and whether clinical pregnancy achieved (p<0,05).
Result ;Our working hypothesis in terms of a greater number of more powerful
results are needed to work with the patient population.
Karakaş Öztürk, E. İn Vitro Fertilizasyon (IVF) olgularında serum ve folliküler sıvıda total oksidan ve total antioksidan seviyelerinin değerlendirilmesi.ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1250
IVF
Total Oksidan Kapasite
Total Antioksidan Kapasite
Kapasite
Serum Folliküler Sıvı
İnfertilite
Total Oxidant Capacity
Total Antioxidant Capacity
Serum
Folicular Fluid
Infertility
İn vitro fertilizasyon (IVF) olgularında serum ve folliküler sıvıda total oksidan ve total antioksidan seviyelerinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1336
2018-02-27T01:00:58Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Akceylan, Anıl
author
2016
Rotator kılıf yaralanmaları omuz hareket kısıtlılığının sık sebeplerindendir ve oldukça ağrı verici olabilir. Rotator kılıf yırtıklarını tamir etmek için birkaç yöntem bulunmaktadır. Cerrahi tekniklerdeki gelişmeler sayesinde daha az invaziv prosedürler bulunmuştur. Bu çalışmanın amacı mini artrotomi ile tedavi edilen biceps tendonu uzun başı dejenerasyonunun eşlik ettiği rotator cuff yırtığı olan iki hasta grubunda biceps tenotomisiz ve biceps tenotomili tedavinin klinik ve fonksiyonel sonuçlarını araştırmaktır. Mini artrotomi ile rotator cuff onarımı yapılan 32 hasta iki grup olarak incelendi ve grup A(tenotomi yapılan 13 hasta) ve grup B(tenotomisiz 19 hasta) ayrıldı. Bu ayrım ameliyat sırasında biceps tendonu uzun başındaki hasarlanmanın %30 ve üzerinde olmasına göre yapıldı. Ortalama takip süresi 16 ay ( 12 ile 24 ay aralığında) olarak belirlendi. Postoperatif tüm hastalara Constant omuz skorlama sistemi uygulandı. İki grubun değerlerini karşılaştırmak için Sigma –t testi oluşturuldu. Ortalama postoperatif skor; grup A için 86,7(aralık 61-95),grup B için 78,5(aralık 62-100) idi. Tüm hastalar 10-12 hafta içinde işlerine ve/veya günlük yaşam aktivitesine geri döndü. Takip süresince hiçbir komplikasyon gözlenmedi. İki grup arasında Constant skor skalası sonuçlarına göre önemli düzeyde fark saptanmadı.Mini artrotomi ile rotator cuff onarımı yapılan ve tenotomi uygulanan hastaların klinik sonuçları tenotomisiz gruba göre daha iyi gözlenmekle birlikte iki hasta grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. Günlük fonksiyonel aktivite için biceps tenotomisinin olumsuz bit etki oluşturmadığı gözlenmiştir
Rotator cuff injuries can be very painful and are a common cause of limited shoulder function. There are a few options for repairing of rotator cuff tears. Advencements in surgical techniques for rotator cuff repair include less invasive procedures. The aim of this study is to compare the clinical and functional results of mini artrotomy treatment with biceps tenotomy and without biceps tenotomy, in two groups of patients with rotator cuff tear accompanied by degeneration of the long head of the biceps muscle. Thirty tree patients who had arthroscopic rotator cuff repair. The patients who were found to have more than 30% injury on the long head of the biceps tendon were assigned to group A and underwent tenotomy (thirteen patients). The patients who were found to have less than 30% injury were assigned to group B and did not undergo tenotomy. The mean follow up was 16 months (range 12 to 24 months) All patients underwent simple shoulder test and Constant shoulder scoring sytem postoperatively. Sigma –t tests were performed to compare measures between the two groups. The mean postoperative Constant scores were 86.7(range 61-95)for group A, and 78.5(range 62-100) for group B. All the patients returned to daily activities within a mean of six weeks. No complications were observed during follow up. Constant score scale results in two groups showed no significant differences. The arthroscopically asisted repair of rotator cuff tear with tenotomy doesn’t provide any statiscally significant clinical or functional improvement compared to arthroscopically asisted repair without tenotomy. However, patients who had tenotomy were more satisfied than the patients who didn’t have tenotomy.
Akceylan, A. Rotator Manşet Yırtık Onarımı Yapılan Hastalarda Biceps Tenotomisi Uygulanan ve Uygulanmayan Olguların Klinik Sonuçlarının Karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1336
Rotator Cuff
Tenotomi
Biseps
Omuz Artroskopisi
Constant Skor
Tenotomy
Biceps
Shoulder Arthroscopy
Constant Score
Rotator manşet yırtık onarımı yapılan hastalarda biceps tenotomisi uygulanan ve uygulanmayan olguların klinik sonuçlarının karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1347
2018-02-28T01:00:07Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Türk, Yusuf
author
2016
Over kistlerinin tedavisinde laparoskopik eksizyon kullanılması jinekolojik cerrahlar arasında gittikçe artan oranlarda kullanılan ve kabul görmüş bir tedavi yöntemidir. Bununla birlikte bu cerrahi prosedürün rezidüel over parankimi üzerine olan yan etkileri konusundaki veriler henüz yeterli değildir. Bizim çalışmamızın amacı laparoskopik over kist eksizyonu sonrası over rezerv belirteçleri üzerine etkisini araştırmaktır. 18-45 yaş arası benign over kisti nedeniyle laparoskopik cerrahi geçiren 54 hasta çalışmaya dahil edildi. Araştırmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden, menstruel siklusları düzenli seyreden, perimenopozal semptomları olmayan, herhangi bir endokrin patolojisi saptanmamış, ailesinde prematür over yetmezliği (POF) öyküsü olmayan 55 hasta çalışmaya dahil edildi. Preoperatif dönemde menstrüel siklusun 3. günü kanda folikül stimüle edici hormon (FSH), lüteinizan hormon (LH), östradiol (E2) ve anti-müllerien hormon (AMH) ölçümü yapıldı ve FSH/LH oranı hesaplandı; transvajinal veya transabdominal ultrasonografi (USG) ile her iki overdeki toplam bazal antral folikül sayısı (AFS) bakıldı. Postoperatif 6. ayda kontrole çağrılan hastalarda menstrüel siklusun 3. günü kanda FSH, LH, E2 ve AMH tekrar bakıldı ve FSH/LH oranı hesaplandı; transvajinal veya transabdominal USG ile de AFS tekrar değerlendirildi. Kontrol grubuna göre FSH ortalama postoperatif değeri preoperatif değerlere göre anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.001). Kontrol grubuna göre bazal AFS için ise postoperatif değeri preoperatif değerlere göre anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.001). Bu bulgular literaturdeki, over rezerv belirteçlerinden ultrasonografik bulguların daha erken dönemde etkilendiği bilgisi ışığında değerlendirildi.
Laparoscpic excision with stripping cyst wall is considered an optimum treatment for benign ovarian cysts. However, there is no adequate data of the side effects of this surgical procedure on the residuel ovarian parenchyma. The aim of our study is to determine the effects of laparoscopic ovarian cystectomy on the ovarian reserve parameters. Fifty-four patients who had laparoscopic surgery due to benign ovarian cysts between ages of 18-45 were included in the study. The group of our study were designed in fifty-five patients, who agree to participate in the study; who had regular menstrual periods, no premenopausal symptoms, no endocrin pathologies and family histories of premature ovarian failure . FSH, LH, E2 and AMH level were measured on the 3rd day of menstruation preoperatively. FSH/LH ratio was calculated; also basal antral follicle in both ovaries were evaluated with transvaginal or transabdominal ultrasonography. Six month after operation all cases were reanalyzed by their hormone profile (FSH, LH, E2 and AMH ), FSH/LH ratio was calculated and AFC by ultrasound. Postoperatif serum FSH level was higher than its preoperatif level (p<0.001). Postoperatif value of AFC was lower than its preoperatif value (p<0.001). Nowadays there is no consensus if the ultrasonographic findings are better than the hormonal parameters as earlier diagnostic tool in ovarian reserve determination.
Türk, Y. Over kistektomi ameliyatı sonrası anti müllerian hormon- folikül stimüle edici hormon- lüteinizan hormon ve estradiol yansımaları. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1347
Antimüllerian Hormon
Over Rezervi
Laparoskopik Over Kistektomi
Antimullerian Hormone
Ovarian Reserve
Laparoscopic Cystectomy
Over kistektomi ameliyatı sonrası anti müllerian hormon- folikül stimüle edici hormon- lüteinizan hormon ve estradiol yansımaları
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1348
2018-02-28T01:00:11Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Asfuroğlu, Zeynel Mert
author
2016
Bu çalışmada önce tavşan tibialarında deneysel olarak osteomiyelit geliştirildi. Ardından enfekte bölgenin debridmanı sonrasında boşluk olan bölgeye nano-gümüş iyon katkılı kalsiyum fosfat seramikten yapılmış yapay kemik greftleri yerleştirildi, hem defektin ortadan kalkması hem de enfeksiyonun lokal tedavisinin etkinliği incelendi. Çalışmada 24 adet tavşan denek olarak kullanıldı. Denekler üç gruba ayrıldı. Birinci gruba antibiyotikli kemik çimentosu (AKÇ), ikinci gruba nano-gümüş iyon katkılı kalsiyum fosfat seramik yapıda boncuklar (G-KFB) ve üçüncü gruba gümüş iyonu içermeyen nano-kalsiyum fosfat seramik boncuklar (KFB) uygulanarak etkinlikleri karşılaştırıldı. Bekleme süresi onuncu haftada sonlandırıldı. Ardından denekler sakrifiye edilerek gruplar kıyaslandı. Bulgular incelendiğinde KFB ve AKÇ grubunda yer alan deneklerde tedavi sonrasında radyografilerde osteomiyelit bulgularının devam ettiği, alınan yara yeri kültürlerinde Stafilokokkus Aureus üremesinin mevcut olduğu, makroskopik olarak apse gibi enfeksiyona ikincil belirtilerin oluştuğu gözlendi. Ayrıca histopatolojik inceleme sonrasında bu iki grupta kemik histolojisinde lökosit varlığı, granülasyon ve fibrozis dokusu, kemik kaybı, havers genişlemesi, periost reaksiyonu gibi kemik iltihabını gösteren bulgulara rastlandı. G-KFB grubunda ise onuncu hafta sonunda yapay greftin kemikle tamamen bütünleştiği ve yeni kemik oluşumunun başladığı histolojik olarak görüldü. G-KFB grubu, KFB grubu ile kıyaslandığında kemik yapım oranının ve osteoid doku oluşum yüzdesinin G-KFB grubunda daha fazla olduğu istatistiksel olarak kanıtlandı (p<0,001). Gümüş iyonunun antimikrobiyal özellikleriyle desteklenen nano-kalsiyum fosfat seramik yapıda boncuklar tedavide hem yeni kemik oluşumunu arttırmakta hem de yüksek antimikrobiyal etki göstermektedir. Sonuç olarak gümüş katkılı kalsiyum fosfat temelli yapay kemik greftlerinin kronik osteomiyelit olgularının tedavisinde etkili olabilecek bir yöntem olduğu düşünülmektedir.
In the present study, we established an experimental model of osteomyelitis in rabbits. Twenty-fout rabbits were used in the present study. Following the debridement of the infected area, artificial bone grafts, which were made of nano-silver ion enhanced calcium phosphate ceramide, were placed in the void region. The removal of the defect, and the efficacy of the local infection treatment were investigated. Following the establishment of experimental osteomyelitis, the animals were divided into three groups. Animals in the first group received antibiotic-containing bone cement (ABC). Animals in the second group received nano-silver ion enhanced calcium phosphate ceramide beads (S-CPC). Animals in third group received nano-calcium phosphate ceramide (CPC) beads, lacking silver ions. The efficacy of these treatment modalities was compared. Posttreatment radiographical examinations in the ABC and CPC groups showed osteomyelitis findings, and Staphylococcus Aureus growth in the wound site cultures. Macroscopical examination showed symptoms secondary to infection, including abcess and puss. In addition, histopathological examination showed the presence of leukocytes in the bone histology, granulation, and fibrotic tissue, bone loss, enlarged havers, and periosteal reaction, indicating bone infection. On the other hand, histological examination confirmed the complete integration of the implant at the end of 10th week, and denovo bone formation in the S-CPC group. Compared with the CPC group, the rate of bone and osteoid tissue formation were significantly higher in the S-CPC group (p<0,001). Beads, with a nano-calcium phosphate ceramide structure, when supported with antimicrobial features of silver ions, increase bone formation and show a high level of antimicrobial effect. Taken together, artificial bone grafts based on silver-containing calcium phosphate, shows this to be a promising substance with potential as a treatment method for patients with chronic osteomyelitis.
Asfuroğlu, Z.M. Nano Gümüş İyon Katkılı Kalsiyum Fosfat Seramiklerin Kronik Osteomyelit Deney Modelinde Etkinliğinin Araştırılması. Hayvanlarda Deneysel Çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1348
Osteomyelit
Gümüş
Kalsiyum Fosfat Seramikler
Nano
Osteomyelitis
Silver
Calcium Phosphate Ceramics
Gümüş iyon katkılı kalsiyum fosfat seramiklerin kronik osteomyelit deney modelinde etkinliğinin araştırılması, hayvanlarda deneysel çalışma
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1350
2018-02-28T01:00:19Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Töre, Nurullah
author
2016
Çörek otu ve nane yağı yurdumuzda çeşitli amaçlarla kullanılmaktadır.
Rinosinüzit ve alerjik rinit tedavisi bu kullanım alanları arasındadır. Bu çalışmada,
çörek otu ve tıbbi nane uçucu yağının inhalasyon yolu ile sinüs mukozasına ulaşım
miktarının araştırılması hedeflendi. Toplam 18 adet rat, her grupta 6 adet rat olacak
şekilde randomize 3 gruba ayrıldı. Grup 1; çörek otu uçucu yağ, grup 2; nane uçucu
yağ grubu, grup 3; kontrol grubu olarak adlandırıldı. Çörek otu uçucu yağı; % 4
(h/h), nane uçucu yağı; % 1 (h/h) oranlarında kaynamış distile su ile karıştırılarak
20*20*25 santimetre ölçülerinde kapalı sistem cam fanus içerisine yerleştirildi. Grup
1 ve 2 kapalı sistem cam fanus içerisinde uçucu yağa 20’şer dakika inhalasyona
maruz bırakıldı. Ratlar dekapite edilerek sinüs diseksiyonu yapıldı. Cam örneklem
şisesi içerisindeki sinüs mukozasından uçucu bileşenlerin adsorpsiyonu için Tepe
Boşluğu Katı Faz Mikroekstraksiyon (TB-KFME) yöntemi kullanıldı. Adsorbe
edilen uçucu yağ bileşenleri GK-KS yöntemi ile tespit edildi. Çörek otu uçucu yağı
inhalasyonuna maruz bırakılan ratların sinüs mukozasında α-pinen temel bileşen
olarak tespit edildi. Nane uçucu yağı inhalasyonuna maruz bırakılan sıçanların sinüs
mukozasında 1,8- sineol temel bileşen olarak tespit edildi. Çörek otu ve nane uçucu
yağının inhalasyon yolu ile kullanımında sinüs mukozasına ulaşım miktarının
araştırılmasını amaçladığımız bu çalışmada, inhalasyon yolu ile kullanıldığında, her
iki uçucu yağın, sinüs mukozasına ulaştığı gösterilmiştir. Topikal etkinliği bir çok
kinik araştırmada gösterilmiş ve yıllardır tedavi alanında güvenle kullanılan ilaçlara
benzer şekilde, antienfektif, antioksidan ve antiallerjik etkinliği gösterilmiş olan
çörek otu ve nane uçucu yağının da topikal uygulama ile kullanımının tedavide
başarılı sonuçlar vereceği kanaatindeyiz. Çalışmamızın bu konudaki yapılacak
farmakolojik, toksikolojik ve sonrasında klinik çalışmalar için de öncülük
edebileceği kanaatindeyiz.
Cumin and peppermint essential oil were used for various purposes in our
country. Treatments of rhinosinusitis and allergic rhinitis are among these purposes.
In this study, we aimed to investigate the amount of black cumin and peppermint
essential oil that can reach to sinusal mucosa via inhalation. Eighteen rats were
randomized into 3 groups that contain 6 rats in each group. The first group; black
cumin essential oil, the 2nd group; peppermint essentai oil and the 3rd group is named
as control group. Cumin essentail oil is mixed with distilled water in the ratio of 4%
(h/h) and peppermint essential oil is mixed with distilled water in the ratio of 1%
(h/h). Afterwards they were stored in a closed glass lantern in the size of 20*20*25
cm. First and the 2nd groups were exposed to volatile oils in the aforementioned
glass lanterns for 20 minutes. Afterwards rats were decapitated and subsequently
sinus dissections were performed. Solid Phase Microextraction (SPME) method was
implemented for adsorption of essential components stems from the sinusal mucosa
in the glass sampling bottle. The essential oil components were detected by GK-KS
method. α-pinen was detected as the main component in the sinusal mucosa of the
rats that were exposed to cumin essential oil inhalation. 1,8- sineol was detected as
the main component in the sinusal mucosa of rathat that were exposed to peppermint
essential oil inhalation. It is shown that both of the essential oils reach to sinusal
mucosa via inhalation in this study that we aimed to investigate the amount of cumin
and peppermint essential oils via inhalation. In conclusion, cumin and peppermint
essential oils have been already shown to be anti-infectious, antioxidant and
antiallergic similar to the medications that have been already found to be topically
effective in many clinical studies and safely implemented in treatment for years.
