2024-03-29T10:22:55Z
http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/oai/request
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/306
2016-03-15T10:20:45Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2015-07-07T07:36:43Z
urn:hdl:11684/306
Lenfomalı hastalarda periferik kan CD4+ CD25+ FOXP3+ düzenleyici T hücre düzeyleri ve klinik özellikler arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
Şermet, Serap
Gündüz, Eren
TR135438
ESOGÜ, İç Hastalıkları
Lenfoma
Düzenleyici T Hücre
Lymphoma
Regulatory T Cells
Lenfoma, lenf nodları ve ekstranodal lenfoid dokulardan kaynaklanan malign bir tümördür. Malign lenfoma başlığı altında iki hastalık incelenir: Hodgkin Lenfoma (HL) ve Non Hodgkin Lenfoma (NHL). Lenfoma ve immunsupresyon arasındaki ilişki son zamanlarda önemli bir tartışma konusudur fakat henüz net bir sonuç elde edilememiştir. Düzenleyici T hücreler (Treg) CD4+ CD25+ FOXP3+ olarak timustan köken alarak gelişirler ve dolaşımda yaklaşık %8-10 civarında bulunmaktadırlar. Çalışmamızın amacı lenfomanın patogenezinde sorumlu olduğu ileri sürülen immun baskılanmanın varlığını Treg hücrelerin durumu açısından değerlendirerek güncel tedavi geliştirme çabalarına katkı sağlamaktır. Bu çalışmada yeni tanı lenfomalı hastalarda CD4+ CD25+ FOXP3+ düzenleyici T hücre düzeyleri tedavi öncesi ve tedavi sonrası dönemlerde değerlendirilmiş ve tedavi öncesi düzeylerle klinik özellikler arasındaki ilişki belirlenmeye çalışılmıştır. Akım sitometri kullanılarak periferik kan CD4+ CD25+ FOXP3+ Treg düzeyleri 21 HL, 40 NHL hastasında ve 30 kişilik sağlıklı kontrol grubunda ölçülmüştür. Hastaların ortalama Treg düzeyleri HL grubunda %3.79 (%2.31-%5.29), NHL grubunda %4.61 (%2.5%8.28) ve kontrol grubunda %3.57 (%2.47-%4.35) olarak bulundu. Hastaların Treg düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksek saptansa da istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p=0.09). HL grubunda Treg düzeyleri IPS, CRP, LDH ile pozitif, albumin ve ALS ile negatif ilişkili bulundu. HL grubunda erkek cinsiyette ve sigara içenlerde Treg düzeyleri daha yüksekti. NHL grubunda Treg düzeyleri evre, IPI, CRP, LDH ile pozitif ilişkili albumin, ALS ve sağkalım süresi ile negatif ilişkili saptandı. Mevcut bulgularla çalışmamız bazı klinik ve laboratuvar kötü prognostik parametrelerle ilişkili bulunduğundan lenfomada Treg hücrelerin immunsupresif etkisini destekler gözükmektedir
Şermet, S. Assessment of the relationship between peripheral blood CD4+ CD25+ FOXP3+ regulatory T cells and clinical characteristics of patients with lymphoma. Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Medical
Speciality Thesis in Department of Internal Medicine, Eskişehir, 2015. Lymphoma is a malignant tumor of lymph nodes and extranodal lymphoid tissues. Malignant lymphoma can be divided into two groups: Hodgkin Lymphoma (HL) and Non Hodgkin Lymphoma (NHL). Recently, the relationship between lymphoma and immunsuppression is a debate however there are no clear results. CD4+ CD25+
FOXP3+ regulatory T cells are derived from thymus and found in approximately 810% in circulation. The aim of our study is to add new insights to current lymphoma treatment by showing the relationship between Treg cells and immunsupression which is proposed to be responsible in lymphoma pathogenesis. In this study, our purpose is to assess the levels of CD4+ CD25+ FOXP3+ regulatory T cells before and after treatment in newly diagnosed patients with lymphoma and find a relationship between Treg levels and clinical characteristics. In our study by using flow cytometry the percentages of CD4+ CD25+ FOXP3+ Treg in peripheral blood of 40 NHL, 21 HL newly diagnosed patients and 30 healty controls were evaluated. The peripheral blood Tregs were 3.79% (2.31%-5.29%), 4.61% (2.5%-8.28%), 3.57% (2.47%-4.35%) in HL, NHL and healty controls, respectively. The peripheral blood level of Treg was higher than healty controls in HL and NHL patients, but the difference was not statistically significant. Treg level of HL patients was positively correlated with IPS, CRP, LDH and negatively correlated with albumin and ALS. The peripheral blood Tregs was significantly higher in male HL patients and smokers. Treg level of NHL patients was positively correlated with stage, IPI, CRP, LDH and negatively correlated with albumin, ALS and survival. The relationship between Tregs and clinical and laborotory poor prognostic parametres supports the immunsupresive effects of Tregs in lymphoma.
2015-07-07T07:36:43Z
2015-07-07T07:36:43Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/306
tur
info:eu-repo/semantics/openAccess
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/307
2016-03-15T10:21:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2015-07-07T11:01:51Z
urn:hdl:11684/307
Eşlerin bağlanma tarzları ile çift uyum düzeyi arasındaki ilişkinin araştırılması
Gündoğan, Meltem
Kaptanoğlu,Cem
TR171615
ESOGÜ, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Bağlanma Tarzı
Çift Uyumu
Şiddet
Kişilerin yakın ilişkide bulunduğu kişiye bağlanma davranışı eş uyumunu, ruhsal durumunu etkileyen önemli faktörlerden biridir. Bu çalışmada, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniği’ne ardı sıra başvuran, 100 hasta ve eşi çalışmaya alınmış, bu 100 çiftin(100 erkek, 100 kadın) bağlanma tarzlarının çift uyumu ve klinik özellikleri ile ilişkisi araştırılmıştır. Hastaların bağlanma tarzları Yakın İlişkilerde Yaşantılar Envanteri-II Ölçeği kullanılarak, çift uyumları Çift Uyum Ölçeği kullanılarak belirlendi. Diğer ölçümler Genel Sağlık Anketi-28 ve Şiddet anketi ile yapıldı. Analizler sonucunda, kişilerin sahip olduğu bağlanma tarzlarına göre sosyal işlevsellik, çift uyumları, maruz kaldıkları şiddette farklılık saptandı. Güvenli bağlanma tarzına sahip olanların(n:45, %22.5) sosyal işlevselliğinin, çift uyumunun, doyumunun, bağlılığın, duygusal ifadenin daha iyi, duygusal şiddet, cinsel şiddetin daha az olduğu saptanmıştır. Güvenli bağlananların hepsinin çift uyum düzeyi iyi olarak saptandı. Çift uyumu olan bireylerde şiddet daha azdı. Ayrıca, birinin veya her ikisinin de güvenli bağlanma tarzına sahip eşlerden oluşan çift gruplarındaki kadınların çift uyumlarının ve eşlerden birisinin güvenli birinin güvensiz olduğu çift gruplarındaki kadınların çift doyumlarının, eşlerin ikisinin de güvenli olduğu çift gruplarındaki kadınların fikir birliği ve duygusal ifade puanlarının daha yüksek olduğu bulunmuştur. Çalışmamızdaki kadınların erkeklere göre daha fazla fiziksel şiddete maruz kaldığı ek olarak her iki eşinde güvensiz olduğu eşlerden oluşan çift grubunda eşlerden birinin güvenli olduğu gruba göre daha fazla şiddet ve fiziksel şiddete maruz kaldıkları saptanmıştır. İki eşinde güvensiz bağlanma stiline sahip olduğu çift grubu daha uzun evlilik süresine sahip olan gruptu.
Attachment styles that people own, have an important faktors in dyadic adjustment and mental state. İn this study, the participants were the 100 patients and their partners who consecutively recruited
Eskişehir Osmangazi University Department of Medicine psychiatry. İn this study,
“Experiences In Close Relationships-Revised”, “Dyadic Adjustment Scale”, “General Health Questionnaire-28”, “Violence Questionnaire” were applied seperatly to partners in each couple. Results show that secure participants have more socient functionality, dyadiyadic adjustment, dyadic satisfaction, dyadic depence and emotional expression than insecure participants. Insecure participants have more emotional sexuel violence than secure participants. Women in which both or one partners have secure attachment styles have higher dyadic adjustment than women in insecure couples. Women in one secure partner-one insecure partner more dyadic satifaction than women in both partners have secure. Women in this study have more partner physical violence. And women in which both partners have secure attachment styles have more partner violence. Results Show that partner’s attachment styles can be related with dyadic adjustment, behavior and relationship duration. Key Words: attachment styles, dyadic adjustment, violence
2015-07-07T11:01:51Z
2015-07-07T11:01:51Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/307
tur
info:eu-repo/semantics/openAccess
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/344
2016-03-17T01:00:06Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2016-03-16T08:35:52Z
urn:hdl:11684/344
Dilate kardiyomiyopati hastaların immunadsorpsiyon tedavisi
Tahmazov, Senan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Dilate Kardiyomiyopati
Otoantikor
İmmunoabsorbsiyon
Dilated Cardiomyopathy
Autoantibody
Immunoabsorption
Bu çalışmanın amacı dilate kardiyomiyopatiye bağlı kalp yetersizliği olan hastalarda immunoabsorbsiyon tedavisinin etkinliğini saptamaktır. Çalışmaya dilate KMP’ye bağlı kalp yetersizliği olan , optimal medikal tedaviye rağmen semptomatik (NYHA II-IV) seyreden ve bu nedenle immunoabsorbsiyon yapılmış 9 otoantikor ( anti beta-1 adrenoreseptör) pozitif hasta alındı. Gebelik, malignite, aktif enfeksiyon hastalığı ve diğer nedenlere bağlı kalp yetersizliği olması çalışma dışı tutulma kriteri olarak kabul edildi. Koroner arter hastalığı anjiyografi ile dışlandı. Hastaların bazal, immunoabsorbsiyon sonrası 3. ve 6. ay klinik, ekokardiyografik ve laboratuar parameterleri toplanarak değerlendirildi. Hastaların %55,5’i erkek, %44,4’ü kadın ve ortalama yaş 44,1±7,8 yıl idi. Cinsiyete göre incelendiğinde kadınlar ile erkekler arasında belirgin yaş farkı yoktu (%45,7±4,8’e karşılık 42,8±9,9, p<0,6 ). Çalışmaya alınan hastalarda immunoabsorbsiyon sonrası 3.ay kontrolünde ejeksiyon fraksiyonu ve 6 dakikalık yürüme testinde bazal değerlerlerle karşılaştırıldığında anlamlı derecede artış görüldü (%20,5±4,4’e karşı % 32,1±1,7, p<0,05 ve 366±145 metreye karşı 434±159 m, p<0,05), ancak NTproBNP ve hs-CRP değerlerinde anlamlı değişiklik görülmedi. Altıncı ay kontrolünde ejeksiyon fraksiyonu ve 6 dakikalık yürüme testinde bazal değerlerle karşılaştırıldığında anlamlı artış görüldü ( %21,1±4,5’e karşı %34,5±7,7, p<0,05 ve 356±132 metreye karşı 441±136 m, p<0,05 ). NTproBNP ve hs-CRP değerlerinde de anlamlı azalma görüldü ( 873±474 pg/ml’ye karşı 378±263 pg/ml, p=0,05 ve 12,8±11,4 mg/L’e karşı 4,3±5,8 mg/L, p<0,05 ).
The aim of this study is to determine the efficacy of the immunoabsorption therapy in patients with heart failure due to dilated cardiomyopathy. 9 patients with autoantibody positive (anti beta-1 adrenergic receptor) dilated cardiomyopathy who were symptomatic despite optimal medical treatment and have received immunoabsorption therapy included this study. The patients enrolled in the study were given information regarding the study and consent forms were taken as well. Pregnancy, malignancy, active infection and heart failure due to another causes were accepted as the exclusion criteria. Coronary artery disease was excluded with coronary angiography. Baseline, post-immunoabsorption, third and sixth month clinical, laboratory and echocardiographic parameters of patients were compared. The average age of the patients who participated in the study was 44,1±7,8 years (55,5% man, %44,4% woman). When analyzed by age, there was no significant difference between women and men (45,7±4,8% vs. 42,8±9,9%, p<0,6). When compared with baseline measures there was significant increase in ejection fraction and six minute walk test (20,5±4,4% vs 32,1±1,7%, p<0,05 and 366±145 m vs 434±159 p<0,05), but there was no significant change in NTproBNP and hs-CRP. At 6-month, there was significant increase in ejection fraction and 6-minute walk test (21,1±4,5% vs 34,5±7,7%, p<0,05 and 356±132 m vs 441±136 m, p<0,05) compared with baseline measures. Also there was significant decrease in NTproBNP and hs-CRP levels (873±474 pg/ml vs 378±263 pg/ml, p=0,05 and 12,8±11,4 mg/L vs 4,3±5,8 mg/L, p<0,05).
2016-03-16T08:35:52Z
2016-03-16T08:35:52Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/344
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/354
2016-04-12T09:12:08Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2016-03-24T09:08:45Z
urn:hdl:11684/354
Oral antidiyabetik ilaç ve insülin kullanan tip 2 diyabetli hastalarda 25(oh) vitamin d düzeylerinin karşılaştırılması
Boyraz, İlker
Bilge, Uğur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Tip 2 DM
OAD İlaç
İnsülin
25(OH) Vitamin D
Type 2 DM
Insulin
25(OH) Vitamin D.
OAD Medicine
Çalışmamızın amacı Tip 2 diyabetli oral
antidiyabetik ilaç ve insülin kullanan hastalarda 25(OH) Vitamin D düzeylerini
karşılaştırmaktı. Çalısmamızda 01.10.2013–30.04.2014 tarihleri arasında Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Arastırma Hastanesi İç Hastalıkları
A.D Endokrin Bilim Dalı Polikiliniği ve Aile Hekimliği A.D. Polikliniği’ne başvuran
126 Tip 2 DM’lu hasta ve 62 sağlıklı kontrol grubu, poliklinik başvuru anındaki
bulgulara göre incelenmistir. Yüz yirmi altı Tip 2 DM’lu hastanın 64’ü OAD (Oral
Antidiyabetik) ilaç kullanan 62’si insülin kullanan bireylerdi. Olguların 25(OH)
Vitamin D düzeyleri ortalamalarının grup değişkeni açısından arasındaki fark anlamlı
bulundu (KW=38.800; p<0.001). Buna göre; kontrol grubundaki olguların 25(OH)
Vitamin D düzeyleri (22.371 ± 13.888), OAD grubundaki olguların 25(OH) Vitamin
D düzeylerinden (12.390 ± 6.049) yüksek bulundu. Kontrol grubundaki olguların
25(OH) Vitamin D düzeyleri (22.371 ± 13.888), insülin grubundaki olguların
25(OH) Vitamin D düzeylerinden (10.177 ± 6.188) yüksek bulundu. OAD
grubundaki olguların 25(OH) Vitamin D düzeyleri (12.390 ± 6.049), insülin
grubundaki olguların 25(OH) Vitamin D düzeylerinden (10.177 ± 6.188) yüksek
bulundu (p=0.189). İnsulin direncindeki artışa bağlı olarak insulin kullanan grupta
25(OH) Vitamin D düzeyleri OAD ve kontrol grubundan daha düşüktü. Diyabetin
birçok organların hasar ve işlev bozukluğunun sorumlusu olduğu göz önüne
alındığında, Vitamin D’nin düşük maliyetli ve kolay olan tedavisinin önemi oldukça
artmaktadır.
The aim of our study is to compare the Vitamin D levels between
type 2 diabetes taking oral anti-diabetic medicine and insulin. In our study, 126 type
2 diabetes who applied in Eskişehir Osmangazi university faculty of medicine
education and research hospital internal medicine training department endocrine
outpatient clinic and family medicine department outpatient clinic between the dates
01.10.2013 and 30.04.2014 and 62 healthy control group are examined according to
the findings during their application to the hospital. 64 of these 126 type 2 diabetes
were taking oral anti-diabetic medicine and 62 of them were taking insulin. Mean
difference between the 25(OH) Vitamin D levels of the subjects were found
significant according to the group variable (KW=38.800; p<0.001). Accordingly,
25(OH) Vitamin D levels of the control group (22.371#13.888) were higher than the
25(OH) Vitamin D levels of the OAD group (12.390#6.049). 25(OH) Vitamin D
levels of the control group (22.371#13.888) were higher than the 25(OH) Vitamin D
levels of the insulin group (10.177#6.188). The 25(OH) Vitamin D levels of the
OAD group (12.390#6.049) were higher than the 25(OH) Vitamin D levels of the
insulin group (10.177#6.188) (p=0.189). The 25(OH)Vitamin D levels of the insulin
taking group were lower than the OAD and control group depending on the rise in
the insulin resistance. When the diabetes role in damaging many organs and and their
functions is considered, low cost of Vitamin D and its easy treatment make it more
significant.
2016-03-24T09:08:45Z
2016-03-24T09:08:45Z
2015-05-29
physicsThesis
Boyraz, İ. Oral Antidiyabetik İlaç ve İnsülin Kullanan Tip 2 Diyabetli Hastalarda 25(OH) Vitamin D Düzeylerinin Karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/354
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/359
2016-04-06T00:00:11Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2016-04-05T07:48:17Z
urn:hdl:11684/359
Akut koroner sendrom ve akut miyokard infarktüslerinde görülen aritmiler
Morrad, Baktaash
Görenek, Bülent
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Aks
Aritmi
Stemi
Nstemi
Usap
Acs
Arrhythmia
Bu ĢalıĢmanın amacı akut koroner sendrom tanısıyla yatırılan hastalarda görülen aritmilerin sıklığını saptamaktır. ÇalĢımaya hastanemize baĢvurusunda akut koroner sendrom tanısıyla koroner yoğun bakım ünitesine kabul edilen 700 hasta tarandı, bu hastaların içinden ilk 48 saat içinde aritmi geliĢen 155 hasta dahil edildi. ÇalıĢmaya alınan hastalara çalıĢma hakkında bilgi verilerek onam formları alındı. Gebeler, malignite tanısı alanlar ve koroner anjiyografi yapılmayan hastalar çalımaya alınmadı. Akut koroner sendrom ve akut miyokard infarktüsü tanısıyla koroner yoğun bakım ünitesinde yatırılan hastaları Nihon kohden BSM 2301 cihaziyla 48 saat EKG kayıtları izlendi. ÇalıĢmaya dahil edilen hastaların ortalama yaĢı 65.6±12.8 idi. ÇalıĢmaya alınan hastaların %70.3‟ü erkek geri kalan %29.7‟si kadın idi. Cinsiyete göre incelendiğinde ise kadın hastaların yaĢ ortalamasının erkeklerden belirgin olarak daha yüksek olduğu görüldü (74.1±11.5 karĢılık 61.9±11.5, p<0.001). ÇalıĢmaya dahil edilen hastalardan STEMĠ tanısı alan hastaların 50 (%46.7)‟sinde, NSTEMĠ tanısı alanların 10 (%23.8)‟unda VEV görüldü, VEV STEMĠ‟larda NSTEMĠ‟lara göre anlamlı oranda daha fazla görüldü (%46.7 karĢılık %23.8, p<0.05). Hastalardan STEMĠ tanısı alanların 3(%2.8)‟ünde ve NSTEMĠ tanısı alanların 8(%19)‟inde atriyal flatter gözlendi. Atriyal flatter NSTEMĠ‟larda STEMĠ‟lara göre anlamlı derece daha yükseti ( %19‟a karĢılık %2.8, p<0.05). cinsiyete göre incelendiğinde diğer aritmilerde cinsiyetler arası anlamlı farklılık görülmezken AF erkeklere göre kadınlarda anlamlı düzeyde daha fazlaydı(%32.6 karĢılık %18.3). Ventriküler fibrilasyon yaĢayanlara göre ölenlerde anlamlı derecede daha fazla ( %31.8 karĢılık %9.0, p<0.05) idi. Üçüncü derece AV blok da ölenlerde yaĢayanlara göre anlamlı derece de daha fazla idi ( % 36.6 karĢılık %11.3, p< 0.05).
The aim of this study is to determine the frequency of arrhythmias in patients who have been diagnosed with Acute Coronary Syndrome. 700 patients who were admitted to the coronary care unit of our hospital, diagnosed with Acute Coronary Syndrome, were all screened, of these patients 155 of them developed arrhythmias within the first 48 hours and they were included in study. The patients enrolled in the study were given information regarding the study and consent forms were taken as well. Pregnant women, patients diagnosed with malignancy and undone coronary angiography patients were not scheduled for the study. With Nihon Kohden BSM 2301 device, the 48 hours ECG records of patients, who were diagnosed with Acute Coronary Syndrome and Acute Miyocardial infarction and they were sleeping in intensive care unit, were observed. The average age of the patients who participated in the study was 65.6±12.8. Patients included in the study, %70.3 of them were male and the remaining, %29.7, were female. When analyzed by gender, the average age of female patients were found significantly higher than the men (74.1 ± 11.5, versus 61.9 ± 11.5, p <0.001). VEV was seen in 50 (%46.7) of patients who attended the study and were diagnosed with STEMI and 10 (%23.8) of NSTEMI patients. VEV was seen considerably higher in STEMI patients that in NSTEMI patients. Atrial Flutter was seen in 3(%2.8) of the patients diagnosed with STEMI and 8(%19) of those diagnosed with NSTEMI. Atrial Flutter was remarkably higher in NSTEMI patient that in STEMI pateits (19% versus 2.8%, p <0.05). The survival rate of devoloping arrhythmias was analyzed, considering the statistics this the rate of the death was significantly high in patients with Ventricular Fibrilation ( %31.8 versus %9.0, p<0.05). Patients died as a result of third-degree AV block was much higher than the living ones ( % 36.6 versus %11.3, p< 0.05).
2016-04-05T07:48:17Z
2016-04-05T07:48:17Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/359
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/369
2016-04-13T00:00:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-04-12T09:08:47Z
urn:hdl:11684/369
Yenidoğan ve çocuk yoğun bakım ünitelerinde kolistin (colistimethate) kullanımı
Özer, Emine Pınar
Tekin, A. Neslihan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Kolistin
Nozokomiyal Enfeksiyon
Colistin
Neonatal
Child
Nosocomial Infections
Yenidoğan
Çocuk
Yoğun bakım ünitelerinde son yıllarda enterik bakteri, panresistant Acinetobacter ve P.aeruginosa infeksiyonlarının insidansının artmasıyla birlikte eski bir Polimiksin grubu antibiyotik olan ve nefrotoksik yan etkisi olan kolistin tekrar kullanıma girmiştir. Bu çalışmada Ocak 2011-Mart 2014 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’ nde kolistin tedavisi alan hastaların retrospektif olarak demografik özelliklerini, kolistinin etkinliğini ve olası yan etkilerini belirlemeyi amaçladık. Kolistin kullanılan 25 yenidoğan (ortalama gestasyonel yaş 31,4+4,7 hafta), 50 çocuk hastanın (ortalama yaş 55,2 ± 54,1 ay) kolistin öncesi ve sonrası 7. güne ait CBC, CRP, elektrolitler (Na, K, Ca), BUN, kreatinin, ALT, AST değerleri ve üreyen mikroorganizmalar değerlendirildi. Tedavi süresi en az 7 gün olan hastalar çalışma kapsamına alındı. Kolistin tedavisi 5 mg/kg/gün 2 doz şeklinde uygulanmıştır. Yenidoğan hasta grubunda en sık Klebsiella pneumonia (%30) ve Acinetobacter baumannii (%23,8) izole edilmiştir. Kolistin tedavisinin tam kan sayımı, karaciğer ve böbrek fonksiyon testlerinde istatistiksel olarak anlamlı değişiklik oluşturmadığı saptanmıştır. Çocuk hasta grubunda en sık izole edilen mikroorganizmalar Acinetobacter baumannii (%24) ve Klebsiella pneumonia (%20) olup kolistin sonrası kreatinin ve AST değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede artış bulunmuştur (p<0.05). AST ve kreatininde artışın olduğu hastalarda bu değerlerin tedavi öncesinde de yüksek olması dikkat çekicidir. Sonuç olarak yenidoğanlarda kolistin kullanımının dirençli Gram negatif bakterilerin neden olduğu ciddi enfeksiyonlarda güvenilir olduğu düşünülmüştür. Çocuk hastalarda ise kolistinin renal ve hepatik sorunu olan hastalarda sorun oluşturabileceğini ve tedavi sırasında izlenmeleri gerektiğini ortaya koymuştur.
Due to an increase in the incidence of infections for Enteric bacteria, panresistant Acinetobacter and P. aeruginosa in intensive care units in the last years, re-use of colistin which is an old antibiotic with nephrotoxic side effect has increased. In this retrospective study, we aimed to evaluate the efficacy and possible side effects of colistin in patients who were hospitalized in Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty Neonatal and Pediatric Intensive Care Units between January 2011-March 2014. Before treatment and after 7 days of colistin usage values for CBC, CRP, electrolytes (Na ,K, Ca), BUN, creatinine, ALT, AST, microbiological cultures were evaluated for 25 neonatal (mean gestational age 31,4+4.7 weeks) and 50 children patient (mean age 55.2±54.1 months). This study includes the patients that has a treatment period at least 7 days. Colistin treatment was introduced as 5mg/kg/day in 2 doses. Klebsiella pneumonia (30% versus 20%)) and Acinetobacter baumannii (23.8% versus 24%) were the most common pathogens isolated in neonatal group and pediatric group. Colistin treatment does not make any significant change in CBC, liver and kidney function tests in newborns. In pediatric age group the values of creatinine and AST were increased after colistin treatment and the difference was significant (p<0.05). The patients in this group also had high values before treatment. We concluded that colistin use in severe infections caused by resistant Gram-negative bacteria in newborns is safe but renal and hepatic functions must be monitored in children with hepatic and renal problems.
2016-04-12T09:08:47Z
2016-04-12T09:08:47Z
2015-05-29
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/369
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/370
2016-04-21T00:00:06Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-04-20T08:30:50Z
urn:hdl:11684/370
Östaki tüp kartilajının 3T mr ile değerlendirilmesi ve normal bireyler ile orta kulak hastalığı olan bireylerde karşılaştırılması
Aydın, Nevin
Şaylısoy, Suzan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
3Tesla Manyetik Rezonans Görüntüleme
Östaki Tüp Kartilajı
3T MRI
ET Cartilage
Bu çalışmanın amacı prospektif olarak, östaki tüp (ÖT) kartilajını 3Tesla (3T) Manyetik Rezonans (MR) ile görüntülemek, orta kulak hastalığı olanlarla orta kulak hastalığı olmayanları kıyaslamaktır. Bu çalışmaya hasta ve kontrol grubu olarak sırasıyla 56 orta kulak hastalığına sahip kulak ve 100 orta kulak hastalığına sahip olmayan kulak dahil edildi, hastaların yaş grubu 18-65 yaş aralığındaydı. Her hastaya aksiyel 3D Multiple Echo Recombined Gradient Echo (MERGE) sekansı uygulanıp parasagittal planda kesitler elde edildi. ÖT kartilajı morfolojik olarak 1'den 3'e kadar skorlandı. ÖT kartilaj intensitesinde heterojeniteye neden olan dejeneratif değişiklikler 0'dan 2'ye kadar grade'lendi. ÖT kartilajının medial laminası en kalın yerinden ölçüldü. Aksiyel kesitte kartilaj orta kesimi seviyesinde ÖT lümen çapı ölçüldü. Hasta ve kontrol grubunda yaş, cinsiyet, ÖT kartilajı medial laminası kalınlığı açısından anlamlı farklılık yoktu. ÖT lümen çapı hasta grubunda kontrol grubuna göre daha düşük olarak bulundu. Hasta grubunda skor sayısı arttıkça hasta sayısının yüzdesinin azaldığı ve bunun anlamlı olduğu bulundu. Dejenerasyon grade'i arttıkça hasta sayısının yüzdesi artmaktaydı. Hasta ve kontrol grubunda skor arttıkça yaş farkı gözlenemedi. Skor ve kalınlık ölçümleri açısından Skor 2'de olanlardan hasta grubundakiler kontrol grubuna göre daha fazla kalınlık göstermekte iken, Skor 1 ve Skor 3'de hasta ve kontrol grubunda anlamlı farklılık bulunamadı. Her üç skorda da lümen çapı hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha düşük bulundu. Hasta ve kontrol grubunda dejenerasyonla yaş arasında anlamlı farklılık bulunamadı. Hasta grubunda dejenerasyonu olan hastalar arasında skor ile grade'leme arasında anlamlı fark bulunamadı. Sonuç olarak, 3T MR inceleme ÖT kartilajı gibi küçük ama önemli bir anatomik ve cerrahi lokalizasyonu değerlendirmeyi sağlamakta, orta kulak hastalıklarının tedavisinde uygulanabilecek yeni tedavi yöntemlerine yol göstermektedir.
The purpose of this study was to prospectively assess eustachian tube(ET) cartilage with 3Tesla (3T) Magnetic Resonance (MR) and compare the normal individuals' cartilage with the middle ear diseased individuals' cartilage. The study included 56 ears with middle ear disease as the patient group and 100 ears without middle ear disease as the control group. The patients' age ranged from 18 to 65 years. Axial 3D Multiple Echo Recombined Gradient Echo (MERGE) sequence and oblique parasagittal planes were obtained. The visualization of the ET cartilage on the MR images was assessed using a three-point numeric rating score. Degenerative changes were assessed using three-point grade. Medial laminal thickness was measured. In axial plane, ET lumen's diameter was calculated in the midportion of the cartilage. There were no significant difference between patient group and control group according to age, gender and ET cartilage medial laminal thickness. In the patient group ET lumen's diameter was significantly lower than the control group and when the numeric rating score increased, the percent of the patient number decreased. Grade of the degenerative changes increased, percent of the patient number increased. When the score increased in both group, there was no significant difference in age. According to score and medial laminal thickness, in the Score 2 group, medial laminal thickness was greater in patient group than control group. In the Score 1 and 3 group, there were no significant difference between both groups. Each three score group, ET lumen diameter was significantly lower in patient group. There were no correlation between degeneration grade and age in both groups, degeneration grade and score in patient groups. In conclusion, 3T MRI provides evaluation of ET cartilage which is small but important anatomical localization and important surgical landmark. MR imaging has the potential role to provide essential information prior to new surgical treatment of middle ear disease on ET.
2016-04-20T08:30:50Z
2016-04-20T08:30:50Z
2016
physicsThesis
Aydın, N. Östaki tüp kartilajının 3T MR ile değerlendirilmesi, normal bireyler ile orta kulak hastalığı olan bireylerde karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015
http://hdl.handle.net/11684/370
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/376
2016-05-06T00:00:15Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2016-05-05T08:24:36Z
urn:hdl:11684/376
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğine başvuran tip 2 diabetes mellitus hastalarında hedef lipid düzeyine ulaşma oranı ve tedaviye uyumu etkileyen faktörler
Cemalettin, Elmıra
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Doktor Sayısı
Tip 2 Diabetes Mellitus
Hedef Lipid
Number of Doctors
Type 2 Diabetes Mellitus
Target Lipid
Günümüzde, diabetes mellitus(DM) giderek
artan insidans ve prevalans ile önemli bir sağlık sorunu oluĢturmaktadır. DM koroner
arter hastalığı eĢdeğeri kabul edilmektedir. Hiperlipidemi de koroner arter hastalığı
için sigara, hipertansiyon, obesite ve diyabet gibi değiĢtirilebilir bir majör risk
faktörüdür. Bu yüzden tüm kılavuzlar diyabetik hastalarda tedavi hedeflerini
belirlerken glisemik hedefler yanında lipid hedeflerine de ulaĢmanın önemine dikkat
çekmiĢlerdir. Bu çalıĢma, endokrinoloji polikliniğine kontrole gelen Tip 2 diyabet
hastalarında kan lipid düzeylerini değerlendirmeyi, glisemik ve lipid hedeflerine
ulaĢmama nedenlerini, diyabet hastalığı takiplerinde üniversiteye baĢvurmadan
önceki baĢvurulan doktor sayısının, yaĢam tarzı değiĢikliklerinin önemini, hastalara
diyabet bilinçinin yerleĢtirilmesini hedeflemiĢtir. ÇalıĢmada Ekim 2013-Mart 2014
tarihleri arasındaki 6 aylık süreçte gönüllü 400 hastaya, yapılan çalıĢma konusunda
bilgilendirildikten ve onayları alındıktan sonra 28 soru içeren bir anket uygulanmıĢ
ve diyabet takiplerinde rutin istenilen kan değerlerine bakılmıĢtır. Hastaların
%34.5'inde LDL-K, % 41'inde TG, % 38.5'inde HDL-K, % 84.8'inde TK hedef
değerlerde bulunmuĢ; % 43.3'ünde HbA1C ≤ % 6.5, % 50.8'inde HbA1C ≤ 7.0
gözlemlenmiĢtir. ÇalıĢmamızın sonuçlarına bakıldığında; doktor sayısının 3 ve
üzerinde olması hedef parametrelere ulaĢma oranlarında ciddi azalmaya neden
olmaktadır. Bu sonuçlara göre LDL-K < 100 olarak alındığında bir doktor tarafından
takip edilen hastalarda hedef değere ulaşma oranı % 26.6, 2 farklı doktor tarafından
takip edilenlerde % 71.7 iken, 3 ve 4 doktor tarafından takip edilenlerde bu oran
sırasıyla % 1.4 ve % 7.0 olarak anlamlı olarak daha düşüktü. Diğer parametrelere
ulaşma oranında yine 3 ve 4 doktor tarafından takip edilenler 1-2 doktor tarafından
takip edilenlere göre anlamlı olarak daha düşüktü.