Therefore, we think that their topical application might yield successful therapeutic
results. It is expected that our study would facilitate further pharmacology,
toxicology and clinicial studies.
Türe, N. Çörek otu ve nane uçucu yağının inhalasyon yolu ile sinüs mukozasına ulaşım miktarının araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1350
Çörek Otu
Nane
Uçucu Yağ
Allerjik Rinit
Cumin
Peppermint
Essential Oil
Allergic Rhinitis
Çörek otu ve nane uçucu yağının inhalasyon yolu ile sinüs mukozasına ulaşım miktarının araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1352
2018-02-28T01:00:23Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_213
00925njm 22002777a 4500
dc
Çakmak, Hasan Şakir
author
2016
Mikozis fungoides kutanöz T hücreli lenfomaların en yaygın görülen tipidir ve yama, plak ve tümör evresi olarak 3’e ayrılır. MF’in etyolojisi ve patogenezi multifaktöriyeldir. Yıllardır araştırılmasına rağmen MF’in kesin etyopatogenezi hala tam bilinmemektedir. Erken evre MF tedavisinde PUVA ve DB-UVB tedavisi son yıllarda en sık kullanılan tedavi yöntemleri olmasına rağmen, erken evre MF olgularında PUVA ve DB-UVB tedavisi sonrası histopatolojik değişikliklerin değerlendirildiği çalışma sayısı oldukça azdır. Bu çalışmadaki amacımız erken evre MF olgularında PUVA ve DB-UVB tedavisinin klinik ve histopatolojik etkilerinin değerlendirilmesidir. Bu çalışmaya PUVA ve DB-UVB tedavisi almış 41 erken evre MF olgusu dahil edilmiştir. Tedavi öncesi ve sonrası epidermotropizm, stratum korneum, epidermis, dermal infiltrat, dermal fibrozis, diğer epidermal, dermal ve vasküler değişiklikler gibi histopatolojik özellikler ve tedaviye verilen klinik cevap değerlendirilmiştir. Ayrıca her iki grup için de tedavi sırasındaki yan etkiler kayıt altına alınmıştır. Tedavi sonrası DB-UVB grubundaki 18 olgunun 11’inde (%61.1) ve PUVA grubundaki 23 olgunun 14’ünde (%60.9) tam klinik cevap izlenmiştir. Her iki grupta tedavi sonrasında epidermotropizm kaybı, dermal infiltratta azalma ve diğer dermal ve vasküler değişiklikler açısından anlamlı fark izlenmiştir. Sonuç olarak PUVA ve DB-UVB’nin MF olgularının tedavisinde klinik cevap ve histopatolojik değişiklikler açısından benzer etkileri olduğu saptanmıştır.
Mycosis fungoides (MF), the most common form of T-cell lymphoma, is staged as patchy, plaque and tumour forms. There is no clear conclusion related to etiopathogenesis despite vigorous investigations but it is thought to be multifactorial. Although PUVA and Narrow-Band UVB (NB-UVB) are the two most commonly used treatment modalities in the early stages of disease currently, studies comparing both in terms of clinical and histopathologic responses are scarce. The aim of our study is to compare the clinical and histopathologic effects of PUVA and NB-UVB in early stage MF. The study included in 41 early stage MF cases treated with either PUVA or NB-UVB. Both clinical and histopathologic responses such as the persistence of epidermotropism, changes in stratum corneum and epidermis, dermal infiltrates, dermal fibrosis and other dermal and vascular changes were evaluated. Complications during the treatments were are also noted. Complete clinical response was seen in 11 of the 18 patients (61.1%) in the NB-UVB group and 14 of the 23 patients (60.9%) in the PUVA group at the end of treatment. The two groups showed significant differences in terms of resolution of epidermotrophism, decrease in dermal infiltrates, and other dermal and vascular changes. As a result, PUVA and NB-UVB have similar clinical and histopathologic effects in the treatment of MF.
Çakmak, H.Ş Erken evre Mikozis fungoides olgularında PUVA ve dar bant UVB’nin klinik ve histopatolojik etkilerinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1352
Mikozis Fungoides
DB-UVB
PUVA
Mycosis Fungoides
Erken evre mikozis fungoides olgularında dar band UBV ve PUVA’nın klinik ve histopatolojik etkilerinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1354
2018-02-28T01:00:21Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_207
00925njm 22002777a 4500
dc
Köseoğlu, Neslihan
author
2016
Çalışmamızda ESOGÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Göz Hastalıkları polikliniğine başvuran yeni tanı alan iskemik optik nöropati (ION) ve retinal ven okluzyonu (RVO) hastalarının anatomik ve hematolojik parametrelerinin; aynı yaş aralığındaki, katarakt cerrahisi olacak hastalardan seçilen kontrol grubu ile oküler vasküler okluzyon etiyolojisini araştırmak amacıyla karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya yaşları 37 ile 79 arasında değişen 44 hasta dahil edildi. Hastaların, en iyi düzeltilmiş görme keskinliği, göz içi basınç düzeyleri, ön kamara derinlikleri, kornea kalınlıkları ölçüldü. Tüm hastalar diyabet, hipertansiyon ve diğer sistemik hastalıklar ile oküler patolojiler açısından sorgulandı. Hastalardan alınan kan örneklerinden; Faktör V Leiden mutasyonu, MTHFR mutasyonu, Protein C, Von Williebrand Faktör, Plazminojen Aktivatör İnhibitör-1 (PAI-1), plazminojen enzim düzeyleri ile birlikte koagulasyon testleri ve akut faz reaktanları çalışıldı. Sonuçlarımıza göre, her iki hasta grubunda yaş, cinsiyet, sistemik hastalık dağılımında fark saptanmamıştır. Göz içi basınç düzeyleri ve kornea kalınlıkları gruplar arasında anlamlı fark göstermezken, ön kamara derinliği RVO grubunda kontrol grubuna göre anlamlı derecede dar olarak bulunmuştur (p=0,028). Hiperkoagulasyona yol açan faktörlerden sadece MTHFR mutasyon varlığı ION ve RVO gruplarında kontrol grubuna göre daha sık olarak saptanmıştır (p=0,001). Akut faz reaktanlarından ise sadece sedimentasyon, ION hastalarında diğer gruplara göre anlamlı derecede artış göstermektedir (p=0,014). İskemik optik nöropati ve retinal ven okluzyonu daha çok ileri yaşta görülen hastalıklar olmakla birlikte çeşitli predispozan faktörlerin varlığı da söz konusudur. Çalışmamızda özellikle ön kamara derinliği ve MTHFR mutasyon varlığı bu hastalıklarla ilişkili bulunmakla birlikte daha fazla olgu sayısı içeren uzun süreli çalışmaların yürütülmesi faydalı olacaktır.
In this study, we aimed to compare the anatomical and heamotological parametres of newly diagnosed ischemic optic neuropathy (ION) and retinal vein occlusion (RVO) patients admitted to ESOGU Medical School Hospital Eye Clinics with those of same age adjusted control group consisting of cataract patients, in order to investigate ocular vasculer occlusion ethiology. There were 44 patients enrolled in this study ages varying between 37-79. Patients’ best corrected visual accuities, intraocular pressure (IOP), anterior chamber depths (ACD) and central corneal thickness (CCT) values were recorded. All the patients were questioned about pre-existing systemical and ocular diseases. The blood samples collected from the patients were evaluated for Factor V Leiden and MTHFR mutations, Protein C, Von Williebrand Factor, Plasminogen Activator Inhibitor-1 and plasminogen enzyme levels as well as coagulation tests and acute phase protein levels. According to our results, there were no significant difference between the distributions of age, sex and systemical diseases. While the IOP and CCT didn’t differ amongst the groups ACD was significantly shorter in the RVO group (p=0,028). Only MTHFR mutation rate of hypercoagulable states was found to be higher in ION and RVO groups (p=0,001). Amongst acute phase reactants only sedimentation rate was significantly higher in the ION group (p=0,014). Even though ischemic optic neuropathy and retinal vein occlusions are commonly seen in the elderly population there are various other predisposing factors to be taken into consideration. In our study, we found anterior chamber depth and MTHFR mutations to be possible predisposing factors, further studies including wider populations for longer periods of time should be conducted.
Köseoğlu, N.D. Retinal Ven Okluzyonu ve İskemik Optik Nöropati Etiyopatogenezinde Olası Ortak Faktörlerin Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1354
İskemik Optik Nöropati
Retinal Ven Okluzyonu
Etiyoloji
Ischemic Optic Neuropathy
Retinal Vein Occlusion
Ethiology
Retinal ven okluzyonu ve iskemik optik nöropati etiyopatogenezinde olası ortak faktörlerin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1338
2018-02-28T01:00:23Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Aksoy, Mehmet Akif
author
2016
Deneysel timpanik membran
perforasyonu onarımında plateletten zengin plazmanın (PRP) tek başına ya da yağ
grefti ile birlikte kullanıldığında olan etkilerinin gösterilmesi amaçlandı. Wistar albino
cinsi, yetişkin 30 adet dişi rat 3 gruba ayrıldı. İlk grupta yer alan ratlara bilateral
miringotomi yapıldı. Sol zara PRP solüsyonu uygulandı. Sağ zar kontrol amaçlı
spontan iyileşmeye bırakıldı. İkinci grupta yer alan ratların sol zarına miringotomi
yapıldıktan sonra inguinal bölgeden alınan yağ dokusu ile greftleme yapıldı. Üçüncü
grupta yer alan ratların sol kulak zarına miringotomi yapıldıktan sonra PRP emdirilmiş
yağ dokusu ile greftleme yapıldı. İlk grupta yer alan ratlara günlük otomikroskopik
kulak muayenesi yapıldı ve perforasyonların kapanma zamanları kaydedildi. İkinci ve
üçüncü grupta yer alan ratlara 3., 5., 7., 10. ve 14. günlerde her gruptan randomize 5’er
hayvan seçilerek otomikroskopik muayene yapıldı, greftlerin durumu değerlendirildi.
Ratların 21. gün dekapitasyonu sonrası histopatolojik inceleme yapıldı. İlk gruptaki
ratlarda PRP uygulanan kulaklarda perforasyon kapanma süresinin anlamlı derecede
kısa olduğu saptandı. Diğer yandan, ikinci ve üçüncü gruptaki ratların yağ greftleri
otomikroskopik ve histopatolojik olarak karşılaştırıldı. Üçüncü gruptaki ratlarda greft
rejeksiyonu görülmezken, ikinci gruptaki 1 ratta greft rejeksiyonu görüldü. İkinci ve
üçüncü grubun histopatolojik veriler yönünden karşılaştırılmasında normal adiposit
alanı ve matür damar sayısı yönünden Grup 3 lehine, granülasyon dokusu alanı ve
vakuolizasyon yönünden ise Grup 2 lehine anlamlı düzeyde yüksek sonuçlar elde
edilmiş olup, nekrotik alan yönünden iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır.
PRP, timpanik membran perforasyon iyileşme süresini hızlandırmış ve yağ grefti
başarı oranını arttırmıştır. Bu çalışma PRP ile birlikte hazırlanan yağ greftinin
etkilerini ortaya koymuştur.
The aim of this study is to evaluate
of effectiveness of the PRP used either alone or with fat graft in experimental tympanic
membran perforation repairement. Adult, female 30 Wistar rats were divided into three
groups. In group 1, tympanic membranes perforated bilaterally. PRP solution were
applied to the perforations of the left sided. The right tympanic membranes left to heal
spontaneously, as control. In group 2, left tympanic membranes were perforated. And
then fat graft harvested from inguinal region and perforation was grafted with it. In
group 3, left tympanic membranes were perforated. Fat graft harvested from inguinal
region, too. Then fat soaked with PRP and perforation was grafted it. In group one,
daily otomicroscopic examinations of the tympanic membrane perforations were
performed and perforation closure time recorded. Five rats, which in group 2 and 3,
were selected randomly for graft situation at 3th, 5th, 7th, 10th and 14th days and
otomicroscopic examination observed. All rats were sacrificed at 21 days after
perforation and histopathologic examination was observed. PRP applications
significantly shortened the healing time in group one rats tympanic membrane
perforations. We compared fat graft histopathologic and otomicroscopic observations
between group two and three. While we didn’t see graft rejection in group three, we
saw 1 graft rejection in group two. Significantly high results in favour of Group 3 in
terms of the adipocyte area and number of mature vessels, and in favour of Group 2 in
terms of the granulation tissue area and the vacuolisation area were obtained, while no
significant difference could be found between the two groups in terms of the necrotic
area. PRP accelerated the healing process of the tympanic membrane perforations and
improved the success rate of fat graft. This study demonstrated the efficacy of fat grafts
prepared with PRP on rat tympanic membrane.
Aksoy, MA. Deneysel timpanik membran perforasyonu onarımında greft ile birlikte kullanılan plateletten zengin plazmanın etkinliğinin araştırılması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1338
Plateletten Zengin Plazma
Yağ Grefti
Miringoplasti
Timpanik Membran
Platelet-Rich Plasma
Fat Graft
Myringoplasty
Tympanic Membrane
Deneysel timpanik membran perforasyonu onarımında greft ile birlikte kullanılan plateletten zengin plazmanın etkinliğinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1327
2018-02-27T01:00:10Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Yaşar, Özge Şahin
author
2016
Pelvik organ prolapsusu (POP) multifaktöriyel olarak gelişen alt üriner, rektoanal ve genital sistemlerin ürogenital hiatustan dışarı herniasyonudur. Prolabe olan organ ve sistemlerin herniasyon derecesine göre değişen disfonksiyonlar gelişmekte üriner rektal inkontinans, kronik pelvik ağrı ve cinsel işlev bozuklukları oluşmaktadır. Gebelik ve doğum, geçirilmiş pelvik cerrahi, yaş en belirgin risk faktörleridir. Hastanın yaşı, cinsel hayatı, hastanın beklentileri tercih edilen cerrahi yöntem seçimini etkilemektedir. Çalışmaya 2005 ile 2015 tarihleri arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda ileri evre prolapsusu nedeniyle opere edilen 156 hasta dahil edildi. Bunlardan 35’ine modifiye LeForte operasyonu, 40’ına abdominal sakrokolpopeksi, 41’ine ön onarım, 30’una arka onarım ve 10’una vajinal sakrospinöz kolpopeksi uygulandı. Hastaların yaş, vücut kitle indeksi, doğum sayıları, operasyon süresi ve kanama miktarı, komplikasyon insidansları ve 3 hafta sonra yapılan muayene bulguları kaydedildi. Uzun dönem takiplerinde, hastalar en az 1 yıl sonra pelvik muayene ve yaşam kalite anketleri ile değerlendirildi. Ayrıca, modifiye LeForte operasyonu geçiren olgulara ayrıca operasyon nedeniyle pişman olup olmadıkları ve yakınlarına bu operasyonu önerip önermeyecekleri soruldu. Çalışmamız modifiye LeForte operasyonunun objektif ve sübjektif olarak başarılı olduğunu, yaşam kalitesini iyi yönde etkilediğini göstermiştir. Modifiye LeForte operasyonu yüksek anatomik başarı oranları, artmış hasta memnuniyeti sunmasıyla birlikte, komplikasyon oranının düşük olması sebebiyle POP’un cerrahi tedavisinde değerli bir alternatiftir.
Pelvic organ prolapse (POP) is the herniation of lower urinary tract, rectoanal and genital organs throughout of urogenital hiatus due to multifactorial etiology. Urinary and rectal incontinance, chronic pelvic pain and sexual dysfunction may develop depending on the severity of POP. Pregnancy and delivery, prior pelvic surgery and age are the most remarkable risk factors. Patient age, sexual life and patient expectancies influence the selection of the surgical technique. A total of 156 women who underwent surgery due to high grade prolapse in Department of Gynecology and Obstetrics, ESOGU Medical Faculty between 2005 and 2015, were included in the present study. Of these patients, 35 had modified LeForte operation, 40 had abdominal sacrocolpopexy, 41 had anterior colporrhaphy, 30 had posterior colporrhaphy while 10 had vaginal sacrospinous colpopexy. Age, body mass index and number of births of the patients, duration of operations and quantities of blood loss, complications and findings of examinations 3 weeks after the surgery were recorded. In their long-term follow-up, patients were evaluated with pelvic examination and a quality of life questionnaire at least one year after the surgery. Besides, the patients who underwent modified LeForte operation were asked whether they had any regrets about having the procedure and whether they recommend the procedure to their relatives. Our study showed that modified LeForte operation was objectively and subjectively successful and improved quality of life. Because it offers high rates of success in anatomic repair with low rates of complication, modified LeForte operation is a valuable alternative in the treatment of POP.
Şahin Yaşar, Ö. İleri evre pelvik organ prolapsusunda obliteratif ve rekonstrüktif cerrahi yöntemlerinin karşılaştırılması. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1327
Pelvik Organ Prolapsusu
Modifiye LeForte
Yaşam Kalitesi
Pelvic Organ Prolapse
Modified LeForte
Quality of Life
İleri evre pelvik organ prolapsusunda obliteratif ve rekonstrüktif cerrahi yöntemlerin karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1328
2018-02-27T01:00:16Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Sevinç, Alişer
author
2016
Plasenta gebelik sırasında anne ve fetus arasında besin transferi sağlarken temel bir endokrin organ görevi de görür. İntrauterin hayattaki olayların yansıması olarak plasenta; intrauterin hayatın günlüğü olarak kabul edilir.Biz bu çalışmamızda 2015-2016 yılları arasında plasentasyon bozukluğu sonucu gelişebilecek preeklampsi, intrauterin gelişme geriliği, oligohidroamnioz tanılı 50 gebe ile gebeliğinde plasentasyon bozukluğu düşündürecek kliniği olmayan 50 gebenin doğum sonrası plasentalarını histopatolojik olarak inceledik.Bu iki grubun plasentalarının histopatolojik incelemeleri sonrası sonuçlar arasında anlamlı fark tespit edilmedi.Ayrıca iki grup arasındaki bebeğin doğum kilosu, 1. ve 5. Dakika APGAR skorları,plasenta ağırlıkları gibi doğum sonrası parametreler de değerlendirildi.Plasenta ağırlığı hasta grubunda literatüre uygun olarak daha düşük bulunsa da istatistiksel olarak anlamlı değildi(p>0.05), diğer parametrelerde iki grup arasında benzerdi. İntrauterin hayattaki her problemin plasental patolojiye sebep olmayabileceği gibi; her plasental patolonin de klinik ile korele olmadığı sonucuna varıldı. Literatür incelendiğinde plasentasyon bozukluğu olan gebeliklerde ; plasenta incelendiğinde elde edilen patolojik verilerin klinikle korele olduğunu görülmektedir ancak bu konuda daha geniş katılımlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
The placenta functions as an endocrine organ as it enables the transfer of nutrients between the mother and the fetus during pregnancy. As a reflection of the events in intrauterine life, the placenta is regarded as a journal of intrauterine life. In this study, we histopathologically examined the postnatal placentas of 50 pregnant women diagnosed with preeclampsia, intrauterine growth retardation and oligohydramnios that may develop as a result of a placentation abnormality and 50 pregnant normality women with no clinical suggesting a placentation between abnormality the years 2015-2016. No significant difference was identified between the results following histopathological examinations of the placentas of these two groups. Also, postnatal parameters such as the birth weight of the baby, 1st and 5th minute APGAR scores and placenta weight between the two groups were also evaluated. Although the placenta weight was found lower in the patient group in accordance with the literature, this was not statistically significant (p>0.05). Other parameters were also similar between the two groups. It was concluded that just as not every problem in intrauterine life will lead to a placental pathology, not every placental pathology correlates with a clinical picture. An overview of the literature reveals that in pregnancies with a placentation abnormality, pathological data obtained when the placenta is examined correlate with the clinical picture. However, there is a need for studies with wider participation on this subject.
Sevinç, A. Plasentasyon bozukluğu ile birlikte olan gebeliklerde plasentanın histopatolojik incelenmesi. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1328
Plasentasyon Bozukluğu
Preeklampsi
IUGR
Placentation Abnormality
Preeclampsia
Plasentasyon bozukluğu ile birlikte olan gebeliklerde plasentanın histopatolojik incelenmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1381
2018-03-03T01:00:32Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Arslan, Ebubekir
author
2016
Çalışmamızdaki amaç, varis dışı akut üst GİS kanaması ile acil servise başvuran hastalarda, epidemiyolojik özelliklerin ve erken dönemde endoskopinin yararının belirlenmesidir. Prospektif olarak, etik kurul onayı alındıktan sonra, 2016 yılında acil servise üst GİS kanama şikayetleriyle başvuran, 18 yaş üstü, ve takibinde endoskopi uygulanan hastalar onamları alınarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, komorbid hastalıkları, vital bulguları, nazogastrik aspirat içeriği, gaita tipi, risk skorları, endoskopi uygulama zamanları ve prognostik parametreleri kaydedildi. Çalışmaya alınan 104 hastanın %57.7’si erkek ve yaş ortalamaları 58.63 idi. Hastaların %69.2’sinde ek hastalık, %43.3’ünde NSAİD kullanımı mevcuttu. Endoskopik işlem zamanı ile mortalite, transfüzyon ihtiyacı, tekrar kanama, cerrahi müdahale gerekliliği açısından bir farklılık saptanmadı. Ancak erken endoskopi uygulanan hastalarda; yatış gün sayıları (p=0.011) ve tedavi maliyetleri (p=0.030) açısından farklılık saptandı. Glasgow Blatcfhord risk skoruna göre, yüksek riskli 60 hastanın yer aldığı grubun, endoskopi yapılma sürelerine göre prognozları karşılaştırıldığında; geç endoskopi yapılan hastaların hastane yatış sürelerinin istatiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğunu saptadık (p=0.033). Ancak transfüzyon ihtiyacı, tekrar kanama oranları ve tedavi maliyetleri açısından, istatiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (sırasıyla p=1.000; p=0.077; p=0.330). Hastalarımızın hiçbirinde cerrahi müdahale gereksinimi ve mortalite olmamıştır. Acil servise başvuran akut GİS kanamalı hastalarda, erken terapötik endoskopik işlem, tanı ve tedavideki doğru ve başarılı sonuçlar için kaçınılmaz bir metottur. Özellikle yüksek riskli hastalarda uygulanan endoskopik terapötik işlemlerin, prognoza olumlu etkisi daha fazladır.
The purpose of our study is to determine the benefit of endoscopy in early stage and the epidemiological characteristics of patients with non-variceal acute upper gastrointestinal bleeding, who apply to the emergency department. Patients above the age of 18, who applied to the emergency department in 2016 with upper gastrointestinal bleeding, and applied endoscopy in their follow-up, were examined prospectively by taking their consents after obtaining the approval of the ethics committee. The demographic characteristics of patients, comorbid diseases, vital signs, content of nasogastric aspirates, gaita type, risk scores, endoscopy practice time and prognostic parameters were recorded. 57.7 % of the 104 patients were male and the average age was 58.63. 69.2% of patients was detected with additional diseases, 43.3% of them was using NSAIDs. There were not any differences in terms of endoscopic procedure time and mortality, rebleeding, the need for transfusion and the need for surgery intervention. On the other hand, it was detected difference in the patients applied endoscopy in early period in terms of the number of hospitalisation days (p=0.011), and the cost of treatment (p = 0.030), and a significant decrease was observed. According to Glasgow Blatcfhord risk score, when the prognosis of 60 patients undergoing high-risk group were compared in terms of the duration of endoscopy; we detected that the duration of hospitalisation of the patients applied endoscopy in late period was found to be statistically significantly higher (p = 0.033). However, there were no statistically significant differences in transfusion requirement and the rates of rebleeding and treatment costs, respectively (p = 1.000, p = 0.077, p = 0.330). There was no need for surgical intervention, and mortality did not ocur. In patients with acute gastrointestinal bleeding admitted to the emergency room, early therapeutic endoscopic procedure is an essential method for accurate diagnosis and successful treatment results. In particular, the endoscopic therapeutic procedures applied in high-risk patients have more positive effect on patient prognosis.
Arslan, E. Acil servise başvuran üst gastrointestinal sistem kanamalı hastalarda kapı-endoskopik terapötik işlem zamanının hasta prognozu üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1381
Hematemez
Melena
Erken Endoskopi
Mortalite
Transfüzyon İhtiyacı
Hematemesis
Early Endoscopy
Mortality
Transfusion Needs
Acil servise başvuran üst gastrointestinal sistem kanamalı hastalarda kapı-endoskopi süresinin hasta prognozu üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1470
2018-04-14T00:00:21Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Sargın, M. Barış
author
2017
Distal radius kırıkları sık karşılaşılması ve kişinin günlük aktivitesini yakından ilgilendirmesi nedenleri ile önemli bir kırık tipidir. Tedavisinde kapalı redüksiyon ve alçılamanın yanı sıra, çeşitli cerrahi tedavi yöntemleri de uygulanmaktadır. Bu çalışmada deneysel olarak eklem dışı radius distal uç kırığı oluşturulan koyun önkol kemiklerine konik kompresif vida, plak+vida ve K-Teli tespit yöntemleri uygulandı. Hazırlanan 63 kemik preparat vida, plak ve tel grupları olarak 3 grupta ve dorsal kompresyon, volar kompresyon ve vertikal kompresyon olarak 3 subgrupta randomize olarak toplandıktan sonra kırık tespit işlemi yapıldı. Ardından kırık tespitli preparatların her birine Instron cihazı kullanılarak 250 N dorsal yüklenme, 250 N volar yüklenme ve 750 N aksiyel yüklenme kuvvetleri lineer olarak uygulandı. Kırık hattına uygulanan kuvvet ile birlikte kırık hattındaki ayrılma cihaz tarafından ölçülerek kaydedildi. İstatistiksel değerlendirmede SPSS programı kullanıldı. Veriler “Bağımsız Örneklemli t Testi” kullanılarak karşılaştırıldı. Dorsal yüklenmelerde konik kompresif vidaların etkinliği plak ve tel grubuna göre daha üstün bulundu. Volar yüklenmelerde vida ve plak grubunun tespit etkinliği benzer bulunurken, her iki grup da tel grubundan üstündü. Aksiyel yüklenmelerde vida ve tel grubunun tespit etkinliği benzer bulunurken, plak grubunun tespit gücü diğer iki gruba göre daha zayıf olarak gözlendi. Bu biyomekanik çalışma sonucunda konik kompresif vida ile tespit yönteminin, klinik olarak kullanıldığında, distal radius kırıklarında ucuz, pratik, erken rehabilitasyona izin verebilecek, güvenilir bir alternatif yöntem olabileceği düşünülmektedir.
Distal radius fractures are frequent, and important to treat because of its direct relationship with daily activities. Closed reduction and casting and surgical interventions are most common treatment options. In this study; efficiency of percutaneous fixation using conic compression screws is compared biomechanically with closed reduction and percutaneous K-wire pinning and open reduction and internal fixation. 63 sheep forearm bones were osteotomised to perform distal radial fracture model. The materials were randomly selected into 3 main groups as screw, plate and wire groups. These 3 main groups, then, divided randomly as dorsal compression, volar compression and vertical compression subgroups. Then, each of fixated materials were applied only 250 N dorsal compression, only 250 N volar compression or only 750 N vertical compression forces, using an Instron machine. With the linear force applied to the fracture line, displacement at the fracture line was measured and recorded by the machine. SPSS was used for statistical evaluation. Datas were compared using Independent-Samples t- Test. Efficiency of conic compression screws was better than plate and wire groups in dorsal compression tests. Efficiency of conic screw and plate groups were similar and both were better than wire group in volar compression tests. Conic screw and wire groups had similar efficiency in the axial compression tests, but plate group was weaker than them. This biomechanical study stated that clinical bone fixation with using conic compression screws allows firm fixation with permitting early rehabilitation and is a cheap, a reliable alternative method in distal radius fractures.
Sargın, M. B. Distal radius kırıklarında konik kompresif vida tespit etkinliğinin; plak+vida ve k-teli, tespit yöntemleri ile biyomekanik olarak karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1470
Konik Kompresif Vida
Tespit
K-Teli
Distal Radius
Biyomekanik
Conic Compressive Screw
Fixation
K-Wire
Biomechanic
Distal radius kırıklarında konik kompresif vida tespit etkinliğinin; plak+vida ve k-teli, tespit yöntemleri ile biyomekanik olarak karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1468
2018-04-14T00:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Koruk, Ruşengül
author
2017
Kontrast madde nefropatisi (KMN) kontrast madde (KM) kullanımı takiben 48-72 saat sonra oluĢan bazal kreatinin seviyesinde %25‘ten fazla artıĢ veya >0.5mg/dL artıĢ ile tanısı koyulur. Güncel literatürde acil serviste KMN sıklığı ile ilgili çalıĢmalar oldukça sınırlıdır. Bizde çalıĢmamızda acil serviste KMN sıklığını değerlendirmek ve acil servis uygulamalarında KMN riski olan hastaları öngörmeyi amaçladık. ÇalıĢmamız ileriye dönük olarak 01.09.2015-30.03.2016 tarihleri arasında acil servise baĢvuran bilgisayarlı tomografi (BT) çekilen 18 yaĢ üstü hastalarda yapıldı. ÇalıĢma gücünün 0.95 olması için gerekli gönüllü sayısı kontrastlı BT ve kontrastsız BT çekilen her grup için en az 160 olarak belirlendi. ÇalıĢmamıza her grup için 171 olmak üzere toplamda %49.1‘u (n=168) kadın 342 hasta alındı. Her iki grubunda BT çekiminden önceki, 24. saat ve 48. saat üre ve kreatinin değerleri kayıt edildi. KM verilen grubun 14‘ ünde (%8.1), almayan grupta ise 12‘ sinde (%7) nefropati geliĢtiği saptandı. Her iki grup arasında nefropati geliĢimi açısından fark saptanmadı (p=0.838). KM verilen grupta KMN geliĢimi açısından hastane yatıĢı (p=0.030), ileri yaĢ (p=0.026), anemi (p=0.045), lökositoz (p=0.005), GFH düĢüklüğü (p=0.028) risk faktörü olarak saptanırken, cinsiyetler (p=0.481), ek hastalıklar, hipotansiyon (p=0.728), caval indeks (p=0.66), kan laktat düzeyi (p=0.373) ve hastane yatıĢ süreleri (p=0.190) arasında istatiksel anlamlı bir fark saptanmadı. KM verilmeyen grupta nefropati geliĢimi açısından anemi (p=0.003), hastane yatıĢı (p=0.039), lökositoz (p=0.007) risk faktörü olarak saptanırken, yaĢ (p=0.498), cinsiyet (p=0.481), hastane yatıĢ süresi (p=0.340), kan laktat düzeyi (p=0.430), hipotansiyon (p=0.711), caval indeks (p=0.355), GFH (p=0.918) arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Her iki grupta da acil servisten taburcu olan hastalarda nefropati tespit edilmedi. Acil serviste KMN için hidrasyon, sodyum bikarbonat ve NAC tedavisi alan ve almayan hastalar karĢılaĢtırıldığında bir fark saptanmadı (p=0.051). Koruyucu tedavi alan hastalar kendi arasında karĢılaĢtırıldığında aldıkları tedavi arasında KMN açısından fark saptanmadı (p=0.066).
Contrast induced nephropathy (CIN) is diagnosed with an increase of more than 25% or 0.5 mg/dL in the basal creatinine that develops after 48-72 hours following the use of contrast agent (CA). In the current literature, studies on the frequency of CIN in emergency are limited. We aimed to evaluate this in emergency and to predict patients at risk for CIN. Our prospective study was performed in patients over the age of 18 applying to emergency between 01.09.2015-30.03.2016 and having CT. The number of volunteers required to have a power of 0.95 was determined as 160 for each group with CE and unenhanced CT. A total of 342 patients was enrolled, 171 for each and 49.1% was women (n=168). Urea and creatinine values were recorded in both groups before the CT, at 24 hours and 48 hours. Nephropathy was detected in 14 patients (8.1%) of the group receiving CA and 12 (7%) of the non-receiving group. There was no difference in the nephropathy development between the two groups (p=0.838). In the group receiving CA, the risk factors for CIN were found to be hospitalization (p=0.030), advanced age (p=0.026), anemia (p=0.045), leukocytosis (p=0.005), and low GFR (p=0.028). No statistically significant difference was detected between the sexes (p=0.481), additional diseases, hypotension (p=0.728), caval index (p=0.66), blood lactate (p=0.373) and hospitalization durations (p=0.190). Anemia (p=0.003), hospitalization (p=0.039) and leukocytosis (p=0.007) were found to be risk factors for the nephropathy development in the group without CA. In terms of age (p=0.498), gender (p=0.481), duration of hospital stay (p=0.340), blood lactate (p=0.430), hypotension (p=0.711), caval index (p=0.355) and GFR (p=0.918), there were no statistically significant differences. In both groups, nephropathy was not detected in discharged patients. There was no difference (p=0.051) between the patients who received hydration, sodium bicarbonate and NAC and those who did not. There was no difference between the treatments (p=0.066) in terms of CIN when the patients receiving the preventive treatment were compared with each other.