Department of Family Medicine Diabetes Mellitus (DM) is
presently becoming an important health problem with its growing incidence and
prevalance. DM is considered to be as risky as the coronary artery disease.
Hiperlipidemia, is also a major modifiable risk factor for coronary artery disease
along with smoking, hipertension, obesity and diabetes are. The refore all guides
have pointed out the importance of achieving lipid and glycemic targets when
defining the objectives for treatment. This study aims to evaluate blood lipid levels,
reasons for failing to achieve glicemic and lipidemic goals, total number of doctors
consulted, the importance of life style changes, as well as to raise the awareness for
diabetes in patients. The study involves 400 voluntary patients, who have been
admitted to the Endocrinology Clinic at the Practice and Research Hospital of the
EskiĢehir Osmangazi University Faculty of Medicine during a 6-month time frame
from October 2013 to March 2014. After informing the patients about this research
and obtaining their approvals, a survey of 28 questions and routine blood tests for
diabetes follow-ups have been conducted on the patients. Target levels of LDL-C in
34.5% of the patients, TG in %41.0 of the patients, HDL-K in 38.5% of the patients,
TC in 84.8% of the patients have been achieved. In 43,3% of thepatients; HbA1C ≤
6.5 and in 50.8% of the patients HbA1C ≤ 7.0 were observed. This study shows that
more doctors are being in volved, more reductions in target parameters are achieved.
According to the results of this study, when LDL-C limit value is accepted as 100,
theratio of achieving target levels were 26.6% in patients under one doctor’s
supervision, 71.7% in patients followed up by 2 different doctors, 1.4% in patients
under 3 different doctor’ supervision and 7.0% in patients followed up by 4 different
doctors. The ratio of achieving other parameters for the patients followed up by 3 or
4 doctors was also lower than those of the patients followed up by 1 or 2 doctors
2016-05-05T08:24:36Z
2016-05-05T08:24:36Z
2015
physicsThesis
Cemalettin, E. ESOGU Tıp Fakültesi Eğitim Uygulama ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğine başvuran Tip 2 diyabetes mellitus hastalarında hedef lipid düzeyine ulaşma oranı ve tedaviye uyumu etkileyen faktörler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/376
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/395
2016-05-11T00:00:06Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2016-05-10T09:04:40Z
urn:hdl:11684/395
Adölesanlarda internet destekli beslenme eğitiminin etkinliğinin değerlendirilmesi: randomize kontrollü çalışma
Öz, Fatih
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
İnternet Tabanlı Eğitim
Beslenme
Randomize Kontrollü Çalışma
Web-based Training
Nutrition
Randomized Controlled Trial
Çalışmanın amacı, adölesanlarda okul tabanlı
yaklaşımla aşırı kilo alımına engel olmak için sağlıklı yeme alışkanlığı
geliştirmek, fiziksel aktiviteyi artırmak ve sedanter davranışları azaltmak
amacıyla, “Genç e-sağlık” eğitim portalı oluşturmak ve programın bilgi düzeyi
ve davranış değişimindeki etkinliğini sınamaktır. Çalışma, Eskişehir il
merkezinde 2014 Mayıs-2015 Ekim arasında lise 2 öğrencileri üzerinde
yapılan bir müdahale araştırmasıdır. Çalışmada müdahale grubundaki
öğrenciler için bir web sitesi oluşturuldu. Kontrol grubu öğrencilerine ise
internet ortamı için hazırlanan eğitim materyalleri slayt şekline getirilerek
araştırmacılar tarafından sınıf ortamında her ders bir ders saati süresinde
anlatıldı. Eğitimler sonrasında müdahale grubunda bulunan öğrencilerin bilgi
puan ortalamalarında anlamlı bir artış tespit edilirken, kontrol grubunda bir
fark bulunamadı. Eğitim sonrasında, müdahale grubu öğrencilerinde en az 20
dakika süren şiddetli fiziksel aktivite, kasları zorlayacak fiziksel aktivite
düzeylerinde artış olduğu saptandı. Kontrol grubu öğrencilerinde ise en az 20
dakika süren şiddetli fiziksel aktivite düzeylerinde artış olduğu saptandı.
Müdahale öncesinde her iki grubun da adım sayısı günlük önerilen 10 bin
adım sayısının altında kalırken, müdahale sonrasında bu sınırın üzerine
çıkıldı. İnternet tabanlı verilen eğitimin klasik eğitime göre bilgi düzeyini
arttırmada daha başarılı olduğu gözlendi. Adölesan yaş grubunda yapılan
eğitimlerin davranışları olumlu yönde etkilemesi bu yaş grubunda eğitimlere
devam edilmesi ve farklı eğitim öğretim teknikleri kullanılmasının yararlı
olacağı kanısına varıldı.
The purpose of
this study to create an educational portal “Genç e-sağlık” in an attempt to
develop a healthy eating habit, increase physical activity and reduce
sedentary behavior in order to prevent to overweight gain which is schoolbased
approach in adolescents and there with also test the level of program
information and the behavioral alterations of effectiveness. The study is an
intervention study conducted on 10th grade students in centre of Eskisehir
province between 2014 May-2014 October. A website was created for the
students in the intervention group of the study. Training materials prepared
for the internet medium were taught to the control group students by the
researchers in the form of slides in the classroom environment during each
lesson hour. A significant increase was observed in the average information
scores of the students in the intervention group while no difference was
observed in the control group. After the training, an increase was observed in
the vigorous physical activity levels lasting for at least 20 minutes, the
physical activity levels that will force muscles in the intervention group
students. However, an increase was observed in the vigorous physical
activity levels lasting for at least 20 minutes in the control group students.
The number of step that students walked daily, was exceeded suggested
level in both group, however the number of step was lower at before of
intervention. It has been observed that web-based training was more
successful than classic training in improving the level of information. It was
concluded that it would be useful to use different teaching and learning
techniques and to continue these trainings because of the positive influence
of training conducted in adolescent age group towards their behavior.
2016-05-10T09:04:40Z
2016-05-10T09:04:40Z
2015
physicsThesis
Öz, F. Adölesanlarda İnternet Destekli Beslenme Eğitiminin Etkinliğinin Değerlendirilmesi: Randomize Kontrollü Çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/395
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/399
2016-05-11T00:00:28Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-05-10T09:05:26Z
urn:hdl:11684/399
2001-2011 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp anabilim dalı tarafından otopsisi yapılan intihar vakalarının araştırılması
Kökçüoğlu, Mehmet Ali
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
İntihar
Adli Tıp
Otopsi
Suicide
Forensic Medicine
Autopsy
Ġnsanlık tarihi boyunca toplumlarda farklı sıklıkla görülen intihar olayları, sadece ruh sağlığı uzmanlarını ilgilendiren bir konu olmayıp, evrensel bir sorundur. ÇalıĢmamızda, EskiĢehir ilinde 2001-2011 yılları arasında meydana gelen ve Anabilim Dalımız tarafından otopsisi yapılan toplam 399 olgunun sosyodemografik özellikleri, intihar Ģekilleri, intihar edilen zaman dilimleri, intihar edilen mekan risk faktörler analiz edilmiĢtir. ÇalıĢmamızdaki 399 olgunun % 71,4’ünün erkek (n=285), %28,6’sının kadın (n=114) olduğu, erkek/kadın oranın 2,5 olduğu saptanmıĢtır. Olguların en küçüğünün 16, en büyüğünün 71 yaĢında olduğu, olguların %7,5’sının (n=31 kiĢi) 18 yaĢ ve altındaki çocuklar olduğu, olguların % 9’unun (n=36 kiĢi) 65 yaĢ ve üzerinde olduğu, en yaĢlı kiĢinin de 71 yaĢında olduğu belirlenmiĢtir. Medeni durum açısından intihar eden olguların 207’si (% 51.9) evli, 145’i (% 36.3) bekar, 32’sinin (% 8.0) eĢi ölmüĢ, 15’i (% 3.8) boĢanmıĢ durumdadır. olguların % 53’ünün (n=183) aktif çalıĢma hayatında olmadığı saptandı. Olguların % 61,9’unun (n= 247) ası yöntemiyle, % 14,3’ünün (n= 57) ateĢli silah ile, % 10,8’inin (n=43) yüksekten atlayarak, % 8,8’inin (n=35) toksik madde ile, % 2,7’sinin (n= 11) suya atlayarak, % 1,5’inin (n=6) tren yoluna atlayarak intihar ettiği belirlenmiĢtir. 168 olgunun (% 42,1) intihar mektubu, sms veya sosyal paylaĢım siteleri aracılığıyla intihar notu bıraktığı saptandı. Aktif çalıĢma hayatında olmamanın en fazla görülen risk faktörü olduğu belirlenmiĢtir. Dolayısıyla istihdamın arttırılması ve iĢsizliğin azaltılmasının intihar oranını önemli ölçüde azaltacağı düĢünülmektedir. Özelikle kadın istihdamının arttırılması ile kadın intiharlarının azalacağı, intihar giriĢimi öyküsü olan veya kendisindeki ruhsal rahatsızlık nedeniyle intihara yatkın olan kiĢilerin takipleri sağlanmalıdır. Bu amaçla psikiyatri servislerinin, baĢta hekim sayısı olmak üzere yardımcı sağlık personeli ve alt yapı hizmetlerinin geliĢtirilmesi gerekir.
Suicides which are seen in a different
frequency in the communities throughout the history of humanity, not an issue that
concern only mental health professionals, it is a universal problem. in this study,
sociodemographic characteristics, suicide styles, suicide time zones, risk factors of
suicide places of 399 cases which were happened between the years 2001-2011 and
conducted the autopsy by our department were analyzed. In the study, 71,4% are
male (n:285), 28,6% are female (n:114) of 399 suicide cases and male/female ratio is
found as 2,5. The youngest case is 16 years old and the oldest case ise 71 years old.
7,5% of cases (n:31) were found as 18 years old and under, %9 of cases (n:36) were
found 65 years old and over. 207 cases (51,9%) are married, 145 cases (36,3%) are
single, 15 cases (3,8) are divorced and 32 cases (8%) are widowed. 53% of cases
(n:183) were found out of active working life. 61,9% (n:247) were found hanging,
14,3% (n:57) were found gunshot injury, 10,8% (n:43) were found high jump injury,
8,8% (n:35) were found taking toxic substances, 2,7% (n:11) were found drowning,
1,5% (n:6) were found jumping over the rail as a suicide method. It was determined
that 168 cases (42,1%) left suicide note with sms or social networks. Not being in
active working life was found to be the most common risk factor. Thus it is expected
to reduce the suicide rate by increasing the rate of employment and reducing
unemployment. Especially female suicide should be reduced by increasing women's
employment and cases with a history of suicide attempt or mental illness should be
followed. For this purpose, psychiatric services need to be developed related with the
number of physicians, support healthcare personals and infrastructure services.
2016-05-10T09:05:26Z
2016-05-10T09:05:26Z
2015
physicsThesis
Kökçüoğlu, M.A. 2001-2011 Yılları Arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Tarafından Otopsisi Yapılan İntihar Vakalarının Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/399
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/546
2016-07-26T00:00:44Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_187
2016-07-25T13:04:00Z
urn:hdl:11684/546
Psoriazis hastalarında serum D vitamin düzeyi ve darbant ultraviole B fototerapisinin bunun üzerinde etkisi
Saleky, Seyamak
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar
Ultraviole
25(OH)D
Kalsidiol
Psoriazis Alan ve Şiddet İndeksi
Yaşam Kalitesi
Ultraviolet
Calcidiol
Psoriasis Area and Severity İndex
Quality of Life
D vitamin üretimi ciltte 290-315 nm dalga boyunda güneş ultraviole B (UVB) radyasyonu tarafından indüklenir. Psoriazis tedavisinde yıllarca başarıyla kullanılan 311-313 nm dalga boyları bu spektrumun ortasında yer almaktadır. Bu çalışma (1) UVB fototerapinin psoriasis hastalarında serum 25(OH)D arttırabileceğini ve (2) darbant UVB‟nin psoriatik lezyonlar ve hayat kalitesi üzerinde tedavi edici etkisini serum D vitamin düzeyini arttırarak gösterebileceğini araştırmak için planlandı. Çalışmaya toplam 49 orta ve şiddetli plak tip psoriazis hastası alındı. Hastalara haftada 3 kez olmak üzere darbant UVB tedavisi uygulandı. Serum 25(OH)D, kalsiyum, fosfor, paratiroid hormon (PTH) ve alkalen fosfataz (ALP) ve hasta psoriazis alan ve şiddet indeksi (PASI) skorları ilk maruziyet öncesi ve son maruziyet sonrası ölçüldü. Hastalardan ayrıca tedavi önce ve sonrasında Skindex-29 anketinin doldurulması istendi. Tedavi sürecini 32 hasta tamamladı. Tedavi öncesinde serum D vitamin düzeyi hiçbir hastada yeterli düzeyde değildi. UVB tedavisi serum 25(OH)D değerlerini belirgin şekilde 14.14 ± 6.70 (mean ± SD) den 46.42 ± 15.51‟ye yükseltirken (p=<.001) PASI skorlarını ileri düzeyde iyileştirdi (p<.001). Serum ALP ve PTH düzeylerinin anlamlı bir şekilde düştüğü izlendi (sırayla p=.001 ve p=.019). Serum kalsiyum ve fosfor düzeylerinde anlamlı bir değişiklik gelişmedi. PASI skorlarının iyileşmesi serum 25(OH)D değerlerinin artışıyla doğrudan ilişkili değildi. Tedavinin Skindex-29 skalasına göre yaşam kalitesi üzerinde belirgin düzeyde düzelme sağladığı gözlendi. Darbant UVB fototerapinin psoriazis vulgaris lezyonlarını temizlediği, serum D vitamin düzeylerini arttırdığı ve değişik yönlerden hastaların hayat kalitesini iyileştirdiği izlendi.
Vitamin D production is induced by 290-315 nm wavelength of sun ultraviolet B (UVB) radiation in the skin. This spectrum contains the 311-313 nm wavelength which has been successfully used to treat psoriasis for years. The aim of this study was: (1) To investigate whether UVB Phototherapy was able to increase serum 25(OH)D levels in psoriatic patients. (2) To determine whether narrowband UVB may mediate its treating effects on psoriatic lesions and quality of life in psoriasis by elevating serum vitamin D levels. A total of 49 patients with moderate to severe plaque type psoriasis were included in this study. The patients received narrowband UVB therapy given three times a week. The concentration of serum 25(OH)D, calcium, phosphorus, parathyroid hormone (PTH) and alkaline phosphatase (ALP) and patients‟ psoriasis area and severity index (PASI) scores were measured before the first and after the last exposure. The patients were also asked to complete the Skindex-29 questionnaire before and after treatment. Thirty two patients finished the treatment course. Before the treatment serum D vitamin levels in non of the patients was in the sufficient range. UVB therapy improved PASI scores effectively (p<.001) while increasing serum 25(OH)D levels significantly from 14.14 ± 6.70 (mean ± SD) to 46.42 ± 15.51 (p<.001). Serum ALP and PTH levels significantly decreased (p=.001 and p=.019 respectively). Serum calcium and phosphorus levels didn‟t change significantly. The improvement in PASI scores wasn‟t directly correlated to elevation in serum 25(OH)D levels. The treatment was also found to lead to significant improvement in quality of life scores based on Skindex-29 scale. Narrowband UVB phototherapy cleared psoriasis vulgaris lesions, increased serum vitamin D levels and improved patients quality of life in different aspects.
2016-07-25T13:04:00Z
2016-07-25T13:04:00Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/546
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/532
2016-07-26T00:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-07-25T12:55:31Z
urn:hdl:11684/532
Süt çocukluğu döneminde nöbet nedeni ile yatırılarak izlenen hastaların değerlendirilmesi
Arslanoğlu, Büşra Duygu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Süt Çocuğu
Konvülziyon
Epilepsi
Nöbet
Infant
Convulsion
Epilepsy
Seizure
Bu çalışmada; hastanemiz Süt Çocuğu Servisi’ne Ocak 2008 – Ocak 2013 tarihleri arasında konvülziyon nedeniyle başvuran ve yatırılarak takip edilen 1-24 ay yaş aralığındaki hastaların ve konvülziyon özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Süt Çocuğu Servisi’ne yatırılarak izlenen 2730 hastanın 193’ü konvülziyon geçirme nedeni ile yatırılmıştı (%7,1). Konvülziyon geçiren hastaların yaş, cinsiyet, ailede epilepsi, akraba evliliği öyküsü, perinatal özellikleri, nöromotor gelişimleri, nörolojik muayene, santral sinir sistemi enfeksiyonu, kafa travması (amnezi ya da bilinç kaybının gerçekleştiği travmalar), aşılama, gibi özellikleri sorgulandı. Hastaların % 50,8’i erkek, %49,2’i kız, ortalama başvuru yaşı 7,6 ±6,5 ay idi. Hastalar, ateşin varlığına göre ateşli ve ateşsiz konvülziyon olmak üzere iki gruba ayrıldı. Febril konvülziyon sıklığı %21,8, epilepsi sıklığı %10,9 saptanırken tek konvülziyon geçiren, tetkikleri normal olan 58 hasta (%30,1) takibe alındı. West sendromu literatürle uyumlu olarak en sık görülen süt çocuğu epileptik sendromu (%17,1) olarak bulundu. Hastaların %3,6’sında semptomatik konvülziyon saptandı. Metabolik hastalıklar konvülziyon etyolojilerimiz arasında %2,5 oranında bulundu. 7 hastamızda (%3,6) konvülziyon nedeni inme olarak tespit edildi. Sturge Weber sendromu, sinüs ven trombozu, apne katılma nöbeti, ensefalit, karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi diğer konvülziyon nedenleri arasında yer aldı. 2,5 aylık bir hastada intraventriküler papillom tespit edildi. Febril ve afebril konvülziyonlar karşılaştırıldığında etyoloji, konvülziyonun başlangıç yaşı, ortalama konvülziyon sayısı, ailede febril konvülziyon öyküsü, baş çevresi ölçümü ve hastanede yatış süreleri açısından anlamlı fark vardı. Sonuç olarak çalışmamızda süt çocukluğu döneminde konvülziyon etyolojisinde febril konvülziyon, infantil spazm, idyopatik epilepsi ve inme en sık nedenler olarak saptandı. Nonepileptik nedenlerin ayrımı ve etyolojik nedenlerin saptanmasının prognozun belirlenmesinde önemli olduğu düşünüldü.
In this study it was aimed to evaluate the convulsion characteristics of the patients in the age range of 1-24 month old who were hospitalized and followed in our Infancy Service due to convulsion between January 2008 and January 2013. Patients who suffered convulsion were questioned with some characteristics such as age, sex, epilepsy in the family, intermarriage history, prenatal characteristics, neuro-motor developments, neurologic examinations, central nervous system infections, head traumas (traumas in which amnesia or unconsciousness occurred), vaccinations, % 50,8 of the patients was male and %49,2 female and the age average at the admittance was 7,6 ±6,5 months. Based on the presence of the fever, patients were categorized into two groups; febrile convulsion and non febril convulsion. While frequency of the febrile convulsion was determined as %21,8 and the frequency of the epilepsy as %10.9, 58 (%30.1) patients who suffered single convulsion and normal in analysis were followed up. West syndrome was determined as the most seen infancy epileptic syndrome (%17.1) in accordance with the litterateur. Symptomatic convulsion was determined in %3,6 of the patients. Metabolic diseases were found as %2.5 among the convulsion etiology. Convulsion cause was determined as stroke in 7 patients (%3,6). Intravenous papilloma was identified in a 2.5 month years old patient. When the febrile and non febril convulsions were compared, there were statistically significant differences regarding to the etiology, beginning age of the convulsion, average convulsion number, history of the febrile convulsion in the family, measurement of the head circumference and duration at the hospital. As a result, in our study febrile convulsion, infantile spasm, idiopathic epilepsy and stroke were the most determined causes at convulsion etiology in the infancy period. It was thought that differing the non epileptic causes and determining the etiological causes are important to identify the prognosis.
2016-07-25T12:55:31Z
2016-07-25T12:55:31Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/532
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/547
2016-07-26T00:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-07-25T13:04:20Z
urn:hdl:11684/547
Rektum kanserinde 3 tesla MR ile evreleme ve neoadjuvan kemoradyoterapinin etkinliğini değerlendirme
Şimşek, Sevtap
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
3Tesla Manyetik Rezonans Görüntüleme
Difüzyon Ağırlıklı Görüntüleme
Neoadjuvan Kemoradyoterapi
Rektum Kanseri
3Tesla Magnetic Resonance Imaging
Diffusion Weighted Imaging
Neoadjuvant Chemoradiotherapy
Rectum Cancer
Bu çalışmanın amacı biyopsi sonucu rektum adenokarsinomu
tanısı alan hastalarda prospektif olarak 3 Tesla manyetik rezonans görüntüleme
(MRG) ile T ve N evrelemesi yapmak, neoadjuvan kemoradyoterapi (KRT) alan
hastalarda neoadjuvan KRT’nin etkinliğini ve tümör regresyonunu tahmin
edebilmektir. Bu çalışmaya 28 hasta (hastaların 14’ü operasyondan önce KRT aldı)
dahil edildi. 3Tesla MRG ile T ve N evrelemesi yapıldı. Neoadjuvan KRT alan
hastalarda KRT sonrası, operasyon öncesi tekrar MRG tetkiki yapıldı. Tüm hastalara
difüzyon ağırlıklı görüntüleme çalışıldı ve apparent diffusion coefficient (ADC)
haritası çıkarıldı. T evrelemesinde ekstramural invazyonu değerlendirmede duyarlılık
%95, özgüllük %67, doğruluk oranı %86 olarak bulundu. MRG ekstramural
invazyonu saptamada neoadjuvan KRT almayan hastalarda, neoadjuvan KRT alan
hastalara göre daha başarılıydı (doğruluk oranı sırasıyla %93, %79). N evrelemesi
DAG, T2AG ile ve iki yöntem beraber olarak değerlendirildi. Lenf nodu metastazı
varlığını saptamada doğruluk oranları DAG ve DAG+T2AG’nin, T2AG’den daha
yüksek bulundu (sırasıyla %75,%75,%71). Neoadjuvan KRT’nin etkinliğini
değerlendirmek amacıyla tümörün ADC değerleri pre-KRT ve post-KRT MRG’de
hesaplandı. Tümör regresyon grade analizine göre iyi yanıt gösteren hastalarda
ortalama post-KRT ADC ve iki MRG’de ölçülen ADC’lerin ortalama farkı (ΔADC)
kısmi yanıt gösteren hastalardan anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla p=0,019,
p=0,02). ΔADC için cut-off değeri 0,26x10-3 mm2/sn alındığında duyarlılık %90,
özgüllük %100, doğruluk oranı %93 ve p değeri <0,001 bulundu. Sonuç olarak,
3Tesla MRG rektum kanserinin T evrelemesinde ekstramural invazyonu belirlemede
yüksek doğruluk oranına sahiptir. N evrelemesinde DAG ve T2AG’nin birlikte
kullanılması doğruluk oranını artırmaktadır. DAG ve ADC neoadjuvan KRT’ye
yanıtı değerlendirmede yüksek prediktif değere sahiptir.
The purpose of this study was to prospectively assess
the T and N staging in rectal adenocancer with 3 Tesla magnetic resonance imaging
(MRI), and to evaluate the tumor response to neoadjuvant chemoradiotherapy (CRT).
Twenty eight patients (14 patients underwent preoperative neoadjuvant CRT while
14 patients did not) included in the study. T and N staging were assessed in all
patients. The patients who underwent neoadjuvant CRT were reevualuated
preoperatively after completion of CRT. Diffusion weighted imaging (DWI) was
performed and apparent diffusion coefficient (ADC) map was analyzed in all
patients. In the prediction of extramural invasion with 3 Tesla MRI, the sensitivity,
specificity and diagnostic accuracy were 95%, 67% and 86% respectively. The
diagnostic accuracy of MRI for extramural invasion in the patients who did not have
neoadjuvant CRT (93%) than who had neoadjuvant CRT (79%). N staging was
assessed with DWI, T2WI and DWI+T2WI. The diagnostic accuracy in predicting a
nodal metastasis for DWI, T2WI and DWI+T2WI were 75%, 75%, %71,
respectively. Apparent diffusion coefficients (ADCs) in the pre-CRT MRI and post-
CRT MRI were calculated and compared between the good response group and the
partial response group. The mean post-KRT ADC and the mean absolute differences
ADC (ΔADC) were significantly higher in the good response group (p=0,019,
p=0,02, respectively). An ΔADC cut-off value of 0,26x10-3 mm2/sn had 90%
sensitivity, 100% specificity, 93% diagnostic accuruacy (p <0,001). In conclusion,
3Tesla MRI had high accuracy for the prediction of T staging and extramural
invasion. Adding DWI to convantional MRI yields better diagnostic accuracy than
use of conventional MRI alone in the evaluation of N staging. DWI and ADC have
high predictive value in the evaluation of tumor response to neoadjuvant
chemoradiation.
2016-07-25T13:04:20Z
2016-07-25T13:04:20Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/547
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/578
2016-08-09T00:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-08-08T09:18:39Z
urn:hdl:11684/578
Çölyak hastaları ve kardeşlerinde IL-15 gen polimorfizminin araştırılması
Kara, Yalçın
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Çölyak Hastalığı
IL-15
Gen Polimorfizmi
Celiac Disease
Gene Polymorphisms
Çölyak hastalığı (ÇH) genetik olarak
yatkın bireylerde, gluten içeren gıdaların alınması ile ortaya çıkan, kalıcı intolerans
ile karakterize, immun mekanizma ile oluşan bir enteropatidir. IL-15, çölyak
hastalığında, gluten ile tetiklenen immün reaksiyondan sorumlu, anahtar
proinflamatuvar sitokindir. Bu durumdan yola çıkarak, IL-15 genindeki bazı genetik
değişikliklerin, çölyak hastalığının riskini arttırdığını düşündük. Bu çalışmada
birincil amaç olarak, IL-15 gen polimorfizminin, çölyak hastaları ve sağlıklı
kardeşlerinde hastalık oluşturma etkisi araştırılmıştır. Ġkincil olarak da, IL-15 gen
polimorfizminin, çölyak hastalığının prezentasyonuna etkisini değerlendirmeyi
amaçladık. Çalışmaya 90 çölyak hastası (49K/41E, median yaş:11) 38 çölyak
hastalarının sağlıklı kardeşleri (20K/18E, median yaş:8) ve 99 sağlıklı kontrol
(66K/33E, median yaş:13) dahil edilmiştir. Çalışmaya katılanların, demografik
özellikleri, tanı anındaki belirti ve bulguları, eşlik eden hastalık, ailede çölyak
hastalığı öyküsü, histopatolojik evreleme, serolojik belirteçleri ve HLA doku tipleri
kaydedilmiştir. Önceden belirlenmiş olan, IL-15‟in rs2857261, rs10519613,
rs1057972 polimorfizmleri PCR yöntemiyle çalışılmıştır. rs2857972
polimorfizminde GG genotipi, rs1057972 polimorfizminde TT genotipi, çölyak
ailelerde kontrol grubuna oranla yüksek tespit edilmiştir [sırasıyla, % 41-%23
(p=0008), %36-%11 (p=0,001) ]. Çölyak hastalarının 75‟inin (%83), çölyak
hastalarının sağlıklı kardeşlerinin 23‟ünün (%61) HLADQ2‟si pozitif saptanmıştır.
Gruplar HLA-DQ2 durumlarına göre karşılaştırıldığında, homozigot HLA-DQ2
pozitif olanlarda, rs2857972 polimorfizminde GG genotipini odds oranı, çölyak
hastalarında, sağlıklı kardeşlerden 1,5 kat daha yüksek tespit edilmiştir.
Heterozigotlarda ise, rs1057972 polimorfizminde TT genotipinin odds oranı, sağlıklı
kardeşlerde kontrol grubuna oranla 2,5 kat yüksek olduğu görülmüştür. Hastalık
prezentasyonu ile IL-15 gen polimorfizmi arasında bir ilişki saptanmamıştır. Sonuç
olarak, bazı özel IL-15 gen polimorfizmleri, çölyak hastalarında, kontrol grubuna
oranla yüksek tespit edilmiştir. IL-15‟in çölyak hastalığındaki etkisinin, HLA-DQ2
pozitifliğine bağlı olduğu görülmüştür
Celiac disease is an immune mediated enteropathy which is
triggered by gluten consumption in genetically susceptible individuals and
characterized with lifelong gluten intolerance. Interleukin-15 (IL-15) is a potent
proinflammatory cytokine that is considered a key component in the immune
reaction triggered by gluten. In light of these findings we hypothesized that
variations in the gene encoding IL-15, may influence the risk of celiac disease. The
primary aim of this study was to evaluate the influence of IL-15 gene polymorphisms
on celiac disease development, in celiac patients and their siblings. Our secondary
aim was to evalute the effect of possible IL-15 polymorphisms on clinical
presentation of celiac disease. The study was enrolled-with 90 celiac disease patient
(49 female/ 41 male, median years of age:11), their 38 siblings (20 female/18 male,
median years of age:8) and 99 healty controls (66 female/33 male, median years of
age:13). Their demographic findings, initial symptoms and signs, the presence of
celiac disease in their family, histopathological grade-serological markers and HLA
types were recorded. Previously defined IL-15 gene polymorphisms rs2857261,
rs10519613, rs1057972 were analysed through PCR. There was a significantly
higher frequency of GG genoytype in rs2857972 polymorphisms and TT genotype
in rs1057972 polymorphism in celiac families compared to control groups [% 41 vs
%23 (p=0008), %36 vs %11 (p=0,001) respectively] .75 (%83) of celiac disease
patient and 23 (%61) of siblings were HLADQ2 pozitif. When startified according
to their HLADQ2 status, rs2857972 GG polimorphism was found to be 1,5 times
prominet in celiac patients compared to tehir siblings at homozygous state, whereas
rs1057972 TT genotype was found to be 2,5 times prominet in celiac siblings at
heterozygous state. There was no assocation between IL-15 gene polymorphisms and
clinical presentation of celiac disease. As a result, some special IL-15 polymorhisms
are more prominent in celiac families than healty controls. However the impact of
IL-15 gene polymorphism on celiac disease development is dependent on HLADQ2
status.
2016-08-08T09:18:39Z
2016-08-08T09:18:39Z
2015
physicsThesis
Kara Y. Çölyak Hastaları ve KardeĢlerinde IL-15 Gen Polimorfizmi, EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/578
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/599
2016-08-09T00:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2016-08-08T09:22:51Z
urn:hdl:11684/599
Kronik böbrek hastalığında D vitamininin trombosit fonksiyonları üzerine etkisi
Tambova, Ayşe Kuşcu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
25(OH)D3(Kolekalsiferol)
Kronik Böbrek Hastalığı
Trombosit Agregasyon
sP-selektin
Vitamin D
Chronic Kidney Disease
Platelet Aggregation and P-selectin
Kronik böbrek hastalığında 25(OH)D3 düzeylerinin düşük olduğu bilinmektedir. Üremi nedeni ile trombosit fonksiyonlarında bozulmaya sık rastlanır, ancak mekanizması net değildir. D vitamininin pleotropik etkileri vardır. Bunlardan çok az bilinenlerinden birisi de koagulasyon sistemi üzerine olan etkileridir. Bizim çalışmamızda evre 3-4 ve 5D KBH olanlarda 25(OH)D3’ ün trombosit fonksiyonları üzerine etkisi değerlendirildi. Evre 3-4 KBH olan 47 hasta, evre 5D KBH olan 35 hasta ve sağlıklı kontrol grubu olarak 36 kişi çalışmaya alındı. Trombosit fonksiyonlarını değerlendirmek için trombosit agregasyon ve aktivasyon (p-selektin) testleri çalışıldı. Gruplar D vitamini düşük ve normal olarak sınıflandırıldı. Vitamin D düzeyi <20 ng/ml olanlar düşük olarak kabul edildi. Vitamin D düzeyi düşük hasta ve kontrol grubuna 8 hafta boyunca haftada 1 kez 50.000 IU oral vitamin D verildi. 25(OH) D3 düzeyi düşük olan gruplar replasman öncesi ve sonrası karşılaştırıldığı zaman tüm gruplarda kollagen ile indüklenen trombosit agregasyonunda düşme gözlenirken sadece evre 3-4 KBH ve evre 5D KBH grubunda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). s-P selektin değerleri açısından D vitamini replasmanı öncesine göre replasman sonrasında her üç grupta da düşme olmasına rağmen sadece kontrol grubunda istatistiksel olarak anlamlılık gözlenmiştir (p<0,05). Sonuç olarak kronik böbrek hastalarında 25(OH)D3 düzeylerinin daha düşük olduğu, D vitamini eksikliğinin trombosit agregasyon ve aktivasyonunu arttırarak tromboza eğilim yaratabileceği, replasmanı ile bu parametrelerin düzeldiği gösterildi. D vitamini replasmanı ile trombotik hadiselere (inflamasyon ve endotel hasarı) bağlı gelişen kardiyovasküler mortalitenin azaltılmasında yararlı olabileceği düşünüldü Ancak bunu destekleyen daha uzun süreli ve daha büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.