Koruk, R. Acil servise başvuran hastalarda kontrastlı bilgisayarlı tomografi sonrası opak nefropatisi olasılığı, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Acil Tıp Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1468
Kontrast Madde Nefropatisi
Acil Servis
Kontrastlı Bilgisayarlı Tomografi
Contrast Induced Nephropathy
Emergency Department
Contrast- Enhanced Computerized Tomography
Acil servise başvuran hastalarda kontrastlı bilgisayarlı tomografi sonrası opak nefropatisi olasılığı
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1488
2018-04-18T00:00:32Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_207
00925njm 22002777a 4500
dc
Önal, Özkan
author
2017
Bu uzmanlık tezinin amacı, günümüzde katarakt cerrahilerinde kullanılan en gelişmiş göz içi lenslerinden biri olan Trifokal Torik göz içi lenslerinin (GİL) astigmatlı gözlere yapılan katarakt cerrahisinde etkinliğini ve güvenilirliğini araştırmaktır. Eylül 2016 - Mart 2017 tarihleri arasında 18 hastanın 36 gözüne Trifokal Torik GİL, 20 hastanın 40 gözüne Multifokal GİL, 20 hastanın 40 gözüne de Monofokal GİL takıldı. Hastaların preoperatif ve postoperatif uzak (6mt), yakın (40 cm) ve orta (80cm) mesafe görme keskinlikleri, LogMAR görme eşelleri ile bakıldı. Hastaların keratometrik değerleri Lensstar LS-900 cihazı ve üzerine monte edilen T-Cone aparatı ile alındı. Kontrast duyarlılık ve Kamaşma testi için CSV-1000E, yakın derinlik hissi testi için Titmus Stereotest, uzak derinlik hissi testi için Distance Stereo Randot Test kullanıldıTrifokal Torik ve diğer iki kontrol grubundaki toplam 116 gözün uzak mesafe görme keskinlikleri cerrahiler sonrası istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0.001). Ayrıca Trifokal Torik grubundaki 36 gözün orta ve yakın mesafedeki görme düzeylerinde anlamlı artış sağlandı (p<0.001). Postoperatif kontrast duyarlılık ve kamaşma testlerinde Trifokal Torik ve Multifokal grubundaki hastaların şikayetleri, Monofokal grubundaki hastalara göre her 4 uzaysal frekans düzeyinde (3-6-12-18 CPD) daha fazlaydı. Hastalara preoperatif ve postoperatif uygulanan NEI-VFQ-25 İşlevsel Görme Ölçeği anketine göre üç grubun yaşam kalite değişimleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p=0.237). Hastaların genel memnuniyet düzeyleri sorgulandığında Trifokal Torik uygulanan hastaların %88 oranında çok memnun olduğu, %12 oranında ise memnun olduğu görüldü.
The purpose of this specialization thesis is to investigate the efficacy and safety of the use of Trifocal Toric intraocular lenses (IOLs), which are one of the most advanced intraocular lenses used in cataract surgeons today, in cataract surgeries with astigmatic eyes. Between September, 2016 and March, 2017; Trifocal Toric IOL was implanted in 36 eyes of 18 patients, Multifocal IOL in 40 eyes of 20 patients, and Monofocal IOL in 40 eyes of 20 patients. The visual acuities of the patients at distant (6 mt.), near (40 cm.), and mid (80 cm.) distances were evaluated with LogMAR visual analogues preoperatively and postoperatively. The keratometric values of the patients were obtained with a Lensstar LS-900 device and a T-Cone device mounted on it. CSV-1000E for contrast sensitivity and glare test, Titmus Stereotest for close depth sense test, and Distance Stereo Randot Test for distance depth sense test were used. A total of 116 eyes in the Trifocal Toric and two other control groups showed a statistically significant increase in distance visual acuity after surgery (p <0.001). In addition, 36 eyes in the Trifocal Toric group showed a significant increase in the middle and near distance visual level (p <0.001). In the postoperative contrast sensitivity and glare tests, the complaints of patients in the Trifocal Toric and Multifocal group were more than the patients in the Monophocal group in each of 4 spatial frequencies (3-6-12-18 CPD). According to NEI-VFQ-25 Functional Vision Questionnaire which was applied to patients preoperatively and postoperatively, no statistically significant difference was found between the three groups (p = 0.237). When the general satisfaction levels of the patients were questioned, it was found that 88% of the patients to whom Trifokal Torik was applied were very satisfied and 12% of them were satisfied.
Önal, Ö. Katarakt Cerrahisinde Kullanılan Torik Göziçi Lenslerin Astigmatik Düzeltici Etkisi ve Hastaların Yaşam Kalitesi Üzerine Olan Etkilerinin Değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1488
Katarakt
Trifokal Torik GİL
Astigmatizma
NEI-VFQ-25
Kontrast Duyarlılık
Cataract
Trifocal Toric İOL
Astigmatism
VFQ-25
Contrast Sensitivity
Katarakt cerrahisinde kullanılan torik göziçi lenslerin astigmatik düzeltici etkisi ve hastaların yaşam kalitesi üzerine olan etkilerinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1490
2018-04-18T00:00:33Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Akkemik, Ümit
author
2017
Çalışmamızda Postlaminektomi sendromu tansısı almış, ağrısı sayısal derecelendirme ölçeğine (SDÖ) göre 7 ve üzeri hastalara uygulanan girişimsel işlemleri; işlem sonrası SDÖ puanındaki değişimin değerlendirilmesini amaçladık. Bu çalışma, 01.02.2010-01.02.2015 tarihleri arasında başvurusu bulunan ve girişimsel işlem yapılan 18 yaş ve üzerindeki 69 kadın, 38 erkek olmak üzere 107 hastanın dosyalarının incelenmesi ile gerçekleştirildi. Polikliniğimizde bulunan ağrı takip formları ve hastane otomasyon sistemi kullanılarak, hastaların ağrı lokalizasyonu, postoperatif süreleri, yapılan girişimsel işlemler ve işlem sonrası ağrı durumları tesbit edildi. Elde edilen verilerin istatistiksel anlamlılığı Pearson Ki-Kare testi, Kruskal Wallis H testi, Friedman ve Mann Whitney U testleri ile değerlendirildi. P>0.05 anlamsız, P<0.05 anlamlı kabul edildi. Girişimsel işlemler ile, hastaların %48,5’inde, %50’den fazla ağrıda azalma tesbit edilmiştir. Radiküler karekterde ağrısı bulunan hastalarda başarı oranı %66,7 olarak tesbit edilmiştir. TFSE işlemi uygulanan hastaların %28,8’inde ağrı palyasyonu sağlanırken, dorsal root ganglio radyofrekans termokoagulasyon işlemi uygulanan hastalarda bu oran %44,4 olarak tesbit edilmiştir. Kalıcı Spinal kord stimülatörü (SKS) takılan hastaların ağrı puanları diğer hasta grupları ile karşılaştırıldığında ise kalıcı SKS, hem istatistiksel hem de klinik olarak anlamlı derece etkin bulunmuştur (p<0,001). Postlaminektomi sendromu çoğu zaman tek bir patolojiden kaynaklanmaz ve çoğu zaman birden fazla girişime ve tekrara ihtiyaç duyulur. Postlaminektomi sendromu multisidipliner yaklaşım gerektiren ve çoklu tedavi seçeneklerinin hastaya göre karar verilerek uygulanmasını zorunlu kılan bir hastalıktır. Tedavi seçenekleri ile ilgili daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
In our study, we aimed to evaluate the change in numeric rating scale (NRS) score and interventional procedures performed on patients with postlaminectomy syndrome whose NRS score 7 and above according to the numeric rating scale (NRS). This study was carried out by examining the files of 107 patients, including 69 women and 38 men, aged 18 years and over who had applied between 01.02.2010-01.02.2015. Pain localization, postoperative periods, interventional procedures and post-procedural pain status were determined using pain monitoring forms and hospital automation system in our clinic. Statistical significance of the obtained data was evaluated by Pearson ki-square test, Kruskal Wallis H test, Friedman and Mann Whitney U tests. P> 0.05 was not significant, P <0.05 was considered significant. With interventional procedures, 48.5% of patients had a reduction in pain of more than 50%. The success rate was 66.7% in patients with radicular pain. Pain palliation was achieved in 28.8% of patients who underwent TFSE, whereas in patients undergoing dorsal root ganglion radiofrequency thermocoagulation, this rate was 44.4%. When the pain scores of patients with permanent Spinal Cord Stimulator (SKS) were compared with other patient groups, permanent SKS was found to be statistically and clinically significant.(p<0.001). Postlaminectomy syndrome is not usually caused by a single pathology, and more than one intervention and recurrence is often needed. Postlaminectomy syndrome is a disease that requires a multidisciplinary approach and multiple treatment options must be decided according to the patient. More research is needed on treatment options.
Akkemik, Ü. Kliniğimizde Postlaminektomi sendromu tanılı hastalarda yapılan girişimsel işlemlerin tedavi etkinliğinin retrospektif olarak araştırılması.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir,2017.
http://hdl.handle.net/11684/1490
Postlaminektomi Sendromu
Girişimsel Tedaviler
Spinal Kord Stimülatörü
Postlaminectomy Syndrome
Interventional Treatments
Spinal Cord Stimulator
Kliniğimizde postlaminektomi sendromu tanılı hastalarda yapılan girişimsel işlemlerin tedavi etkinliğinin retrospektif olarak araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1499
2018-05-09T00:00:38Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_214
00925njm 22002777a 4500
dc
Ülgen, Ali
author
2017
Günümüzde yaşam süresindeki artış ve insidansı göz önüne alındığında prostat kanseri bir halk sağlığı problemi haline gelmiştir. Prostat kanseri tanısı, prostat spesifik antijen (PSA) yüksekliği ve/veya parmakla rektal muayenedeki (PRM) patolojik bulgular nedeniyle transrektal ultrasonografi (TRUS) kılavuzluğunda yapılan sistematik ve şüpheli alanlara yönelik biyopsilere dayanmaktadır. Fakat prostat kanserinin tanısından tedavi sonrası takibine kadar, karar verme algoritmalarında yol gösterici güvenilir modalitelere ihtiyaç duyulmaktadır. Çalışmamızda prostat kanseri nedeniyle radikal retropubik prostatektomi (RRP) yapılan hastaların TRUS kılavuzluğunda biyopsi (TRUS-Bx) ve preoperatif manyetik rezonans görüntülemede (MRI) saptanan patolojik ve radyolojik bulguların karşılaştırılması yapılarak, MRI’ın tanı, evreleme ve cerrahi planlamadaki yeri değerlendirilmiştir. MRI 47 hastanın 46’sında (%97.87) tümör saptamış, 88 tümör odağının ise 49’unu (%55.68) tespit etmiştir. MRI ile TRUS-Bx’ye göre daha az tümör odağının saptanmasına rağmen bunların klinik anlamlılıklarının daha fazla olması, MRI’ın klinik önemsiz kanserleri tespit etmeyip klinik önemli kanserleri ise atlamadığına işaret etmektedir. Ayrıca MRI’ın ekstraprostatik uzanım (EPE) saptamada yüksek özgüllüğe (0.94) fakat düşük duyarlılığa (0.26) sahip olduğu gösterilmiştir. İnvazyon olan 16 SV’ün sadece 4’ü (%25) MRI ile tespit edilmiş, duyarlılık, özgüllük, pozitif öngörü değeri (PPV) ve negatif öngörü değeri (NPV) 0.25, 1.00, 1.00 ve 0.87 bulunmuştur. Çalışmamızda metastatik lenf nodu (LN) olan 7 hastanın 2’si (%28.57) MRI ile saptanmış, MRI’da patolojik vasıfta özellikler gösteren LN izlenmeyen 39 hastada (%82.98) buna uyumlu şekilde patolojik incelemede de metastaz tespit edilmemiştir. Buna göre MRI’ın metastatik LN saptamadaki duyarlılık, özgüllük, PPV ve NPV’i 0.28, 0.97, 0.66 ve 0.88 bulunmuştur. MRI çekim standartlarının sağlanması, merkezlerde yaygınlaşması ve deneyimin artması ile daha çok kullanım alanı bulacaktır.
When the increase in life expectancy and it’s incidence considered, prostate cancer has became a public health problem. Diagnosis of prostate cancer in clinical practice, substantially relies on transrectal ultrasonography (TRUS) guided systematic and directed biopsies to the suspected areas on the ground of high prostate specific antijen (PSA) level and/or pathological findings on digital rectal examination (DRE). But in every round of prostate cancer, from diagnosis to post-treatment follow-up, reliable modalities that guide to the physician in the decision-making algorithm are needed. In our study, pathological findings of TRUS guided biopsy (TRUS-Bx) and radiological findings of preoperative magnetic resonance imaging (MRI) are compared and the role of MRI in the diagnosis, staging and sugical planning is evaluated in the patients who undergone radical retropubic prostatectomy (RRP) because of prostate cancer. MRI detected tumor in 46 of 47 patients (%97.87) and 49 of 88 tumor foci (%55.68) in these patients. Although MRI detected less tumor foci than TRUS-Bx, these foci were more clinically significant and this finding indicates that MRI does not detect insignificant tumors and does not miss significant ones. Also, high specificity (0.94) but low sensitivity (0.26) of MRI on detecting extraprostatic extention (EPE) is demonstrated. MRI detected only 4 of 16 (%25) seminal vesicle (SV) invasion and sensitivity, spesificity, positive predictive value (PPV) and negative predictive value (NPV) were 0.25, 1.00, 1.00 ve 0.87, respectively. In our study, 2 of 7 patients (%28.57) who have lymph node (LN) metastasis were detected by MRI and no metastatic nodes were found on histopathological examination.in 39 patients (%82.98) that have no lymph nodes with pathological characteristics on MRI. Accordingly, sensitivity, specificity, PPV and NPV of MRI on detecting metastatic LN are 0.28, 0.97, 0.66 ve 0.88, respectively. By ensuring the standart of MRI, widespread use in medical centers and gaining experience; MRI will find extensive area on prostate cancer.
Ülgen, A. Prostat kanserli hastalarda transrektal ultrason eşliğinde biyopsi, manyetik rezonans görüntüleme ve radikal prostatektomi spesmenlerinin bulgularının karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Üroloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1499
Prostat Kanseri
Manyetik Rezonans Görüntüleme
Tanı
Evreleme
Prostate Cancer
Magnetic Resonance Imaging
Diagnosis
Staging
Prostat kanserli hastalarda transrektal ultrason eşliğinde biyopsi, manyetik rezonans görüntüleme ve radikal prostatektomi spesmenlerinin bulgularının karşılaştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1518
2018-05-09T00:00:56Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Türkmen, Yunus
author
2017
Dünyada sağlık sektöründe özelleşme ve sağlık sigortalarının yaygınlaşması ile birlikte, sağlık hizmetinin kalitesinin değerlendirilmesi önem kazanmakta olup, kalitenin değerlendirilmesinde önemli bir parametre de, hasta yakınlarının memnuniyetin ölçülmesidir. Bu çalışmanın amacı Anestezi Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan hasta yakınlarının memnuniyetini değerlendirebilmek ve verilen hizmeti iyileştirebilmek için hastanın tedavisi ve bakımı, hasta hakkında verilen bilginin niteliği, yoğun bakım ünitesi çalışanlarının hasta yakınına karşı tutumları, karar verme süreci ile ilgili memnuniyetinin araştırılmasıdır. Çalışma Aralık 2016-Şubat 2017 tarihleri arasında Anestezi Yoğun Bakım Ünitesi’nde tedavi edilen toplam 62 hastanın yakını ile yapılmıştır. Yoğun bakım üniteleri için geliştirilmiş aile memnuniyetini sorgulama formunda, hasta yakınlarına samimi bilgi verilip verilmediği (bilgi), hasta yakınlarında hastanın durumunun iyileşeceğine olan umut konusunda güven verilebilirliği (güven), hasta yakınının fiziksel veya duygusal olarak hastanın yanında olabilmesi (yakınlık), hasta yakınlarına verilen destek (destek), hasta yakınlarının kişisel konforları (konfor) ile ilgili sorular yöneltildi. Anket sonuçları Shapiro Wilk testi, t testi, Mann Whitney U testi ile analiz edildi. Çalışmaya katılan hasta yakınlarının yoğun bakım hizmetimizden memnuniyeti değerlendirildiğinde, ortalamanın %77,6 olduğu saptandı. Hasta yakınlarının en fazla memnuniyet duyduğu alt bölümler sırası ile bilgi (%80,1) ve yakınlıktı(%79,6). En az memnuniyet duyulan alt bölümün konfor (%74,1) olduğu saptandı. Çalışmada hastaların yakınlarının yoğun bakım ünitemizde verilen bakımdan ortalama düzeyde memnun olduklarını saptadık. Memnuniyet düzeyini farklı birçok parametre etkilediği için bu çalışmada kullanılan değişken sayısının artırılması ile yapılacak çalışmalarda etkinliği artıracak yönde sonuçlar elde edilebilir.
With the spread of privatization and health insurance in the health sector in the world, the evaluation of the quality of the health service becomes important . and the measurement of the satisfaction of the patients' relatives is an important parameter in the evaluation of the quality. The purpose of this study is to investigate the satisfaction of the inpatient relatives in the anesthesia intensive care unit and the satisfaction of the patients treatment and care, the quality of the information given about the patient, the attitudes of the intensive care unit employees towards the patient and the decision. This study was conducted on 62 patients treated in Anesthesia and Intensive Care Unit between December 2016 and February 2017. İn the form of questionnaire for family satisfaction developed for intensive care units, the patient's relatives are given sincere information (information), the patient's relatives have confidence in the hope that the patient's condition will improve, the patient's relatives can be physically or emotionally close to the patient, Support given to patient's relatives (support) and personal comforts (comfort). Survey results were analyzed by Shapiro Wilk test, t test, Mann Whitney U test. When the satisfaction of our patients who participated in the study were evaluated from our intensive care service, it was seen that the average rate was 77.6%. The subdivisions that were most pleased with the relatives of the patient were found to be information (80.1%) and closeness (79.6%). While the least satisfied sub-section was found to be comfort (74.1%). In our study, we found that the relatives of the patients were satisfied with the average level of care provided in our intensive care unit. Because many different parameters affect the level of satisfaction, it is suggested to increase the number of variables used in the study because it is thought that the results will increase when there are more variable parameters to be worked on.