It’s known that 25 (OH) D3 serum level is low in chronic kidney diesase. Uremia are common causes of deterioration in platelet function, but the mechanism is unclear. There are pleiotropic effects of vitamin D. In one of the little-known of these effects are the effects on the coagulation system. In our study, 25 (OH) vitamin D effect on platelet function were assessed in patients with stage 3-4 and 5D chronic kidney disase. 47 patients with stage 3-4 CKD, 35 patients with stage 5D CKD and a healthy control group of 36 people were included in the study. Platelet aggregation and activation (p-selectin) tests were performed to assess platelet function. Groups are classified as normal and low vitamin D levels. Having a level of 20 ng/mL or lower of vitamin D is considered low. Patients with low levels of vitamin D and control groups were given an oral dose of 50.000 IU of vitamin D once per week for 8 weeks. When 25 (OH) D3 levels low groups were compared before and after replacement therapy, was observed that decrease in collagen – induced platelet aggregation in all groups and only stages 3-4 CKD and CKD stage 5D groups were statistically significant (p<0,05). Although there is a decrease in s-p selectin values in all three groups after replacement therapy, statistical significance was observed only in the control group (p<0,05) As a result of chronic kidney disease, 25 (OH) D3 levels are lower, vitamin D deficiency can predispose to thrombosis by increasing platelet aggregation and activation, has been shown to improve these parameters with vitamin D replacement. We think that vitamin D suplementation might be useful to reduce cardiovascular mortality related thrombotic events (inflammation and endothelial damage), but nevertheless we need longer and larger studies to support it.
2016-08-08T09:22:51Z
2016-08-08T09:22:51Z
2015-10-22
physicsThesis
Tambova,A. Kronik böbrek hastalığında D vitamininin trombosit fonksiyonları üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/599
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/600
2016-08-09T00:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2016-08-08T09:23:08Z
urn:hdl:11684/600
Bir ikinci sağlık kuruluşunun dermatoloji polikliniğine başvuran hastaların klinik tanılarının, yaş, cinsiyet ve mevsimsel farklılıklarının aile hekimliği bakış açısı ile değerlendirilmesi
Kayhan, Mehmet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Dermatoloji
Klinik Tanı
Yaş
Cinsiyet
Mevsim
Dermatology
Clinical Diagnosis
Age
Gender
Season
Deri hastalıklarının ortaya çıkmasında bir çok faktör rol oynar. Bunlar ırk, yaş,
cinsiyet, heredite, kişisel hijyen, kültür düzeyi gibi kişisel faktörler ile iklim, coğrafi
bölge, kırsal ya da kentsel yerleşim ve meslek gibi çevresel faktörlerdir. Dünya
Sağlık Örgütü verilerine göre en sık görülen ilk beş hastalık içinde yer alan deri
hastalıklarının tedavisi büyük oranda dermatoloji uzmanı olmayan hekimlerce
yürütülmektedir. Bu çalışma da bir ikinci basamak sağlık kuruluşunun dermatoloji
polikliniğine başvuran hastaların klinik tanı, yaş, cinsiyet ve mevsimsel farklılıkları
incelendi. En sık görülen 10 hastalık grubu belirlendi.
Occurrence of dermatological diseases can be affected by multiple factors. These
factors are personal factors such as race, age, gender, heredity, personal hygiene,
socioeconomic degree and environmental factors like climate, geographic region,
rural or urban settling and profession. Treatment of dermatological diseases -which
rank amongst first five common diseases according to the data of World Health
Organization- are mostly treated by physicians who are not dermatology specialists.
In this study, clinical diagnosis, age, gender and seasonal differences of patients
admitted to dermatology clinic of a secondary health center are investigated. Most
common 10 disease groups are identified.
2016-08-08T09:23:08Z
2016-08-08T09:23:08Z
2015-10-22
physicsThesis
Kayhan, M. Bir İkinci Basamak Sağlık Kuruluşunun Dermatoloji Polikliniğine başvuran hastaların klinik tanılarının, yaĢ, cinsiyet ve mevsimsel farklılıklarının aile hekimliği bakıĢ açısıyla değerlendirilmesi EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/600
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/587
2016-08-09T00:00:54Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-08-08T09:19:26Z
urn:hdl:11684/587
Kalp yetersizliği gelişen ventriküler septal defektli hastaların beyin kan akımlarının transkraniyal doppler ultrason yöntemi ile değerlendirilmesi ve serum NT-proBNP düzeyi ile ilişkisi
Taşar, Nurdan Öztürk
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Ventriküler Septal Defect
Kalp Yetersizliği
Beyin Kan Akımı
NT-proBNP
Ross Skoru
Ventricular Septal Defect
Cerebral Blood Flow
Heart Failure
NTproBNP
Ross Score
Ventriküler septal defekt (VSD)’de kalp yetersizliği (KY) oluştuğunda kompanzatuvar mekanizmalar devreye girerek, beyin ve kalp gibi vital organların perfüzyonunu sürdürmeye çalışırlar. Bu çalışmada, KY oluĢan ve oluşmayan VSD’li hastalarda transkraniyal Doppler (TKD) ultrasonografi (USG) yöntemi ile defektin ve KY’nin beyin kan akımına (BKA) olan etkisi, yetersizlik tedavisinin BKA üzerine etkisi, serum NT-proBNP düzeyi ile olan ilişkisi araştırıldı. Çalışmaya yaşları 0-36 ay arasında (3,8 ± 0,7), 13 KY olan, 27 KY olmayan VSD’li olgu ve kontrol grubuna 25 sağlıklı çocuk alındı. Olguların ekokardiyografi (EKO) ile sol ventrikül sistolik fonksiyonları; TKD USG yapılarak BKA hızları ölçüldü. Serum NT-proBNP düzeyi çalışıldı. KY olan olguların, antikonjestif tedavi başlandıktan bir ay sonra ölçümleri tekrarlandı. KY olan VSD’li grubun BKA hızı kontrol grubundan düşük olmasına rağmen, çalışma ve kontrol gruplarının BKA hızlarında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p>0,05). Ancak tedavi ile sağ ve sol maksimum BKA hızlarında anlamlı derecede artıĢ saptandı (sırasıyla p:0,004; p:0,004). NT-proBNP düzeyi ile sağ ve sol maksimum BKA hızları arasında negatif korelasyon saptandı (sırasıyla r:-0,39; p:0,013 ve r:-0,32; p:0,043). Ayrıca defekt çapı/vücut yüzey alanı oranı ve pulmoner kan akımı/sistemik kan akımı (Qp/Qs) oranı ile bazı BKA hızı parametreleri arasında negatif korelasyon saptandı. Sonuç olarak; BKA hızları çalışma grupları arasında istatistiksel olarak farklılık göstermese de, BKA hızının tedavi ile artması ve defekt çapı, Qp/Qs oranı ve NT-proBNP düzeyi ile negatif korelasyon göstermesi, VSD ve KY’nin oluşturduğu hemodinamik durumun, beyin kan akımı üzerine etkisi olduğunu göstermiştir.
Heart Failure (HF) is responsible for clinic of Ventriculer Septal Defect (VSD). When HF occur compensator mechanism try to maintain perfusion of brain and heart which are vital organs. In this study, effects of defect and HF on cerebral blood flow (CBF), treatment of heart failure and CBF relation and association between NT-proBNP on child patients with VSD who have progressed HF and non-HF by transcranial doopler. In this study, 13 child with HF and 27 child have no HF with VSD aged 0-36 months (3,8 ± 0,7) were included. Control group were consist of 25 healthy children for study. For all cases, left ventricule sistolic function was assessed by ecocardiography (ECO) and cerebral blood flow was measured by TCD ultrasound. Also, NT-proBNP level was studied. All measurements of cases with HF were determined after one month later anticongestive treatment. Although no difference was found between the patient and control groups for CBF (p>0,05), right and left maximum CBF were significantly increased with treatment (p:0,004; p:0,004 respectively). NT- proBNP level was found negative correlated with right and left maximum CBF (r:-0,39; p:0,013 ve r:-0,32; p:0,043 respectively). In addition, negative correlation was found between defect diameter /body surface area, pulmonar blood flow/sistemic blood flow (Qp/Qs) and some CBF parameters. As a result, although no difference was found between study groups for CBF, increasing CBF with treatment and defect diameter were found negative correlated with Qp/Qs and NT-proBNP level, so VSD and hemodynamic status related with heart failure have effects on CBF.
2016-08-08T09:19:26Z
2016-08-08T09:19:26Z
2015
physicsThesis
Taşar, NÖ. Kalp yetersizliği gelişen ventriküler septal defektli hastaların beyin kan akımlarının transkraniyal Doppler ultrason yöntemi ile değerlendirilmesi ve NT-proBNP düzeyi ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/587
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/588
2016-08-09T00:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2016-08-08T09:19:31Z
urn:hdl:11684/588
Beylikova’da orta yaş kadınlarda menopoz semptomları sıklığı, menopoz bilgi düzeyi ve sağlık eğitiminin menopoz semptomları üzerine etkinliğinin değerlendirilmesi
Koyuncu, Tuğçe
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Menopoz
Bilgi
Tutum
Sağlık Eğitimi
Menopause
Knowledge
Attitude
Health Education
Bu çalışma, Beylikova ilçe merkezinde yaşayan 40-64 yaş grubu kadınlar
arasında menopoz semptom sıklığının saptanması, menopozla ilişkili olduğu
düşünülen bazı değişkenlerin incelenmesi, menopoz hakkında bilgi ve
tutumların ölçülmesi ile menopoz semptomları üzerine yapılacak sağlık
eğitiminin etkinliğinin değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. İki aşamadan
oluşan bu çalışmanın, birinci aşamasında hedef kitleyi oluşturan kadınlardan
menopoz semptomları, menopoz bilgi düzeyi ve menopoza yönelik tutumları
ile ilgili veriler toplanmıştır. İkinci aşamasında ise veri toplama sırasında
vazomotor semptomları var olan kadınlara menopoz ile ilgili bilgiler ve
semptomlardan korunma yollarını içeren önceden hazırlanmış bir eğitim
programı uygulanmıştır. Yapılan eğitimin etkinliğinin değerlendirilmesi için 30-
45 gün sonra, etkinliğe katılan kadınlara evlerinde tekrar ulaşılarak menopoz
semptomları, menopoz bilgi düzeyi ve menopoza yönelik tutumları tekrar
değerlendirilmiştir. Çalışma grubundaki 310 kadında ciddi menopozal
semptom sıklığı %41.9 olarak saptanmıştır. Kadınların %68.1’inde ciddi
somatik semptomlar, %74.8’ünde ciddi psikolojik semptomlar, %38.1’inde ise
ciddi ürogenital semptomlar vardı. Müdahale sonrasında Menopoz
Semptomlarını Değerlendirme Ölçeğinin somatik, psikolojik alt boyutlarında
ve toplam puanlarda azalma olduğu saptanmıştır. Menopoz ile ilgili bilgi
düzeyinde, menopoz tutum değerlendirme ölçeğinin pozitif duygusal ve
negatif duygusal altboyutlarında olumlu değişim gözlenmiştir. Menopozal
semptomların algılanan şiddetinin, menopoz ile ilgili bilgi ve tutum düzeyinin
olumlu yönde değiştirilebilmesi için sağlık eğitimi düşük maliyetli ama etkili bir
yöntem olduğu sonucuna varılmıştır.
This Study aimed to
determine the frequency of menopausal symptoms and related factors, to
examine knowledge and attitude about menopause and effectiveness of a
health education intervention for women between the ages of 40-64 in
Beylikova. In the first stages of the study, data about menopause
symptoms, knowledge and attitude were collected. In the second stage,
health education including information about menopause and coping
strategies for menopausal symptoms were given to women with vasomotor
symptoms. To assess effectiveness of health education intervention,
women, who participate to health education, were visited again in their
home after 30-45 days. Data about menopause symptoms, knowledge
and attitude were collected again. Of the 310 women in this study group,
the frequency of severe menopausal symptoms is 41.9%. The frequency
of severe somatic symptom is 68.1%, severe psychologic symptom is
74.8% and severe urogenital symptom is 38.1%. After health education
intervention; somatic, psychologic subscales and total score of
Menopause rating scale were decreased. Knowledge level about
menopause and positive emotional and negative emotional subscales
scores of Menopause attitude assessment scale were increased. In
conclusion; health education is effective and low cost method to change
the perceived severity of menopausal symptoms, the level of knowledge
and attitude in a positive way.
2016-08-08T09:19:31Z
2016-08-08T09:19:31Z
2015
physicsThesis
Koyuncu, T. Beylikova’da orta yaş kadınlarda menopoz semptomları sıklığı, menopoz bilgi düzeyi ve sağlık eğitiminin menopoz semptomları üzerine etkinliğinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/588
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/590
2016-08-09T00:00:23Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2016-08-08T09:19:41Z
urn:hdl:11684/590
Beylikova’da 55 yaş üstü bireylerde uyku kalitesi, yorgunluk ve kognitif fonksiyonların değerlendirilmesi
Buğrul, Necati
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Yaşlı
Demans
Uyku Kalitesi
Yorgunluk
Elderly
Cognitive Function
Sleep Quality and Fatigue
Mevcut demografik eğilimlerin devam edeceği varsayımından hareketle yapılan hesaplamalar, 21. yüzyılın tüm dünyadaki beklentilere paralel olarak Türkiye’de de yaşlı yüzyılı olacağına işaret etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler bulaşıcı olmayan hastalıkların kontrolü ve önlenmesinde, Alzheimer Hastalığı dâhil olmak üzere "zihinsel ve nörolojik bozukluklar”ın önemli bir yer tuttuğunu belirtmektedir. Bu çalışmada, 55 yaş ve üzeri bireylerde uyku kalitesi, yorgunluk ve kognitif fonksiyonların değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışma, Eylül 2013 – Şubat 2014 tarihleri arasında Eskişehir İli, Beylikova ilçe merkezinde yaşayan 55 yaş ve üzeri bireylerde yapılan kesitsel tipte bir araştırmadır. İlçe merkezinde haneler tek tek dolaşılarak çalışma hakkında bilgilendirildi, önceden hazırlanan anket formlar, araştırmacı tarafından yüz yüze görüşme metoduyla doldurularak antropometrik ölçümleri yapıldı. Beylikova merkez’de yaşayan 55 yaş ve üzeri 839 (%25.8) kişiden, 496 (%59.1) kişiye ulaşıldı ve kognitif fonksiyon bozukluk sıklığı %47.2 olarak bulundu. Kognitif fonksiyon bozukluğu olanların %61.5’inin uyku kalitesinin kötü, %76.9’unun yorgun olduğu saptandı. Kognitif fonksiyon bozukluk sıklığı ile ilişkili faktörleri belirlemek için yapılan lojistik regresyon analizinde; kognitif fonksiyon bozukluk sıklığı 75 ve üzeri yaş, ilkokul ve altı öğrenim, evli olmama ve hekim tanılı herhangi bir kronik hastalığa sahip olma durumunda artmakta iken; cinsiyet, çalışma durumu, gelir düzeyi, aile tipi ve yardımcı cihaz kullanımı arasında bir ilişki tespit edilemedi. Uyku kalitesi kötü, gündüz uykulu, yorgun, depresyon şüphesi olanlar ve yarı bağımlı/bağımlı olanlarda kognitif fonksiyon bozukluk sıklığının daha fazla olduğu bulundu. Yaşlılarda periyodik kontrollerin ve sağlık eğitimlerinin yapılmasının uyun olacağı kanısına varıldı.
The calculations considering the assumption that current demographic trends will remain indicate that 21st century will be the elderly century in Turkey in parallel with the expectations of the entire world. The World Health Organization and the United Nations State that “mental and neurological disorders” including Alzheimer’s disease have an important role in the prevention and control of non-transmitted diseases. Present study aimed to assess the sleep quality, fatigue and cognitive function in individuals aged over 55 years. This cross-sectional study was carried out on individuals over the age of 55 years and living in the Beylikova town center of the Eskisehir province between the September 2013 and February 2014. All residences in the town center were visited individually and households were informed about the study, the pre-prepared questionnaire forms were filled out by researchers by face-to-face interview method followed by anthropometric measurements. Of the 839 (25.8%) individuals aged over 55 years and living in Beylikova, 496 (59.1%) were reached and the frequency of cognitive function impairment was found to be 47.2% in these individuals. Of the people with cognitive function impairment, 61.5% had a poor sleep quality and 76.9% had fatigue. The logistic regression analysis used to determine the factors associated with cognitive function impairment revealed that the frequency of cognitive function impairment increases in the case of being 75 years old or older, having an educational level of primary school or under, being unmarried and having a physician-diagnosed chronic disease, while the gender, employment status, income level, family type and use of ancillary equipment did not associated with cognitive function impairment. The individuals with a poor sleep quality and suspicious depression, those being daytime sleepiness and fatigue, and the semi-dependent/dependent individual were found to have increased frequency of cognitive function impairment. It was concluded that periodical checks and health educations are needed for elderly people.
2016-08-08T09:19:41Z
2016-08-08T09:19:41Z
2015
physicsThesis
Buğrul, N. Beylikova’da 55 yaş üstü bireylerde uyku kalitesi, yorgunluk ve kognitif fonksiyonların değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/590
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/604
2016-08-09T00:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
2016-08-08T09:23:42Z
urn:hdl:11684/604
Parkinson hastalarında lateralizasyon ve dürtü kontrol bozukluğu arasındaki ilişki
Akıncı, Mehdi
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
Parkinson Hastalığı
Dürtü Kontrol Bozukluğu
Dominant Motor Lateralizasyon
Parkinson's Dissease
Impuls Control Disorders
Dominant Motor Lateralization
Bu çalışmada parkinson hastalarında dürtü kontrol bozukluklarının, dominant
motor lateralizasyonla, kullanılan ilaçlarla ve hastalığın kendisiyle ilişkisi
araştırılmıştır. Çalışmaya Hareket Bozuklukları Polikliniğine 1 Ekim 2014 ve 1
Mart 2015 tarihleri arasında başvuran idiopatik 100 Parkinson hastası dahil
edildi. Hastalar Parkinson Hastalığında İmpulsif-Kompulsif Bozukluklar Anketi
(QUIP) ile değerlendirildi. Parkinson plus sendromları, ilaca bağlı
parkinsonizm, vasküler parkinsonizm ve herhangi bir MSS patolojisi ve
psikiyatrik hastalık öyküsü bulunan hastalar çalışma dışında tutuldu.
Hiperseksüalite, patolojik kumar, hiperfaji ve Kompulsif alışveriş Sola
lateralize ve Dopamin Agonisti (DA) kullanan hastalarda en yüksek saptandı.
Çalışmamızın sonuçları literatür sonuçları ile uyumluydu.
Sonuç olarak, Sola motor lateralizasyonu olan ve DA kullanan
Parkinson hastalarında DKB yüksek oranda saptandı.
In this study the relationship between impulse
control disorders with dominant motor lateralization, the drugs used and the
diseases itself were evaluated in Parkinson patients. One hundred PD
patients who admitted to Movement disorders outpatient clinic between 1
october 2014 – 1 march 2015 were enrolled to the study. A questionnary
form including questions for impulse control disorders were applied to the
patients. Patients with Parkinson plus disorders, medication related
parkinsonism, vascular parkinsonism and central nervous system pathology
were excluded from the study. Hypersexuality, pathological gambling,
Compulsive eating disorder and pathological buying were found higher in
patiens using DA and Left dominant motor lateralization. Our results were
similar with the literature.
In conclusion, impulse control disorders was found higher in patients
using DA and Left dominant motor lateralization.
2016-08-08T09:23:42Z
2016-08-08T09:23:42Z
2015
physicsThesis
Akıncı, M. Parkinson hastalarında lateralizasyon ve dürtü kontrol bozukluğu arasındaki ilişki. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/604
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/607
2016-08-09T00:00:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2016-08-08T09:24:10Z
urn:hdl:11684/607
Türkiye’de birinci basamak sağlık hizmetlerinde aile hekimliği uygulamasına geçilmesine aile hekimliği uzmanlık tezlerine etkisi
Mengüllüoğlu, Nehir
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Aile Hekimliği
Aile Hekimliği Uzmanlık Eğitimi
Tez Değerlendirmesi
Family Medicine
Family Medicine Specialist Training
Evaluation of Thesis
Türkiye’de sağlık sisteminde 2005 yılında aile hekimliği uygulamasına geçilmesini göz önüne alarak, 2005-2015 yılları arasında internet ağı üzerinden ulaşabildiğimiz aile hekimliği uzmanlık tezlerini değerlendirmeyi amaçladık. Gözlemsel, tanımlayıcı, retrospektif çalışmamızda tezleri hazırladığımız 31 değişkenli Tez Veri Formu ile değerlendirdik. Toplamda 492 tezi değerlendirmeye aldık. En çok teze ulaşılan yıl %23,6 oranı ile 2008 yılıdır. Tezlerin %50,8’i İstanbul’da bulunan 10 eğitim araştırma hastanelerine aittir. Tezlerin %49,2’si 33 üniversitenin tıp fakültelerine aittir. Tez sahiplerinin %50,8’i kadın, %49,2’si erkektir. Tezlerin %87,8’inde tez danışmanı belirtilmiştir. Aile hekimliği uzmanları %40,9 oranı ile en çok tez danışmanlığı yapan branş hekimidir. Aile hekimi uzmanlarının tez danışmanlığı yıllar içinde artmıştır. Tez konularında %21,9 oranında en çok endokrin sistem, beslenme, metabolizma konuları işlenmiştir. Diabetes Mellitus ve glukoz metabolizma bozuklukları en çok (%12,1) işlenen konudur. Tezlerin %21,8’i saha, %76,6’sı hastane çalışmasıdır. Aile sağlığı merkezi / Aile hekimliği merkezi / Sağlık ocağında %10,2 oranında çalışma yapılmıştır. Örneklem grupları en çok 101-200 (%24,8) kişi arasındadır. Yıllar içinde anket kullanımı anlamlı olarak artmış, laboratuvar test kullanımı anlamlı olarak azalmıştır. Yıllar içinde tez danışmanı belirtilme durumu, etik kurul onayı alma, proje destek alımı, araştırma tipi belirtilme durumu anlamlı olarak artmıştır. Bu da bize tezlerin daha özenli hazırlandığını göstermektedir. Yıllar içinde saha çalışmasının anlamlı olarak artmasına rağmen yetersiz olup koruyucu hekimlik gibi birinci basamağın temel konularına az değinilmiştir.
As the transition to family medicine system in Turkey in 2005 was a milestone of the health system in Turkey, we tried to evaluate the theses of family medicine clinics which could be reached at internet websites between 2005-2015. A data sheet prepared by authors was used to evaluate 31 variables of reached theses. This an observational, descriptive, retrospective study. A total of 492 theses were evaluated. Most of the theses which could be reached was in the year of 2008 with a rate of 23.6% and 50.8% of them were from the 10 training hospitals in Istanbul. 49.2% of the theses were from university's 33 faculties of medicine. Most of the authors of the theses were women with a percentage of 50.8% and 49.2% were male. Advisors were stated in 87.8% of theses. Most of the advisors of the theses were family medicine specialists with a rate of 40.9%. Thesis supervision of family physicians has been increased over the years. Subjects of the theses were (21.9%) endocrine system, nutrition, and metabolism mostly. Diabetes mellitus and glucose metabolism disorders were the most (12.1%) studied subjects. 21.8% of the study field was hospitals (76.6%). Family health center / family medicine center / health centers were the other study fields (10.2%). Study populations were between 101-200 people (24.8%) mostly. As the use of surveys were increased significantly over the years, significant decreases were observed in the use of laboratory tests. The denotation of the theses’ advisor status, ethics committee approval, project support was increased significantly. This shows that the theses were tend to be more attentive. Although the field studies were increased by years, field studies seemed to be not enough as desired. Also, we thought that; primary subjects such as preventive medicine were not studied frequent enough.
2016-08-08T09:24:10Z
2016-08-08T09:24:10Z
2015
physicsThesis
Özgül Mengüllüoğlu N. Türkiye’de birinci basamak sağlık hizmetlerinde aile hekimliği uygulamasına geçilmesinin aile hekimliği uzmanlık tezlerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/607
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/593
2016-08-09T00:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2016-08-08T09:21:58Z
urn:hdl:11684/593
Behçet hastalığında trombosit aktivasyonu ve endotel hasarının cinsiyete göre eş zamanlı değerlendirimi
Kıvanç, Banu Kara
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Behçet Hastalığı
Cinsiyet
Tromboz
Behçet’s Disease
Gender
Thrombosis
Behçet hastalığı (BH), trombozlarla seyreden nedeni tam olarak
bilinmeyen vaskülitik bir hastalıktır. Damar tutulumu en sık genç erkeklerde
görülmekte olup, mortalite ve morbiditeden sorumludur. Behçet hastalarındaki
cinslere göre bu farklılığı Rotasyonel Tromboelastografi (ROTEM) ile araştırmayı
amaçladık. Tromboz eğiliminin trombosit lökosit kompleksleri, aktive trombositler,
endotel hasarı ilişkisini eş zamanlı değerlendirdik. Çalışmaya uluslararası
sınıflandırma ölçütlerini karşılayan 126 Behçet hastası (K: 55, E: 71; yaş ort: 41± 9
yıl), 23 Behçet dışı vasküliti (BDV) olan olgu (K: 16, E: 7; yaş ort: 49±16 yıl), 8
vaskülit dışı nedenlerle trombüs gelişmiş (VDT) hasta (K: 3, E: 5; yaş ort: 55±12
yıl) ve 25 sağlıklı birey (SB) (K:11, E:14; yaş ort: 37,5 yıl) toplam 182 kişi alındı.
Behçet hastaları arasında damar tutulumu, cinsiyet ve aktiviteye göre farklı alt gruplar
oluşturuldu. Endotel hasarı von Willebrand antijeni (vWF Ag) ile değerlendirildi.
Trombosit lökosit etkileşimleri (TLA, TMA, TNA) ve trombosit aktivasyonu (P62)
flowsitometrik yöntemle, Koagülasyon eğilimi ROTEM ile değerlendirildi. BH
grubunda, P62, TLA, TMA, TNA değerleri açısından istatistiksel farklılıklar
gözlenmedi. BDV grubunun TMA değeri hem BH grubundan (p=0,011) hem de
SB’lerden (p=0,046) yüksekti. vWF Ag düzeyi, erkek BH’larında kadın olanlara
göre, aktif BH’larında inaktif olanlara göre daha yüksekti (p<0.003, p<0.01).
ROTEM verileri incelendiğinde; BH’larında I-CFT, sağlıklı bireylere göre daha kısa
bulunurken (p<0.01), I-MCF artmıştı (p<0.02). Ancak aynı ilişki inaktif dönemdeki
kadın Behçet hastaları ile (n=33) sağlıklı kadın bireyler (n=11) arasında gözlenmedi.
Erkek Behçet hastaları nontrombotik ve inaktif dönemlerin de bile olsa hem kadın
Behçet hastalarına göre, hem de sağlıklı erkeklere göre pıhtılaşmaya daha
eğilimlidirler. Farklı damar tutulumlarının farklı mekanizmalarla ortaya çıkabileceği
düşünülebilir.
Behçet Disease (BD) is a vasculitic disease
of unknown etiology with thrombosis. Vessel involvement is observed frequently in
young males and it is responsible for of morbidity and mortality. We aimed at
researching this difference in Behçet’s disease patients according to gender with
Rotational Thromboelastography (ROTEM). We simultaneously investigated the
association of thrombosis tendency with thrombocyte-leukocyte complexes, active
platelets and endothelium damage. The study was carried out with 182 people
including 126 Behçet’s disease patients meeting the criteria of international
classification (F: 55, M: 71; average age: 41± 9 years), 23 non-Behçet vasculitis
(NBV) case (F: 16, M: 7; average age: 49±16 years), 8 patients who developed
thrombus for reasons rather than vasculitis (F: 3, M: 5; average age: 55±12 years)
and 25 healthy individuals (F: 11, M: 14; average age: 37.5 years). Endothelium
damage was assessed with vWF Ag. Thrombocyte-leucocyte interaction (TLA,
TMA, TNA) and thrombocyte activation (P62) were assessed with flowcytometric
method. In BD group, no statistical difference in terms of P62, TLA, TMA and TNA
values was observed. VWF Ag level was higher in male patients than females; in
active patients than inactive ones (p<0.003, p<0.01).ROTEM data were analysed, IMCF
raised (p<0.02) whereas I-CFT in Behçet’s disease patients was found shorter
than in healthy individuals (p<0.01). However, the same relation was not observed
female patients in inactive period and healthy individuals. Even in nonthrombotic
and inactive periods, male Behçet patients are more inclined to coagulation than both
female Behçet patients and healthy males. It can be thought that different vessel
involvements may come up with different mechanisms.
2016-08-08T09:21:58Z
2016-08-08T09:21:58Z
2015
physicsThesis
Kıvanç Kara B. Behçet Hastalığında Trombosit Aktivasyonu ve Endotel Hasarının Cinslere Göre Eş Zamanlı Değerlendirimi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/593
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/636
2016-08-16T00:00:37Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_187
2016-08-15T12:40:59Z
urn:hdl:11684/636
Kronik ürtiker ve atopik dermatitte deri prick test ve total ıge sonuçlarının değerlendirilmesi
Aslan, Abdurrahman
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar
Kronik Ürtiker
Atopik Dermatit
Prick Test
IgE
Chronic Urticaria
Aatopic Dermatitis
Prick Test
Kronik ürtiker toplumda % 0.1-3 oranında görülen, altı haftadan uzun süren, kaşıntının eşlik ettiği eritemli papül ve plaklarla karakterize bir hastalıktır. Etyolojisinde pek çok faktörün yanında alerjik duyarlanma varlığı da tanımlanmıştır. Atopik dermatit çocuklarda daha sık görülen, erişkin çağda farklı klinik görünümleri olabilen, tekrarlayıcı, yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir hastalıktır. Prick test standardize edilmiş alerjen ekstrelerini içeren ve dokuda spesifik IgE varlığını gösteren bir deri testidir. Bu çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi hastalıkları polikliniğine başvuran kronik ürtiker tanılı 59 ve atopik dermatit tanılı 41 erişkin hasta dahil edildi. Gıdalar, ev tozu akarları, ağaç-çim-ot polenleri, küfler, hayvan tüyleri, bal arısından oluşan 30 maddelik prick test her iki hasta grubuna uygulandı. Kronik ürtikerli hasta grubunda en sık pozitif çıkan alerjenler sırasıyla; ev tozu akarları, ot polen karışımı, portakal, havuç, kakao ve inek sütüydü. 59 hastanın 32’sinde (%59.23) en az bir alerjene sensitizasyon mevcuttu. 59 kronik ürtikerli hastanın 29’unda (%49.1) total IgE yüksekti. Yalnız 2 hastada eozinofili mevcuttu. Atopik dermatitli hasta grubunda en sık pozitiflik gösteren alerjenler; ev tozu akarları, havuç, ceviz, ot poleni karışımı, kedi tüyü, buğday unu ve fıstıktı. 41 hastanın 34’ünde (%82.9) en az bir alerjene sensitizasyon mevcuttu. Atopik dermatitli 41 hastanın 19’unda (%46.3) total IgE yüksekliği mevcuttu. Hastaların hiçbirinde eozinofili görülmedi. Her iki hasta grubunda da ortalama IgE değerleri eozinofil artışıyla uyumlu artış göstermekteydi (p<0.005). Her iki hasta grubunda ortalama IgE değerleri açısından anlamlı fark yoktu (p>0.005). Sonuç olarak atopik dermatitte daha belirgin olmak üzere her iki hastalık grubunda da alerjen duyarlılığı açıktır. Bu sebeple klinikle uyumlu duyarlanma varlığında alerjenden sakınma ve tetikleyici olabilen bu faktörlerden uzak durma faydalı olabilir. Prick test, total IgE düzeylerinin değerlendirilmesi sorumlu alerjenin teşhisinde, hastalığın tedavisi ve alevlenmelerini önlemede faydalı olabilir.