Türkmen Y. Anestezi yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların yakınlarının memnuniyet düzeyinin anket çalışması ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1518
Aile Memnuniyeti
Yoğun Bakım Hasta Yakınları
Memnuniyet Değerlendirme
Family Satisfaction
Intensive Care Unit Patient’s Relative
Evaluation of Satisfaction
Anestezi yoğun bakım ünitesi’nde yatan hastaların yakınlarının memnuniyet düzeyinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1520
2018-05-09T00:00:48Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Şentürk, Metin
author
2017
Bu çalışmanın amacı ameliyat edilmiş
pelvik kitleli hastaların preoperatif ve postoperatif OTH’lerinin karşılaştırılması,
OTH’deki değişikliğin malign neoplazi ayırımında kullanılmasının belirlenmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma retrospektif düzende planlanmış olup ESOGÜ Kadın
Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında Ocak 2012- Ocak 2017 tarihleri arasında
yapılan pelvik kitle tanısı ile ameliyat olan hastaları kapsamaktadır. Hastalara ait
bilgiler, hasta dosyaları ve ameliyat defterinden belirlenip hasta yaşı, paritesi,
gravida, preoperatif lökosit, lenfosit, nötrofil, platelet, NLO, PLO, OTH, postoperatif
lökosit, lenfosit, nötrofil, platelet, NLO, PLO, OTH değerleri ve CA 125 düzeyleri
araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 361 hastanın ortalama yaşı 52,10 yıldır.
En sık görülen tanı seröz karsinom olarak gelmiştir 73 hastada (%20,2) görülmüştür.
361 hastanın 201’inde (%55,7) malign olmayan neoplaziler, 133’ünde (%36,8)
malign ve 27’sinde (%7,5) borderline over neoplazmı saptanmıştır. 43 hastanın
(%11,9) hiç gebe kalmamıştır, ortanca gravidanın 3, ortanca paritenin 2 olduğu
belirlenmiştir. Malign neoplazm saptanan hastalara göre malign neoplazm
saptanmayan hastaların yaş, preoperatif OTH, sağ over, CA 125 düzeyi, preoperatif
lenfosit, postoperatif lenfosit, preoperatif platelet, postoperatif platelet, preoperatif
NLO, postoperatif NLO, preoperatif PLO ve postoperatif PLO’nun yüksek olduğu
saptanmıştır. Ayrıca malign over neoplazmı saptanan hastalara göre borderline over
neoplazmı saptanan hastalarda CA 125 düzeyi ve preoperatif PLO’nun da yüksek
olduğu saptanmıştır. Sonuç: Pelvik kitle saptanan ve bu nedenle operasyon planlanan
hastaların malign neoplazm ayırıcı tanısında diğer klinik ve görüntüleme yöntemleri
yanında preoperatif OTH, CA 125, NLO, PLO değerlerinden preoperatif
yararlanılabileceği düşünülmüştür.
The aim of this study is to compare the
preoperative and postoperative OTH of operated patients with pelvic mass, and to
determine the use of OTH in the differentiation of malignant neoplasia. Material and
Methods: The study was planned retrospectively and covers patients who underwent
surgery with the diagnosis of pelvic mass between January 2012 and January 2017 in
ESOGÜ Department of Obstetrics and Gynecology. Patient information was
determined from patient files and operative book and evaluated retrospectively. In
these studies, patient age, parity, gravida, preoperative leukocyte, lymphocyte,
neutrophil, platelet, NLO, PLO, OTH, postoperative leukocyte, lymphocyte,
neutrophil, platelet, NLO, PLO, CA 125 levels were investigated. Findings: The
mean age of the 361 patients included in the study was 52.10 years. The most
common diagnosis was serous carcinoma, which was seen in 73 patients (20.2%).
Non-malignant neoplasms were found in 201 of 361 patients (55.7%), malignant in
133 (36.8%) and borderline over neoplasm in 27 (7.5%). 43 patients (11.9%) were
not pregnant at all, median gravidan was 3, and median parity was 2. Patients with
malignant neoplasms were found to have higher age, preoperative OTH, right over,
CA 125 level, preoperative lymphocyte, postoperative lymphocyte, preoperative
platelet, postoperative platelet, preoperative NLO, preoperative PLO and
postoperative PLO in patients without malignant neoplasm. In addition, patients with
malignant ovarian neoplasms were found to have borderline over-neoplasia 125 and
preoperative PLO levels were higher. Conclusion: It is thought that preoperative
MPL, 125, NLO, PLO values can be used preoperatively in the differential diagnosis
of malignant neoplasms of pelvic masses.
Şentürk, M. Pelvik kitlelerde ortalama trombosit hacminin ayrıcı tanıda etkinliği. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1520
Pelvik Kitle
Ortalama Trombosit Hacmi
Nötrofil Lenfosit Oranı
Platelet Lenfosit Oranı
Over Neoplazmı
Pelvic Mass
Mean Platelet Volume
Neutrophil Lymphocyte Ratio
Platelet Lymphocyte Ratio
Ovarian Neoplasm
Pelvik kitlelerde ortalama trombosit hacminin ayırıcı tanıda etkinliği
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1521
2018-05-09T00:00:12Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_205
00925njm 22002777a 4500
dc
Özdemir, Görkem
author
2017
Bu çalışmada amaç; mezenter iskemi oluşturulmuş ratlarda timokinonun iskemi reperfüzyon hasarına karşı koruyucu etkisini araştırmaktı. Çalışmamızda timokinon’un etkisini 50 mg/kg ve 100 mg/kg dozlarında iki ayrı grupta inceledik. Çalışmamızda timokinonu çözeltmek için dimetil sülfoksit (DMSO) kullandık ve DMSO’nun iskemi/reperfüzyon hasarındaki etkilerini ayrı bir grupta gözlemledik. Çalışmada cinsiyet farkı gözetilmeksizin 200-250 gram ağırlığındaki 35 adet Wistar Albino türü sıçanlar kullanıldı. Deney hayvanları beş gruba ayrıldı. Grup 1’de (kontrol grubu) SMA izole edilerek ortaya konuldu ancak bağlanmadı. Grup 2’de (iskemi/reperfüzyon grubu-sham) SMA izole edidi, atravmatik pensler kullanılarak 60 dakika klampe edildi ardından klempler açılarak 120 dakika reperfüzyon sağlandı. Grup 3’te (İ/R+ Timokinon 50 mg/kg grubu) SMA izole edildi 60 dakika boyunca atravmatik pensler kullanılarak klampe edildi ardından hayvanlara 50 mg/kg timokinon i.p verildi, klempler açılarak 120 dakika reperfüzyon sağlandı. Grup 4’te (İ/R +DMSO) SMA izole edildi, 60 dakika boyunca atravmatik pensler kullanılarak klampe edildi, ardından hayvanlara 0.2 ml DMSO+0.8 ml distile su i.p verildi klempler açılarak 120 dakika reperfüzyon sağlandı. Grup 5’de (İ/R+100 mg/kg timokinon) ise SMA izole edildi, 60 dakika boyunca atravmatik pensler kullanılarak klampe edildi ardından hayvanlara 100 mg/kg timokinon i.p verildi ardından klempler açılarak 120 dakika reperfüzyon sağlandı. İskemi/reperfüzyona bağlı intestinal hasarı araştırmak üzere terminal ileumdan doku örnekleri elde edildi ve intrakardiyak kan örnekleri alındı. Çalışmamızda timokinon 50 mg/kg kullanılan deneklerde hücresel hasar sham-iskemi grubuna göre azalmış olduğu görüldü. Timokinon 100 mg/kg kullanılan grupta ise hücresel hasar sham-iskemi grubuna göre bir fark olmadığı görüldü. Çalışmamızda kullanılan çözelti ajanımız DMSO’nun yarattığı etkilere bakarsak DMSO grubundaki deneklerde hücresel hasar sham-iskemi grubuna göre azalmış olduğu bulunmuştur.
The purpose of the present study was to investigate the protective effects of thymoquinone on ischemia/reperfusion injury on rats that have mesenteric ischemia is determined. In our study, we examined the effect of thymoquinone in two groups of 50 mg/kg and 100 mg/kg doses. We used dimethyl sulphoxide(DMSO) to dissolve thymoquinone and we observed the effects of DMSO on I/R injury in a seperate group. In the study, regardless of gender difference 35 Wistar Albino rats weighing 200-250 grams were used. The animals were divided into 5 groups. In group 1 (control group); SMA was isolated but not ligated. In group 2 (sham); SMA was isolated and ligated for 60 minutes and then 120 minutes reperfusion was allowed. In group 3 (I/R + 50 mg/kg thymoquinone) SMA was isolated and ligated for 60 minutes, then 50 mg/kg thymoquinone was injected i.p and 120 minutes reperfusion was allowed. In group 4 (I/R+DMSO) SMA was isolated and ligated for 60 minutes, then 0.2 ml DMSO + 0.8 ml distelled water was injected i.p and 120 minutes reperfusion was allowed. In group 5 (I/R + 100 mg/kg thymoquinone ) SMA was isolated and ligated for 60 minutes, then 100 mg/kg thymoquinone was injected i.p and 120 minutes reperfusion was allowed. To determine the intestinal damage depending ischemia and reperfusion the samples were taken from terminal ileum and blood samples intracardiac way. In our study we showed that cellular injury was attenuated in 50 mg/kg thymoquinone group as compared to the sham group. There was no difference in cellular injury between 100 mg/kg thymoquinone group and sham group. Regarding the effects of DMSO, which we used as dissoling solution, we observed that the cellular damage in the DMSO group was reduced compared to the sham-ischemia group.
Özdemir, G. Süperior mezenterik arter oklüzyonu oluşturulmuş ratlarda timokinon’un iskemi/reperfüzyon hasarına koruyucu etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1521
Mezenter İskemi
Timokinon
DMSO
Reperfüzyon
Mesenteric Ischemia
Thymoquinone
DMSO
Reperfusion
Süperior mezenterik arter oklüzyonu oluşturulmuş ratlarda timokinon’un iskemi/reperfüzyon hasarına koruyucu etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1560
2018-06-09T00:00:10Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_210
00925njm 22002777a 4500
dc
Turan, Şükrü
author
2017
Bu çalışmada, yarık dudak patolojisinin eşlik ettiği veya etmediği yarık damak tanısı ile opere edilmiş çocuk olgularda; objektif test yöntemleri ile orta ve iç kulak fonksiyonlarını değerlendirmeyi ve kontrol grubundaki sağlıklı bireylerle karşılaştırmayı amaçladık. Ek olarak, opere edilmiş yarık damak ± yarık dudaklı hasta grubunun orta kulak parametrelerinin yeni bir test yöntemi olan Geniş Bant Timpanometre (GBT) testi ile belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda, daha önce yarık damak tanısı ile opere edilen ve başarılı damak onarımı yapılmış, yaşları 1-5 yıl arasında olan 23 olgu (46 kulak) hasta grubuna dahil edildi. Bilinen sağlık problemi olmayan, yaşları 1-5 yıl arasında olan 23 olgu (46 kulak) ise kontrol grubunu oluşturdu. Her iki gruba da tanısal hava ve kemik yolu İşitsel Beyinsapı Uyarılmış Potansiyelleri (ABR) testi ve Geniş Bant Timpanometre testi yapıldı. Hasta grubunda hava yolu ABR testinde V. dalganın gözlendiği eşik uyaran şiddeti kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunurken, kemik yolu ABR testinde her iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. GBT testinde hasta grubunda kontrol grubuna göre; basınçlı absorbans değerleri ve timpanogram tepe basınçlarında anlamlı farklılık gözlenirken, kulak kanalı hacmi ve rezonans frekans değerlerinde her iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Yapılan testler sonucunda hasta grubunda toplam 19 (%41.3) kulakta efüzyonlu otitis media (EOM), 2 (%4.3) kulakta da çok ileri derecede sensörinöral tip işitme kaybı gözlenmiştir. Yirmi beş (%54.4) kulak ise sağlıklı olarak saptanmıştır. Yarık damak onarım operasyonu sonrasında bile %41 gibi yüksek oranlarda EOM sıklığı olması, bu olguların odyolojik testler ve fizik muayene eşliğinde düzenli aralıklarla uzun dönem takibinin gerekliliğini ortaya koymaktadır.
In this study, we aimed to evaluate the middle and inner ear function of children operated for diagnosis of cleft palate with or without cleft lip using objective test methods and to compare them with healthy individuals group. In addition, it was also aimed to determine the middle ear parameters of the Wide Band Tympanometer (WBT) test, which is a new test method. For this purpose, 23 patients (46 ears) between 1 and 5 years of age, who had been previously treated with a cleft palate and successfully repaired, were included in the patient group. Twenty-three cases (46 ears) with no known health problems and ages between 1 and 5 years constituted the control group. Both groups were applied diagnostic air and bone conducted brainstem auditory evoked potentials (EABR) test and Wide Band Tympanometer test. In the patient group, in the air conducted ABR test, the threshold of wave V was significantly higher than the control group, and there was no significant difference between two groups in the bone conducted ABR test. In the WBT test in the patient group, there was a significant difference in pressure absorbance values and tympanogram peak pressures compared to the control group, but no significant difference was found between two groups in the ear canal volume and resonance frequency values. As a result of the tests conducted in the patient group, a total of 19 (41.3%) ears was found with otitis media with effusion (OME) and 2 (4.3%) ears had profound sensorineural hearing loss. Twenty-five (54.4%) ears were found to be healthy. The fact that the OME frequency is as high as 41% even after repairmen of cleft palate, reveals the necessity of long term follow-up at regular intervals by using audiological tests and physical examination.
Turan, Ş. Yarık damak-yarık dudaklı çocuk hastalarda orta ve iç kulak etkilenmesinin geniş band timpanometri, hava ve kemik yolu işitsel beyin sapı potansiyel ölçümleri ile değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1560
Yarık Damak
Efüzyonlu Otitis Media
Geniş Bant Timpanometri
İşitsel Beyinsapı Uyarılmış Potansiyelleri
Cleft Palate
Otitis Media with Effusion
Wideband Tympanometry
Brainstem Auditory Evoked Potentials
Yarık damak-yarık dudaklı çocuk hastalarda orta ve iç kulak etkilenmesinin geniş bant timpanometri, hava ve kemik yolu işitsel beyin sapı potansiyel ölçümleri ile değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1565
2018-06-09T00:00:32Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Arslan, Samet
author
2017
İntrauterin adezyonlar ilk
kez 1894 yılında Fritsch’in bildirdiği postpartum küretaj sonrası amenore izlenen
yirmi beş yaşındaki bir olgunun sunulmasıyla literatüre girmiştir. İntrauterin adezyon
insidansında günümüzde artış görülmektedir. Bunun iki nedeni; adezyon tanısının
kolaylaşması ve adezyon oluşmasına neden olabilen intrakaviter uterin cerrahi
uygulamalarının artmış olmasıdır. Prognozun adezyonların ciddiyeti ile olan yakın
ilişkisi ve adezyonların yüksek derecelere varan nüks oranları sebebiyle erken tanı
ve adezyon önleyici stratejiler önem arzetmektedir. Yine operasyon sonrası tekrar
adezyon formasyonun önlenmesine yönelik tedbirlerin etkinlikleri de tartışmalıdır.
Bu koşullar altında intrauterin adezyonların önlenebilmesine yönelik tedbirler büyük
önem arzetmektedir. Bu çalışma operatif histeroskopi sonrası yapılan ofis
histeroskopinin hem erken tanı hem de tedavide etkinliğini belirlemek amacıyla
yapılmıştır. Retrospektif yöntemle planladığımız ve kontrollerin bir kısmı prospektif
olarak gerçekleştirdiğimiz bu analitik çalışmamızda, Ocak 2014-Mayıs 2017 tarihleri
arasında bilgisayar ortamındaki operasyon kayıtları esas alınarak Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde operatif
histeroskopi uyguladığımız reprodüktif, perimenopozal ve postmenopozal dönemde
olan ve farklı jinekolojik şikayetlerle polikliniğimize başvurmuş 78 hasta
değerlendirmeye alınmıştır. Hastalardan postoperatif 1.hafta ve 1.ayda ofis
histeroskopi yapılan hastalar grup 1; postoperatif 1.ayda ofis histeroskopi yapılan
hastalar grup 2 olarak gruplandırıldı. Operasyon sonrası görüntüler
değerlendirildiğinde her iki grup arasında adezyon görülme sıklığında istatistiksel
olarak anlamlı fark bulunamamıştır. Ancak postoperatif dönemde ofis histeroskopi
yapılması planlanıyor ise bu işlemin erken dönemde yapılması hem erken tanı hemde
tedavi şansı yaratabilmektedir. Bu düşüncenin desteklenmesi için daha çok sayıda
hastayı kapsayan çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Intrauterine adhesions were first
mentioned in case report of a case of twenty five years old patient with amenore
following postpartum curetage published by Fritsch in year of 1894. Nowadays, there
is an increasing trend in incidence of intrauterin adhesions. Main two reasons for that
are; it is easier to diagnose adhesion now and there is an increase in number of
surgeries that may cause intracavitery adhesions. Because of the relationship between
the prognosis and extent of the adhesion and high recurrence of adhesions, early
diagnosis and adhesion preventing measures are important. Also effectiveness of
measures for preventing adhesion formation are controversial. In these
circumstances, measures for preventing reformation of adhesions following operation
are vital. This study was designed for determine effectiveness of office hysteroscopy
in both early diagnosis and treatment following operative hysteroscopy. In this
analytic study designed retrospectively and includes some prospective control cases,
78 patients who applied to our facility with various gynecologic complaints and were
in reproductive, perimenoposal, and postmenoposal periods whom we applied
operative hysteroscopy between January 2014 to May 2017 in our Gynecology and
Obstetrics Clinic of ESOGU School of Medicine were evaluated based on operation
records collected from computerized systems. The patient were grouped into two
main groups; group 1 as who had office hysteroscopy at 1st week and 1st month and
group 2 as who had office hysteroscopy at 1stmonth. When post-operative
imagininigs were compared, no statistically significant differnce in adhesion
frequency was detected between groups. However, if office hysteroscopy was
planned for post-operative period, performing this procedure earlier creates
opportunity for early diagnosis and treatment. To support this opinion, more studies
including larger number of patients are needed.
Arslan, S. Operatif histeroskopi sonrası intrauterin adezyonların değerlendirilmesi. ESOGÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1565
İntrauterin Adezyon
Histeroskopi
Ofis Histeroskopi
Intrauterine Adhesions
Hysteroscopy
Office Hysteroscopy
Operatif histeroskopi sonrası intrauterin adezyonların değerlendirmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1566
2018-06-09T00:00:33Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_207
00925njm 22002777a 4500
dc
Küçükiba, Kübra
author
2017
Yaşa bağlı maküla dejeneresansı gelişmiş ülkelerde 65 yaş ve üzeri bireylerde santral görme kaybının en sık nedenidir. Makülayı etkileyen YBMD gibi hastalıklarda eski kameralarla periferik retina görüntülemesi sağlanamamaktadır. Yeni nesil cihazların kullanıma girmesiyle periferik retina rahatça görüntülenmeye başlanmıştır. Çalışmamızda kliniğimize başvuran YBMD hastalarının renkli ve otofloresans fundus görüntülerinde periferik retina değişikliklerini değerlendirilerek, görülme sıklığının belirlenmesi, hastalığın evresi ve tedavi ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Çalışma grubunda YBMD tanısı olan 277 hastanın 550 gözü, kontrol grubunda sağlıklı olan 45 hastanın 90 gözü değerlendirildi. Hastaların yaşlarının ortanca değeri çalışma ve kontrol grubu için 73 (66-78) ve 63 (61-70.25) olarak bulundu. Çalışma grubunda yer alan 92 göz (%16.7) erken evre, 99 göz orta evre (%18), 95 göz coğrafik atrofi (%17.3) ve 264 göz neovasküler (%48) tip YBMD olarak değerlendirildi. Renkli fundus görüntüleri değerlendirildiğinde çalışma grubunda yer alan 550 gözün %67.8’sinde, kontrol grubunda yer alan 90 gözün %47.8’inde zon 2, zon 3 bölgelerinin en az birinde periferik retinal değişiklik olduğu bulundu. İki grup arasındaki bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p < 0.001). Çalışma ve kontrol grubu için zon 2’de görülen otofloresans değişiklik oranı sırasıyla %21.6, %1.1, zon 3 superiorde %29.6, %18.9, zon 3 inferiorde %32.4, %22.2 olarak bulundu (p < 0.001, p: 0.036, p: 0.054). Zon 2 ve zon 3 superior görüntülerinde çalışma grubunda kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla periferik otofloresans değişiklik olduğu bulundu.
In developed countries the most frequent cause of central vision loss in 65 years and older population is age-related macular degeneration. Peripheral retinal imaging with old cameras is not possible in diseases such as AMD that affect the macula. The peripheral retina has begun to be displayed by using new generation devices. We aimed to evaluate the peripheral retinal changes in color and autofluorescence fundus images of our patients who were referred to our clinic and to investigate the incidence of the disease, the stage of the disease and the relation with the treatment. In the study group, 550 eyes of 277 patients who were diagnosed with AMD and 90 eyes of 45 patients who were healthy in the control group were evaluated. The median age of the patients was 73 (66-78) and 63 (61-70.25) for the study and control group. Ninety-two eyes (16.7%) in the study group were evaluated as early stage, 99 eyes in intermediate stage (18%), 95 eyes in geographical atrophy (17.3%) and 264 eyes in neovascular type (48%). When the color fundus images were evaluated, it was found that in study group 67.8% of 550 eyes and in control group 47.8% of 90 eyes had a peripheral retinal changes in at least one of zone 2 or zone 3 regions. This difference between the two groups was statistically significant (p < 0.001). The autofluorescence change rates of the study and control group in zone 2 were found that 21.6%, 1.1%, in zone 3 superior 29.6%, 18.9%, in zone 3 inferior 32.4%, 22.2% (p < 0.001, p: 0.036, p: 0.054). In the peripheral autofluorescence images of zone 2 and zone 3 superior, there was a statistically significant difference in the study group compared to the control group.
Küçükiba, K. Yaşa Bağlı Maküla Dejeneresans Hastalarında Geniş Açılı Dijital Fundus Otofloresans Görüntülerinde Periferik Retinal Değişikliklerin Değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1566
Yaşa Bağlı Maküla Dejeneresansı
Periferik Değişiklik
Otofloresans
Ultra Geniş Açılı Görüntüleme
Age-Related Macular Degeneration
Autofluorescence
Peripheral Abnormalities
Ultra-Wide-Field Imaging
Yaşa bağlı maküla dejeneresans hastalarında geniş açılı dijital fundus otofloresans görüntülerinde periferik retinal değişikliklerin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1541
2018-06-09T00:00:35Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Çatal, Emre
author
2017
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Acil Servisinde bir yıllık sürede, acil serviste akut kalp yetersizliği yönetimi yapılan ve onam veren 18 yaş üstü hastalar çalışmaya alınmıştır. Çalışmada hastaların demografik ve klinik özellikleri, acil servis süreçleri ve taburculuk sonrası 3-6 aylık periyodları kayıt altına alınmıştır. Toplam 734 hasta çalışmaya dâhil edilmiştir. Hastaların %55 (404)’ ü erkekti. Yaş ortalaması erkek popülasyon için 73.3, kadın popülasyon için 71.3 idi. % 77.4’ü 65 yaş üzerindeydi. 65 yaş üstü grupta 3-6 ay arası ölme riski 4.72 kat fazlaydı (OR=4.720;1.118-19.935 %95 CI). Hastaların %52.7 (387)’sinde yeni tanı (de novo) kalp yetersizliği (YKY) bulundu. Bu grupta tetikleyici olarak kontrolsüz hipertansiyon %57.6, akut koroner sendrom % 30, KOAH alevlenme 22.7, akut pulmoner emboli %3.1 bulundu. Akut dekompanse kalp yetersizliği grubunda nedenlere bakıldığında kontrolsüz hipertansiyon 69.2, diyet uyumsuzluğu ise %53 ve taşiaritmi varlığı (%25.9) ön planda idi. YKY grubu KKY grubuna göre acil serviste daha uzun sürede diüretik (p<0.012), nitrat (p<0.006) ve asetilsalisilik asit (p<0.003) ile karşılaştı. Acil Servisten perkutan koroner girişim planı YKY grubunda KKY grubuna göre daha fazlaydı (sırayla %17.6 ve %10.1) (p=0.003 OR 0.523;0.338-0.809 %95 CI).YKY grubu KKY grubuna göre ortalama 16 dakika daha fazla acil serviste kaldı (p>0.47). 30 dakikadan önce verilen diüretik ve nitratın acil serviste kalış süresini anlamlı olarak azalttığı görüldü (sırayla p=0.001 ve p=0.001). 3 ve 6 aylık ölüm oranlarına bakıldığında YKY ve KKY grupları arasında anlamlı fark yoktu. 3 ve 6 aylık dönemde tekrar başvurular incelendiğinde KKY grubu YKY grubuna göre daha sık acil servise gelmiştir (0-3 aylık dönem sırayla %50.6 ve %38.5, p=0.002) (4-6 aylık dönem sırayla %47.9 ve %35.8, p=0.003). Elde edilen bulgular ışığında, kalp yetersizliği hakkında farkındalığının arttırılarak, acil serviste kalış süresinin ve tekrarlayan acil servis başvurularının azaltılabileceği öngörülmüştür. Özellikle 65 yaş üstü hastalarda 4-6 aylık ölüm oranı riskinin dikkate değer ölçüde fazla olması, bu yaş grubunda daha dikkatli olunması gerekliliğini öngörmüştür.
We report an original research of prospective observational study of heart failure cases in a tertiary hospital emergency department (ED). Patients 18 yo and older with heart failure management in ED after informed consent were included. 55% (404) of total 734 patients was male. The mean age was 73.3 for the male and 71.3 for the female population. 77.4% were over 65 yo. The risk of death for 4-6 months was higher in the group above 65 yo (OR = 4.720, 1.118-19.935 95% CI). 52.7% of the patients had newly diagnosed heart failure (de novo HF). In this group, HF was triggered by uncontrolled hypertension (57.6%), acute coronary syndrome (30.0%), COPD exacerbation (22.7%), and acute pulmonary embolism (3.1%). Acute decompensated heart failure (AHF) was triggered by uncontrolled hypertension (69.2%), dietary incompatibility (53%) and tachyarrhythmia (25.9%). De novo HF was treated late on diuretic (p<0.012), nitrate (p<0.006) and acetylsalicylic acid (p<0.003). Percutaneous coronary intervention planning was higher in the de novo HF compared to AHF (17.6% and 10.1%, respectively) (OR=0.523, 0.338-0.809 95% CI). De novo HF had longer stay (16 min average) than AHF (p<0.47). Duration of stay in the ED was shorter when diuretic (p<0.001) and nitrate given in 30 minutes (p<0.001). There was no significant difference between the de novo HF and AHF at 4-6 months survival. However, the AHF had visited ED more frequently than de novo HF (50.6% and 38.5%, respectively at 0-3 month) and (47.9% and 35% respectively at 4-6 month, p=0.003). If the awareness about heart failure should be increased, the duration of emergency stay and the number of recurrent ED visits can be reduced. As the mortality risk of 4-6 month is considerably high especially in group older than 65, Everyone should take care for this group.
Çatal, E. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Acil servisine 1 yıl boyunca başvuran akut dekompanse kalp yetersizliği vakalarının ileriye dönük gözlemsel incelenmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tez, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1541
Akut Kalp Yetersizliği
Acil Servis
Diüretik
Nitrat
Acute Heart Failure
Emergency Department
Diuretic
Nitrate
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi acil servisine 1 yıl boyunca başvuran akut dekompanse kalp yetersizliği vakalarının ileriye dönük gözlemsel incelenmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1638
2019-01-31T01:07:11Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_204
00925njm 22002777a 4500
dc
Alıcı, Çiğdem Arslan
author
2017
Laparoskopik piyeloplasti (LP), üreteropelvik bileşke darlığı (ÜPBD) olan hastalarda teknolojik gelişmelerle birlikte artan bir sıklıkta cerrahi yöntem olarak tercih edilmektedir. Bu çalışmada ÜPBD nedeniyle LP yapılan olguların tedavi öncesi klinik, radyolojik ve sintigrafik bulgularının, tedavi sonrası erken ve geç dönemdeki seyrini karşılaştırarak sonuçlarımızın değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı‟nda Ocak 2010 ile Mayıs 2016 tarihleri arasında ÜPBD nedeniyle LP uygulanan 68 olguya ait demografik özellikleri, klinik bulguları, radyolojik ve sintigrafik incelemeleri, intraoperatif özellikleri ve postoperatif klinik, radyolojik ve sintigrafik incelemelerinin takipleriyle ilgili veriler değerlendirildi. ÜPBD nedeniyle 68 hastaya (51 erkek, 17 kız) LP yapıldı. Hastaların 24‟ü antenatal hidronefroz, 46‟sı karın ağrısı, hematüri ve idrar yolu enfeksiyonu(İYE) bulguları sonrasında yapılan tetkikler sonucunda ÜPBD tanısı aldı. Hastalar ameliyat öncesi USG ve DTPA-MAG3 görüntülemeleriyle takip edildi. Cerrahi esnasında hastaların 13‟ünde(%19.1) aberan damar basısı, 4‟ünde(%5.8) malrotasyon ve birinde(%1.4) polip saptandı. Hastaların 13‟ünde(%19.1) transmezokolik LP, 55‟inde(%80.8) retrokolik LP uygulandı; 33 hastada laparoskopi yardımlı ekstrakorporeal piyeloplasti yapıldı. Hastalar postoperatif dönemde 1,3,6. ay ve 1. yılda USG ve 6. ayda DTPA-MAG3 görüntülemeleriyle takip edildi. Postoperatif USG takiplerinde hidronefrozun gerilediği(p<0.001), parankim kalınlığının arttığı(p<0.001), kalisiyel dilatasyonun azaldığı(p<0.001) izlendi. Sintigrafide, postoperatif dönemde böbrek fonksiyonlarının istatiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte(p>0.05) arttığı ve aktivite yarılanma sürelerinin azaldığı(p>0.05) izlendi. LP deneyimli kliniklerde uygun endikasyonlar ile yapıldığında başarılı sonuçları olan bir cerrahi tedavi yöntemidir.
Laparoscopic pyeloplasty (LP), patients with ureteropelvic junction obstruction (UPJO) are increasingly preferred as surgical methods with increasing technological developments. In this study, it was aimed to compare the results of clinical, radiological and scintigraphic data early and late post-treatment cases of LP cases due to UPJO to evaluate our results. Demographic characteristics, clinical findings, radiological and scintigraphic examinations, intraoperative characteristics and postoperative follow-up data of 68 (51 males, 17 girls) patients who underwent LP for UPJO between January 2010 and May 2016 were evaluated in Eskisehir Osmangazi University Medical Faculty Pediatric Surgery Department. Twenty-four of the patients were followed up with antenatal hydronephrosis, and 46 were diagnosed with UPJO as a result of examinations after abdominal pain, hematuria and urinary tract infections(UTI) findings. Patients were followed preoperatively by USG and DTPA-MAG3 imaging. During surgery, 13(19.1%) patients had aberrant vessel, 4(5.8%) malrotation and one(1.4%) polyp were detected. Thirteen patients(19.1%) underwent surgery with the transmesoolic approach and 55 patients(80.8%) underwent retrocolic surgery. Patients did not have any pathological findings in the postoperative period followed up with 1st, 3rd, 6st. months and 1 year of USG and 6 months of DTPA-MAG3 imaging. Postoperative USG follow up showed a decrease in hydronephrosis(p<0.001), an increase in parenchymal thickness(p<0.001), and a decrease in caliceal dilatation(p<0.001). In scintigraphic data, renal function was increased but it is not statistically significant(p>0.05) and acvtivated half-time was decreased(p<0.05) in postoperative period. LP is a surgical treatment method with successful results when performed with appropriate indications in experienced clinics.
Çiğdem AA. Üreteropelvik darlıkta klinik, radyolojik ve sintigrafik verilerin laparoskopik piyeloplasti sonrası erken ve geç dönem seyrinin değerlendirilmesi, EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1638
Laparoskopik Piyeloplasti
Hidronefroz
Ürteropelvik Bileşke Obstrüksiyonu
Pediatrik
Diferansiyel Böbrek Fonksiyonu
Laparoscopic Pyeloplasty
Hydronephfrosis
Urteropelvic Junction Obstruction
Pediatric
Diferrential Renal Function
Üreteropelvik darlıkta klinik, radyolojik ve sintigrafik verilerin laparoskopik piyeloplasti sonrası erken ve geç dönem seyrinin değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1723
2020-03-05T01:00:43Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_208
00925njm 22002777a 4500
dc
Yaltı, Ebru
author
2012
Chlamydia trachomatis cinsel yolla bulaşan
hastalıkların en sık bakteriyel nedenidir. Enfeksiyon sıklıkla asemptomatik geçer.
Ancak pelvik inflamatuar hastalık, infertilite, kronik pelvik ağrı ve ektopik gebelik
risklerini artırarak uzun dönemde kalıcı sekeller bırakır. Bu yüzden enfeksiyonun
erken tespit ve tedavisi için taramanın önemi büyüktür. Literatürde Chlamydia
infeksiyonunun preterm doğum, erken membran rüptürü ve spontan abortus gibi kötü
gebelik sonuçlarına neden olup olmadığı tartışmalıdır. Bizim çalışmamızda preterm
eylem ve/veya EMR tanısı olan 55 gebe, spontan abortusu olan 51 gebe ve miada
ulaşmış komplikasyonsuz gebeliği olan 51 hasta dahil edildi. Servikal sürüntüde PCR
ve DFA tekniği ile Chlamydia trachomatis taraması yapıldı. Gebelerde Chlamydia
trachomatis prevalansı PCR ile % 1.2, DFA tekniği ile de % 8.2 olarak bulundu.