Chronic urticaria, occurs in 0.01-3 % of the population and characterized with the presence of itchy, erythematous papules and plaques that lasts more than six weeks. Allergic sensitization have been described in the etiology of urticaria beside many factors. Atopic dermatitis is a relapsing skin disease affects quality of life. Prick test is a skin test which shows spesific IgE presence. In this study subjects were 100 adult patients, 59 of them had diagnosed chronic urticaria and 41 of them had atopic dermatitis who were admitted to dermatology outpatient clinic of Eskisehir Osmangazi University Hospital. Skin prick tests composed of 30 allergens including foods, house dust mites, tree-grass pollens, moulds, danders and Apis Mellifera were performed to both groups. Prick test was reactive mostly for house dust mites, grass pollens, orange, carrot, cacao and cow milk for chronic urticaria patients respectively. At least one allergen sensitization were positive in 32 of 59 patients (54.23%). Serum total IgE levels were elevated in 29 of 59 patients with chronic urticaria (49.1 %). Only two patients of chronic urticaria had eosinophilia. Prick test were reactive mostly for house dust mites, carrot, walnut, grass pollens, cat dander, wheat flour and peanut for atopic dermatitis. At least one allergen sensitization were positive in 34 of 41 patients with atopic dermatitis (82.9%). Serum total IgE levels were elevated in 19 of 41 patients (46.3%). The mean IgE levels increased comparatively with eosinophil increase in both groups (p<0.005) and there was no significant difference between the groups for IgE levels (p>0.005). As a result, allergen sensitization is clearly associated with both disease especially in atopic dermatitis and for this reason, if there is a positive prick test response consistent with the clinic, avoidance of these factors may be beneficial. Prick test and total IgE level evaluations are useful for detection of the responsible allergens and the treatment or prevention of disease flare up.
2016-08-15T12:40:59Z
2016-08-15T12:40:59Z
2015
physicsThesis
Aslan, A. Kronik ürtiker ve atopik dermatitte deri prick test ve total IgE sonuçlarının değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/636
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/637
2016-08-16T00:00:19Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2016-08-15T12:41:07Z
urn:hdl:11684/637
Sınır kişilik bozukluğu ek tanısı olan ve olmayan ötimik dönemdeki iki uçlu duygudurum bozukluğu hastalarında bilişsel fonksiyonların karşılaştırılması
Baltacıoğlu, Mehmet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu
Ssınır Kişilik Bozukluğu Ek Tanısı
Bilişsel İşlevler
Bipolar Mood Disorder
Borderline Personality Disorder
Cognitive Functions
Bu çalışmada, sınır kişilik bozukluğu ek tanısı olan ötimik dönemdeki IUDB (İkiuçlu Duygudurum Bozukluğu) hastaları ile sınır kişilik bozukluğu ek tanısı olmayan ötimik dönemdeki IUDB hastalarının bilişsel işlevler ve klinik özellikler açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya 01.02.2013-01.07.2014 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniklerine ayaktan müracaat eden, DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre İUDB tanısı ölçütlerini karşılayan ve en az 2 aydır ötimik dönemde olan toplam 105 hasta alındı. Bu 105 hasta SKB ek tanısı olmayan 79 ve SKB ek tanısı olan 26 İUDB hastası olmak üzere iki gruba ayrıldı. Çalışmaya alınan hastalara SCID-I (Structured Clinical Interview for DSM), SCID-II, Sosyodemografik veri formu, Young Mani Derecelendirme Ölçeği, Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği ve İşlevselliğin Genel Değerlendirilmesi Ölçeği uygulandı. Bilişsel işlevler ise Wisconsin Kart Eşleme Testi, Stroop Testi, İz Sürme Testi, Kaliforniya Sözel Öğrenme Testi gibi testlerle değerlendirildi. Çalışmamızda İki uçlu duygudurum bozukluğu hastalarında sınır kişilik bozukluğu ek tanısı oranı %24.8 olarak saptandı. Nöropsikolojik test performansları açısından yapılan karşılaştırmada; Stroop Testi süre puanlarının ve İz Sürme Testi-A/B süre ve hata puanlarının ek tanılı grupta daha yüksek olduğu, Kaliforniya Sözel Öğrenme Testi uzun gecikmeli serbest hatırlama puanlarının ise ek tanılı grupta daha düşük olduğu saptanmıştır.
Buradan dikkat ve bellek fonksiyonları başta olmak üzere İUDB hastalarında görülen bilişsel işlev bozukluklarının ek tanılı durumlarda daha fazla bozulmuş olabileceği sonucunu çıkartabiliriz.
In this study, it is aimed to make comparison between BMD patients with comorbid borderline personality disorder in eutymic episode and BMD patients without comorbid borderline personality disorder in eutymic episode in terms of cognitive functions and clinical characteristics. 105 participants in eutymic episode for at least 2 months, who meet the BMD diagnostic criteria of DSM-IV-TR, and referred to Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine Department of Psychiatry out-patient clinic are included in the study. These 105 patients are divided into two subgroups as 79 BMD patients without comorbid BPD and 26 BMD patients with comorbid BPD disorder. SCID-I (Structured Clinical Interview for DSM), SCID-II, Sociodemographic Information Questionnaire, Young Mania Rating Scale, Hamilton Depression Rating Scale, and Global Assessment of Functining are used to test the participants. Cognitive functions are evaluated with Wisconsin Card Sorting Test, Stroop Test, Trail-Making test, California Verbal Learning Test. In our study, the prevalance of comorbid borderline personality disorder is determined as 24.8% in patients with bipolar mood disorder. In the comparison made according to the neuropsychologial test performance, Trail-Making A/B time and error scores and Stroop Test scores were higher, and California Verbal Learning Test long delayed free-recall scores were lower in comorbidty group than without comorbidty group.
In this study, the impairments in attention and memory functions were found higher in the patients with Bipolar Mood Disorder with comorbid Borderline Personality Disorder than the the patients with Bipolar Mood Disorder without comorbid Borderline Personality disorder.
2016-08-15T12:41:07Z
2016-08-15T12:41:07Z
2015
physicsThesis
Baltacıoğlu, M. Sınır Kişilik Bozukluğu Ek Tanısı Olan ve Olmayan Ötimik Dönemdeki İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu Hastalarında Bilişsel Fonksiyonların Karşılaştırılması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/637
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/638
2016-08-16T00:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_189
2016-08-15T12:41:34Z
urn:hdl:11684/638
Lateral epikondilitte terapötik sürekli ve kesikli ultrason tedavisinin klinik değerlendirmeler üzerine etkisi
Ünver, Hasan Hüseyin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon
Lateral Epikondilit
Terapötik Ultrason
Lateral Epicondylitis
Therapeutic Ultrasound
Bu çalışmanın amacı sürekli ve kesikli ultrasonun lateral epikondilit tedavisindeki etkinliğini araştırmak ve bu iki tedavinin birbirlerine ve plaseboya göre etkinliğini karşılaştırmaktı. Çalışmaya lateral epikondilit tanısı konmuş 51 hasta (33 kadın, 18 erkek) alındı. Hastalar kapalı zarf yöntemi kullanılarak sürekli ultrason (n=17), kesikli ultason (n=17) ve plasebo (n=17) gruplarına randomize edildi. Birinci gruba 1 W/cm2 ve 1,5 MHz dozda ve 10 seans sürekli ultrason tedavisi, ikinci gruba ise 1 W/cm2 ve 1,5 MHz dozda, 10 seans, 1:4 oranında kesikli ultrason tedavisi uygulandı. Üçüncü gruba aynı düzenekle ancak ultrason cihazının düğmesi açılmadan 10 seans süreyle plasebo ultrason uygulandı. Hastaların istirahat ve hareket ağrı düzeyleri vizüel anolog skalayla (VAS), kas güçleri ise dinamometre ile değerlendirildi. Fonksiyonel değerlendirme için Duruöz’ün el indeksi ve Patient-Rated Tennis Elbow Evaluation (PRTEE) skalaları kullanıldı. Bu değerlendirmeler tedaviden önce, tedavi sonrası ve tedavi sonrası birinci ayda yapıldı. Ayrıca tedavi öncesi ve sonrasında ultrasonografik görüntüleme (USG) tekniği ile ortak ekstansör tendon kalınlığı ölçüldü. Çalışmanın sonunda, sürekli ve kesikli ultrason tedavisi alan gruplarda plaseboya göre istirahat ve hareket VAS skorları, PRTEE ve Duruöz’ün el indeksi skorlarında istatistiksel olarak anlamlı düzelme saptandı (p<0,05). Bu parametreler açısından sürekli ve kesikli ultrason gruplarının birbirlerine üstünlüğü saptanmadı (p>0.05). Sürekli ultrason ve plasebo grupları ile karşılaştırıldığında, sadece kesikli ultrason grubunda ortak ekstansör tendon kalınlığı açısından istatistiksel olarak anlamlı azalma saptandı (p<0.05). Çalışmamızın sonuçları sürekli ve kesikli ultrason uygulamalarının lateral epikondilitte etkili tedaviler olduğunu gösterdi.
The purposes of this study were to find out the efficacy of continuous and pulsed ultrasound applications in lateral epicondylitis treatment and to compare the efficacy of these two treatments against each other and placebo. Fifty one patients (33 women, 18 men) diagnosed with lateral epicondylitis were taken in the study. Patients were randomised to continuous ultrasound (n=17), pulsed ultrasound (n=17) and placebo (n=17) by using closed envelop method. First group received 10 sessions of 1 W/cm2 and 1,5 MHz continuous ultrasound treatment. Second group received 10 sessions of 1 W/cm2 and 1,5 MHz pulsed ultrasound treatment in proportion as 1:4. Third group received 10 sessions of placebo treatment with the same device seemed to be working but without delivering any output. Resting and moving pain levels of the patients were evaluated by using visual analog scale. Muscle strength were evaluated by using dynamometer. For functional evaluation Duruoz’s hand index and Patient-Rated Tennis Elbow Evaluation (PRTEE) scales were used. Evaluations were made at baseline, at the end of the therapy, and one month after therapy. In addition, at baseline and at the end of the therapy, the thickness of the common extensor tendon was measured by using ultrasonic imaging (USG). At the end of the study, there was a statistically significant recovery on resting and activation VAS scores, PRTEE and Duruoz’s hand index scores in patients receiving continuous and pulsed ultrasound treatments as compared with patients receiving placebo treatment (p<0,05). Regarding these parameters, no superiority were found between continuous and pulsed ultrasound groups (p>0.05). As compared with continuous and placebo groups, a statistically significant reduce in common extensor tendon thickness was found only in the pulsed ultrasound groups (p<0.05). Results of our study showed that continuous and pulsed ultrasound applications are effective treatments on lateral epicondylitis.
2016-08-15T12:41:34Z
2016-08-15T12:41:34Z
2015
physicsThesis
Ünver, HH. Lateral epikondilitli hastalarda sürekli ve kesikli ultrason tedavisi etkinliğinin karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/638
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/650
2016-10-06T00:00:48Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2016-10-05T07:52:50Z
urn:hdl:11684/650
40 yaş üzeri tip 2 diyabetus mellituslu hastalarda ayak bileği kol endeksinin periferik arter hastalığını saptamadaki değeri ve periferik arter hastalığının diyabetin kronik komplikasyonları ile ilişkisi
Türközü, T. Nur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Periferik Arter Hastalığı
Tip 2 Diyabetus Mellitus
Ayak Bileği
Kol İndeksi
Peripheral Artery Disease
Type 2 Diabetes Mellitus
Ankle-Brachial
Periferik arter hastalığı(PAH); alt ekstremitelerde meydana gelen
kronik okluziv bir hastalıktır. PAH, aterosklerozun önemli bir işaretidir,
serebrovasküler ve kardiyovasküler hastalıklarda mortalite ve morbiditenin önemli bir
prediktörüdür. Tip 2 DM’li hastalarda en önemli ölüm nedeni kardiyovasküler
hastalıklar olduğu için, bu hastalarda kardiyovasküler mortalite ve morbiditenin
önemli bir prediktörü olan periferik arter hastalığını erken dönemde saptamak çok
önemlidir. Ayak bileği kol indeksi PAH saptamada basit ve ucuz bir yöntemdir. Bu
çalışmada Tip 2 DM’li hastalarda ayak bileği kol indeksini kullanarak PAH
prevalansını saptamak, alt ekstremite arteryel doppler ultrasonografi bulgularıyla
kıyaslamak ve tip 2 DM’nin kronik komplikasyonları ile PAH arasındaki ilişkileri
ortaya koymak amaçlanmıştır. Çalışmamıza 40 yaş üzeri 111 tip 2 DM hastası alındı.
PAH prevalansı, %19,8 olarak bulundu. Dorsalis pedis arter palpasyonu periferik arter
hastalığını saptamada önemli bir fizik muayene unsuru olarak bulundu. AHA ve
TASC2 klavuzlarında yer alan ABİ hesaplama yöntemi yerine dorsalis pedis veya
tibialis posterior arter sistolik kan basınçlarından düşük olanını brakiyel arter
basınçlarından yüksek olanına bölerek hesaplanan yöntem ile PAH prevalansı
arasında klavuzlarda yer alan hesaplama yöntemiyle bulunan ABİ’ya göre daha güçlü
bir ilişki saptandı. Alt ekstremite arteryel doppler ile tanısı konmuş PAH ile yaş, DM
süresi, VKİ, KAH, SVO, GFR, albuminüri, ürik asit ve homositein seviyeleri, insülin
direnci, diyabetik retinopati ve vibrasyon testi arasında anlamlı bir ilişki bulundu.
Ayak bileği kol indeksi PAH tanısını koymada güvenilir bir yöntem olarak bulundu.
The value of
ankle-brachial index in the patients above 40 years old with Type 2 Diabetes Mellitus
on the Diagnosis of Peripheral Artery Disease and the Association between Peripheral
Artery Disease and Chronic Diabetes complications. Peripheral Artery Disease(PAD);
is a chronic occlusive disease in lower extremities. PAD is an important sign of
atherosclerosis, and an important predictor of mortality and morbidity during the
cerebrovascular and cardiovascular diseases. Since the cardiovascular diseases are the
most important cause of death in type 2 DM patients, diagnosing the mortality and
morbidity predictor PAD in the early period is very important. The ankle-brachial
index is an easy and cheap method to diagnose PAD. In this study, we aim to identify
PAD prevalence by measuring ankle-arm index in type 2 DM patients, by compare
with arterial doppler ultrasonography findings of lower extremity and to identify the
association between chronic complications of type 2 DM and PAD. 111 type 2 DM
patients above 40 years old were included in our study. The PAD prevalence was
found to be 19,8%. Dorsalis pedis artery palpation was found to be an important
physical exam finding to diagnose PAD. Instead of ABI calculation in the AHA and
TASC2 guidelines, there was a stronger correlation between PAD prevalence and the
method of dividing the lower systolic blood pressure of dorsalis pedis or tibialis
posterior artery by the higher systolic blood pressure of brachial artery. A significant
association was found between PAD diagnosed with lower extremity arterial doppler
and age, DM duration, body mass index, coronary artery disease, cerebrovascular
disease, GFR, albuminuria, uric acid and homocystein levels, insülin resistance,
diabetic rethinopaty and vibration test. The ankle-brachial index was found to be a
reliable method to diagnose PAD.
2016-10-05T07:52:50Z
2016-10-05T07:52:50Z
2014
physicsThesis
Türközü, T.N. ’40 yaş üzeri Tip 2 Diyabetus Mellituslu Hastalarda Ayak Bileği Kol İndeksinin Periferik Arter Hastalığını Saptamadaki Değeri ve Periferik Arter Hastalığının Diyabetin Kronik Komplikasyonları ile İlişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları A.D, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/650
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/660
2016-10-21T00:00:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2016-10-20T07:53:11Z
urn:hdl:11684/660
Mide, rektum ve kolon kanserinde tümör belirteçlerinin ve pet-bt’nin prognostik önemi
Gelen, Arzu Kılıç
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Kolorektal Kanser
Mide Kanseri
SUVmax
PET/BT
CEA
Colorectal Cancer
Gastric Cancer
PET/CT
Kolorektal kanserlerde birçok biyolojik, genetipk, moleküler ve doku kaynaklı prognostik faktörler mevcuttur. Bu çalışmada, mide ve kolorektal kanser (KRK) hastalarında prognostik faktörleri değerlendirmeyi amaçladık. Ayrıca tümördeki ve/veya metastatik organdaki SUVmax değeri ve tümör belirteçleri ile yaşam süreleri arasındaki ilişki ve tümördeki SUVmax değerinin histolojik ve klinik bulgularla ilişkisini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2000-Ocak 2014 tarihleri arasında kolonoskopik ve endoskopik biyopsi ile kanıtlanmış kolorektal ve mide kanser tanısı olan, PET/BT‟leri çekilmiĢ ve tümör belirteçleri bakılmış 214 hastanın klinik, patolojik ve demografik verileri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Hastaların 81‟i kadın, 133‟ü erkekti. 214 hastanın 205‟i kolorektal kanser; 9‟u mide kanseriydi. Kolorektal kanserli hastaların yaş ortalaması 60.6; mide kanserli hastaların yaĢ ortalaması 62.1 idi. Kolorektal kanser tanılı hastalarda ortalama HSK süresi 40.1 ay, ortalama GSK süresi 105.8 ay idi. Mide kanser tanılı hastalarda ise ortalama HSK süresi 4 ay, ortalama GSK süresi 19.8 ay idi. Kolorektal kanserde yaş ≥ 55 olması, lenfatik invazyon varlığı, metastatik lenf nodu sayısı, metastaz yeri, cerrahi sınır pozitifliği, tanı anında ve tedavi sonrası CA19-9 yüksekliğinin GSK süresini anlamlı şekilde etkilediğini bulduk. Kolorektal kanserde PET/BT ile yapılan evrelemede kemik ve lenf nodunda SUVmax değeri ≥ 5 olanlarda anlamlı şekilde GSK süresini daha kısa bulduk. Diğer metastatik organlardaki SUVmax değerleri ile yaşam süreleri arasında anlamlı ilişki saptamadık. Tanı anındaki CEA ve CA19-9 düzeyleri ile tümördeki SUVmax değerleri arasında pozitif korelasyon saptadık ancak anlamlı düzeyde değildi. Sonuç: Kolorektal kanserli hastaların tedavi yanıtını değerlendirmede anatomik yanıt henüz oluşmadan metabolik yanıtın değerlendirilebilmesi ve uzak metastazların tespit edilebilmesi nedeniyle PET/BT‟nin kullanılması prognozu belirlemede doğru bir yaklaşım olacaktır.
There are many biological, genetic, molecular, and tissue derived prognostic factors for colorectal cancers (CRCs). In this study we aimed to evaluate the prognostic factors in patients with gastric and CRCs. And also we aimed to investigate the correliation between SUVmax value in primary tumor site or metastatic region and tumor markers with disease survey, and we also studied the relationship between the SUVmax value of primary tumor and its histological or clinical findings. Material Method: 114 patients that proved to have colorectal and gastric cancer by endoscopic or colonoscopic biopsy between January 2000 and January 2014, clinical, pathological and demographic features rectospectively invastigated. Findings: 81 of patients were women and 133 were men. 205 of 214 patients were CRCs, 9 patients were gastric cancers. Mean age of the colorectal cancer patients was 60.6, mean age of the gastric cancer patients was 62.1. In the cases with colorectal cancer mean disease free survıval was 40.1 months, mean overall survıval was 105.8 months. In the cases with gastric cancer mean disease free survıval was 4 months, mean overall survıval was 19.8 months. In this study we found that CRC patients overall survival was significantly effected by age ≥ 55 years, presence of lymphatic invasion, number of metastatic lymph nodes, site of metastasis, positive surgical margin, elevated CA 19-9 levels at the time of diagnosis and after treatment. Survival was significiantly shorter at the patients that; bone and lymph node is SUVmax value ≥ 5 in staging of colorectal cancer with PET/CT. There was no significiant relationship between other metatstatic focus SUVmax value and survival time. We found positive correlation between the level of CEA and CA19-9 at the time of diagnosis and tumor SUVmax level but this finding was not statistically significiant. Conclusion: Usage of PET/CT would be an appropriate approach to determine prognosis in patients with colorectal cancer for treatment response since it allows the evaluation of metabolic response before the development of anatomic response and also allows the detection of distant metastasis.
2016-10-20T07:53:11Z
2016-10-20T07:53:11Z
2014
physicsThesis
Gelen Kılıç, A. Mide, rektum ve kolon kanserinde PET-BT’nin ve tümör belirteçlerinin prognostik önemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi. Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/660
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/657
2016-10-21T00:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-10-20T07:52:55Z
urn:hdl:11684/657
Akut lenfoblastik lösemi (ALL) ve akut myeloid lösemi (AML) hastalarında febril nötropenide serum endocan düzeyi
Alıncak, Eylem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
ALL
AML
Febril Nötropeni
Çocuk
Endocan
Febrile Neutropenia
Children
Febril nötropenik lösemi hastalarında enfeksiyon
varlığını ve prognozu belirlemede çeşitli laboratuar parametrelerinin yararlı olduğu
gösterilmişse de maliyeti yüksek bu parametrelerin çoğunun rutin kullanıma girmesi
uygun bulunmamıştır. Endocan anjiogenezis, lenfogenezis ve kanser gelişimde rol
alan anahtar moleküllerden biri olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada, hastanemizde
mayıs 2012 – nisan 2013 tarihleri arasında takip edilen pediatrik febril nötropenik
hastalarımızın atak başlangıcında kantitatif endocan değerleri ölçülerek febril
nötropenik hastalarda enfeksiyon ve mortalite varlığını doğru ve güvenilir bir şekilde
göstermekte endocan’ ın katkısını değerlendirmek amaçlandı. Çalışmamıza 1 ay ile
18 yaş arası ALL ve AML tanılarıyla takip edilen ve febril nötropeni atağı geçiren
toplam 20 hastada 33 febril nötropeni atağı ile kontrol grubu olarak nötropenisi ve
ateşi olmayan 33 ALL ve AML hastaları ile enfeksiyonu olmayan 24 sağlıklı hasta
dahil edildi. Febril nötropeni etyolojisinde atakların 15’inde (%45) bakteriyel
enfeksiyon ve 4’ ünde (%12) invaziv fungal hastalık saptanırken geri kalan 14 ünde
(%43) ise herhangi bir etken gösterilememiş olup idiyopatik febril nötropeni olarak
kabul edildi. Çalışmaya alınan hastalardan febril nötropenik atak gelişen 3 hasta(%9
) eksitus oldu. Serum endocan düzeyleri ferbil nötropenisi olan hasta grubunda 0.094
ile 0.943 ng/ml arasında değişmekte olup, medyan 0.241 ng/ml idi. Febril nötropenisi
olan hasta grubunda medyan serum endocan düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı
yüksek saptanırken (p<0.01), febril nötropenisi olmayan lösemi hastaları ile sağlıklı
kontrol grubunda serum endocan düzeyleri arasında fark saptanmadı (p>0.05). Sonuç
olarak; Çalışmamızda serum endocan seviyelerinin febril nötropeninin
tanımlanmasında bir gösterge olarak kullanılabileceği gösterilmiştir. Serum endocan
düzeylerinin seri olarak takip edilmesi, enfeksiyon nedenli veya hastalığa bağlı ateş
tablosunun ayırdedilmesinde yararlı olduğunu göstermektedir.
Although various laboratory parameters have been shown to be useful in determining
the existence of infection and the prognosis in febrile neutropenic patients, none of
these expensive markers are appropriate for routine use. Endocan is a sulfate
proteoglycan which is encoded by a single gene and plays important roles in
inflammation, angiogenesis, and tumor metastasis. The aim of this study was to
determine diagnostic and prognostic value of endocan in febrile neutropenic patients
by taking the Endocan levels at the beginning of the attack from the pediatric febrile
neutropenia patients seen between May 2012 and April 2013 at our hospital. 20
previously diagnosed ALL and AML patients with 33 febrile neutropenia attacks
between the age of 1 month and 18 years are included, as control group 33
previously diagnosed ALL and AML patients without febrile neutropenia and 24
healthy children are included. In 15 (%45) patients bacterial infection, in 4 (%12)
patients invasive fungal infection is determined and in 14 (%43) of the patients, no
infectious agent is shown and are accepted as idiopathic febrile neutropenia. 3 of the
febrile neutropenic patients died during the trial. The serum endocan levels in febrile
neutropenic patients are found between 0.094 and 0.943 ng/ml, with median 0.241
ng/ml. The median serum endocan levels in febrile neutropenic patients is higher
compared to control group(p<0.01). No difference is found between the median
serum endocan levels of the patients without febrile neutropenia and control group
(p>0.05). As result, it is shown that serum endocan levels can be used to determine
febrile neutropenia. It is shown that following the serum endocan levels is useful to
separate the fever caused by infection and the fever related to the illness.
2016-10-20T07:52:55Z
2016-10-20T07:52:55Z
2013
physicsThesis
Alıncak E. Akut lenfoblastik lösemi (ALL) ve Akut myeloid lösemi (AML) hastalarında febril nötropenide serum endocan düzeyi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/657
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/658
2016-10-21T00:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-10-20T07:53:01Z
urn:hdl:11684/658
Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kardiyak fonksiyonların doku doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmesi
Köşger, Pelin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hipertansiyon
Doku Doppler Ekokardiyografi
Miyokard Performans İndeksi
Ventrikül Fonksiyonları
Hypertension
Tissue Doppler Echocardiography
Myocardial Performance İndex
Çalışmamızda hipertansif ebeveynlerin
normotansif çocuklarında (HENÇ) ileride gelişebilecek hipertansiyonun öngörücüsü
sayılabilecek, sol ventrikül yapı ve fonksiyonel değişikliklerinin belirlemesi
amaçlanmıştır. Bu amaçla sol ventrikül yapı ve fonksiyonları M-mode, pulse wave
Doppler (PWD) gibi konvansiyonel ekokardiyografi yöntemleri ile beraber doku
Doppler görüntüleme (DDG) ile değerlendirildi. Septal ve lateral mitral anulus doku
doppler miyokard performans indeksi (MPI) verilerinin etkinliği ve birbirine
üstünlüğü olup olmadığı araştırıldı. Çalışmaya ebeveynlerinin en az birinde
hipertansiyon öyküsü olan 92 çocuk ile, ebeveynlerinde hipertansiyon öyküsü
bulunmayan (NENÇ) 90 çocuk dahil edildi. Cinsiyet, yaş, kilo, boy ve vücut kitle
indeksi (VKİ) açısından gruplar arasında fark yoktu (p > 0.05). HENÇ grubunda
ortalama sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri NENÇ grubuna göre daha
yüksek tespit edildi (sırasıyla p = 0.003, p = 0.001, p < 0.001). HENÇ grubunda
interventriküler septum ve sol ventrikül arka duvar kalınlığı ile rölatif duvar kalınlığı
(RDK) NENÇ grubuna göre daha fazla saptandı. (sırasıyla p = 0.029, p = 0.016, p =
0.041). Doku Doppler görüntüleme ile septal ve lateral mitral anulus izovolümetrik
gevşeme zamanı (IVGZ) ve myokard performas indeksi (MPI) daha yüksek,
(sırasıyla p < 0.001, p < 0.001,p = 0.001, p = 0.001,) ejeksiyon zamanı daha kısa (p =
0.015, p < 0.02), septal izovolümetrik kasılma zamanı (IVKZ) daha uzun tespit
edildi (p < 0.002). Hem lateral hem de septal MPI ile sistolik kan basıncı arasında
pozitif, ejeksiyon fraksiyonu arasında negatif korelasyon saptandı (sırasıyla p =
0.042, p = 0.025, p = 0.032, p = 0.044). Septal ve lateral MPI Alıcı İşlem
Karakteristikleri (ROC) eğrisi analizleri arasında fark tespit edilmedi ( p > 0.05).
Sonuç olarak, hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında klinik hipertansiyon
bulguları oluşmadan önce sol ventrikülde morfolojik değişikliklere eşlik eden sistolik
ve diyastolik fonksiyon bozuklukları olduğu doku Doppler görüntüleme ile
gösterilmiştir.
In our study, left ventricular structural and
functional changes are intended to identify that can be considered as predictors of
hypertension in normotensive children of hypertensive parents (NCHP) may develop
hypertension in the future. For this purpose, the left ventricular structure and function
were evaluated by conventional echocardiography methods such as M-mode, pulsed
wave Doppler (PWD) along with tissue Doppler imaging (TDI). These were
investigated the effectiveness of septal and lateral mitral annular tissue Doppler
myocardial performance index (MPI) data and whether there is one another
superiority. Ninety-two children with history of hypertension at least one of their
parents and 90 children without a history of parental hypertension (NCNP) were in
included study. Gender, age, weight, height and body mass index showed no
statistical difference between the groups (p>0.05). The mean systolic and diastolic
blood pressure values were higher in the NCHP group (respectively p = 0.003, p =
0.001, p < 0.001). Interventricular septum and left ventricular posterior wall
thickness and relative wall thickness (RWT) were higher in the NCHP group
(respectively p = 0.029 and p = 0.016, p = 0.041). Septal and lateral mitral annular
isovolumetric relaxation time (IRT) and myocardial performances index (MPI) with
TDI were higher (p <0.001, p <0.001, p = 0.001, p = 0.001), ejection time was
shorter (p = 0.015, P <0.02), septal isovolumetric contraction time (IVCT)
determined longer (p <0.002). There was positive correlation between both the lateral
and septal MPI with systolic blood pressure and a negative correlation with ejection
fraction (p = 0.042, p = 0.025, p = 0.032, p = 0.044). There was no differences
between Receiver Operator Characteristic (ROC) curve analysis of septal and lateral
MPI (p> 0.05). As a result, systolic and diastolic dysfunction that accompanied by
morphological changes in left ventricul were shown by TDI in normotensive
children of hypertensive parents, even if there are not signs of clinical hypertension.
2016-10-20T07:53:01Z
2016-10-20T07:53:01Z
2014
physicsThesis
Köşger P. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kardiyak fonksiyonların doku Doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/658
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/661
2016-10-21T00:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2016-10-20T07:53:16Z
urn:hdl:11684/661
Kronik karaciğer parankim hastalığı olan olgularda gaitada calprotectin ile hastalığın evresi ve komplikasyonlarla ilişkisinin araştırılması
Tokmak, Salih
TR171130
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Calprotectin
Kronik Karaciğer Parankim Hastalığı
Komplikasyonlar
Calprotectin
Chronic Parenchymal Liver Disease
Complications
Calprotectin vücuttaki hemen hemen tüm dokularda bulunan sitoplazmik bir proteindir. Pek çok yangısal olayda üretimi artmaktadır. Sirozlu hastalarda, hastalığın seyrinde görülen komplikasyonların intestinal inflamasyondan kaynaklandığı bilinmektedir. Bu enflamasyona bağlı olarak calprotectin salınımının artacağı hipoteziyle bazı çalışmalarda, sirozda fekal calprotectin seviyeleri ölçülmüştür. Biz de bu vaka kontrollü, prospektif çalışmada kronik karaciğer parankim hastalığı olan olgularda gaitada calprotectin ile hastalığın evresi ve komplikasyonlarla ilişkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya 60 adet hasta ve 12 adet kontrol vakası dahil ettik. Fekal calprotectin düzeylerini, hasta grubu içindeki alt grupların fekal calprotectin düzeylerini ve fekal calprotectin düzeyleri ile sistemik inflamasyon belirteçleri arasında ilişki olup-olmadığını araştırdık. Hasta grubunda calprotectin medyan düzeyi 168.75μg/g (73.12-315.62μg/g) kontrol grubu calprotectin düzeyi 9.75μg/g (6.75-13.75μg/g) olarak belirlendi. Hasta grubunda, alt gruplar arası calprotectin düzeylerinde, istatistiki açıdan anlamlı fark bulundu (p=0.039). Child-Pugh Evre-A grubu ile spontan bakteriyel peritonit grubu arasında calprotectin değerleri arasında belirgin istatistiki farklılık saptandı (p=0.016). Child-Pugh Evre-A, Evre-C ve hepatik ensefalopati alt grupları arası calprotectin değerlerinde rakamsal olarak artış olduğu görüldü ama istatistiki olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.005). Calprotectin ile ESR (p<0.001,r=0.439) ve CRP (p=0.001,r=0.403) arasında pozitif ilişki bulundu, WBC ile anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.645,r=0.061). Sonuç olarak fekal calprotectin, hastalık evresi ilerledikçe rakamsal olarak artış göstermektedir ancak istatistiki olarak anlamlı fark göstermemektedir. Hepatik ensefalopatili hastalarda, diğer hasta gruplarına kıyasla, belirgin artış göstermemektedir. Spontan bakteryel peritonitli hastalarda, spontan bakteryel peritoniti olmayan hastalara kıyasla belirgin farklılık göstermektedir. Sistemik inflamasyon belirteçlerinden CRP ve ESR ile ilişkili, WBC ile ilişkisiz bulunmuştur.
Calprotectin is a cytoplasmic protein, resides in almost every tissue in body. It increases in various inflammatory conditions. In cirrhotic patients, some of the complications happens because of intestinal inflammation. According to these, a number of researches have performed with fecal calprotectin increase in chronic parenchymal liver disease hypothesis. In this case-controlled, prospective study, we aimed to research fecal calprotectin’s releationship with disease stage and complications in patitents with chronic parenchymal liver disease. 60 patients and 12 controls were included. We compared fecal calprotectin levels between patients and controls, between patient subgroups and we investigated the relationship between fecal calprotectin and systemic inflammation markers. Patient group’s median calprotectin values were: 168.75μg/g (73.12-315.62μg/g) and control group’s median values were 9.75μg/g (6.75-13.75μg/g). There was statistical differance between patient subgroups (p=0.039). There was significant statistical difference between Child-Pugh Class-A subgroup and spontaneous bacterial peritonitis group (p=0.016). Fecal calprotectin levels were different between Child-Pugh Class-B, Class C and hepatic encephalopathy subgroups but there were no statistical difference (p>0.005). There was a positive relationship between fecal calprotectin levels with ESR (p<0.001,r=0.439) and CRP (p=0.001,r=0.403). No statistical relationship found between fecal calprotectin levels and WBC (p=0.645,r=0.061). In conclusion, fecal calprotectin levels inceases as the disease progress but shows no statistical difference. No statistical difference found between hepatic encephalopathy group and other patient subgroups. We found significant difference between spontaneous bacterial peritonitis group and other patient groups. We found significant relationship between fecal calprotectin with ESR and CRP but no statistical difference between fecal calprotectin and WBC.
2016-10-20T07:53:16Z
2016-10-20T07:53:16Z
2014
physicsThesis
Tokmak, S. ‘Kronik Karaciğer Parankim Hastalığı Olan Olgularda Gaitada Calprotectin ile Hastalığın Evresi ve Komplkasyonlarla İlişkisinin Araştırılması’ Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/661
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/704
2016-12-01T01:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2016-11-30T08:01:47Z
urn:hdl:11684/704
Obsesif kompulsif bozukluğu olan hastalarda obsesif inanışlar ve nörokognitif esneklik arasındaki ilişki
Şahin, Hatice
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Obsesif Kompulsif Bozukluk
Nörokognitif Esneklik
Obsesif İnanışlar
Obsesif Kompulsif Bozukluğun(OKB) heterojen bir bozukluk olduğuna dair artmakta olan kanıtlar ışığında, bozukluğun altında birden fazla etyolojik etkenin yattığı söylenebilir. OKB alt gruplarında, nörokognitif bozulmadaki farklılığı araştıran çalışmalara gereksinim vardır. Bu çalışmada, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniği‟ne ardısıra başvuran, DSM-IV-TR ölçütlerine göre OKB tanısı alan 50 hasta ile panik bozukluğu tanısı alan 30 hastada, obsesif inanıĢlar ve nörokognitif esneklik arasındaki ilişki araştırıldı. Hastaların obsesif inanışları Obsesif ĠnanıĢlar Ölçeği (OĠÖ-44) kullanılarak belirlendi. Klinik özellikleri saptamak için, Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği (YBOKÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ); nörokognitif esnekliği saptamak için Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET) kullanıldı. Obsesif kompulsif bozukluğu olan hastalar, OĠÖ-44 puanlarına göre “obsesif inanışı fazla” ve “obsesif inanığı az” olacak şekilde gruplara ayrıldı. Obsesif inanışları fazla olan OKB hastalarında; WKET tamamlanan kategori sayısı, WKET toplam hata sayısı ve WKET perseveratif olmayan hata sayısı puanları açısından, obsesif inanışları az olan OKB hastaları ve panik bozukluğu hastalarına göre anlamlı düzeyde farklılık saptandı (p<0.001). Ayrıca obsesif inanışları fazla olan OKB hastalarında WKET perseveratif hata sayısı puanında, panik bozukluğu hastaları ile farklılık saptanmazken obsesif inanışları az olan OKB hastaları ile anlamlı farklılık saptandı (p<0.001). Sonuçlar OKB hastalarında obsesif inanışlarla nörokognitif esneklik arasında ilişki olabileceğini göstermektedir.
Given accumulating evidence that obsessive compulsive disorder (OCD) is a heterogeneous disorder, multiple etiological factors are likely implicated. Further studies is needed to examine neurocognitive differences between OCD subgroups. The aims of this study were to examine the relationships between obsessive beliefs and neurocognitive flexibility in patients with OCD. Fifty outpatients who met DSM-IV-TR diagnostic criteria for OCD were obtained from consecutive cases recruited to Osmangazi University Department of Psychiatry and were compared to a group of 30 Panic disorder outpatients. Obsessive beliefs of OCD patients have been specified using Obsessive Beliefs Questionnaire (OBQ-44). We assessed psychiatric symptoms using Yale Brown Obsessive Compulsive Scale (YBOCS), Beck Depression Inventory (BDI) and Beck Anxiety Inventory (BAI). Patients were assessed for neurocopnitive flexibility using the Wisconsin Card Sorting Test (WCST). The OCD patients was divided into High and Low Beliefs subgroups according to OBQ-44 scores. The High Beliefs OCD subgroups performed significantly poorer on WCST-number of categories completed, total errors and non-perseverative errors subscales compared the Low Beliefs OCD subgroup and the panic disorder group (P<0,001). On the WCST-perseverative errors measure, the High Beliefs OCD subgroups performed significantly worse than the Low Beliefs OCD subgroup (P<0,001), but not the panic disorder group.The result suggest a potential relationship between obsessive beliefs and neurocognitive flexibility.
2016-11-30T08:01:47Z
2016-11-30T08:01:47Z
2014
physicsThesis
Şahin, H. Obsesif Kompulsif Bozukluğu Olan Hastalarda Obsesif İnanışlar ve Nörokognitif Esneklik Arasındaki İlişki. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/704
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/706
2016-12-01T01:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_190
2016-11-30T08:01:57Z
urn:hdl:11684/706
Toplum kökenli pnömonide biyolojik belirteçlerin prognoz ve tedavinin izlemdeki önemi
Doğan, Bengü
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
Toplum Kökenli Pnömoni
Kopeptin
Prokalsitonin
CRP
Tedaviye Yanıt
Prognoz
Community Acquired Pneumonia
Copeptin
Procalcitonin
Response to Treatment
Prognosis
Bu çalışmanın amacı; TKP tanılı hastalarda prognoz ve tedaviye yanıtını izlemede biyolojik belirteçlerin kullanımının önemini saptamaktı. Çalışmamızda 64 hastanın yatışın 1., 3. ve 7. günü alınan kan örneklerinde PCT, CRP, lökosit sayısı, 1. ve 3. gün kopeptin değerleri çalışıldı. Hastalar 30 günlük takibi sonrası yaşayan ve ölenler olarak gruplandırıldı. Yatışın 3. günü klinik radyolojik değerlendirilen hastalar tedaviye yanıt var ve yok olarak iki gruba ayrıldı. CURB-65, PSI ve TTD Alt Solunum Yolu Enfeksiyonları Çalışma grubunun hazırladığı rehbere göre hastalar gruplandırıldığında gruplar arasında PCT, CRP değerleri açısından anlamlı fark saptanmadı. TTD pnömoni rehberine göre gruplanan hastalarda pnömoni ciddiyeti artışı ile kopeptin düzeyi arttığı gözlendi. Hastaneye kabulde değerlendirilen PSI, CURB-65, PCT, CRP ve kopeptin değerleri ile mortalite tahmini için yapılan ROC analizinde kötü prognozun en güçlü göstergesi kopeptindi. PSI, CURB-65 skorları ve CRP, kopeptin değerlerinin birlikte değerlendirilmesinin çok değişkenli analizinde mortalite tahmininde ek bir fayda sağlamadığı gösterildi. PCT ile PSI birlikte değerlendirildiğinde ise, mortalite tahmininde tek PCT göre daha iyi sonuçlar elde edildi. Çalışmamızda yaşayan ve ölen hasta grubu arasında 3. ve 7.gün CRP, 7.gün PCT ve 1. ve 3. gün kopeptin değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark mevcuttu. Ardışık ölçülen CRP, PCT ve kopeptin değerlerinin, tek ölçüm değerlerine göre mortalite tahminde daha iyi olduğu gösterildi. Ardışık ölçülen CRP, PCT, kopeptin düzeyleri ile tedaviye yanıt arasında da anlamlı ilişki mevcuttu. Çalışmamızın sonucunda yeni biyolojik belirteçlerden kopeptinin prognoz ve tedaviye yanıt takibinde faydalı olduğu, biyolojik belirteçlerin ardışık takibinin tek ölçüm değerlerine göre tedaviye yanıtı ve mortalite tahmini hakkında daha faydalı bilgiler sağladığı görüşüne sahip olunmuştur.
The aim of this study was to determine the importance of using biological indicators in monitoring the prognosis and response to treatment of people with CAP. On the blood samples of 64 patiens, number of leucocyte, CRP and PCT values on the 1 st,3rd and 7th days, copeptin values on the 1st and 3st days were studied. After the 30 days following, the patients were classified as the ones who were alive and who had died. On the 3rd day of admission, the patients who had been evaluated clinically and radiologically, were divided into two groups, the ones who had response to treatment and the ones who had not. When the patients were grouped according to the guideline prepared by CURB-65, PSI and TTS LRTI Study Group, there was no significant difference between the groups with regard to the values of PCT and CRP. Increase in the level of copeptin and severity of pneumonia were observed on the patients who had been grouped according to the pneumonia guideline of TTS. Copeptin was the strongest predictor of poor prognosis in the analysis of PSI, CURB-65, PCT, CRP and values of copeptin which had been analyzed right after the admission together with ROC which had been done for the prediction of mortality. There were significant statistical differences between the groups of dead and alive patients on the values of CRP on 3rd and 7th day, values of PCT on 7th day and values of copeptin on 1st and 3rd days. It has been shown that the values of copeptin, PCT and CRP that has been measured consequtively are better than the values of single measurement of them on the prediction of mortality. There was a significant relation between the values of copeptin, CRP and PCT which had been measured consequtively, and the response to treatment. In conclusion, it has been acquired that new biological indicator copeptin is useful fort he follow up of response to treatment and prognosis, and consequent follow up of biological indicators provide more useful information about the prediction of mortality and response to treatment than single measurement values.
2016-11-30T08:01:57Z
2016-11-30T08:01:57Z
2014
physicsThesis
Doğan, B. Toplum kökenli pnömonide biyolojik belirteçlerin prognoz ve tedavinin izlemindeki önemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/706
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/698
2016-12-01T01:00:49Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-11-30T08:00:50Z
urn:hdl:11684/698
Renal kitlelerin karakterizasyonunda çok fazlı multidedektör BT nin yeri
Çelik, Levent
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
Renal Hücrelikarsinom
Histolojik Subtip
Klinikopatolojik Özellikler
Renalcellcarcinoma
Histologicalsubtype
Clinicopathologicfeatures
Bu çalıĢmanın amacı solid renal kitlelerin
çok fazlı multidedektör BT görüntüleme ile bazı morfolojik ve kontrastlanma
özelliklerine göre subtiplendirilmesiydi. Bu çalıĢmada nefrektomi (radikal veya
parsiyel) yada biyopsi sonrasında tanı almıĢ 86 hastadaki 86 kitle değerlendirildi. 7
renal kitle subtipi (58 berrak hücreli, 7 papiller,7 kromofob, 4 üretelyal, 4 metastaz,
3 onkositoma, 3 anjiyomyolipom) çalıĢmaya dahil edildi. Bu 7 subtip için yaĢ,
cinsiyet, lezyon boyutları, kalsifikasyon varlığı, büyüme paterni, tümör-parankimal
arayüz, kontur, heterojenite, kontrastlanma paterni, ve kontrastlanma derecesi
incelendi.Ġstatistiksel analiz BHRHK (berrak hücreli RHK) ve Non BHRHK
(papiller ve kromofob RHK) subgrupları arasında yapıldı. RHBHK gurubu her iki
fazda Non BHRHK grubundan daha fazla kontrastlanma göstermekteydi. BHRHK
gurubunu Non BHRHK grubundan ayırmak için kortikomedüller fazdacut-off değeri
düzeltilmiĢ atenüasyon değeri için 79 HU, standardize değer için 0,31 ,kontastlanma
farklılığı değeri için 47 HU, rölatif kontrastlanma değeri için 2,54 alındığında
sırasıyla %93, %93, %94, %95 tanısal doğruluk göstermekteydi. Ayrıca ekskresyon
fazında cut-off değeri düzeltilmiĢ atenüasyon değeri için 81 HU, standardize değer
için 0,67 ,kontastlanma farklılığı değeri için 40 HU, rölatif kontrastlanma değeri için
2,28 alındığında sırasıyla %80, %80, %81, %72 tanısal doğruluk
göstermekteydi.BHEHK ile Non BHRHK gruplarının kontrastlanma paternleri
arasında istatistiksel anlamlı farklılık mevcuttu (p<0,05). BHRHK grubu (%75)
washout gösterme eğiliminde iken Non BHRHK grubu (%92) sıkılıkla plato veya
progresif kontrastlanma paterni göstermekteydi. BHRHK gurubu (%79) sıklıkla
mikst tip ve kistik predominant tip heterojenite göstermekte iken Non BHRHK
(%85) sıklıkla homojen ve solid predominant tip heterojenite göstermekteydi.
The aim of this study was to
determine the subtypes of solidrenal masses with multiphase multidedectorCT
imaging according to some morphological and contrast
enhancementfeatures.Inthisstudy, 86 patients with 86 masses with a diagnosis
afternephrectomy (radicalorpartial) or biopsy wereevaluated.7 subtypes of renal
mass (58 clear cell, 7 chromophob, 7 papillary, 4urothelial, 4 metastases, 3
oncytoma, and 3 angiomyolipoma) included the study. For 7 subtypes lesion
dimensions,existence of calcification,growth pattern, tumor-parenchymal interface,
contour, heterogenity,contrast enhancement pattern and degree of contrast
enhancement wereexamined. Statistical analysis were done between BHRHK (clear
cell RCC) and Non BHRHK (papillary and chromophob RCC) subgroups of
RCC.RHBHK group showed more contrast enhancement than the Non BHRHK
group in both 2 phases.The diagnostic accuracy for differentiation of BHRHK group
from the Non BHRHK group were of 93% , 93%, 94% and %95 whencorrected
attenution value of 79HU, standardized value of 0,31, contrast enhencament
difference value of 47 HU, relative enhencament value of 2,54 was used as the cutoff
value in the corticomedullary phase respectively. Alsoa diagnostic accuracy were
80%, 80%, 81% and 72% when corrected attenution value of 81 HU, standardized
value of 0,67, contrast enhencament difference value of 40 HU, relative enhencament
value of 2,28was used as the cut-off valuein the excretory phase respectively.
According to contrast enhancement pattern there was a statistically significant
difference between BHRHK and Non BHRHK groups (p<0,05).BHRHK group
(75%) tended to show a washout whereas Non BHRHK group (92%) usually
showed plateau or progresive enhancement pattern. BHRHK group (79%) usually
showed mixt type and cystic predominat type heterogenity whereas Non BHRHK
group (85%) usually showed homogen and solid predominant type heterogenity.
2016-11-30T08:00:50Z
2016-11-30T08:00:50Z
2014
physicsThesis
Çelik, L. Renal kitlelerin karakterizasyonunda çok fazlı multidedektör BT nin yeri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/698
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/740
2016-12-07T01:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_189
2016-12-06T07:25:09Z
urn:hdl:11684/740
Diz osteoartritinde terapotik ultrason tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi
Bağan, Seda Biçer
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon
Diz Osteoartriti
Terapotik Ultrason
Kartilaj Belirteci
Knee Osteoarthritis
Therapeutic Ultrasound
Cartilage Marker
Bu çalışma, diz osteoartritinde, terapotik sürekli, kesikli ve plasebo ultrason uygulamasının, klinik ve biyokimyasal etkinliğini karşılatırmak amacıyla yapılmıştır. Diz OA tanısı alan 30 hasta üç gruba ayrıldı. 1. gruba sürekli ultrason (1MHz,2W/cm2); 2.gruba kesikli ultrason(1MHz,2W/cm2,1:4); 3.gruba ise plasebo ultrason tedavisi uygulandı. Tüm gruplar 10 gün (5 dakika/seans) tedavi aldı. Hastalar tedavi öncesi (TÖ), tedavi sonrası (TS) ve tedavi sonrası 1.ayda VAS, WOMAC, 20 m yürüme süresi, Kısa FORM-36, serum hs-CRP, COMP, MMP-1 ,MMP-3 ve idrar CTX-II düzeyleri ile değerlendirildi. Birinci grupta, TÖ ile TS arasında VAS (yürüme,istirahat), WOMAC (ağrı, tutukluk,fiziksel fonksiyon,total), SF-36 (ağrı, genel sağlık) skorlarında; 2.grupta, TÖ ile TS 1.ay arasında VAS(istirahat), WOMAC(fiziksel fonksiyon,total), SF-36(ağrı), TÖ ile TS arasında VAS(yürüme), WOMAC(ağrı) skorlarında; 3. grupta, TÖ ile TS arasında VAS(yürüme), WOMAC(ağrı,tutukluk,fiziksel fonksiyon), TÖ ile TS 1.ay arasında WOMAC(total), 20 m yürüme süresi, SF-36(ağrı,sosyal rol fonksiyonu) skorlarında anlamlı fark saptandı. Biyokimyasal belirteçlerde üç grupta da grup içi değerlendirmede anlamlı bir fark saptanmazken; gruplar arası değerlendirmede ise COMP açısından plasebo tedavisi ile sürekli ultrason tedavisi arasında tedavi öncesi, tedavi sonrası ve tedavi sonrası 1.ayda plasebo lehine anlamlı fark saptandı. Klinık değerlendirmelerimizde gruplar arası fark WOMAC(ağrı) skorlarında grup I ile grup II arasında grup II lehine fark saptandı. Çalışmamızın sonucunda; diz osteoartritinde terapotik ultrason tedavisinin biyokimyasal parametreler üzerine etkili olmadığı görülmüştür. Klinik parametreler üzerine ise olumlu etkisi olmakla birlikte plaseboya üstünlüğü gösterilememiştir.
This study evaluates effects of therapeutic ultrasound (continue, pulsed, placebo) treatment on the clinical and biochemical parameters in knee osteoarthritis. 30 patients (30-70 aged) diagnosed with knee osteoarthritis were randomly separated into three groups. The 1st group includes 10 patients given continue ultrasound treatment (1 MHz, 2W/cm2), the 2nd group consists of 10 patients given pulsed ultrasound treatment (1MHz, 2 W/cm2, 1:4) and 3th group includes 10 patients given placebo ultrasound treatment (switch off). The patients were assessed before, after and one month after the treatment with VAS (rest and walking), WOMAC (pain, stiffness, physical function, total), 20 m walking time, Short Form-36 (physical functioning, physical role, emotional role, vitality, mental health, social role functioning, bodily pain, general health), Rango of motion, bilateral knee diameter measurement, COMP, Hs CRP, MMP-1, MMP-3 levels in serum and CTX-II levels in urine. Following the treatment, significant improvement was observed in VAS (walking,rest), WOMAC (pain, stiffness, physical function, total), Short Form-36 (pain and general health) before and after treatment in the first group; VAS(rest) before and one month after treatment, VAS (walking), WOMAC (pain) before and after treatment, WOMAC (physical function,total), Short Form-36 (pain) before and one month after tratment in group II; VAS (walking), WOMAC (pain, stiffnes, physical function) before and after treatment, WOMAC (total), 20 m walking time, Short Form-36 (pain, social role functioning) before and one month after treatment in group III. In comparison between the groups, significant differences was found in WOMAC (pain) between group I and group II and COMP levels between group I and group III. As a result, our study demonstrated that therapeutic ultrasound treatment is uneffective on biochemical parameters. It is effective in the clinical parameters, however it is not superior to the placebo treatment.
2016-12-06T07:25:09Z
2016-12-06T07:25:09Z
2014
physicsThesis
Biçer Bağan, S. Diz Osteoartritinde Terapotik Ultrason Tedavisinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/740
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/741
2016-12-07T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
2016-12-06T07:25:13Z
urn:hdl:11684/741
Osas’lı hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon, depresyon ve metabolik sendromun araştırılması
Ertan, Bengü
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
OSAS
Otonomik Fonksiyon
Kognisyon
Depresyon
MS
Otonomic Function
Depression
Cognition
Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uyku boyunca
tekrarlayan üst hava yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla kan oksijen
desatürasyonu ile karakterize bir sendromdur. Sık tekrarlayan apneler
sonucunda olan hipoksemi ve hiperkarbi hem periferik hem de santral
kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı
uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına neden
olmaktadır. Bu nedenle yaşam ve uyku kalitesi üzerinde olumsuz etkileri
bulunmaktadır. Bu çalışmada polisomnografi ile OSAS tanısı konulan
hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon bozukluğu, depresyon ve
metabolik sendromun araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda sempatik
deri yanıtı (SDY), istirahatte ve derin solunum sonrasındaki R-R interval
(RRIV) değişkenliği, Hamilton Depresyon Ölçeği, MoCA testi, Epworth
Uykululuk Skalası, Pittsburgh Uyku Kalite Ölçeği kullanıldı. Hastaların
metabolik sendrom (MS) tanısı için bel çevresi, arteriyel tansiyonu, açlık kan
şekeri ve HDL değerleri ölçüldü. Çalışmada hasta grubu 25 bireyden
oluşmuştur. Kontrol grubu 30 bireyden oluşmuştur. Hasta grubunun yaş
ortalaması 50,2±6,2, kontrol grubunun yaş ortalaması 43,5±12,2’dir. Hasta
grubunda 9 (%36) hastada orta, 16 (%64) hastada ağır OSAS mevcuttur.
Çalışmada SDY latans, RRIV ve derin solunum sonrasındaki RRIV
değerlerinde hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı sonuç bulunmadı.
Hasta bireylerin bel çevresi, vücut kitle indeksi, Epworth uykululuk ölçeği,
Pittsburgh uyku kalite ölçeği ve Hamilton depresyon ölçeği değerleri kontrol
grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Metabolik
sendrom ve kognisyon değerlendirildiğinde hasta ve kontrol grupları arasında
anlamlı fark bulunmamaktadır.
Obstructive sleep
apnea syndrome (OSAS) is a syndrome characterized by blood oxygen
desaturation and recurrent episodes of upper airway obstruction during
sleep. Sympathetic activation, cognitive impairment, susceptibility to
depression, daytime sleepiness are potentiated by increased sensitivity of
both peripheral and central chemoreceptors by both hypoxemia and
hypercarbia which is the reason of repetitive sleep apnea episodes. In this
study we aimed to investigate cognitive status, autonomic dysfunction,
depression and metabolic syndrome in patients with OSAS. The sympathetic
skin response, RR interval variability at rest and after deep breathing,
Hamilton Depression Scale, MoCA test, Epworth Sleepiness Scale and
Pittsburgh Sleep Quality Scale were used. For patients diagnosed with
metabolic syndrome, waist circumference, blood pressure, fasting blood
glucose and HDL were measured. Our study was performed on 25 patients
with diagnosis of OSAS and 30 normal individuals. The mean age of patients
is 50.2 ± 6.2 and 43,5±12,2 in the control group. 9 (%36) moderate OSAS,
16 (%64) severe OSAS patients were performed in this study. SSR latency,
RRIV and deep breathing after RRIV values between patient and control
groups were not significant. In patients, waist circumference, body mass
index, Epworth Sleepiness Scale, Pittsburgh Sleep Quality Scale and
Hamilton Depression Scale values were statistically higher than the control
group. Metabolic sydrome and cognitive impairment were evaluated. There
was no difference between the two groups.
2016-12-06T07:25:13Z
2016-12-06T07:25:13Z
2014
physicsThesis
Ertan, B. OSAS’lı Hastalarda Kognitif Durum, Otonomik Fonksiyon, Depresyon Ve Metabolik Sendromun Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/741
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/742
2016-12-07T01:00:09Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-12-06T07:25:17Z
urn:hdl:11684/742
Diabetik nefropatisi olan tip-2 diabetes mellitus hastalarında renal doppler ve B-MOD ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi
Vural, Hasan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
Diabetes Mellitus
Diabetik Nefropati
Rezistivite İndeksi
Dupleks Ultrasonografi
Diabetes Mellitus
Diabetic Nephropathy
Resistivity Index
Dupleks Ultrasonography
Bu çalışmada diabetik nefropatinin değişik dönemlerinde olan Tip-2 diabetik hastalarda renal Doppler ultrasonografi ile intrarenal arterlerin rezistivite indeksi (Rİ), pulsalite indeksi (Pİ) değerlerinin ve B-mod gri skala ultrasonografi ile böbrek boyutu, parankim kalınlığını ölçerek klinik takipteki yerlerini göstermek amaçlanmıştır. 63 Tip-2 diabetes mellitus hastası ve 29 sağlıklı kişiden oluşan kontrol grubu çalışmaya dahil edilerek hasta ve kontrol grubunun Rİ ve Pİ değerleri arasındaki istatistiksel fark incelendi. Diabetik hastalar Glomerüler filtrasyon hızı (GFR) değerlerine göre 5 gruba ayrıldı. Hasta gruplarında Doppler indeksleri (Rİ, Pİ) karşılaştırılarak istatistiksel fark incelendi. Ayrıca diabetik hastalar diabet süresine göre 5 yıl altı, 5yıl ve 9 yıl arası, 10 yıl ve üzeri şeklinde subgruplara ayrılarak diabet süresinin Doppler indeksleri üzerine etkisi incelendi. Doppler indeksleri ile serum kreatinin, kan üre nitrojeni (BUN) ve GFR değerleri arasındaki ilişki değerlendirildi. Diabetik hastalarda ortalama Rİ 0,71±0,06 ve ortalama Pİ 1,51±0,37, kontrol grubunda ortalama Rİ 0,62±0,04 ve ortalama Pİ 1,18±0,11 olarak bulunmuş olup anlamlı istatistiksel fark saptanmıştır. Diabetik nefropatinin progresyonu ile birlikte yükselmiş Rİ ve Pİ değerleri izlendi. Rİ ve Pİ değerleri ile serum kreatinini, BUN arasında pozitif yönde, GFR ile negatif yönde istatistiksel anlamlı korelasyon saptandı. Diabetik hasta ve kontrol grubu olgularında B-mod ultrasonografi bulguları (böbrek uzunluğu, parankim kalınlığı) kıyaslandığında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Diabet süresinde artış ile birlikte Rİ ve Pİ değerlerinde yükselme izlenmiştir. Sonuç olarak, Doppler indeksleri, biyokimyasal veriler ile birlikte Tip-2 diabetik hastalarda diabetik nefropatinin progresyonunu belirlemede faydalı bilgiler vermektedir. Ancak B-mod US bulguları, diabetik nefropatide intrarenal Doppler indeksleri kadar klinik öngörüsel değere sahip gözükmemektedir.
This study was conducted to investigate the roles of Doppler and the B- mode sonography in the clinical follow up of the patients with type-2 diabetes mellitus at different clinical nephropathy stages. 63 patients with type-2 diabetes mellitus and 29 healthy controls were included in this study to assess the statistical relationship between RI and PI values of patients. Diabetic patients were categorized into 5 groups, according to their glomerular filtration rates (GFRs). Doppler indices (RI, PI) of these diabetic groups were compared and the statistical differences were assessed. Diabetic patients were also categorized into three groups according to the duration of the disease process and the affect of the disease duration on the Doppler indices were investigated. The relationships between serum creatinine, blood urea nitrogen (BUN) levels and GFR values and the Doppler indices were also assessed. The mean RI±SD and PI±SD values for the diabetic nephropathy group were 0.71±0.06 and 1.51±0.37, respectively. The mean RI±SD and PI±SD values for the control group were 0.62±0.04 and 1.18±0.11, which were statistically different than the diabetic group. A trend was found for the mean RI and PI values to be higher with the progression of the nephropathy. RI and PI values and the serum creatinine and BUN levels were positively correlated; a negative correlation was found between the GFR values and the Doppler indices. B- mode ultrasonography findings (kidney length, parenchymal thickness) of the diabetic group and the control group didn’t show any statistical difference. In conclusion, Doppler sonography indices, along with the biochemical data, provide useful information in evaluating disease progression of type- 2 diabetic patients. B- mode sonography findings appear to be less valuable than the intrarenal Doppler indices with respect to their abilities to predict the clinical outcome of diabetic nephropathy.
2016-12-06T07:25:17Z
2016-12-06T07:25:17Z
2014
physicsThesis
Vural, H. Diabetik nefropatisi olan Tip-2 diabetes mellitus hastalarında renal Doppler ve B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/742
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/743
2016-12-07T01:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
2016-12-06T07:25:21Z
urn:hdl:11684/743
Akut iskemik inmede intra-venöz trombolitik tedaviye bağlı gelişen intraserebral hemorajide risk faktörlerinin saptanması
Sezer, Ezgi
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
İskemik İnme
Trombolitik Tedavi
rt-PA
Semptomatik İntraserebral Kanama
İnme Prognozu
İschemic Stroke
Thrombolytic Therapy
Symptomatic Intracerebral Hemorrhage
Sstroke Prognosis
Akut iskemik inmede, semptom başlangıcı sonrası ilk 3-4,5
saat içinde uygulanan İV rt-PA tedavisinin etkinliği gösterilmiş olup, semptomatik
intraserebral kanamalar (SİSK), bu tedavinin en korkulan komplikasyonudur. Bu
çalışmadaki amacımız; akut orta serebral arter iskemik inmesi ile başvuran, semptom
sonrası ilk 3-4,5 saat içerisinde İV rt-PA tedavisi verilen hastalarda, intraserebral
kanama için risk oluşturabilecek olan faktörleri ve bu kanamaların klinik üzerine
etkilerini değerlendirmek, bunun için alınabilecek önlemleri belirlemektir. Çalışmaya
02.11.2008-29.07.2013 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Acil Servisi’ne semptom sonrası ilk 4,5 saat içerisine başvuran, orta
serebral arter iskemik inmesi tanısı konulan, rt-PA tedavisi için kontrendikasyonu
olmayıp, tedavi uygulanan 18 yaş üzeri 100’ü kadın (% 45,2), 121’i erkek (% 54,8)
olan, toplam 221 hasta dahil edildi. SİSK için SITS MOST’un tanımı kullanıldı. 221
hastanın 50’sinde (%22,6) asemptomatik intraserebral kanama (AİSK) gözlenirken,
9’unda (%4,1) SİSK gözlendi. SİSK’sı olan hastalarda, olmayanlara göre, başvuru
anındaki ortalama ASPECT skoru, 5. gün ölçülen glukoz seviyeleri, 24 saat sonraki
NIHSS puanı, 3. Ay mRS ortalaması ve mortalite oranları istatiksel olarak anlamlı
yüksekti. Önceki çalışmalara göre beklenen sınırlar arasında saptanan SİSK’nın, kötü
prognostik özellikte olduğu görüldü. Tedavi öncesi serebral BT’deki erken iskemik
değişikikler ve ölçülen kan glukoz yüksekliği; SİSK için risk faktörü olarak
saptanmış olup, bunlara yönelik iyi değerlendirme ve müdahalelerin kanama oranını
azaltabileceği sonucuna varılmıştır.
The efficacy of İV rt-PA
administered between 3 and 4.5 hours after the onset of symptoms in acute ischemic
stroke has been demonstrated but symptomatic intracerebral hemorrhage (SIH) is the
most feared complication of this treatment. We aimed to identify the risk factors for
intracerebral hemorrhages in acute middle cerebral artery stroke patients that treated
with İV rt-PA between 3 and 4.5 hours after the onset of symptoms and the effects of
these hemorrhages on clinical state, also to determine the countermeasures for them.
221 patients with acute middle cerebral artery stroke who admitted to Eskişehir
Osmangazi University Department of Emergency Medicine within 4,5 hours of
symptom onset between 2 November 2008 and 29 July 2013 enrolled in the study.
They were over 18 years old and had no contraindication for rt-PA medication. 100
of 221 patients were female (% 45,2) and 121 of them were male (% 54,8).
Defination of SITS MOST for SIH was used. 50 of 221 patients had asymptomatic
intracerebral hemorrhage (%22,6) and 9 of 221 had SIH (%4,1). The average
ASPECT score on admission, the NIHSS score of patients after 24 hours from
baseline assessment, the mean mRS score at 3 months, mortality and the glucose
levels measured after 5 day from the treatment were significantly higher in patients
who showed SIH than in patients without SIH. According to previous studies, the
rate of SIH was within the expected range. It was seen that SIH was a poor
prognostic factor. In our study, early ischemic changes on serebral CT and high
glucose levels were independent risk factors for SIH. A good assessment of these
factors and interventions for them can reduce the SIH rate.
2016-12-06T07:25:21Z
2016-12-06T07:25:21Z
2014
physicsThesis
Ezgi Sezer, A. Akut İskemik İnmede İntra-Venöz Trombolitik Tedaviye Bağlı Gelişen İntraserebral Hemorajide Risk Faktörlerinin Saptanması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/743
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/748
2016-12-07T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_188
2016-12-06T07:25:56Z
urn:hdl:11684/748
Hematolojik maligniteli febril nötropenik olgularda mortalite ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi
Kartal, Yasemin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları
Febril Nötropeni
Mortalite
Risk Faktörleri
Febrile Neutropenia
Mortality
Hematologic Malignan
Hematolojik
maligniteli hastalar, gerek hastalık özellikleri gerekse tedavileri ile ilişkili birçok
nedene bağlı olarak enfeksiyonlara yatkınlık oluştururlar. Ampirik antimikrobiyal
tedaviye rağmen, tanımlanamayan ya da etkin tedavi edilemeyen enfeksiyonlar,
nötropenisi olan hastalarda ölümün sık nedenlerindendir. Bu çalışmanın amacı
hematolojik maligniteli febril nötropenik olgularda mortaliteyi etkileyen risk
faktörlerini belirlemektir. Çalışma Kasım 2011-Haziran 2013 tarihleri arasında
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Kliniğinde takip edilen
18 yaş ve üzeri hematolojik maligniteli febril nötropenik olgular üzerinde yapıldı.