Spontan abortusu olan hastalarda her iki teknikle de antijen saptanamadı. Preterm
eylemi olan gebelerde PCR ile %3.6, DFA ile %14.5 oranında Chlamydia
trachomatis saptandı. Ancak kontrol grubu olan miad gebeler ile karşılaştırıldığında
istatistiki olarak anlamlı bir farklılık oluşmadı. Pelvik muayenede servisit tespit
edilen 19 gebe hastanın PCR ile ikisinde, DFA ile dokuzunda Chlamydia trachomatis
antijeni saptandı. Servisiti olmayan hastalar ile karşılaştırıldığında sonuçlar istatistiki
olarak anlamlı idi.(p<0.005) Sonuç olarak Chlamydia varlığı ile preterm eylem, EMR
ve abortus gibi gebelik komplikasyonlarını ilişkilendirebilmek için daha fazla
çalışmaya ihtiyaç vardır.
Chlamydia trachomatis is the most
common bacterial cause of sexually transmitted diseases. The infection is often
asymptomatic. However, the risk of permanent sequelae such as pelvic inflammatory
disease, infertility, chronic pelvic pain and ectopic pregnancy increases in the long
term. For early detection and treatment of infection, women screening is very
important. In the literature, whether there is a relation between Chlamydia infection
and preterm birth, premature rupture of membranes and spontaneous abortion that
result in poor pregnancy outcomes is controversial. In our study, 55 pregnant women
with a preterm labor and / or premature ruptur of membrane, 51 pregnant women
diagnosed with spontaneous abortion and 51 patients with uncomplicated
pregnancies were included. Cervical smears were tested for Chlamydia trachomatis
using PCR and DFA technique. The prevalence of Chlamydia trachomatis in
pregnant women by using PCR was 1.2% and by using DFA was 8.2%. Besides in
patients with spontaneous abortion Chlamydia trachomatis antigen was detected in
both techniques carried out. Furthermore, the percent of Chlamydia trachomatis in
pregnant women with preterm labor was 3.6% using PCR and 14.5% using DFA .
However, when the results were compared with the control group of pregnant
women with full term pregancy there is a statistically significant difference
occurred. On the other hand, pelvic examination of 19 pregnant patients with
cervicitis revealed two pregnant women with Chlamydia trachomatis antigens which
are detected by PCR and nine chlamydia trachomatis antigens detected by DFA;
however, the results were statistically different when compared with patients without
cervicitis (P <0.005) .As a result, more studies are needed to find the association
between the presence of Chlamydia and pregnancy complications such as preterm
labor,premature rupture of membranes (PROM) and abortion.
Yaltı, E. Preterm eylem, EMR ve gebelik kaybı öyküsü olan gebelerde Chlamydia trachomatis prevalansının araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/1723
Chlamydia Trachomatis
Prevalans
Preterm Eylem
Erken Membran Rüptürü
Spontan Abortus
Prevalence
Preterm Labor
Premature Rupture of Membranes
Spontaneous Abortion
Preterm eylem, emr ve gebelik kaybı öyküsü olan gebelerde chlamydia trachomatis prevalansının araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1729
2020-03-05T01:00:20Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Şen, Süleyman Esat
author
2012
ÇalıĢmanın amacı acil servise baĢvuran yaĢlı hastalarda çoklu ilaç kullanımının
hastaların klinik süreçlerine etkisini belirlemekti. ÇalıĢmaya yaĢ ortalaması
73,78±7,99 olan toplam 1060 hasta (508 (%48) kadın; 552 (%52) erkek) dahil edildi.
Verilerin standart bir Ģekilde toplanabilmesi için daha önce hazırlanan Çoklu Ġlaç
Kullanımı Klinik Değerlendirme Formu kullanıldı. Bu form ile hastaların demografik
özellikleri, baĢvuru yakınması, triaj sınıfı, yaĢadığı yer, bakım yardımcısı olup
olmadığı, GKS, SMMT ve EGYA skorları, daha önceden tanı aldığı hastalıkları,
konsültasyon yapılıp yapılmadığı, yapıldıysa konsültasyon sayısı ve konsültasyonu
yapan bölüm veya bölümlerin isimleri, istenen tetkikler, hastanın kullandığı ilaç
sayısı ve ilaçların isimleri, baĢvuru sırasında tanı konulan hastalıklar ve hastanın
sonlanım durumu kayıt edildi. Hastaların kullandıkları ilaç sayısı ile diğer klinik
parametreler karĢılaĢtırıldı. Hasta yaĢı arttıkça kullanılan ilaç sayısının yükseldiği
görüldü. Kadınlarda çoklu ilaç kullanımı daha yaygındı. Kullanılan ilaç sayısı ile
baĢvuru Ģikayeti, triaj sınıfı, yaĢam yeri, GKS, SMMT ve EGYA skorları,
konsültasyon istenip istenmediği, son tanı, acil serviste kalıĢ süresi ve klinik son
durum arasında istatistiksel olarak anlamlı bir iliĢki tespit edilmedi. Kullanılan ilaç
sayısı ile hastanın bakım yardımcısının olması ve daha önce sahip oldukları
hastalıklar arasında anlamlı bir iliĢki saptandı. Bakım yardımcısı olan hastalarda
kullanılan ilaç sayısı daha yüksekti. HT, DM, KAH, KKY, KOAH ve BY tanısı olan
hastaların az sayıda ilaç kullandığı (0-5 sayıda ilaç) belirlendi. Ayrıca kullanılan ilaç
sayısı arttıkça acil laboratuar kullanımı artarken, ilaç sayısının az olduğu grupta,
merkezi laboratuarı, hematoloji laboratuarı ve USG kullanım oranı daha yüksekti.
Fakat, kullanılan ilaç sayısı ile direkt grafi, BT, mikrobiyoloji laboratuarı, EKO,
farmakoloji laboratuarı, endoskopi ve MRG tetkiklerinin kullanımı arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir iliĢki saptanmadı.
The aim was to determine the effect of polypharmacy on clinical
course of patients who admitted to emergency department. Totally 1060 patients with
the mean age of 73,78±7,99 (508 women (48%) and 552 men (%52)) were included
the study. Pre-prepared Clinical Assessment of Polypharmacy Form was used to
collect the standardized data. By this form, demographics, admission complaints,
triage category, habitation, caregiver presence, GCS, SMMT and IDLA test scores,
pre-diagnosis, consultation information, the number of consultation, the name of
consultant departments, required investigations, the number of used medicine, the
name medicines, diagnosis and the outcome of patients were recorded. The number
of used medicine was compared with the other clinical parameters. The number of
medicine increased with increasing the age of patient. Polypharmacy was more
common in women. While no statistically significant association was found between
the number of used medicine and admission complaint, triage category, habitation,
GCS score, SMMT score, IDLA score, consultation information, last diagnosis,
duration of stay in emergency department and clinical outcome, there were
significant associations between the number of used medicine and caregiver presence
and pre-diagnosed disorders. Number of used medicine was higher in patients with
caregiver. It (0 to 5 medicines) was lower in patients diagnosed with HT, DM,
coronary artery disease, chronic obstructive pulmonary disorder and renal failure.
Also, while the usage of emergency laboratory increased with increasing the number
of used medicine, the rate of usage of central laboratory, hematology laboratory and
USG was higher in the group with lower medicine number. However, no statistically
significant association was determined between the number of used medicine and
usage of direct graphy, CT, microbiology laboratory, echocardiography,
pharmacology laboratory, endoscopy and magnetic resonance imaging.
Şen, S.E. Acil servise başvuran yaşlı hastaların çoklu ilaç kullanımının hastaların klinik süreçlerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/1729
Acil Servis
Yaşlı
Çoklu İlaç
Aşırı Çoklu İlaç
Emergency Department
Geriatric
Polypharmacy
Excessive Polypharmcy
Acil servise başvuran yaşlı hastaların çoklu ilaç kullanımının hastaların klinik süreçlerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1878
2021-03-10T01:05:35Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_201
00925njm 22002777a 4500
dc
Kuas, Çağlar
author
2019
Çalışmamızın amacı, künt karın travması nedeni ile acil serviste değerlendirilen çocuk hastalarda, laboratuvar tetkiklerinin solid organ yaralanmasının tespitindeki tanısal değerliliklerinin araştırılmasıdır. 1 yıl boyunca acil serviste, künt karın travması nedeni ile değerlendirilen hastalarda yürütülen ileriye dönük kesitsel tanısal değerlilik çalışmasıdır. Çalışmaya dahil edilen 323 hastanın 209’u (%63,9) kız, 118’i (%36,1) i ise erkekti. Hastaların ortanca yaşı 10 (ÇA: 7-15) olarak saptandı. En sık saptanan yaralanma mekanizması kazara olan düşmelerdi. Başvuru yakınması olarak saptanan karın ağrısı ve bulantı, fizik muayede saptanan karın duvarında harici lezyon, karında hassasiyet ve defansın karın içi yaralanmaları görmede istatiksel olarak anlamlı birer belirteç olduğu saptandı (p<0,05). BBT (Bilgisayarlı Batın Tomografisi) çekilen 283 hasta incelendiğinde; 27 (%9,5) hastada 35 patolojik bulgu saptandı. Toplamda 18 (%6,3) hastada ise batın içi yaralanma saptandı. Karın içi yaralanmalar arasında en sık karaciğer yaralanması saptandı. Hastaların yönetiminde kullanılan laboratuvar tetkiklerinden; ALT, AST, amilaz ve lipaz tetkiklerinin anormal saptanmasının, karın içi yaralanmaları ön görmede istatiksel olarak anlamlı olduğu saptanırken(p<0,05), çalışılan hiçbir tetkikin yeterli duyarlılık ve özgüllüğe sahip olmadığı görüldü. ALT’nin karın içi yaralanmalarının tespitindeki kestirim değeri >72,4 U/L olarak saptandı. Bu değerdeki duyarlılığı %61 (%95 GA: 36-83), özgüllüğü %90 (%95 GA: 85-93) olarak saptandı. AST’nin ise kestrim değeri >136,5 U/L olarak saptandı. Bu değerdeki duyarlılığı %67 (%95 GA: 41-87), özgüllüğü %72 (%95 GA: 67-78) olarak saptandı. Künt karın travması sonrası istenen laboratuvar tetkiklerinin karın içi yaralanmaları ön görmede iyi birer belirteç olmadığı saptanmıştır. Laboratuvar tetkiklerinin travma mekanizması, hastanın mevcut yakınmaları ve fizik muayene bulguları ile birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.
The aim of this study was to investigate the diagnostic value of laboratory tests for the detection of solid organ injury in pediatric patients who were evaluated in the emergency department for blunt abdominal trauma. This is a prospective cross-sectional diagnostic evaluation of patients who were evaluated for blunt abdominal trauma in emergency department for 1 year. Of the 323 patients included in the study, 209 (63.9%) were female and 118 (36.1%) were male. The median age of the patients was 10 years (IQR: 7-15). The most common injury mechanism was accidental falls. Abdominal pain and nausea, external lesion in abdominal wall, abdominal tenderness and defense were found to be statistically significant predictors of abdominal injuries (p <0.05). When 283 patients with CAT (Computed Abdominal Tomography) were examined; 35 pathological findings were found in 27 (9.5%) patients. In total, 18 (6.3%) patients had intra-abdominal injuries. The most common intraabdominal injuries were liver injuries. Laboratory tests used in the management of patients; while abnormal detection of ALT, AST, amylase and lipase tests were found to be statistically significant in predicting intra-abdominal injuries (p <0.05), it was observed that none of the investigations had sufficient sensitivity and specificity. The predictive value of ALT for the detection of intraabdominal injuries was> 72.4 U / L. The sensitivity and specificity were 61% (95% CI: 36-83) and 90% (95% CI: 85-93), respectively. The predictive value of AST was found to be> 136.5 U / L. The sensitivity and specificity were 67% (95% CI: 41-87) and 72% (95% CI: 67-78), respectively. Laboratory tests performed after blunt abdominal trauma were not good markers for predicting intra-abdominal injuries. The laboratory tests should be evaluated together with the trauma mechanism, the patient's present complaints and physical examination findings.
Kuas Ç. ‘Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Acil Servisinde, Künt Karın Travmalı Çocuk Hastaların Yönetiminde Laboratuvar Testlerinin, Solid Organ Yaralanmasındaki Etkinliğinin Bir Yıllık İleriye Dönük Gözlemsel Araştırılması.’ Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1878
Çocuk Travma
Karın Travması
AST
ALT
Tomografi
Pediatric Trauma
Abdominal Trauma
Tomography
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi acil servisinde, künt karın travmalı çocuk hastaların yönetiminde laboratuvar testlerinin, solid organ yaralanmasındaki etkinliğinin bir yıllık ileriye dönük gözlemsel araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1885
2021-03-10T01:05:43Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Özgün, Emine
author
2019
Bu çalışma, 1.01.2018-11.02.2019 tarihleri arasında yaşları 1ay-12 yaş arası olan pediatrik cerrahi yapılan 40 hasta dahil edildi. Çalışmamızda hastalarda laparoskopinin renal oksijenizasyon üzerindeki etkisini nearinfrared spektroskopi ile değerlendirmeyi amaçladık. Veriler bağımsız çalışanlarca kaydedildi ve verilerin değerlendirilmesinde Pearson Ki-Kare ve Pearson Kesin (Exact) Ki-Kare analizleri ve analizlerin uygulanmasında; SAS University Edition (Statistical analysis was performed using SAS version 9.2 software (SAS Institute, Cary, North Carolina) programından yararlanıldı. P>0.05 anlamsız, P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Çalışmamızda laparoskopik cerrahiler sırasındaki renal nearinfrared spektroskopi (NIRS) değerlerinin laparotomi grubu verileri ile karşılaştırması sonucunda pnömoperitonyuma bağlı olarak laparoskopi grubunda azaldığını tespit ettik. Laparoskopi sırasında renal oksijenizasyondaki azalmaların intraabdominal basınçtaki artışla ilişkili olduğunu ve düşük intraabdominal basınç kullanıldığı zaman dahi pnömoperitonyum verildikten kısa süre sonra kalp hızı ve kan basınçları üzerinde ve solunum sisteminde ciddi değişiklikler yaratmaksızın laparoskopinin renal kan akımını etkilediği ve renal satürasyon değerlerini düşürdüğü sonucuna ulaştık.
This study carried out with 40 pediatric patients in the age of 1mounth-12 years old, operated in the time between 1.01.2018-11.02.2019 by pediatric surgeans. We aimed to investigate that whether using pneumoperitoneum and intraabdominal pressure during laparoscopy effects renal oxygenation in children undergoing laparoscopic precedures. The data were recorded by independent workers and estimation was performed with Pearson Ki-square and Pearson Exact Ki-square test; SAS University Edition (Statistical analysis was performed using SAS version 9.2 software (SAS Institute, Cary, North Carolina) is used for the implementation. P> 0.05 was not significant, P <0.05 was considered significant. İn our study, renal nearinfrared spectroscopy values comparisation with open surgery values showed that laparoscopy group values were lower according to pneumoperitoneum. We have come to the conclusion that even under lower intrabdominal pressures were used, after short time of pneumoperitoneum was given, pneumoperitoneum is not triggering any heart rate, blood pressure and respiratory system changes but effectig renal blood flow and changind renal saturation parameters.
Özgün,E. Laparoskopi yapılan pediatrik hastalarda renal oksijenizasyonun near-infrared spektroskopi ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1885
Laparoskopi
NIRS
Pediatri
Pnömoperitonyum
Laparoscopy
Pediatrics
Pneumoperitoneum
Laparoskopi yapılan pediatrik hastalarda renal oksijenizasyonun near infrared spektroskopi ile değerlendirilmesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1800
2021-03-05T01:00:13Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_211
00925njm 22002777a 4500
dc
Akalın, Yavuz
author
2005
Bu çalışmanın amacı alt ekstremitenin rotasyonel dizilimi ile dizin primer osteoartriti arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır.
Primer diz osteoartriti ön tanısı düşünülen, yaş ortalaması 60,1 (43-81) olan 85 gönüllü hasta çalışmaya alındı. Hastaların 170 alt ekstremitesinde, ayakta çekilen diz ön-arka grafilerinde anatomik eksen ölçümleri yapıldı. Bilgisayarlı tomografi ile asetabular anteversiyon, femoral torsiyon, diz torsiyonu ve tibial torsiyonları ölçüldü.