Hastalar febril nötropeniye girdikten sonra taburcu veya exitus oluncaya dek günlük
olarak takip edildi. Hematopoetik kök hücre nakli yapılan hastalar ve solid
malignensili hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Her bir hasta için tek bir febril
nötropeni atağı çalışmaya dahil edildi. Çalışmada elde edilen bulgular
değerlendirilirken, istatistiksel analizler için SPSS 15.0 istatistik programı kullanıldı.
Toplam 320 febril nötropenik atak incelendi. İzlenen 320 olgunun 48'inde (% 15)
mortalite gelişti. Hematolojik maligniteli febril nötropenik olgulardaki mortalite ile
ilgili risk faktörlerinin lojistik regresyon analizi sonucunda; çalışmamıza giren elli
beş yaş üstü hematolojik malignitesi olan, febril nötropeni tedavisi izlemi sırasında
antibiyotik modifikasyonu gerektiren olgularda, tedavi başlangıcında hipotansiyon ve
akut böbrek yetmezliği bulguları olan olgularda, ApacheII skoru yedinin altında olan
olgularda, tedavi başlangıcında ve sonunda ölçülen CRP değerleri yüksek saptanan
olgularda ve gaitada VRE kolonizasyonu olan olgularda mortalite riskinin arttığı
saptanmıştır.
The objective of the study
was to identify risk factors of mortality in febrile neutropenic patients with
hematologic malignancies. In this study, febrile neutropenic attacks seen in 320
patients who were hospitalized at Eskişehir Osmangazi Univercity Medicine Faculty
Hematology Clinic between November 2011 and August 2013 were prospectively
evaluated. The patients with hematologic stem cell transplantion were excluded in
the study. Most patients had acute myelogenous leukemia (AML) (186;58.1%),
followed by non-Hodgkin’s lymphoma (NHL) (27;8.4%), myelodysplastic syndrome
(MDS) (20;6.2%), chronic lymphocytic leukemia (CLL) (12;3.7%), multiple
myeloma (MM) (9;2.8%) and chronic myelogenous leukemia (CML) (12;3.7%). At
the end of the study 25/155(%47.8) of female and 23/165(%52.27) male patients
died. Total mortality rate is %15(48/320). Mean age of the dead patients was 57.6 ±
18 years. According to the Multinational Association for Supportive Care in Cancer
(MASCC) criteria, 151 of the patients were in the low-risk group, whereas 121
patients were in the high-risk group. Of the 320 neutropenic attacks, 156 were
clinically and microbiologically defined infection and 164 were fever of unknown
origin. Age, APACHE II score, duration of neutropenic period, first and last count of
CRP values were significantly higher in dead patients than alive ones (p<0,01),
whereas the MASCC score were significantly lower (p<0,001). The mortality risk in
patients with MM was 12.81 (p<0,001); in patients with NHL was 3,26 (p<0,05); and
in patients with AML 2,43 times higher (p<0,05). Clinical and microbiological
approaches should be made carefully in order to detect the diagnosis of infection in
patients with febrile neutropenia. Early initiation of empiric antimicrobial treatment,
reducing the duration of neutropenic period and taking proper isolation preventions
seem to be important in reducing mortality.
2016-12-06T07:25:56Z
2016-12-06T07:25:56Z
2014
physicsThesis
Kartal Y. Hematolojik maligniteli febril nötropenik olgularda mortalite ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları, Tıpta Uzmanlık Tezi; 2014.
http://hdl.handle.net/11684/748
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/773
2016-12-10T01:00:15Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_190
2016-12-09T07:04:07Z
urn:hdl:11684/773
Malign plevral sıvılı hastalarda tünel kataterlerin etkinliği
Demircan, Fatih
TR171197
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
Kalıcı Plevral Katater
Nefes Darlığı
Kanser
Plevral Efüzyon
Indwelling Pleural
Catheter
Dyspnea
Cancer
Pleural Effusion
Bu tez çalışması, malign plevral sıvılı hastalarda tünel kataterlerin etkinliğini belirlemek amacıyla Eylül 2011 ve Eylül 2013 tarihleri arasında yapıldı. Malign plevral sıvılar kanser hastalarında nefes darlığının ve kötü yaşam kalitesinin önemli nedenlerinden biridir. Bu hastalarda, sıvının tekrar toplanmasını önleyecek yaklaşımlarla semptomatik tedavi amaçlanır. Tünel kataterler malign plevral sıvıların tedavisinde on beş yıldan fazla süredir kullanılmaktadır. Bu çalışmada, suprapubik drenaj amacıyla kullanılan bir katater, tünel plevral katater olarak kullanıldı. Çalışma 34 hasta ile yapıldı. Dört hasta çalışmaya dahil edime kriterlerini daha sonra sağlamadığından dolayı, veriler çalışmaya dahil edilen 30 hasta üzerinden hesaplandı. Tüm hastaların tanıları, performans durumları, ek hastalıkları, semptom süreleri, daha önce aldığı tedaviler, hastalık seyri kayıt edildi. Tünel katater öncesi ve sonrası dönemlerde, hastaların nefes darlığının şiddetini değerlendirmek amacıyla ‘nefes darlığı görsel analog skalası’ kullanıldı. Hastalar komplikasyon, spontan plöredezis, nefes darlığı palyasyonu açısından düzenli olarak değerlendirildi. Elde edilen sonuçlar literatür verileri ile kıyaslandı. Nefes darlığı görsel analog skalasında semptomatik fayda görme oranı %96.7 saptandı. Spontan plöredezis oranı %36.7 idi. Sonuç olarak, çalışmamızda kullanılan yöntem malign plevral sıvılı hastalarda semptomatik tedavi sağlamada etkili bulundu. Spontan plöredezis oranı literatür verileri ile benzer şekilde saptandı. Ampiyem, sellülit, müdahale gereken pnömotoraks komplikasyonu çalışmamızda daha fazla bulundu. Çalışmamızda kullanılan tünel kataterin, malign plevral sıvılı hastaların semptomatik tedavisinde yeterli olduğu ancak komplikasyon sıklığının azaltılması için ek tedbirlerin alınması gerektiği kanaatine varıldı.
This study conducted with the aim of determine the effectiveness of tunneled catheters in patients with malignant pleural effusion between September 2011 and September 2013. Malignant pleural effusions are one of the major causes of dyspnea and poor quality of life in patients with cancer. In these patients, the objective of treatment approaches are prevent from reaccumulation of pleural fluid to establish symptomatic relief. Tunneled catheters are being used over the past fifteen years to treat patients with malignant pleural effusions. In this study, we utilized from a catheter which is mostly being used in suprapubic drainage as tunneled pleural catheter. This study was performed with 34 patients. Since four patients did not provide inclusion criteria, data were calculated over 30 patients. All patients diagnosis, performance status, additional diseases, symptom duration, treatments, course of the disease data were noted. To evaluate dyspnea severity before and after tunneled catheter replacement, ‘dyspnea visual analog scale’ is used. Patients were followed regularly in terms of dyspnea palliation, complications and spontaneous pleurodesis. The obtained results are compared with literature data. Symptomatic benefit seen at %96.7 patients was detected by dyspnea visual analog scale. Spontaneous pleurodesis ratio was %36.7. In conclusion, in patients with malignant pleural effusions, tunneled catheters was found to be effective in providing symptomatic treatment. In this study, spontaneous pleurodesis ratio was similar to literature data. Empyema, cellulitis, pneumothorax requiring further treatment were higher. It was concluded that the tunneled catheter which is used in this study seems to be effective to palliate symptoms in patient with malignant pleural effusions but to lower the complications rate additional measures should be established.
2016-12-09T07:04:07Z
2016-12-09T07:04:07Z
2014
physicsThesis
Demircan, F. Malign plevral sıvılı hastalarda tünel kataterlerin etkinliği, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlı Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/773
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/760
2016-12-10T01:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2016-12-09T07:03:21Z
urn:hdl:11684/760
Aortoiliyak bölge ve alt ekstremite aterosklerotik arter hastalıklarında dağılım, stenoz uzunluk ve şiddeti ile aortoiliyak bölge oklüziv hastalıklarında kollateral paternin çok kesitli bt anjiyografi ile değerlendirilmesi
Çelik, İzlem Kıran
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
BT Anjiyografi
Periferik Arter Hastalığı
Vasküler Görüntüleme
CT Angiograpy
Peripheral Arterial Disease
Vascular Imaging
Bu çalıĢmanın amacı;
ÇKBTA ile PAH‟ın alt ekstremite arteriyel ağacındaki dağılımının belirlenmesi ve
tedavi planına yönelik kalitatif ve kantitatif bilgilerin sunulmasıdır. ÇalıĢmada 250
olguya ait aortoiliyak sistem ve alt ekstremite arteriyel ağacı 31 segmente bölünerek
toplamda 7090 segment ÇKBTA ile değerlendirildi. Her arteriyel segmentte en fazla
darlığa yol açan plak için stenoz Ģiddeti, plak uzunluğu ve plak morfolojisi ayrı ayrı
değerlendirildi. Görüntüler birbirinden bağımsız iki ayrı gözlemci tarafından
değerlendirildi ve gözlemciler arası uyum istatistiksel olarak Kappa testi ile
belirlendi. Gözlemciler arası uyum stenoz Ģiddeti için k=0,9 ve plak uzunluğu için k=
0,9 olup mükemmel uyum saptandı. YaĢ grupları ile ateroskleroz saptanan segment
sıklığı arasında istatistiksel anlamlı iliĢki ve „çok zayıf‟ pozitif korelasyon saptandı.
Cinsiyet ile PAH saptanma sıklığı arasındaki iliĢkiye bakıldığında, çalıĢma grubunda
PAH saptanma sıklığı erkeklerde kadınlara oranla istatistiksel anlamlı olarak daha
yüksekti. Cinsiyetler arasında oklüziv plak görülme sıklığı ve plak morfolojisi
açısından istatistiksel anlamlı farklılık saptandı. PAH‟ın kadınlarda daha oklüziv
seyirli olduğu ve kadınlarda non-kalsifik plak oranının, erkeklere kıyasla istatistiksel
olarak daha yüksek olduğu sonucuna ulaĢıldı. ÇalıĢmamızda plak morfolojisi ile
stenoz Ģiddeti arasında istatistiksel anlamlı iliĢki saptanmıĢ olup grade-IV stenozlarda
non-kalsifik, grade-I stenozda ise kalsifik plaklara daha sık rastlandı. Stenoz derecesi
ile plak uzunluğu arasında istatistiksel anlamlı ve orta düzeyli pozitif korelasyon
saptanmıĢ olup grade-IV stenozda plaklar daha uzun, grade-I stenozda ise daha kısa
olarak izlendi. Ayrıca plak morfolojisi ile plak uzunluğu arasında da istatistiksel
anlamlı iliĢki saptandı ve >10 cm plakların sıklıkla non-kalsifik, <1 cm plakların ise
sıklıkla kalsifik morfolojide olduğu izlendi.
The aim of this study was to determine the distrubition
of PAD in aortoiliac system and lower extremity arteries with MDCTA to provide to
calitative and cantitative information intended for appropriate treatment plan. The
arterial supply of the aortailiac system and lower extremity was divided into 31
segments. 250 patients with 7090 segments underwent MDCTA included the study.
Arteries depicted at MDCTA were evaluated separately for degree and length of
stenosis and plaque morphology as all segments. Two readers independently
interpreted the images, and statistical analyses was performed. We used Kappa
statistics for assesment of interobserver agreement. Excellent interobserver
agreement achieved for degree (k=0,9) and length (k= 0,9) of stenosis. There was a
statisticly significant very weak positive correlation between age groups and
atherosclerotic segment frequency. There were a statisticly significant difference
between genders for incidence of PAD in favor of male patients. There were a
statisticly significant difference between genders for incidence of occlusive plaques
and plaque morphology. PAD was more occlusive course and noncalcified plaques
are more common in females compared to men. There were a statisticly significant
relationship between plaque morphology and stenosis degree. Non-calcified plaques
were more common in grade-IV stenosis and calcified plaques were more common
in grade-I stenosis. There were a statisticly significant relationship and moderate
positive correlation between stenosis degree and plaque length. In grade-IV stenosis
plaque length was likely to be longer and in grade-I stenosis plaque length was likely
to be shorter. There were a statisticly significant relationship between plaque
morphology and plaque length. Plaque morphology was mostly non-calcified in 10
cm plaques where as the plaque morphology was mostly calcified in >1 cm plaques.
2016-12-09T07:03:21Z
2016-12-09T07:03:21Z
2014
physicsThesis
Kıran Çelik, İ. Aortoiliyak Bölge ve Alt Ekstremite Aterosklerotik Arter Hastalıklarında Dağılım, Stenoz Uzunluk ve Şiddeti ile Aortoiliyak Bölge Oklüziv Hastalıklarında Kollateral Paternin Çok Kesitli BT Anjiyografi ile Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/760
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/763
2016-12-10T01:00:19Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_196
2016-12-09T07:03:31Z
urn:hdl:11684/763
Radyoterapi uygulanan akciğer kanseri tanılı vakalarda radyasyon pnömonisi gelişimini etkileyen faktörler
Akçay, Melek Coşar
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi
Radyasyon Pnömonisi
Akciğer Kanseri
Radyoterapi
Radiation Pneumonitis
Lung Cancer
Radiotherapy
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Radyasyon Onkolojisi AD’ da Şubat 2012 – Temmuz 2013tarihleri arasında
eşzamanlı 3 boyutlu konformal radyoterapi uygulanmış 41 akciğer kanserli hasta
prospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastaların medyan yaşı
59,3 ± 8,5 ‘tur. Hastaların 38’i (%92,7) erkek iken 3’ü (%7,3) kadındır.
Histopatolojik tanısı skuamoz hücreli karsinom olan 24 (%58,5) hasta,
adenokarsinom olan 10 ( %24,4) hasta ve küçük hücreli karsinom olan 7 (%17,1)
hastadır. Üst lob yerleşimli tümörü olan 23 (% 56,1), orta lob yerleşimli tümörü olan
2 (%4,9) ve alt lob yerleşimli tümörü olan 16 (% 39) hastadır. Lenf nodu yerleşimi
beş (%12,2) hastada hiler, 15 (%36,6) hastada mediasten, 13(%31,7) hastada
mediasten ve hiler bölgesidir. Sekiz (%19,5) hastada lenf nodu metastazı yoktur.
Yirmialtı (%63,4) hastada radyasyon pnömonisi gelişmezken, 11 (%26,8) hastada
grad 1 ve dört (%9,8) hastada grad 2 radyasyon pnömonisi gelişmiştir. Radyasyon
pnömonisi gelişen hastaların sadece ikisi steroid tedavisi almıştır. Çalışmamızda N
evresi (p= 0,01) , bazal DLCO (p= 0,03), kontrlateral akciğer maksimum dozu(p=
0,02) ve tV60 (p= 0,05) RP gelişimi ile arasında korelasyon tespit edilen
parametrelerdir. Yapılan Roc analizlerinde N evresinin N2-N3 olması, bazal DLCO
değerinin <%64, kontrlateral akciğerin aldığı maksimum dozun >5405, total akciğer
V60 >%5 olması RP gelişimi açısından anlamlı bulunmuştur.
41 patients with lung cancer who attended and received
three-dimensional conformal radiotherapy in Osmangazi University Faculty of
Medicine Department of Radiation Oncology between February 2012 - July 2013
were evaluated prospectively. The median age of the patients included in the study is
59.3 ± 8.5 percent. 38 patients (92.7%) were male, while 3 (7.3%) are women. The
histopathologic diagnosis of 24 ( %58,5) patients is squamous cell carcinoma, 10(%
24,4) patients is adenocarcinoma and 7(% 17,1) patients is small cell carcinoma.
23(%56,1) patients have upper lobe tumor, 16 (39%) patients have lower lobe tumor,
2 (4.9%) patients have middle lobe tumor. Lymph node localization of five (12.2%)
patients with hiler, 15 (36.6%) patients with mediastinum and 13 (31.7%) patients
with both hiler and mediastinum were evaluated. Eight (19.5%) patients had no
lymph node metastasis. Twenty-six (63.4%) patients did not develop radiation
pneumonitis, 11 (26.8%) patients had grade 1 and four (9.8%) patients developed
grade 2 radiation pneumonitis. Only two of the patients with radiation pneumonitis
have been received steroid therapy. In our study, N stage (p = 0.01), baseline DLCO
(p = 0.03), contralateral lung maximum dose (p = 0.02) and tv60 (p = 0.05) are the
parameters that were found to be correlated with the development of RP. In the
analysis of Roc, N2-N3 lymph node stage, basal value of DLCO <64%, he maximum
dose received by the contralateral lung> 5405, total lung V60> 5% were significant
in terms of development of RP.
2016-12-09T07:03:31Z
2016-12-09T07:03:31Z
2014
physicsThesis
Akçay, M. Akciğer kanseri tanılı hastalarda radyoterapiye bağlı gelişen radyasyon pnömonisini öngörmede incelenebilecek parametreler. Eskişehir Osmangazi Üniveristesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/763
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/862
2017-01-03T01:00:10Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2017-01-02T14:10:21Z
urn:hdl:11684/862
Temporal kemiğin çok kesitli bilgisayarlı tomografi incelemelerinde semisirküler kanal dehissensisinde görüntüleme bulguları
Öztunalı, Çiğdem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
Prevalans
Semisirküler Kanal Dehissensisi
Temporal Kemik
Yüksek Rezolusyonlu Bilgisayarlı Tomografi
High Resolution Computed Tomography
Bu çalışmada temporal kemiğin yüksek rezolusyonlu BT incelemelerinde süperior ve posterior semisirküler kanal dehissensilerinin radyolojik prevalansının saptanması ve eşlik eden BT bulgularının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Ekim 2011 – Aralık 2012 tarihleri arasında çeşitli endikasyonlarla temporal kemiğin çok kesitli BT incelemesi çalışılan olguların görüntülerinin dışlama kriterlerine göre incelenmesi sonrasında bu retrospektif çalışmada toplam 509 olgunun çok kesitli temporal kemik BT incelemeleri değerlendirildi. 31 olguda ve 38 temporal kemikte süperior semisirküler kanal dehissensisi (SSKD); 16 olguda ve 20 temporal kemikte posterior semisirküler kanal dehissensisi (PSKD) saptandı. SSKD olgularının büyük bölümü süperior petrozal sinüs oluğu düzeyi ile kanal kemik çatısının posterior- apikal kesimlerinde izlendi. SSKD olgularının % 22.5‟inde ve PSKD olgularının % 25.0‟inde dehissens bilateral özellikteydi. Tek taraflı süperior semisirküler kanal dehissensisi mevcut olan olgularda kontralateral semisirküler kanal kemik çatısının kalınlığı, dehissensi izlenmeyen olgulara kıyasla anlamlı olarak ince bulundu. Süperior semisirküler kanal dehissensisi görülme sıklığı ya da semisirküler kanal çatı kalınlığının 0.5 mm veya altında olma sıklığı ile olgu yaş grupları arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Sonuç olarak, bu çalışmada 0.5 mm- kollimasyon kullanılarak elde edilen çok kesitli temporal kemik BT incelemelerinin multiplanar rekonstruksiyonlar ile değerlendirimi sonucunda süperior ve posterior semisirküler kanal dehissensisi prevalanslarının anatomik-histolojik çalışmalara daha yakın doğrulukla ortaya koyulabileceği görüldü. Bununla birlikte, yüksek rezolusyonlu BT teknolojisi ile dahi elde edilen semisirküler kanal dehissensisi sıklığı, histolojik çalışmalar ve cerrahi bulguların işaret ettiğinden anlamlı oranda yüksekti.
In this study, we aimed to determine the high resolution computed tomography prevalances of the superior and posterior semicircular canal dehiscences and to assess their associated radiological findings. Between October 2011 and December 2012, after the application of the exclusion criteria, a total of 509 high resolution temporal bone CT scans of patients performed with different clinical indications were evaluated. A dehiscent- appearing superior canal was seen in 31 cases and 38 temporal bones; and a dehiscent- appearing posterior canal was seen in 16 cases and 20 temporal bones. Most of the superior canal dehiscences were localized to the superior petrosal sinus groove and the apical- posterior part of the roof of the bony canal. 22.5 % and 25.0 % of the superior and posterior canal dehiscences showed bilateral manifestation, respectively. In cases with unilateral superior semicircular canal dehiscence, measurements of the thickness of the bone overlying the contralateral canal were significantly thinner than those without dehiscence. Neither the prevalance of the superior canal dehiscence nor the prevalance of bony canal thinning showed significant difference among different age groups. In conclusion, the evaluation of the prevalances of the superior and posterior semicircular canal dehiscences using 0.5 mm- collimated multisection temporal bone CT scans with multiplanar reconstructions revealed closer results to the anatomical and histological studies than the previous radiological studies. Nonetheless, even with the high resolution CT technology, prevalances of the canal dehiscences were still significantly higher than the histologic studies and the surgical findings.
2017-01-02T14:10:21Z
2017-01-02T14:10:21Z
2013
physicsThesis
Öztunalı, Ç. Temporal kemiğin çok kesitli bilgisayarlı tomografi incelemelerinde semisirküler kanal dehissensisinde görüntüleme bulguları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/862
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/877
2017-01-05T01:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
2017-01-04T06:12:36Z
urn:hdl:11684/877
Orta serebral arter infarktlarında patolojik
Gündoğdu, Aslı Aksoy
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
İskemik İnme
Orta Serebral Arter İnfarktı
Patolojik Esneme
İnme Prognozu
İschemic Stroke
Middle Cerebral Artery Infarct
Pathological Yawning
Stroke Prognosis
Patolojik esneme, yorgunluk veya sıkıntı dışında belli bir nedenle tetiklenen kompulsif, sık, tekrarlayıcı esneme olarak tanımlanır. İyatrojenik nedenli, nörolojik, psikiyatrik, gastrointestinal veya metabolik hastalıklarla bağlantılı olabilir. İskemik inme seyrinde de görülebilmektedir. Bu çalışmadaki amacımız orta serebral arter infarktı olan hastalarda gözlenebilen patolojik esnemenin; hastaların demografik, klinik bulgularıyla, lezyon lokalizasyonuyla bağlantısının ortaya çıkarılması ve hastaların takibi ile patolojik esnemenin prognostik rolünün olup olmadığının tespitidir. Bu çalışmaya 17 Nisan 2012 ve 13 Şubat 2013 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne semptom sonrası ilk 24 saat içinde başvuran, klinik ve nörogörüntüleme yöntemleri ile orta serebral arter iskemik inmesi tanısı konan 18 yaş üzerindeki 80’i (%49,7) kadın, 81’i (%50,3) erkek olmak üzere toplam 161 hasta alındı. Hastalar 6 saat boyunca gözlendi. Patolojik esneme 69 hastada (%42,9) saptandı. Tüm hastalarda uygun nörogörüntüleme yöntemleri ile lezyon lokalizasyonu belirlenmeye çalışıldı. 112 (%69,6) hastanın kortikal, 107 hastanın (%66,5) subkortikal hasarı mevcuttu. Kortikal lezyonu olanlarda patolojik esneme görülme oranı anlamlı derecede daha yüksek bulundu. 65 hastanın (%40,4) insula, 54 hastanın (%33,5) operkulum bölgesinde infarkt saptandı. İnsula ve operkuler bölge infarktlarıyla patolojik esneme arasında istatistiksel anlamlı bir bağlantı saptandı. Yüksek NIHSS değerleri olan hastalarda daha yüksek oranda patolojik esneme görüldüğü saptandı. Patolojik esneme, ciddi inme (NIHSS≥10) ile acil servise gelen hastalarda hafif-orta düzeyde inme hastalarına (NIHSS<10) göre daha sık gözlendi. Orta serebral arter infarktlarında görülebilen patolojik esnemenin; inme ciddiyeti, kortikal etkilenim, özellikle insula ve operkuler bölge tutulumuyla bağlantılı olduğu, ancak inme prognozunuyla ilgili bir belirteç olmadığı sonucuna varılmıştır.
Pathological yawning is compulsive, frequent, repetetive yawning triggered with specific reason besides fatigue or boredom. It is associated with iatrogenic, neurologic, psychiatric, gastrointestinal or metabolic disorders. It can be seen in the course of ischemic stroke. We aimed to evaluate the relationship between pathological yawning and the clinical outcome, lesion localization, risk factors of patients with middle cerebral artery stroke, who were initially seen in Eskişehir Osmangazi University Department of Emergency Medicine and Neurology Stroke Unit within 24 hours of stroke onset between 17 April 2012 and 13 February 2013. We included patients over 18 years old. 80 of 161 patients were female (49,7%) and 81 of them were male (50,3%). We observed patients for the presence of pathological yawning for 6 hours. 69 of 161 patients had pathological yawning (42,9%). Cerebral MRI and CT were asessed in all patients and yielded 112 cortical (69,6%) and 107 (66,5%) subcortical lesions. Pathological yawning was more frequent in patients with cortical lesions versus subcortical lesions and it was statistically significant. Insular and opercular lesions were detected in 65 (40,4%) and 54 (33,5%) patients respectively. Patients with insular and opercular lesions experienced more pathological yawning than patients with other lesion locations. Pathological yawning is related to higher NIHSS scores. Patients with severe stroke (NIHSS≥10) presented with more pathological yawning than mild to moderate strokes (NIHSS<10). Pathological yawning due to middle cerebral artery infarction is associated with severe stroke, presence of cortical involvement, insular and opercular lesions. However no relationship was found regarding long term outcome and mortality.
2017-01-04T06:12:36Z
2017-01-04T06:12:36Z
2013
physicsThesis
Aksoy Gündoğdu, A. Orta Serebral Arter İnfarktlarında Patolojik Esnemenin Lezyon Lokalizasyonuyla İlişkisi ve Prognostik Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2013.
http://hdl.handle.net/11684/877
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/946
2017-01-25T01:00:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2017-01-24T06:48:22Z
urn:hdl:11684/946
Spinoserebellar ataksili olgularda mr ile kantitatif serebellar volüm ölçümleri ve klinik korelasyonu
Tunççekiçler, Nurgül
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
Ataksi
Atrofi
Beyin Sapı
Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG)
Klinik Scala
Serebellum
Spinoserebellar Ataksi (SCA)
Volümetrik Ölçüm
Ataxia
Atrophy
Brain Stem
Cerebellum
Clinical Scale
MRI (Magnetic Resonance Imaging)
Spinocerebellar Ataxia (SCA)
Volumetric Analysis
Bu çalıĢma Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde Mayıs 2011-Mart 2013 tarihleri arasında nöroloji ve radyodiagnostik anabilim dallarında gerçekleĢtirildi. ÇalıĢmaya otuz SCA hastası ve otuz yaĢ eĢleĢtirilmiĢ sağlıklı gönüllü dahil edildi. Bu kiĢilerden 1,5 Tesla MR cihazıyla yüksek rezolüsyonlu 3D MR T1 ağırlıklı imajlar elde edildi. Görüntüler Osirix programı kullanılarak iĢlendi. Yarı otomatik volümetrik yaklaĢımla yapılarak beyin sapı ve serebellum hacimleri elde edildi. SCA hastaların klinik disfonksiyonları SARA (Skala for the Assessment and Rating of Ataxia) ve MMSE (Mini Mental State Examination) ile değerlendirildi. Ġstatistiksel analizler SPSS 20 versiyonu kullanılarak hesaplandı. Bu çalıĢmanın amacı spinoserebellar ataksisi olanlarda serebellum ve beyin sapı hacimleri ile klinik bulguların korelasyonu araĢtırmaktır. SCA hastalarında serebellum ve beyin sapı hacmi kontrol grubuna oranla düĢüktür. SARA skoru ile beyin sapı hacmi ve SARA skoru ile serebellum hacmi arasında anlamlı lineer azalma bulundu. SCA hastalarında duruĢ ve yürüyüĢ, konuĢma, ekstremitelerin kinetik fonksiyonu alt skorları yükseldikçe serebellum ve beyin sapı hacimleri düĢmektedir. Beyin sapı ve serebellum atrofisinin her ikisi de SCA‟daki klinik disfonsiyona bağımsız olarak katkıda bulunmaktadır. Tüm SARA skorları beyin sapı ve serebellum volümleri ile ters korelasyon göstermektedir. MMSE ile serebellum ve beyin sapı hacimleri arasında anlamlı korelasyon mevcuttur. Bunun dıĢında hastalık süresi ile beyin sapı ve serebellum hacimleri arasında anlamlı negatif korelasyon mevcuttur. Bizim çalıĢmamız MRG‟nin SCA‟nın Ģiddetini göstermede dikkat çekici bir belirteç olduğunu göstermek açısından güçlü kanıtlar sağlamaktadır. Volümetrik MRG ölçümleri çok değerli bir hastalık göstergesi olabilir ve hastalığın ilerlemesini izlemek için kullanilabilir.
This study was performed prospectively in EskiĢehir Osmangazi University Department of Radiology end Neurology between May 2011and Marc 2013. Thirty cases with SCA (spinocerebellar ataxia) patient and age-matched thirty healty volunteer included the study. Ġn all subjects, high-resolution T1 weighted images were obtained with a 1,5 Tesla MR (Magnetic Resonance) imaging scanner. Ġmage data processing was performed by using Osirix software. Ġndividual cerebellar and brain stem volumes were calculated by semiautomated volumetry approaches. For all patients with SCA, clinical dysfunction was scored according to the SARA (Scala for the Assessment and Rating of Ataxia) and MMSE (Mini Mental State Examination). Statistical analyses were calculated with the SPSS (Statistical Package fort the Social Sciences) Version 20. The aim of this study was to investigate SCA patients cerebellar volume and brain stem volume corelation clinical dysfunction. Cerebellar and brain stem volume lower in patients with SCA compared with control. Significant lineer dependencies were found between SARA and cerebellum volume and between SARA and brain stem volume. SCA patients higher posture and gait subscores, speech subscores, the limb kinetic subscore had smaller volumes of the brain stem and cerebellum. Both cerebellar and brain stem atrophy contributed independently clinical dysfunction in SCA. All subscores SARA was inversely corelated with the brain stem and cerebellar volumes. Significant were correlation between MMSE and cerebellum volume and between MMSE and brain stem volume. Beyond this, we found an inverse correlation between disase duration and brain stem volume and between disase duration and cerebellum volume. Our data provide strong evidence that MRI is an attractive surrogate markers of disease severity in SCA. Volumetric MRI analysis may serve as a valuable surrogate disease marker and use to monitor disease progression.
2017-01-24T06:48:22Z
2017-01-24T06:48:22Z
2013
physicsThesis
Tunççekiçler, N. Spinoserebellar ataksili olgularda Manyetik Rezonans Görüntüleme ile volüm ölçümleri ve klinik korelasyonu. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/946
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/948
2017-01-25T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-01-24T06:48:31Z
urn:hdl:11684/948
Profesyonel atletlerde egzersizin indüklediği artmış intraventriküler gradiyent sıklığının tesbiti ve pik ve egzersiz sırasındaki intraventriküler gradiyent artışının kardiyak semptomlarla ilişkisi
Raed, Farhad
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
İntraventriküler Gradiyent
Hipertrofik Kardiyomiyopati
Ani Ölüm
Intraventricular Gradiyent
Hypertrophic Cardiomyopathy
Sudden Death
Tüm dünyada ve Türkiye’de ani genç ölümleri en korkulan sağlık
problemlerinden biridir. Türkiye’nin genç bir nüfus yapısı vardır, Türkiye nüfusunun
yalnızca %7’si yaşlılardan(>65 yaş) oluşmaktadır. Biz çalışmamızda 18-68 yaş
arasında profesyonel koşucu olan 21 erkek ve kontrol grubu olarak 21 sağlıklı erkek
erişkin üzerinde egzersizin intraventriküler gradiyent artışı sıklığını ve
intraventriküler gradiyent artışının sol ventrikül fonksiyonları üzerine etkisini
ekokardiyografik yöntemlerle araştırmayı ve egzersiz şiddeti ile kardiyak semptom
gelişimi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık ve egzersiz koşu bandında
(treadmill) yürütülerek hedef kalp hızının (Hedef kalp hızı= 220-Yaş) %85’una
ulaşması sağlandı ve istirahat, zirve egzersiz ve egzersiz sonrası istirahat
periyodunda intraventriküler gradiyent ve kalbin sistolik ve diyastolik
fonksiyonlarını gösteren hemodinamik parametreleri ekokardiyografi ile ölçülmesi
planlandı. Zirve egzersiz sonunda >30 mmHg intraventriküler gradiyent saptanması
artmış intraventriküler gradiyent olarak kabul edildi. İntraventriküler gradiyent artışı
olup olmamasına göre tüm çalışma populasyonunda ve her grubun kendi içinde
semptom gelişimi, sistolik ve diyastolik fonksiyonlar açısından karşılaştırmalar
yapıldı. Ayrıca semptom gelişimi, intraventriküler gradiyent artışı sıklığı, sistolik ve
diyastolik fonksiyonlar açısından atletler ile kontrol grubu karşılaştırıldı.Profesyonel
atletler ve kontrol grubundaki bireylerin tamamı öngörülen maksimum egzersiz
düzeyine ulaştı. Çalışma populasyonuna ait hiçbir bireyde maksimum egzersiz
düzeyine ulaşmayı engelleyen kardiyak ya da non-kardiyak bir semptom gelişmedi.