Hastalar radyografik olarak evrelendirildi ve 4 gruba ayrıldı. Ayrıca anatomik eksen değerlerine göre 6 guruba ayrıldı. Son olarak yaş gruplarına göre 4 guruba ayrıldı. Daha sonra hastaların evrelerine göre, anatomik eksen (varus açılarına) göre ve yaşlarına göre rotasyon ölçümleri istatistiksel olarak fark ve ilişki açısından değerlendirildi. Yaş ile hastaların evreleri ve varus açıları istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Hastaların evrelerine, varus açılarına ve yaşlarına göre rotasyonel değerlerinin hiçbirinde istatistiksel olarak anlamlı fark ve ilişki bulunmadı. Hastaların yaşları ile evreleri ve varus açıları arasında da istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.
Primer diz osteoartriti olan hastaların alt ekstremite rotasyonel profili hastaların yaşına göre, evrelerine göre ve varus açılarına göre değişiklik göstermez. Hastaların yaşıyla, osteoartrit evresinin ve varus açılarının arasında ilişki yoktur.
http://hdl.handle.net/11684/1800
Diz
Ekstremite
Primer diz dejeneratif osteoartriti
Primer diz dejeneratif osteoartritinde alt ekstremite rotasyon profili
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1817
2021-03-05T01:00:17Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_209
00925njm 22002777a 4500
dc
A. Özdemir, Coşkun
author
2005
Radiyal arter grefti, çapının koroner arter çapına yakın olması, arter duvarının bir greft için uygun kalınlıkta ve dirençte olması, uzunluğunun yeterli olması, cerrahi olarak kolay çıkarılabilmesi ve uzun dönem açık kalma oranlarının internal mammariyan artere yakın değerlerde olması bu grefti internal mammariyan arterden (İMA) sonra ikinci seçenek haline getirmiştir.
Radiyal arter kullanımını kısıtlayan en önemli etkenlerin başında radiyal arter spazmı gelmektedir(5). Radiyal arterde oluşan ve CABG sonrasında mortalite ve morbidite artışına neden olabilen spazmı engellemek amacıyla, uzun yıllardan beri çeşitli farmakolojik ajanlar kullanılmıştır. Bu amaçla en yaygın kullanılan ajanlar, diltiazem, papaverin, nitrogliserin, verapamil ve fenoksibenzamindir.
Çalışmamızda koroner bypass cerrahisinde greft olarak kullanılacak radiyal arterlerin çıkarılması esnasında topikal olarak kullanılan diltiazem, papaverin ve iloprostun antispazmotik etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla, hastalar biri kontrol grubu olmak üzere, 4 gruba ayrılarak, koroner bypass cerrahisi sırasında greft amacıyla çıkarılan radiyal arterlerin çıkarılmaları esnasında bu üç maddeden bir tanesi topikal olarak uygulandı. Radiyal arter çıkarıldıktan sonra distal ucundan kesilen yaklaşık 2 cm’lik bir segment Krebs-Henseleit fizyolojik solüsyonu içerisinde organ banyosu laboratuarına götürüldü. Preparatlar 15’er dakika ara ile 4 kez Krebs-Henseleit fizyolojik solüsyonu ile yıkandı. Daha sonra sırasıyla 0,2 mililitre 10-4 M, 10-3 M, 10-2 M fenilefrin, 0,2 mililitre 10-6 M, 10-5 M, 10-4 M, 10-3 M, 10-2 M noradrenalin, 0,25 mililitre 67 mM KCl, 0,2 mililitre 10-4 M, 10-3 M, 10-2 M serotonin verilerek kasılma cevapları değerlendirildi ve uygulanan her vazokonstriktör maddeden sonra maksimum kasılma cevabı elde edilince 0,2 mililitre 10-4 M, 10-3 M, 10-2 M asetilkolin verilerek gevşeme cevapları değerlendirildi.
Gruplar içerisinde diltiazem grubunda antispazmotik etki açısından diğer iki gruba göre belirgin bir üstünlük vardı. Ancak en çok dikkati çeken nokta, daha önce topikal antispazmotik olarak kullanılmamış olan iloprostun, bu alanda çok yaygın olarak kullanılan papaverin olan üstünlüğü idi. Serotonine bağlı olan kasılmada her iki ilacın istatistiksel olarak aynı derecede etki göstermesi dışında diğer tüm vazokonstriktif ajanlara karşı iloprost istatistiksel olarak daha iyi yanıt vermiştir. Papaverinin endotel üzerine olan hasarlayıcı etkisi son zamanlarda yapılan çalışmalarla ortaya konulmuştur(49). Buna karşın iloprostun sitoprotektif etkileri bilinmektedir(53).
Sonuç olarak, son zamanlarda periferik oklüziv arteriyel hastalıkların tedavisinde giderek artan bir sıklıkta kullanılmayan başlayan iloprostun, artık yarar-zarar oranı tartışmalı hale gelen papaverine göre iyi bir alternatif olduğu düşüncesindeyiz. Bu konuda yapılacak başka çalışmalarla da konunun ayrıntılı olarak araştırılmasının, kalp cerrahisine yeni antispazmotik ajanların kazandırılmasına yardım edebileceği düşüncesini taşımaktayız.
http://hdl.handle.net/11684/1817
Koroner Bypass
Radiyal Arter Greftleri
Topikal
Diltiazem
Papaverin
İloprostun Antispazmotik
Koroner bypass cerrahisinde radiyal arter greftleri üzerine uygulanan diltiazem, papaverin ve iloprostun antisapazmotik etkileri
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1832
2021-03-05T01:00:19Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_209
00925njm 22002777a 4500
dc
Yaşar, Bilnur
author
2005
Ani başlangıçlı olmayan monomorfik VT, ani başlangıçlıdan presipite eden RR siklüs kısalması olmadan daha sık oldu, oran olarak daha hızlıydı ve daha düşük ejeksiyon fraksyonlu ıle birlikteydi. .Monomorfik VT’nin ani başlangıçlı olanı , kısa RR intervalinden önçe gelmesi, daha yavaş siklüs uzunluğu ve daha az kötü EF ile karakterizeydi.
http://hdl.handle.net/11684/1832
Ventrikül Taşikardiler
Ventrikül taşikardilerinin başlangıç özelliklerinin araştırılması
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1833
2021-03-05T01:00:23Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Akçay, Gülseren
author
2005
Bu çalışma Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı’nda transüretral rezeksiyon (TUR) uygulanacak yaşları 40-73 arasında değişen 44 erkek hasta üzerinde prospektif plasebo kontrollü olarak yapıldı.
Operasyondan 8 saat önce aç bırakılan hastalar rastgele 2 gruba ayrıldı. İndüksiyondan 1 saat önce Grup I’e (n=23) dahil edilen hastalara 16mg lornoksikam oral, grup II’ye (n=21) dahil edilen hastalara ise plasebo oral yolla verildi.
Hastaların, indüksiyon öncesi ve sonrası, entübasyon sonrası, operasyon boyunca (5,10,20,30,40,50. dakika) sistolik (SAB), diastolik (DAB), ortalama (OAB) arteryel basınçları, kalp atım hızı (KAH) ve periferik oksijen satürasyon değerleri kaydedildi. Operasyon boyunca ihtiyaç halinde remifentanyl 0,25gr/kg dozunda intravenöz yoldan verildi. Tüm olguların postoperatif hemodinamik takipleri (SAB, DAB, OAB, KAH ve periferik oksijen satürasyon değeri) ekstübasyon sonrası, 10, 20, 30, 60, 240. dakikalarda kaydedildi.
Ayılma odasında hastalara HKA aleti bağlandı. 100 cc serum fizyolojik içine 200mg tramadol konularak yükleme dozu yapılmadan bolus dozu 20mg, kilitli kalma süresi 20 dakika, 4 saatlik limit 80mg olacak şekilde cihaz programlandı. Analjezik ihtiyacı olduğunda hastalara düğmeye basması söylendi.
Postoperatif 30,60 ve 90. dakikalarda VAS ile hastaların ağrı durumları değerlendirildi. Hastaların postoperatif 4. saat sonunda toplam tramadol tüketimleri kaydedildi. Verilerin istatistiki değerlendirilmesi bağımsız t testi ve non-parametrik veriler için Mann-Whitney U testi kullanılarak yapıldı.
İntraoperatif dönemde hemodinamik verilerde gruplar arasında fark saptanmadı. Postoperatif erken dönemde SAB, DAB,OAB’ da gruplar arasında anlamlı istatistiksel fark saptandı. İntraoperatif narkotik tüketimi gruplar arasında benzerdi. Postoperatif tramadol tüketimi lornoksikam grubunda anlamlı düşük bulundu. VAS ağrı skoru postoperatif 30 ve 60. dakikada lornoksikam grubunda istatistiksel olarak anlamlı düşük bulundu.
Preoperatif olarak verilen oral 16 mg lornoksikamın, postoperatif hasta konforunu arttırdığı ve erken postoperatif dönemde analjezi ihtiyacını azalttığı sonucuna varıldı.
http://hdl.handle.net/11684/1833
SAB ortalama değerleri
Anestezi indüksiyonu öncesi
. Postoperatif ağrı
HKA aleti
transüretral rezeksiyon yapılan hastalarda preoperatifolarak verilen lornoksikamın erken postoperatif analjezi üzerine etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1934
2021-03-10T01:06:04Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Serbest, Servet
author
2005
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı’na bağlı Nefroloji Bilim Dalı’nda prospektif olarak diyaliz polikliniğinde takip ve tedavi görmekte olan hastalar ile yapılan bu çalışmada 1.gruba (10 E, 12 K) serum albumin düzeyi < 3,5 g/dl veya nPCR <1 g/kg/gün olan malnutrisyonlu ve yaş ortalamaları 46,86 ± 11,23 olan hastalar, 2.gruba serum albumin düzeyi >3,5 g/dl veya nPCR >1 g/kg/gün olan (14 E, 8 K) malnutrisyonu olmayan ve yaş ortalamaları 50,40 ± 8,79 olan hastalar alındı. Hasta gruplarının yaş sınırlaması 25-65 yıl olarak belirlendi. Hastalar en az 6 aydır hemodiyaliz veya periton diyalizi tedavisi alıyorlardı. 3.Grup olan kontrol grubuna yaş ve cinsiyeti hasta grubuna uyumlu 20 normotansif (10 E, 10 K) ve yaş ortalamaları 47,95±7,18 olan sağlıklı birey alındı.
Gruplar arasında başlangıçta bakılan parametrelerden CRP, trigliserit, total kolesterol, LDL ve homosistein düzeyleri yönünden anlamlı bir fark saptanmadı. HDL ve malondialdehit düzeylerinde ise gruplar arasında anlamlı fark vardı.
Daha sonra 1.gruba N-asetilsistein (NAC) eff. tablet 2x600 mg, 2 ay süreyle verildi. Bu hastalardan 8’i HD, 14’ü PD hastasıydı. Bu 2 aylık dönem içinde hastaların Kt/V oranlarında anlamlı değişiklik olmadı. 2 ay sonra tekrar bakılan CRP düzeyleri, trigliserit, total kolesterol, HDL, LDL, homosistein ve malondialdehit düzeylerinde gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmadı. NPCR, albumin, total protein düzeylerinde ise gruplar arasında anlamlı fark saptandı.
Bir antioksidan ajan olan NAC ile, diyaliz hastalarının beslenme parametrelerinde 2 aylık kısa bir süre içinde anlamlı artışlar elde edildi. Bu sonuçlar diyaliz hastalarında antioksidan tedavinin önemi ve NAC’ın antioksidan etkinliğini göstermesi açısından önemli kabul edildi.
http://hdl.handle.net/11684/1934
Trigliserit
Diyaliz
PD Hastası
Homosistein
Diyaliz hastalarında N-asetilsistein'in antioksidan etkinliği ve nutrisyonel parametrelere etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1933
2021-03-10T01:06:04Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Öz, Yasemin
author
2005
Son yıllarda çeşitli nedenlerle immündüşkün hasta popülasyonu artışı ile orantılı olarak fırsatçı mantar infeksiyonlarının görülme sıklığında da artış saptanmaktadır. Sistemik fungal infeksiyonlar yüksek oranda mortalite ve morbiditeye yol açmaktadırlar. En sık etkenler Candida ve Aspergillus türleridir. Kullanılan ilaçların dar spektrumu, toksisitesi, tolere edilebilme güçlüğü ve dirençli suşların ortaya çıkması nedeniyle tedavi genellikle zordur. Özellikle tek ilaç tedavisine cevap vermeyen hastalarda ya da dirençli suşların varlığında kombinasyon tedavisi düşünülebilir.
Bu çalışmada 30 C.albicans suşuna karşı, klasik antifungal ajan amfoterisin B ile en sık kullanılan antifungal flukonazol ve azol grubunun yeni üyelerinden olan vorikonazolün tek başlarına ve ikili kombinasyonlarında aktiviteleri değerlendirildi. Test edilen suşlara karşı üç antifungalin hem broth mikrodilüsyon hem de E test yöntemi ile MİK değerleri saptandı ve testler arasındaki tutarlılık değerlendirildi. AmB+FLU ve AmB+VOR kombinasyonlarında ilaç etkileşmelerini değerlendirmek için checkerboard broth mikrodilüsyon ve E test yöntemleri kullanıldı.
Test edilen tüm suşlar her iki yöntemle de flukonazole duyarlı bulundu. Broth mikrodilüsyon ve E test yöntemi ile elde edilen MİK aralığı sırasıyla amfoterisin B için 0.125-0.5 ve 0.016-0.25 g/ml, flukonazol için 0.125-1.00 ve 0.032-1.00 g/ml, vorikonazol için 0.008-0.062 ve 0.003-0.016 g/ml saptandı. Testler arasındaki tutarlılık amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazol için sırasıyla %83.3, %96.6 ve %96.6 olarak bulundu.
AmB+FLU kombinasyonunda checkerboard yöntemi ile %3.3 sinerji ve %96.6 etkisizlik, E test yöntemi ile %6.6 sinerji, %13.3 antagonizma ve %80 etkisizlik saptandı. İki yöntem arasındaki tutarlılık %76.6 idi. AmB+VOR kombinasyonunda her iki yöntemle %6.6 sinerji ve %93.3 etkisizlik gözlendi. Bu kombinasyonda testler arası tutarlılık %86.6 idi.
Sonuçlarımıza göre, kombine veya tek başına antifungal etkinliği saptamada E test yöntemi, broth mikrodilüsyon ve checkerboard yöntemlerine alternatif olabilir. Düşük oranlarda sinerji ve antagonizma saptanmasına karşı, amfoterisin B ve azollerin kombinasyonunda ilaçlar sıklıkla birbirlerinden etkilenmediler.
http://hdl.handle.net/11684/1933
Candida
Antifungalin
Mikrodilüsyon
Flukonazol
Antagonizma
Candida albicans izolalarında amfoterisin B ile flukonazol ve vorikonazol kombinasyonlarının in vitro etkisi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1931
2021-03-10T01:06:05Z
com_11684_85
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_202
00925njm 22002777a 4500
dc
Ardıç, Nazan
author
2005
Erken tanının yararlarının bilinmesine rağmen servikal kanser önemli bir kadın sağlığı problemi olmaya devam etmektedir. Çoğu ülkede mali kısıtlılıklar altında sitoloji tabanlı bir tarama programı oluşturmak ve kısıtlı alt yapıyla bunu sürdürmek zordur. Sitolojik taramaya alternatif olabilecek daha basit tarama metotlarıyla ilgili çalışmalar bu metotların dünyanın en gelişmemiş bölgelerinde dahi kullanılabileceğini göstermiştir. Çalışmamız Türkiye’de servikal kanser ve öncül lezyonlarını tarama çalışmaları açısından bazal bilgi elde etmek ve uygun tarama testi ve koşullarını belirlemek amacıyla planlanmıştır.
Eskişehir Alpu ilçesinde ikamet eden 513 kadında klinik bulgular, sitoloji, asetik asitle görsel değerlendirme ve dijital kolpografi yöntemleriyle servikal neoplazi preinvaziv lezyonları taranmıştır. Tarama sonucunda 125 kişide (%24.4) tarama testlerinden en az birisi pozitif saptanmıştır. Pozitif saptanan bireyler kolposkopik inceleme için kliniğe çağrılmış ve 84 kişi (167.8) başvurmuştur. Kolposkopik değerlendirme yapılan 77 kişinin 39’unda anormallik saptanmış, 40 kişiden biyopsi alınmış ve 9 kişide servikal intraepitelyal lezyon tespit edilmiştir. Asetik asit ile görsel değerlendirme ve klinik sensitivitesi, pap spesifisitesi ve pozitif prediktif değeri en yüksek test olarak gözlenmiştir. Farklı yaş gruplarında testlerin özelliklerinde ve katılımcı sayısında değişiklikler izlenmiştir. Menopozda olma ve olmama durumuna göre test özelliklerinde farklılıklar saptanmıştır. Testlerin paralel uygulanmalarında sensitivitede artma izlenmiş, görsel değerlendirme ve sitoloji kombinasyonlarının farklı vakaları belirlediği gözlenmiştir.
http://hdl.handle.net/11684/1931
Menopoz
Sitolojik Tarama
Dijital Kolpografi
Görsel Değerlendirme
Serviks neoplazilerinin taranmasında kilinik bulgular, sitolojisi, asetik asitle görsel değerlendirme ve dijital kolpografi yöntemlerinin etkinliğinin araştırılması
MToxMDB8Mjpjb21fMTE2ODRfODV8Mzp8NDp8NTptYXJj