Yapılan ekokardiyografik incelemede sporcularda hem bazalde hem de maksimum
egzersiz sonrasında ölçülen zirve sistolik intraventriküler gradiyent kontrol
grubundan daha yüksek bulundu. Fakat çalışma populasyonuna ait hiçbir bireyde
zirve sistolik intraventriküler gradiyent >30 mmHg olmadı. Sonuç olarak yapısal
olarak normal kalbe sahip profesyonel atletlerde egzersiz stres testi ile sol
ventrikülde intraventriküler dinamik obstruksiyon gelişmedi. Bizim bulgularımız
zorlu aerobik egzersizin yapısal olarak normal kalbe sahip bireylerde dinamik
obstruksiyona yol açmayacağını düşündürdü.
Sudden death of the young is one of the most intimidating health problems in our
country and around the globe. The population of Turkey is overwhelmingly young
and the elderly (>65) form only 7% of it. In the present study, we study 21
professional male athletes at age 18-68 and 21healthy male control. Using
echocardiographic methods, we studied the affect of exercise on the increase in
intraventricular gradient and cardiac hemodynamic functions. Participants will be
asked to run on the treadmill till their heart rate reached 85% of targeted heart rate
(heart rate = 220-Age) and will be closely monitored for the development of
cardiovascular symptoms. In addition, we are going to echocardiographically study
hemodynamic functions including intraventricular gradient, systolic and diastolic
functions of the participants during rest, peak treadmill exercise. An increase in
intraventricular gradient >30mmHg will be accepted as increased intraventricular
gradient. We compared development of cardiac symptoms, systolic and diastolic
functions within each group and between the groups with respect presence or
absence of an increase in intraventricular gradient. In addition, we are going to
compare development of symptoms, the frequency in the increase of intraventricular
gradient, systolic and diastolic functions between athletes and controls. In summary,
we are planning to investigate potential relationship between the frequency in the
increase of intraventricular gradient and increased intraventricular gradient and
cardiovascular symptoms and the left ventricular functions in professional athletes
and healthy adults during exercises. Professional athletes and control group
individuals reached the level of predicted maximum exercise. In our study there was
no cardiac or non-cardiac symptoms to prevent achieving maximum level of
exercise, was seen. Athletes at baseline and after exercise had higher maximum peak
systolic intraventricular gradient in comparision with control group in
echocardiographic study. But, in none of our cases the peak systolic intraventricular
gradient was more than 30 mmHg.As a result, in professional athletes with
structurally normal heart, left ventricle intraventricular dynamic obstrction was not
developed. Our results suggest that in patients with structurally normal heart aerobic
exercise will not lead to dynamic obstruction.
2017-01-24T06:48:31Z
2017-01-24T06:48:31Z
2013
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/948
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/936
2017-01-25T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2017-01-24T06:47:56Z
urn:hdl:11684/936
Depresif bozukluğu olan kadın hastalarda çocukluk çağı ruhsal tramvaları ve fonksiyonel olmayan tutumlarla ilişkisi
Türkoğlu, Sevil Akbaba
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Depresif Bozukluk
Fonksiyonel Olmayan Tutumlar
Çocukluk Çağı Travmaları
Depressive Disorder
Dysfunctional Attitudes
Childhood Trauma
Bu çalışmada; depresif bozukluğu olan kadın hastalarda;
çocukluk çağı travmalarının fonksiyonel olmayan tutumlarla ilişkisinin araştırılması
amaçlanmıştır. Çalışmamıza DSM-IV tanı ölçütlerine göre depresif bozukluğu olan
70 hasta (62 hasta majör depresif bozukluk, 8 hasta distimik bozukluk) ve hastalarla
yaş cinsiyet eğitim açısından eşleştirilmiş 50 sağlıklı kontrol alındı. Tüm olgulara;
sosyodemografik bilgi formu,Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği (ÇÇTÖ), Beck
Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Fonksiyonel Olmayan Tutumlar Ölçeği (FOTÖ)
uygulandı. Depresif bozukluğu olan kadın hastalarda FOTÖ puanları daha düşük,
ÇÇTÖ toplam ve alt ölçek puanları ile çocukluk çağı travmalarının görülme oranı
sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha yüksekti. Depresif bozukluğu
olan kadın hastalarda BDÖ puanı ile ÇÇTÖ duygusal ihmal, duygusal istismar alt
ölçek puanları ve FOTÖ puanı arasında istatiksel olarak anlamlı korelasyon vardı.
Ayrıca depresif bozukluğu olan kadın hastalarda FOTÖ puanı ile ÇÇTÖ duygusal
istismar alt ölçek puanı arasında istatiksel olarak anlamlı korelasyon vardı. Sonuç
olarak kadınlarda çocukluk çağı travmaları özellikle duygusal istismar; fonksiyonel
olmayan tutumların gelişmesinde ve böylece bireyin depresyona yatkın hale
gelmesinde etkili olabilir.
In this study, we aimed to investigate the
relationship between childhood trauma and dysfunctional attitudes in women with
depressive disorder. According to DSM-IV criteria 70 depressive disorder patient (62
major depressive disorder, 8 dysthymic disorder), and 50 healty control matched in
age, gender, education characteristics same as a patient group. To all participants
sociodemografic information form, Childhood Trauma Questionare (CTQ), Beck
Depression Inventory (BDI) and Disfunctional Attitudes Scale (DAS) applied. In
depressive female patients DAS scores were lower, CTQ total and subscale scores
and history ofchildhood trauma were increased according to healty controls
significantly. In depressive female patients; There was significant statistical
correlation between BDI scores and CTQ emotional abuse and emotional neglect
subscales.Also between BDI scores and DAS scores. Furthermore in the patient
group DAS and CTQ emotional abuse scores significantly correlated to each other.
As a result; in women childhood traumas, especially the emotional abuse were
effective in development of dysfunctional attitudes and vulnerability for depression
by this way.
2017-01-24T06:47:56Z
2017-01-24T06:47:56Z
2013
physicsThesis
Akbaba Türkoğlu S. Depresif bozukluğu olan kadın hastalarda; çocukluk çağı ruhsal travmaları ve fonksiyonel olmayan tutumlarla ilişkisi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2013.
http://hdl.handle.net/11684/936
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/855
2017-01-03T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-01-02T14:10:03Z
urn:hdl:11684/855
Reperfüzyon tedavisi uygulanan akut st elevasyonlu miyokard enfarktüslü olgulardaki nötrofil sayılarının ve nötrofil/lenfosit oranlarının orta süreli klinik sonlanım üzerine etkileri
Yunus, Gurbet Özge
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Nötrofil Sayısı
Nötrofil/lenfosit Oranı
Akut ST-elevasyonu Mİ
EQ5D
Nuetrophil Count
Neutrophil/lymphocyte Ratio
Acute ST-elevated MI
Bu çalışmanın amacı; reperfüzyon tedavisi uygulanan akut STEMİ hastalarında prognostik değerler olarak önem kazanan inflamatuvar göstergelerden nötrofil sayısı ve nötrofil/ lenfosit oranlarının orta süreli klinik sonlanım üzerine etkilerini değerlendirmektir. Çalışmaya hastanemize başvurusunda akut STEMİ tanısı alıp primer PKG uygulanan 110 hasta dahil edildi ancak; takip eden 96 saat içerisinde 5 hasta sistemik enfeksiyon gelişmesi nedeniyle çalışma dışı bırakıldı. Takibe alınan 105 hastanın 85’i (%81) erkek, 20’si (%19) kadındı; yaş ortalamaları ise 58.36±13.01 olarak saptandı. Hastalar en az 48 saat olacak şekilde koroner yoğun bakım ünitesinde izlendi. Tüm hastalarda başvuru anında serum elektrolitleri, kan şekeri, kan üre azotu (BUN), kreatinin, AST, ALT, 0., 4., 24. ve 48. saatlerde ise tam kan sayımı çalışıldı. Hastalar takiplerinde klinik son nokta olarak ölüm, re-infarktüs ve SVO açısından izlendiler. 1. ayda telefon viziti, 6. ayda ise klinik vizit yapıldı. 6. ayda yapılan klinik vizitte 2 boyutlu transtorasik ekokardiyografi ile apikal iki ve dört boşluk görüntülemeden “modifiye Simpson” yöntemiyle sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu ölçüldü. Olgulara uluslararası geçerliliği olan EQ5D yaşam kalite ölçeği uygulandı. Absolü nötrofil sayıları (sırasıyla p=0,029, p=0,008, p=0,002, p<0,001) ve 4., 24., 48. saat WBC sayılarında artış (sırasıyla p=0,021, p=0,009, p<0,001), absolü lenfosit sayılarında düşüş (sırasıyla p=0,002, p<0,001, p<0,001) ve nötrofil/ lenfosit oranlarında artış (p<0,001) ile MACE gelişimi arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Bu çalışmanın sonuçları, yüksek nötrofil sayıları ve yüksek nötrofil/lenfosit oranlarının hastalarda re-Mİ, SVO ve ölüm gelişimini etkilediğini, ayrıca enfarkt alanını etkileyerek LVEF düşüşünde rol oynadığını gösterdi. LVEF düşüşüne bağlı olarak da dolaylı olarak hastaların yaşam kalitelerini de etkilediğini düşündürmüştür.
Aim of this study is to evaluate the mid-term clinical effects of neutrophil counts and neutrophil/lymphocyte ratio that are becoming important inflammatory prognostic factors,in acute ST-elevated myocardial infarction patients treated with reperfusion therapy. 110 patients with acute STEMI undergoing PCI for reperfusion were included the study; but within 96 hours of follow-up 5 patients were excluded due to diagnosis of systemic infection. 105 patient evaluated; 85 (81%) of them were male, 20 (19%) were female; the mean age was 59.36±13.01. Patients have been observed in coronary intensive care unit at least 48 hours. In all patients, serum electrolytes, glysemia, blood uric nitrogen (BUN), creatine, AST and ALT at admission and also 0.-4.-24. and 48. hours full blood counting have been studied. The patients have been observed in terms of re-infarction, cerebrovascular disease and death as the ultimate. In the first month phone call visits and at the end of 6 months clinical visit was commited. At the end of 6 months left ventricular ejection fraction has been measured from apical four and two chamber views and "modified Simpson" method was used by two dimensional transtorasic echocardiography. EQ5D quality of life questionnaire which is valid internationallyhas been filled in by patients. It is revealed that between MACE and at 4.-24.-48. hours absolute neutrophile counts (respectively p=0.029, p=0.008, p=0.002, p<0.001), the decrease in the absolute lymphocyte counts (respectively p=0.002, p<0.001, p<0.001), the increase in the WBC counts (respectively p=0.021, p=0.009, p<0.001), in neutrophile/lymphocyte ratio (p<0.001) are statistically significant. As a result of this study, it is obvious that high neutrophile counts and high neutrophile/lymphocyte ratios effect re-MI, cerebrovascular disease and even death; and also effect the decrease of LVEF as affecting infarct area. In relate to the decrease of LVEF, patients’ quality of life is effected negatively.
2017-01-02T14:10:03Z
2017-01-02T14:10:03Z
2013
physicsThesis
Yunus, G.Ö. Reperfüzyon tedavisi uygulanan akut ST elevasyonlu miyokard infarktüslü olgulardaki nötrofil sayılarının ve nötrofil/lenfosit oranlarının orta süreli klinik sonlanım üzerine etkileri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/855
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/856
2017-01-03T01:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_189
2017-01-02T14:10:08Z
urn:hdl:11684/856
Diz osteoartritinde denatüre olmayan kollajen tip 2 etkinliğinin değerlendirilmesi
Bakılan, Fulya
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon
Denatüre Olmayan Kollajen Tip 2
Diz Osteoartriti
Parasetamol
Knee Osteoarthritis
Paracetamol
Undenaturated Collagen Type 2
Bu
çalışma, parasetamol tedavisine eklenen denatüre olmayan kollajen tip 2 tedavisinin
diz osteoartritinde ağrı, fonksiyonel durum, yaşam kalitesi, idrarda bulunan kartilaj
dejenerasyonu ile ilişkili Coll2-1, Coll2-1NO2, Fibulin-3 düzeylerine etkilerini
değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Diz OA tanısı alan 39 hasta, randomize olarak
iki gruba ayrıldı. 19 kişiden oluşan 1. gruba, 3 ay boyunca 1500 mg/gün parasetamol
tedavisi verilirken, 20 hastadan oluşan 2. gruptaki hastalara ise 1500 mg/gün
parasetamol tedavisi ile birlikte 10 mg/gün oral denatüre olmayan kollajen tip 2
tedavisi verildi. Tedavi öncesi ve sonrası hastalar VAS (istirahat ve yürüme),
WOMAC (ağrı, tutukluk, fiziksel fonksiyon, toplam) parametreleri, 20 m yürüme
süresi, Kısa FORM-36 (fiziksel fonksiyon, fiziksel rol, emosyonel rol,
enerji/yorgunluk, emosyonel iyilik hali, sosyal fonksiyon, ağrı, genel sağlık) ve
idrarda çalışılan Coll2-1, Coll2-1NO2, Fibulin-3 düzeyleri ile değerlendirildi. Tedavi
sonrası 1. grupta VAS yürüme (p<0.05), Kısa Form-36’ nın fiziksel fonksiyon,
emosyonel rol maddeleri (p<0,01) ve fiziksel rol, sosyal fonksiyon maddelerinde
(p<0,05) anlamlı iyileşme bulunurken, 2. gruptaki hastalarda VAS yürüme
(p<0.001), WOMAC ağrı ve total (p<0.01), WOMAC fiziksel fonksiyon (p<0,05),
Kısa Form-36’nın fiziksel fonksiyon, fiziksel rol, emosyonel rol ve ağrı
maddelerinde (p<0,05) anlamlı iyileşme bulundu. Gruplar arası karşılaştırmada ise
hiçbir parametrede anlamlı fark yoktu. Çalışmamızın sonucunda, parasetamol
tedavisine eklenen denatüre olmayan kollajen tip 2’ nin, diz osteoartritli hastaların
semptomatik tedavisinde etkili olduğu ancak bunun tek başına parasetamol
tedavisine göre üstün olmadığı gösterildi.
This study evaluates effects of undenaturated collagen type 2 treatment in knee
osteoarthritis on the pain, functional condition, quality of life and Coll2-1, Coll2-
1NO2, Fibulin-3 levels in the urine with regard to cartilage degeneration. 39 patients
diagnosed with knee osteoarthritis were randomly separated into two groups. The 1st
group includes 19 patients given 1500 mg/day paracetamol treatment, the 2nd group
consists of 20 patients given 1500 mg/day paracetamol treatment and 10 mg/day
undenaturated collagen type 2 treatment for three months. The patients were assessed
before and after the treatment VAS (rest and walking), WOMAC (pain, stiffness,
physical function, total) with, 20 m walking time, Short Form-36 (physical
functioning, physical role, emotional role, vitality, mental health, social role
functioning, bodily pain, general health), Coll2-1, Coll2-1NO2 and Fibulin-3 levels
in urine. Following the treatment, significant improvement was observed in VAS
walking (p<0.05), Short Form-36: physical functioning, emotional role (p<0,01), and
Short Form-36: physical role, social role functioning (p<0,05) in group 1. VAS
walking (p<0.001), WOMAC pain ve total (p<0.01), WOMAC physical functioning
(p<0,05), Short Form-36: physical functioning, physical role, emotional role and
bodily pain (p<0,05) values of group 2. In comparison between the groups,
significant difference was not found. As a result, our study demonstrated that
undenaturated collagen type 2 treatment is effective in the symptomatic treatment of
patients with osteoarthritis, however it is not superior to the paracetamol treatment.
2017-01-02T14:10:08Z
2017-01-02T14:10:08Z
2013
physicsThesis
Bakılan, F. Diz Osteoartritinde Denatüre Olmayan Kollajen Tip 2 Etkinliğinin Değerlendirilmesi: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/856
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/881
2017-01-05T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-04T06:12:46Z
urn:hdl:11684/881
2002-2012 yılları arasında neonatoloji yoğun bakım ünitesinde saptanan fungal ajanlar ve klinik değerlendirilmesi
Soydemir, Şirin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
İnvaziv Fungal Enfeksiyon
Candida
Yenidoğan
Invasive Fungal Infection
Neonatology
İnvaziv fungal enfeksiyonlar, özellikle uzun süre
yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde yatan erken doğmuş veya düşük doğum ağırlıklı
bebeklerde görülebilen önemli hastane enfeksiyonlarından birisidir. Bu
enfeksiyonların çoğu Candida türleri ile ortaya çıkar. Genellikle yenidoğanlarda
yaygın kandida sepsisi şeklinde seyreder ve mortalitesi yüksektir. Bu çalışmada
2002-2012 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan steril bölge kültürlerinde mantar üremesi
olan hastaların klinik ve mikrobiyolojik olarak retrospektif değerlendirilmesi
amaçlandı. Hastalar Mikrobiyoloji labaratuar kayıtlarından tespit edilip, demografik,
mikrobiyolojik ve klinik verileri dosyalarından geriye dönük olarak incelendi.
Çalışma süresince toplamda 260 hastada fungal ajan tespit edildi. Bunlardan 172’si
steril vücut bölgelerinde mantar üremesi olan grup 1, 88’i kolonizasyon olan grup 2
idi. Hastaların tümünün Candida enfeksiyonu açısından en az bir risk faktörü vardı.
En sık rastlanan risk faktörleri önceden antibiyotik kullanımı (%93.1), total
parenteral nutrisyon (%60), mekanik ventilasyon (%56.9), önceki enfeksiyon
(%38.8), resüsitasyon (%25.4), umbilikal katater (%21.2), santral venöz katater
(%18.1) idi. İnvaziv enfeksiyonda en sık izole edilen tür C.albicans (%77.3). Nonalbicans
C. türleri arasında en sık görülen C.parapsilosis (%5.8) ve C.glabrata
(%5.8) idi. Hastaların hepsinde altta yatan hastalık mevcuttu. İnvaziv kandida
enfeksiyonlu hastalarda mortalite oranı %23.2 saptandı. Gestasyon haftası ve doğum
ağırlığının düşük olması, asfiksi, RDS, surfaktan tedavisi, NEC, mekanik ventilatör,
umbilikal ve santral katater, TPN, resüsitasyon, azol profilaksisi mortaliteyi arttıran
istatistiksel olarak anlamlı risk faktörleri idi. C.albicans ve non-albicans Candida
türleri arasında mortalite oranları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulunamadı (p>0.05). Non-albicans C.türlerinde C.albicans ile karşılaştırıldığında
invaziv girişimlerin daha çok uygulandığı ve RDS, BPD, NEC, ROP ve surfaktan
tedavisi gibi prematürite sorunlarının anlamlı yüksek görüldüğü tespit edildi.
Invasive fungal agents are one of the most important
nosocomial infections in those premature or low-birth-weight infants who have long
been hospitalized in Neonatology Intensive Care Unit. Most of such infections are
due to Candida species. They mostly appear to be common candida sepsis in
neonatals and mortality of the sepsis is high. The aim of this study was to
retrospectively assess clinical and microbiological results from those patients who
had proved positive fungal proliferation on sterile field culture and who had been
hospitalized in Neonatology İntensive Care Unit of medical faculty of Eskişehir
Osmangazi University between 2002-2012. Patients was picked up from
microbiological laboratory registration book. Demographic, clinical and
microbiological datas of the patients in the registration book were noted down.
During the period of the study, fungal agents were seen in 260 patients. Fungal
agents had proliferated on sterile body areas in 172 of 260. İn 88 of 260 there was
colonization. All of the patients had at least one risk factor with regard to Candida
infection. The most frequent risk factors were previous antibiotic use (%93.1), total
parenteral nutrition (%60), mechanical ventilation (%56.9), previous infection
(%38.8), resuscitation (%25.4), umbilical catheter (%21.2), central catheter (%18.1).
The most isolated species on cultivation was C.albicans (%77.3). The most frequent
non-albicans C. species were C. Parapsilosis (%5.8) and C. Glabrata (%5.8). All the
patients had underlying disease. Mortality rate in those who had invasive candida
infection was %23.2. Gestation week, low-birth-weight, asphyxia, RDS, surfactant,
NEC, mechanical ventilator, umbilical and central catheter, TPN, resuscitation, azole
prophylaxis were all statistically significant risk factors. There was no difference
between C.albicans and non-albicans C. species mortality rates (p>0.05). After being
compared with C. albicans, invasive procedures were more applied to those who had
non-albicans C species. Premature problems such as RDS, BPD, NEC, ROP and
surfactant use in the non-albicans C. group were significantly high.
2017-01-04T06:12:46Z
2017-01-04T06:12:46Z
2012
physicsThesis
Soydemir Ş. 2002-2012 yılları arasında Neonatoloji Yoğun Bakım Ünitesi’nde saptanan fungal ajanlar ve klinik değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/881
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/868
2017-01-05T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2017-01-04T06:12:15Z
urn:hdl:11684/868
Eskişehir Mahmudiye’de erişkinlerde hipertansiyon insidansı ve risk faktörleri
Erkoç, Sultan Balız
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Hipertansiyon
İnsidans
Prospektif Çalışma
Hypertension
Incidence
Prospective Study
Hipertansiyon, bugün hem
gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde toplumun büyük bir kısmını etkileyen ve
öneminin giderek artmasının yanı sıra hastaların pek çoğunun tedavisinin yetersiz
kaldığı bir hastalıktır. Hipertansiyonun değiştirilebilir ve önlenebilir olması
nedeniyle, gerek halk sağlığı çalışmalarına ışık tutması, gerekse birincil koruyucu
önlemlerin alınabilmesi amacıyla hipertansiyon prevalansının yanı sıra bir yıllık
hipertansiyon insidansının ve risk faktörlerinin belirlenmesi için çalışma yapıldı.
Çalışma, Kasım 2011- Ocak 2013 tarihleri arasında Mahmudiye İlçe Merkezinde, 18
yaş ve üzeri tüm erişkinlerde bir yıl ara ile iki aşamada yapılan prospektif bir
araştırmadır. Birinci aşamada Mahmudiye’de yaşayan erişkinler evlerinde tek tek
ziyaret edilerek, anket uygulaması ve kan basıncı ve antropometrik ölçümleri yapıldı.
Çalışmanın ikinci aşaması, hipertansiyon insidansının saptanması için bir yıl aradan
sonra gerçekleştirildi. Birinci aşama çalışmada kan basıncı normal sınırlar içinde
saptanan ve antihipertansif tedavi almayanlar tekrar hanelerinde tek tek ziyaret
edilerek anket uygulaması ve ölçümlerin tekrarı yapıldı. Mahmudiye’de birinci
aşama çalışmada 1553 kişiye ulaşıldı ve hipertansiyon prevalans hızı %33.6 olarak
bulundu. Çalışmanın ikinci aşamasında ise birinci aşamada kan basıncı normal
sınırlar içinde saptanan ve antihipertansif tedavi almayan 1031 kişinin 564
(%54.7)’üne ulaşıldı. Çalışma grubunda hipertansiyon insidans hızı %8.7, yaşa
standardize hipertansiyon insidans hızı ise %8.8 olarak bulundu. Hipertansiyon
insidans hızı ile ilişkili faktörler olarak yaş, fizik aktivite düzeyi ve abdominal
obezite varlığı bulundu. Hipertansiyondan korunma ve risk faktörlerinin kan basıncı
üzerine etkisini değerlendirmek için zamanında ve doğru yapılan hipertansiyon ve
risk faktörleri sürveyans çalışmalarının gerekli olduğu sonucuna varıldı.
Hypertension, both in developed and developing countries, affects large part of
the community, and today, the importance of the disease is increasing due to the
failure of treatment of most of the patients. Due to the preventable status of
hypertension, the present study was conducted to determine the prevalence as well as
the one-year incidence and risk factors of hypertension in order to take primary
preventive measures and to light the way for future public health studies. The study
is a prospective study conducted on all adults aged 18 years or older living in
Mahmudiye district center, in two stages with an interval of one year between
November 2011 and January 2013. In the first stage, all adults living in Mahmudiye
were visited at their home and a questionnaire form implemented, and blood pressure
and anthropometric measurements were obtained. The second stage of the study was
conducted after one year, in order to evaluate the incidence of hypertension. The
adults having normal blood pressure in the first stage and not using antihypertensive
medication were visited again at their home and the questionnaire form and the
measurements were repeated. A total of 1553 individuals were visited during the first
stage and the prevalence rate of hypertension was found to be 33.6%. During the
second stage, 564 (54.7%) of the 1031 individuals who had normal blood pressure in
the first stage and not using antihypertensive medication were visited at their home.
The incidence rate of hypertension was 8.7% and age-standardized incidence rate of
hypertension was found to be 8.8%. Age, physical activity level and abdominal
obesity were found to be significantly associated with incidence rate of hypertension.
It is concluded that, accurate hypertension and risk factors surveillance studies are
necessary in order to evaluate the effects of risk factors of hypertension and
preventing from hypertension.
2017-01-04T06:12:15Z
2017-01-04T06:12:15Z
2013
physicsThesis
Balız Erkoç S, Eskişehir Mahmudiye’de Erişkinlerde Hipertansiyon İnsidansı ve Risk Faktörleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/868
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/919
2017-01-17T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-01-16T08:16:12Z
urn:hdl:11684/919
Böbrek taşı olan ankilozan spondilitli hastalarda taşa yol açabilecek risk faktörlerinin seri incelemesi
Gönüllü, Emel
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Ankilozan Spondilit
Böbrek Taşı
Kesitsel
Ankylosing Spondylitis
Renal Stone
Cross-sectional
Ankilozan spondilit (AS) aksiyel iskelet, entezis bölgeleri ve periferik eklemleri etkileyen kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Ankilozan spondilitin en önemli özelliği radyografik sakroileit ve spondilit ile ilişkili inflamatuvar tipte bel ağrısıdır. Ankilozan spondilitli hastalarda böbrek taşı prevalansının artmış olduğu bulunmuştur. Böbrek taşı oluşumunun metabolik değişikliklerden etkilendiği düşünülmektedir. Daha önce, merkezimizde metabolik değişikliklerin araştırıldığı kesitsel bir çalışma yapılmıştır. Kesitsel araştırmaların neden sonuç ilişkisi kurmada olumsuzluk yarattığı bilinmektedir. Bu yüzden seri değerlendirmelerle AS’lilerde renal taş oluşumunda metabolik faktörlerin rolünü test ettik. Bizim bu çalışmadaki amacımız, metabolik değişikliklerin belli aralıklarla izlenmesinin kesitsel araştırılmayla elde edilen tek değerlendirme sonuçlarına göre daha anlamlı sonuç verip vermeyeceğini test etmektir. Araştırmada böbrek taşı olan 30 AS’li hasta, böbrek taşı olmayan 30 AS’li hasta ve 20 sağlıklı kontrol çalışmaya alındı. Hastalar 1984 Modifiye New York kriterlerini karşılamaktaydı. Hastalık aktivitesi ve fonksiyonel kayıp ölçümleri için Bath Ankilozan Spondilit Aktivite İndeksi ve Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi kullanıldı. Böbrek ultrasonografisi ve kemik mineral dansitometrisi yapıldı. Serum kalsiyum, fosfor, paratiroid hormonu, magnezyum, immunglobulin A,idrar pH, 24 saatlik idrarda kalsiyum ve fosfat atılımı ölçüldü. Kan ve idrar örneklerinin incelenmesi aylık periyotlarla tekrarlandı. Çalışma sonunda, AS’li hastalarda böbrek taşını öngörmede, hastalığın süresi, aile öyküsünün varlığı, spinal mobilite ölçümlerinin kısıtlılığı, uzun süre NSAİİ kullanımı ihtiyacının olması, yüksek kan IgA düzeyleri, 24 saatlik idrarda kalsiyum ve fosfor atılımlarının yüksek olmasının yol gösterici olabileceği sonucuna varıldı.
Ankylosing spondylitis (AS), is a chronic inflammatory disease that affects the axial skeleton, the entheses and the peripheral joints. The hallmark of AS is inflammatory back pain associated with radiographic sacroiliitis and spondylitis. Renal stone prevalence was found to increase in AS patients. It’s thought that urinary stone formation can be affected by metabolic changes. A cross-sectional study for investigating the metabolic changes were done formerly in our center. Cross-sectional studies have been known to create problems for constructing a causation. For this reason, we tested the role of metabolic factors for the formation of renal stones in patients with ankylosing spondylitis In this study, our aim is to find out if there is a significance when the records of metabolic changes are repeated with certain intervals against one measurement. Thirty AS patients with renal stone, 30 AS patients without renal stone and 20 healthy control individuals were enrolled for the study. All the patients were fullfilled the 1984 Modified Newyork Criteria. Physical examination and metrological indexes were applied. Bath Ankylosing Spondylitis Activity Index and Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index were used to evaluate the activity and functional loss of the disease. Renal ultrasonography, bone mineral dansitometry changes were recorded. Blood samples for serum calcium, phosphate, parathyroid hormone, magnesium, immunoglobulin A and urine pH, twenty-four hour urinary calcium and phosphate were obtained. The blood and the urine samples were repeated monthly for the study. We concluded that the duration of the disease, family history, limited spinal mobility, the period of NSAID use, the level of IgA, 24 hour excretion of urinary calcium and phosphorus may predict the renal stone among AS patients, at the end of the study .
2017-01-16T08:16:12Z
2017-01-16T08:16:12Z
2013
physicsThesis
Gönüllü, E. Böbrek taşı olan ankilozan spondilitli hastalarda taşa yol açabilecek risk faktörlerinin seri incelemesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/919
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/869
2017-01-05T01:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_187
2017-01-04T06:12:17Z
urn:hdl:11684/869
Plak tip psoriazis tedavisinde asitretin ve dar bant uvb ile plasebo ve dar bant uvb kombinasyonunun karşılaştırıldığı tek kör çalışma
Gürel, Gülhan
TR171710
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar
Psoriazis
Dar Bant UVB
Asitretin
Skindex 29
Psoriasis
Narrow-Band UVB
Acitretin
Psoriazis vulgaris etyolojisi tam olarak bilinmeyen, keskin sınırlı, eritemli, skuamlı papül ve plaklar ile karakterize, kronik seyirli bir hastalıktır. Hastalık günlük yaşam etkinliklerini ve yaşam kalitesini olumsuz etkiler. Bu nedenle etkin biçimde tedavisi önemlidir. Orta ve şiddetli psoriaziste dar bant UVB tedavisi etkili tedavi seçeneklerinden bir tanesidir. Asitretin ile dar bant UVB tedavisinin kombine edilmesinde amaç yan etkilerin azaltılması ve klinik etkinliğin arttırılmasıdır. Tedavi seçiminde ve tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde, psoriazisin klinik şiddetinin yanısıra, yaşam kalitesi ölçeklerinin de kullanılması uygun olacaktır. Bu çalışmada vücut yüzey alanının %10’undan fazlası tutulmuş plak tip psoriazisi olan 50 hasta, yaş ve cinsiyet açısından farklılık olmayan 25’er kişilik 2 gruba ayrıldı. Birinci grupta hastalara dar bant UVB ile birlikte 25 mg/gün oral asitretin tedavisi, ikinci grupta hastalara dar bant UVB ile plasebo tedavisi 12 hafta boyunca verildi. Hastalar başlangıçta ve 12 hafta boyunca 2 haftada bir olacak şekilde değerlendirildi. Her kontrolde bağımsız bir gözlemci tarafından PASI değerlendirildi. Hasta tarafından değerlendirilen SAPASI hesaplandı. Yan etkiler açısından hastalar sorgulandı. Tedavi öncesi ve sonrasında hastaların yaşam kalitesi Skindex 29 ile değerlendirildi. Asitretin ve dar bant UVB kombinasyonunu ile tek başına dar bant UVB tedavisi alanlara göre klinik yanıtın daha iyi olduğu gözlendi. Yan etkiler açısından bakıldığında dar bant UVB’nin hastalar tarafından iyi tolere edildiği ve asitretine bağlı yan etkilerin düşük dozlarda daha az ortaya çıktığı saptandı. Yaşam kalitesine etkisi açısından her iki tedavi protokolününde de Skindex 29’un semptom, fonksiyon ve emosyon skalaları skorlarında ileri düzeyde anlamlı düzelme sağladığı gözlendi.
Psoriasis vulgaris is a chronic disease with unknown etiology that is characterized by sharply demarcated, erythematous, scaly papules and plaques. The disease affects the daily living activities and quality of life negatively. Therefore, effective treatment is important. Narrow-band UVB therapy is an effective treatment option for moderate to severe psoriasis. The objectives of combining narrow-band UVB therapy with acitretin are to decrease the side effects and to increase the clinical effectiveness. In addition to the clinical severity of psoriasis, the use of quality of life scales may be appropriate for treatment decision and evaluation of response to treatment. In this study, a total of 50 patients with plaque type psoriasis in whom more than 10% of body surface area affected were divided into 2 groups of 25 subjects with no difference in terms of age and sex. The first group of patients was treated with narrow-band UVB and 25 mg/day oral acitretin and the second group of patients was treated with narrow-band UVB and placebo for 12 weeks. Patients were evaluated at baseline and then every 2 weeks for 12 weeks. PASI was evaluated by an independent observer in each follow-up visit. SAPASI assessed by the patient was calculated. The patients were questioned for side effects. Pre- and post-treatment quality of life was evaluated by Skindex 29. Clinical response was found to be better in patients treated with the combination of acitretin and narrow-band UVB compared to those treated with narrow-band UVB therapy alone. With regard to side effects, narrow-band UVB therapy was well tolerated by patients and acitretin-related side effects were less common at lower doses. In terms of their impacts on quality of life, both treatment protocols were found to lead to significant improvement in the symptoms, function and emotional scales scores of Skindex 29.
2017-01-04T06:12:17Z
2017-01-04T06:12:17Z
2013
physicsThesis
Gürel, G. Plak tip psoriazis tedavisinde asitretin ve dar bant UVB ile plasebo ve dar bant UVB kombinasyonunun karşılaştırıldığı tek kör çalışma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2013.
http://hdl.handle.net/11684/869
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/867
2017-01-05T01:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2017-01-04T06:12:13Z
urn:hdl:11684/867
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi öğrencilerinde sigara, alkol ve madde kullanım yaygınlığı
Dayi, Ali
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Sigara
Alkol
Madde
Öğrenci
Üniversite
Yaygınlık
Gençlik
dönemi, bağımlılık yapıcı madde ile karşılaşma ve kullanma açısından riskli bir
dönemdir. Üniversite yıllarına denk gelen bu süreç, yaşanılan yerden ayrılma, yeni
bir çevreye uyum, bir mesleğe aday olma, gelecek planlarıyla ilgili belirsizlik gibi
birçok sorunun olduğu bir dönemdir. Kişinin bütün bu sorunlarla baş etme
çabasının sigara, alkol ve madde kullanımını kolaylaştırdığı bildirilmiştir. Bu
çalışmada, Osmangazi Üniversitesi öğrencilerinde sigara, alkol ve madde kullanım
yaygınlığı ve sosyodemografik değişkenlerle ilişkisi araştırılmıştır. Çalışmaya,
Osmangazi Üniversitesi’nin 7 fakülte ve Sağlık Meslek Yüksekokulu’ndan toplam
3114 öğrenci dahil edilmiştir. Veri toplamak amacıyla bir anket formu ve
Fageström Nikotin Bağımlılık Ölçeği kullanılmıştır. Veri analizi için Pearson Ki-
Kare, t-testi, Binary Lojistik Regresyon modeli, Hosmer and Lemeshow Testi ve
Mann-Whitney Test kullanılmıştır. Osmangazi üniversitesi öğrencilerin yaşam
boyu sigara kullanım yaygınlığı %40.2’dir. Erkeklerde bu oran %55.2, kadınlarda
ise bu oran %29’dur. Yaşam boyu alkol kullanım yaygınlığı %60.8, yaşam boyu
sigara ve alkol dışınca madde kullanım yaygınlığı ise %11 olarak saptanmıştır.
Çalışmamızda; sigara, alkol ve madde kullanımın; erkeklerde, yalnız yaşayan
öğrencilerde, kendilik algısı ve geleceğe yönelik olumsuz düşünceleri olanlarda,
‘heyecan’ arayanlarda ve öfke kontrolünde güçlük çekenlerde daha yüksek olduğu
saptanmıştır. Ayrıca aile bireylerinin ve özellikle yakın çevresinde sigara, alkol ve
madde kullanımı olan öğrencilerde de sigara, alkol ve madde kullanım
yaygınlığının daha yüksek olduğu saptanmıştır.
The
period of youth is a risky period for meeting and using addictive substance. This
period which is comes up with university years contains a lot of problems like
leaving a place, orientation to a new environment, being nominated to a
profession, uncertainty about future plans. It was specified that a person’s effort to
cope with all these problems makes it easy to use cigarette, alcohol and substance.
In this study, it was researched that prevalence of cigarette, alcohol and substance
using and its connection with socio-demographic variables. From 7 faculties and
vocational high schools of Osmangazi University totally 3114 students were
included to the study. A survey form and Fagestrom Nicotine Addiction Scale
were used to get the data. For analyzing the data, Pearson's chi-square, t-test,
Binary Logistic Regression Model, Hosmer and Lemeshow Test and Mann-
Whitney Test were used. The prevalence of Osmangazi University students’
lifelong cigarette use is %40, in males this rate is %55.2, in females the rate is
%29. It was determined that the prevalence of lifelong alcohol use is %60.8, the
prevalence of lifelong substance use except from cigarette and alcohol is %11.
When the findings of the study were examined, it was determined that cigarette,
alcohol and substance use is higher in males, in the students who live alone, who
have the negative ideas about their-selves and the future, who are looking for
excitement and who take the challenge about anger control. Also, it was
determined that cigarette, alcohol and substance use is higher in the students
whose family members and especially whose relatives use cigarette, alcohol and
substance.
2017-01-04T06:12:13Z
2017-01-04T06:12:13Z
2013
physicsThesis
Dayi A. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Öğrencilerinde Sigara, Alkol Ve Madde Kullanım Yaygınlığı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/867
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/891
2017-01-11T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-01-10T06:52:10Z
urn:hdl:11684/891
Anemi ayırıcı tanısında yeni eritrosit parametrelerinin kullanımı
Karagüll, Mustafa
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Anemi
Demir Eksikliği
Eritrosit Parametreleri
Anemia
Iron Deficiency
Erythrocyte Parameter
Aneminin ayırıcı tanısında bazı biyokimyasal göstergelere;
eritrosit parametreleri, ferritin, transferin saturasyonu(TSAT), transferin, transferrin reseptörü
serum demiri, total demir bağlama kapasitesine dayanmaktadır. Son yıllarda ayırıcı tanıda
kullanılan konvansiyonel parametrelerin zayıf veya göreceli olduğunu belirten yayınlar
mevcut olup, ayırıcı tanı için tanısal tetkiklere RSf, LHD, MAF, Transferrin/ Log Ferritin gibi
daha hassas laboratuar parametrelerinin eklenmesi önerilmektedir. Çalışmamızda aneminin
ayırıcı tanısında bu parametrelerin değerlendirilmesi amaçlandı. Bu çalışma Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ġç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı
polikliniğinde planlandı. DEA‟ si (serum hemoglobin değeri <12 gr/dl, TSAT<%20, ve serum
ferritin düzeyi<20 ng/ ml) olan 136 hasta, KHA‟ si (serum hemoglobin değeri < 12 gr/dl,
TSAT>%20 ve serum ferritin düzeyi>50 ng/ ml) olan 50 hasta, kronik böbrek yetmezliği
(KBY) olup anemisi olan 56 hasta, beta talasemisi olan 34 hasta ve 166 sağlıklı kontrol dahil
edildi. Parametreler; RSf= √(MRV X MCV), MAF={(Hgb X MCV)/100} ve LHD= 100 X
√1-{1/(1 + e 1.8 (30-MCHC))} formülleriyle hesaplandı. RSf ve MAF değerleri; DEA ve talasemili
olgularda KHA ve KBY olan olgulara göre daha düşüktü (p<0,001). LHD ve transferrin/ log
ferritin değerleri DEA‟li olgularda KHA ve KBY olan olgulara göre anlamlı derecede yüksek
(p<0,001) idi. RSf, MAF, LHD ve T/LF değerleri açısından gruplar arasındaki farklar
istatistiksel olarak anlamlıydı. RSf ve MAF değerleri ile hematokrit, MCV, MCH, MCHC,
demir, transferrin saturasyonu ve ferritin düzeyleri arasında pozitif korelasyon (P<0,001),
serum total demir bağlama kapasitesi ve transferrin düzeyi arasında negatif korelasyon
(P<0,001) saptandı. LHD ve transferrin/ log ferritin değerleri ile hematokrit, MCV, MCH,
MCHC, demir, transferrin saturasyonu ve ferritin düzeyleri arasında negatif korelasyon
(P<0,001), serum total demir bağlama kapasitesi ve transferrin düzeyi arasında pozitif
korelasyon (P<0,001) saptandı. Anemilerin ayırıcı tanısında kullanılan güncel parametrelerin
yorumunda bazen güçlükler olabilmektedir. Çalışmamızda, anemilerin ayırıcı tanısında yeni
eritrosit parametrelerinin konvansiyonel parametrelere alternatif olarak güvenle
kullanılabileceği tespit edilmiştir.
The differential
diagnosis of anemia is based on some biochemical indicators of iron metabolism; parameters
of erythrocytes, ferritin, transferrin saturation, transferrin, serum iron and total iron binding
capacity. In recent years, since there are some studies reporting that these conventional
parameters are weak or relative, more sensitive tests including RSf, LHD, MAF and
Transferrin/ Log Ferritin are recommended to be included in the differential diagnosis of
anemias. In our study, we aimed to evaluate these parameteres in the differential diagnosis of
anemia. The study was conducted at EskiĢehir Osmangazi University, Faculty of Medicine,
Department of Hematology. After obtaining the approval of the Ethics Committee and
informed consent, 136 patients with iron deficiency anemia(IDA) ( serum hemoglobin <12
gr/dl, TSAT <20% and serum ferritin <20 ng/ml), 50 patients with anemia of chronic disease
(ACD) (serum hemoglobin <12gr/dl, TSAT >20% and serum ferritin >50ng/ml), 34 patients
with beta thalassemia , 56 patients with anemia of chronic kidney disease (CKD) and 166
patients with healthy controls were included. Parameters were calculated with the following
formulations; RSf= √(MRV X MCV), MAF={(Hgb X MCV)/100} and LHD= 100 X √1-
{1/(1 + e 1.8 (30-MCHC)). RSf and MAF levels were lower in patienst with iron deficiency anemia
and beta thalassemia compared to patients with anemia of chronic disease and anemia of
CKD. LHD and Transferrin / Logaritmic ferritin were markedly higher in patients with IDA
when compared to patients with ACD and CKD. RSf and MAF showed a significant positive
correlation with hematocrite, MCV, MCH, MCHC, serum ıron, transferrin saturation, serum
ferritin levels and a negative correlation with transferrin and total iron binding capacity. As
well as, LHD and T/LF showed a significant negative correlation with hematocrit, MCV,
MCH, MCHC, serum ıron, transferrin saturation, serum ferritin levels and a positive
correlation with transferrin and total iron binding capacity. Parameters used in routine
differential diagnosis of anemia , as well as the current need for more sensitive and robust
indicators available. In our study, we showed that new erythrocyte parameters can be
confidentially used in the differential diagnosis of anemia alternatively to conventional
parameters.
2017-01-10T06:52:10Z
2017-01-10T06:52:10Z
2014
physicsThesis
Karagülle, M. Anemi Ayırıcı Tanısında Yeni Eritrosit Parametrelerinin Kullanımı . Eskişehir Osmangazi Ünivresitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir-2014.
http://hdl.handle.net/11684/891
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/907
2017-01-17T01:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_196
2017-01-16T08:15:06Z
urn:hdl:11684/907
T1-2N0M0 evreli meme kanserli hastalarda prognostik ve prediktif faktörler
Dalar, Zübeyde Baydar
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi
Erken Evre Meme Kanseri
Prognostik Faktörler
Radyoterapi
Early Stage Breast Cancer
T1-2N0M0 (Evre I-IIA) meme kanseri tanısı ile radyoterapi uygulanmış olan hastalarda prognostik faktörlerin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Kliniğinde Mayıs 2004 - Aralık 2012 tarihleri arasında T1-2N0M0 meme kanseri tanısı ile adjuvan radyoterapi uygulanmış 117 hasta tümör ve tedavi özellikleri açısından retrospektif olarak incelendi. Medyan yaş 48 (23-76) olup, hastaların 72 ‘si (%61,5) T1N0M0, 45’i (%38,5) T2N0M0 idi. 106’sına (%90,6) Meme Koruyucu Cerrahi (MKC), 11’ine (%9,4) Modifiye Radikal Mastektomi (MRM) sonrası radyoterapi uygulandı. Medyan izlem süresi 58,5 (6-111) ay olup hastaların hiçbirisinde yerel ve bölgesel yineleme görülmedi, ancak 3 hastada (%2,6) uzak metastaz saptandı. T1-2N0M0 meme kanseri adjuvan tedavisinde radyoterapi ile yerel-bölgesel kontrol oranları yüksek olmakla birlikte uzak metastaz açısından da hastaların yakın izlemi önemlidir.
Evaluation of prognostic factors in T1-2N0M0 breast cancer patients who treated with adjuvant radiotherapy has been aimed. 117 patients with T1-2N0M0 breast cancer who treated with adjuvant radiotherapy between the May 2004 and December 2012 at Eskisehir Osmangazi University School of Medicine Department of Radiation Oncology were evaluated about tumor and treatment proporties retrospectively. 72 patients (61,5%) were T1N0M0 and remained 45 patients (38,5%) were T2N0M0. Median age of was 48 (23-76). Breast Conserving Surgery (BCS) applied to 106 (90,6%) patients and Modified Radical Mastectomy (MRM) applied to 11 patients (9,4%). Mean follow-up time was 58,5 (6-111) months. There was no locoregional recurrence, but distant metastasis were seen in 3 (2,6%) patients. Eventough local and regional control rates are high in T1-2N0M0 breast cancer patients after Radiotherapy, frequent follow-up is important in case of distant metastasis.
2017-01-16T08:15:06Z
2017-01-16T08:15:06Z
2014
physicsThesis
Baydar Dalar, Z. T1-2N0M0 Evreli Meme Kanserli Hastalarda Prognostik ve Prediktif Faktörler, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi. Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/907
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/927
2017-01-17T01:00:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-16T08:16:34Z
urn:hdl:11684/927
Hipertansif ebeveynlerin normatansif çocuklarında homosistein düzeyleri
Acısu, Fatma Keleş
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Esansiyel Hipertansiyon
Kan Basıncı
Homosistein Düzeyi
Essential Hypertension
Blood Pressure
Homocysteine Levels
Çocukluk çağı hipertansiyonu erişkin dönemdeki kardiyovasküler sistem hastalıkları, kronik böbrek yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar için önemli bir risk faktörüdür. Hipertansiyonun patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır; etyolojide genetik ve çevresel birçok etken sorumlu tutulmuştur. Aile öyküsü, çocukluk çağında görülen esansiyel hipertansiyonda (EHT) önemli bir risk faktörü olarak gösterilmektedir. Hipertansif ebeveynlerin çocuklarının normotansif ebeveynlerin çocuklarına oranla daha yüksek kan basıncına sahip oldukları gösterilmiştir. Erişkinlerde ve çocuklarda hipertansiyon ile homosistein yüksekliğinin birlikteliğini ortaya koyan çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmada ise ailesinde EHT olan normotansif çocuklarda, hipertansiyon klinik olarak ortaya çıkmadan önce homosistein düzeylerinde değişiklik olup olmadığı araştırıldı. Bu amaçla 5-20 yaşları arasında ailesinde EHT olan 79 normotansif çocuk ile kontrol grubu olarak ailesinde EHT olmayan 72 normotansif çocuk çalışmaya alındı. KB değerleri tüm olgularda normal sınırlar içinde olmakla birlikte; 10 yaşından sonra ailesinde EHT olan çocuklarda kontrol grubundan yüksek saptandı (p<0.05). Plazma homosistein düzeyleri 5-9 yaş arası çocuklarda ailesinde EHT olan grup ile kontrol grubu arasında farklı değildi (p>0.05). Ailesinde EHT olan 10 yaş üzeri çocuklarda total homosistein (tHcy) düzeyleri kontrol grubundan yüksek saptandı (p<0.001). Ailesinde EHT olan çocuklarda tHcy düzeyleri ile sistolik ve diyastolik kan basınçları pozitif ilişkili (p<0.001), vitamin B12 ve folik asit düzeyleri ile negatif ilişkili bulundu (p<0.01). Sonuç olarak; çalışmamızda hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kan basıncı kontrol grubundan yüksek saptandı. Ayrıca bu çocuklarda hipertansiyon gelişmeden önce homosistein düzeyleri yüksek bulundu. Bu nedenle hipertansiyon başlamadan ve end organ hasarı meydana gelmeden önce ailesinde EHT olan çocuklarda homosistein düzeyi bakılmasının önemli olabileceği düşünülmüştür.
Childhood hypertension is a significant risk factor for cardiovascular diseases, chronic kidney failure and cerebrovascular diseases in adult ages. The pathogenesis of hypertension (HT) still remains unknown and it may result from complex interactions between many genetic and environmental factors. Family history is seen as an important risk factor for childhood essential hypertension. There are some studies showing adult and childhood hypertension in association with high homocysteine level. In this study, normotensive children with hypertensive parents have been examined about whether their plasma homocysteine levels were changed before hypertension clinically appeared. For this purpose, ranging in age from 5 to 20 years, 79 normotensive children with hypertensive parents and 72 normotensive children with non-hypertensive parents as control group have been included. With both groups having normal blood pressure (BP); after 10 years-old, children with hypertensive parents had higher BP than control group (p<0.05). Comparing 5-9 years old children with hypertensive parents to 5-9 years old children with non-hypertensive parents, plasma homocysteine levels were not different (p>0.05). In children older than 10 years old, plasma homocysteine levels in children with hypertensive parents were higher than control group (p<0.001). In the children with hypertensive parents, plasma homocysteine levels had positive relationship with systolic and diastolic BP (p<0.001) and had negative relationship with vitamin B12 and folic acid levels (p<0.01). After all, in this study, normotensive children with hypertensive parents have had higher BP levels than children with non-hypertensive parents. Also, in these children, homocysteine levels have been found high before they got HT. Therefore, it has been thought important to examine homocysteine levels before HT starts and end organ damage occurs.
2017-01-16T08:16:34Z
2017-01-16T08:16:34Z
2014
physicsThesis
Acısu Keleş, F. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında homosistein düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi. Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/927
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/974
2017-01-28T01:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-01-27T13:15:35Z
urn:hdl:11684/974
Adrenal insidentalomalı hastalarda kardiyovasküler ve metabolik risk etkenleri
Yılmaz, Burcu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Non-fonksiyonel Adrenal İnsidentaloma
Ateroskleroz
Subklinik İnflamasyon
Kortizol Otonomisi
Nonfunctional Adrenal Incidentaloma
Atherosclerosis
Subclinical Inflammation
Cortisol Autonomy
Ateroskleroz patogenezinde inflamatuar
belirteçlerin rol oynadığı sistemik bir hastalıktır ve kronik ilerleyici bir süreçtir. Nonfonksiyonel
adrenal adenomun kardiyovasküler hastalık ve metabolik sendrom riskini
artırıp arttırmadığı ya da bu tip adrenal tümörlerin kardiyometabolik risk faktörleri
olan hastalarda daha sık görülüp görülmediğine dair veriler çelişkilidir. Çalışmamızda
non-fonksiyonel adrenal adenomun kardiyovasküler ve metabolik risk etkenlerini
artırıp artırmadığını belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza 40 yaş üstü non-fonksiyonel
adrenal adenomu olan 50 kişi alındı. Kontrol grubunu yaş ve cinsiyet olarak benzer,
VKİ 19-25 arasında olan 15 sağlıklı kontrol ve VKİ ≥30 olan 15 obez sağlıklı kontrol
oluşturdu. Adrenal insidentalomalı hastalarda kadın hâkimiyeti gözlendi ve hastalarda
yaş ortalaması, bel çevresi daha yüksek bulundu. Hastalarda sistolik TA daha yüksek
ölçüldü ve gece kortizolü ile sistolik TA ve fibrinojen arasında pozitif korelasyon
saptandı. Sedimentasyon hastalarda daha yüksek bulundu. Ateroskleroz erken belirteci
olan KİMK yaşla artış gösterdi ve hastalarda daha yüksek ölçüldü. Hastalarda KİMK
ile sistolik TA, LDL, sedimentasyon, fibrinojen ve homosistein arasında pozitif ilişki
saptandı. Elde edilen veriler non-fonksiyonel adrenal insidentalomalı hastalarda
ateroskleroza yatkınlığın arttığını gösterdi, bu duruma subklinik inflamasyon ve sinsi
kortizol otonomisinin neden olabileceği düşünüldü.
Atherosclerosis that inflammatory markers play a role in the
pathogenesis is a systemic disease and chronic progressive process. The data is
conflicting whether nonfunctional adrenal incidentaloma (NFA) increases the risk of
cardiovascular disease (CVD) and metabolic syndrome or whether this type of adrenal
tumors has been found more often in patients with cardio metabolic risk factors. In our
study we aimed to determine whether NFA increases cardiovascular and metabolic
risk factors. Our study enrolled 50 people over the age of 40 with NFA. Control group
consisted of 15 healthy controls with body mass index (BMI) 19-25 and 15 obese
control with BMI ≥30 who are similar in age and sex. Women’s dominance was
observed in patients with NFA and average age, waist circumference was found to be
higher in patients. Systolic blood pressure (SBP) was measured higher in patients and
midnight serum cortisol was positively correlated with SBP and fibrinogen.
Sedimentation was found to be higher in patients. Intima media thickness (IMT), an
early marker of atherosclerosis, increased with age and was measured higher in
patients. IMT was positively correlated with systolic blood pressure (SBP), lowdensity
lipoprotein (LDL), fibrinogen, sedimentation and homocysteine in patients.
The data obtained from this study showed increased susceptibility to atherosclerosis
in patients with NFA and this situation was thought to be caused by subclinical
inflammation and insidious cortisol autonomy.
2017-01-27T13:15:35Z
2017-01-27T13:15:35Z
2013
physicsThesis
Burcu, Y. Adrenal insidentalomalı hastalarda kardiyovasküler ve metabolik risk etkenleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları A.D. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/974
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/976
2017-01-28T01:00:41Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-01-27T13:15:40Z
urn:hdl:11684/976
Akut miyokard infarktüsü geçiren ve girişimsel tedavi uygulanan tip II diyabetik hastalarda nötrofil ve nötrofil/lenfosit oranının hastane içi mortalite ve morbidite üzerine etkisi
Şenol, Utku
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Nötrofil
Akut Miyokard İnfarktüsü
Nötrofil Lenfosit Oranı
Neutrophil
Acute Myocardial Infarction
Neutrophil Lymphocyte Rate
Akut miyokard infarktüsü plak rüptürü sonucu oluĢan klinik tabloların ortak adı olmasına rağmen, patofizyolojisinin temelinde inflamasyon yatmaktadır. Yıllar öncesinden beri nötrofillerin, iskemi ve reperfüzyon sonrası miyokard hasarındaki potansiyel zararlı etkileri öngörülmüĢtü. Nötrofiller, infarktın iyileĢme süreci ve fibrozisten baĢlıca sorumlu hücrelerdir. Pek çok çalıĢma nötrofil lenfosit oranı (NLR) ile koroner arter hastalığı (KAH) arasında anlamlı bir iliĢki olduğunu göstermektedir. Yüksek NLR seviyelerinin hastane içi reinfarktüs ve mortalite açısından anlamlı olduğu saptanmıĢtır. Diyabetes mellitus gibi kronik hastalıkları olan hastalarda daha yüksek NLR düzeyleri olup, yüksek NLR seviyeleri, kontrolsüz nötrofil aktivasyonu ve azalmıĢ düzenleyici T hücre aktivitesi ile sistemik inflamasyonda belirleyici bir rol almaktadır. Bu çalıĢmada akut miyokard infarktüs geçiren ve reperfüzyon tedavisi uygulanan diyabetik hastalarda, nötrofil lenfosit oranı ile hastane içi morbidite ve mortalite arasındaki iliĢkiyi inceledik. AMĠ„li 87 hastada (ortalama yaĢ 65 ± 9) nötrofil lenfosit oranının incelenmesi için 0. saat, 24. saat, 48. saat ve taburculuk öncesi tam kan sayımı yapıldı. Tüm hastalar koroner yoğun bakım ünitesinde yattıkları sürece monitorize edildi. Hastalar hastane içi kısa dönemde komplikasyon (Ġ.SVO, GĠS kanama, stent trombozu, kontrast nefropati, aritmi ve kardiyojenik Ģok) geliĢenler ve geliĢmeyenler olarak ikiye ayrıldı. Ġstenmeyen klinik son nokta geliĢen hastalarda nötrofil lenfosit oranı daha yüksek saptandı. Mortalite geliĢen gruba daha ileri detay amaçlı ayrı bir analiz yapıldı. Bu analizin sonucunda, nötrofil lenfosit oranı mortalite geliĢen grupta istatiksel olarak daha anlamlı yüksek saptandı.
Although acute myocardial infarction is a common nomenclature of the clinical situations which is caused by plaque rupture, the basic pathophysiology is inflammation. For years, the potential harmful effects of the neutrophils‟ in the ischemia and myocardial injury after reperfusion were predicted.
The neutrophils are mainly responsible cells for the healing process of infarction and fibrosis. Recent studies showed a relationship between the neutrophil lymphocyte ratio (NLR) and coronary artery disease (CAD). High levels of NLR were found to be significant in terms of hospital mortality and re-infarction. Patients with chronic diseases such as diabetes mellitus have higher levels of NLR and high levels of NLR have a determining role in inflammation by uncontrolled systemic neutrophil activation and decreased activity of regulatory T cells. Ġn this study, we investigated the relationship between levels of neutrophils and neutrophil lymphocyte rate in patients with diabetes mellitus having acute myocardial infarction and reperfusion therapy being performed. In order to investigate neutrophil lymphocyte rate in 87 patients with acute MI (mean age 65 ±9), CBC was performed at 0th, 24th, 48th hour and before discharge. All the patients were monitorized during hospitalization in coronary care unit. During the hospitalization the patients were divided into whom developing complications such as ICVA, gastrointestinal hemorrhage, stent thrombosis, contrast agent nephropathy, arrhythmia and cardiogenic shock or not. Adverse clinical end points studied in patients with neutrophil and neutrophil lymphocyte rate levels were significantly higher than other groups. A separate analysis was performed for further details of death group. According to the results of this analysis neutrophil and neutrophil lymphocyte rate were statistically more significantly higher.
2017-01-27T13:15:40Z
2017-01-27T13:15:40Z
2013
physicsThesis
Şenol, U. Akut Miyokard İnfarktüsü geçiren ve girişimsel tedavi uygulanan Tip II diyabet tanılı hastalarda nötrofil ve nötrofil / lenfosit oranının hastane içi mortalite ve morbidite üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2013.
http://hdl.handle.net/11684/976
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/977
2017-01-28T01:00:37Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-01-27T13:15:42Z
urn:hdl:11684/977
Postmenopozal osteoporozlu hastalarda teriparatid tedavisinin endotel fonksiyonları üzerine etkisi
Çeler, Özgen
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Teriparatid
Endotel Fonksiyonu
İnflamasyon
Osteoporoz(OP), kemik kitlesinde azalma ve buna bağlı olarak kemik dokunun daha
kırılgan hale gelmesiyle karakterize bir kemik hastalığıdır. Rekombinant insan
parathormonu PTH (1-34) (teriparatid, TPTD) OP tedavisinde kullanılan
osteoanabolizan ajanlardan biridir. Düşük dozlarda intermittan uygulanması, kemik
mineral yoğunluğunu arttırmaktadır.Endojen parathormonun(PTH), glukoz ve insülin
metabolizması üzerine diyabetojenik, kardiyovasküler sistem üzerinde ise
hipertansiyon ve sol ventrikül hipertrofisi gibi etkileri olduğu saptanmıştır.
Ateroskleroz damar duvarının kronik inflamatuvar reaksiyonudur. Ateroskleroz için,
homosistein, yüksek duyarlıklı C reaktif protein (hs-CRP), fibrinojen, lipoprotein a
bağımsız risk faktörleridir. Karotis intima-media kalınlığının ölçümü(KİMK), brakial
arter çapının akım aracılı(FMD) ve nitrogliserinle uyarılan(NID) dilatasyon sonrası
invaziv olmayan yöntemlerle ölçümü, erken ateroskleroz göstergelerini
değerlendirmemizi sağlar.Bu çalışmada amacımız, postmenopozal osteoporoz(PMO)
tanılı hastalarda kullanılan TPTD tedavisinin endotel fonksiyonları, insülin
metabolizması ve inflamasyon belirteçleri üzerine olan etkilerinin
değerlendirilmesidir. 23 PMO tanılı hastada TPTD tedavisi öncesi ve tedavi sonrası
6. ayda KİMK, FMD, NID, insülin direnci(HOMA-IR), hs-CRP, fibrinojen,
lipoprotein-a(lp-a), homosistein, kemik döngü belirteçlerinden osteokalsin(OK)(0-3-
6.ay), deoksipiridinyum(DPD)(0-3-6.ay) ölçümleri yapıldı. KİMK, lp-a, hs-CRP
ölçümleri arasında fark saptanmazken, tedavi sonrasında HOMA-IR, homosistein,
osteokalsin, deoksipiridinyum düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı.
OK ve DPD'in 3. ve 6. ay ölçümleri arasında fark saptanmadı. Tedavi sonrası 6. ayda
FMD ve NID yüzde değişimlerinde, tedavi öncesi döneme göre istatistiksel açıdan
anlamlı azalma olduğu saptandı. Çalışmamızda, TPTD'in endojen parathormon
artışında olduğu gibi, glukoz metabolizması üzerine olumsuz etkilerinin olduğu, NID
ve FMD yanıtını bozduğu, inflamasyon yanıtının artışına yol açtığı saptanmıştır.
Osteoporosis (OP) is a bone disease characterised by low bone
mass and deterioration of bone tissue leading to bone fragility. Recombinant human
parathormone, PTH (1-34) (teriparatide, TPTD) is an osteoanabolic agent which is
used for OP treatment. Low-dose intermittent usage increases the bone mineral
intensity. Endogenous parathormone (PTH) has diabetogenic effects on glucose and
insulin metabolism and causes hypertension and left ventricular hypertrophy.
Atherosclerosis is a chronic inflammatory reaction of the vascular wall.
Homocysteine, high-sensitivity C-reactive protein (hs-CRP), fibrinogen, lipoproteina
are independent risk factors for atherosclerosis. Non-invasive methods such as
carotid intima-media thickness (CIMT) measurement, brachial arterial flow mediated
(FMD) and nitroglycerine induced (NID) dilatation provide proper assessment of
early atherosclerosis signs. In the present study, we aimed to evaluate the effects of
TPTD treatment on endothelial functions, insulin metabolism and inflammation
markers in patients diagnosed with postmenopausal osteoporosis (PMO). CIMT,
FMD, NID, insulin resistance (HOMA-IR), hs-CRP, fibrinogen, lipoprotein-a (lp-a),
homocysteine (before and 6 months after treatment) and bone turnover markers
including osteocalcin (OC) (0-3-6th months), deoxypyridinium (DPD) (0-3-6th
months) were measured in 23 patients with PMO. No difference was found in CIMT,
lp-a, hs-CRP but there was a statistically significant increase in HOMA-IR,
homocysteine, OC and DPD levels after treatment. No difference was found in 3 and
6-month measurements of OC and DPD. There were statistically significant decrease
on the percent change of FMD and NID at 6 months after treatment compared to
before treatment. In our study, it was determined that TPTD excess as in the case of
endogenous parathormone, obliterates the NID and FMD responses, increases the
inflammation response and it has adverse effects on glucose metabolism.
2017-01-27T13:15:42Z
2017-01-27T13:15:42Z
2013
physicsThesis
Çeler, Ö. Postmenopozal osteoporozlu hastalarda teriparatid tedavisinin endotel fonksiyonları üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/977
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/954
2017-01-28T01:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:36Z
urn:hdl:11684/954
Ekzojen obezitesi olan hastalarda total oksidatif stres ve total antioksidan kapasite düzeyleri; probiyotiklerin bu düzeylere etkisi
İpar, Necla
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Obezite
Antropometrik Ölçüm
TOS
TAK
Probiyotik
Obezite, enerji alınımının enerji harcanmasını aştığı
durumlarda vücutta aşırı yağ depolanması ile karakterize morbidite ve mortalite oranı
yüksek olan kronik inflamatuar bir hastalıktır. Alınan enerjinin azaltılması ve
aktivitenin arttırılması temeline dayanan standart tedavide başarı oranı düşük olup,
çocukluk çağı obezitesi büyük oranda erişkin dönemde de devam etmektedir. Standart
tedaviye ek olarak başka destek tedavilerinin bulunması yararlı olacaktır. Bu çalışma
ekzojen obezitesi olan hastalarda standart tedaviye ek olarak verilecek probiyotik
tedavisinin antropometri, biyokimyasal parametreler, sedimentasyon, CRP, TOS ve
TAK düzeyleri üzerine etkinliğini araştırmak amacı ile yaşları 5 ile 18 arasında 77
ekzojen obez ve kontrol grubu olan 40 sağlıklı çocukta yapıldı. Hastalar iki gruba
ayrılarak bir gruba diyet, diğer gruba diyet+probiyotik tedavisi verildi ve bir ay sonra
tekrar değerlendirildi. Hastalarda TOS değeri kontrol grubuna göre önemli derecede
yüksek bulundu. Diyet grubunda tedavi sonrası hastaların %64.2’si kilo verdi. Tüm
antropometrik ölçümlerde, sedimentasyon düzeyinde anlamlı azalma, TAK düzeyinde
anlamlı artma gözlendi. Diyet+probiyotik grubunda hastaların %71.4’ü kilo verdi. Bu
grupta da tüm antropometrik ölçümlerde, total kolesterol, LDL-K ve TOS düzeylerinde
anlamlı derecede azalma saptandı. Diyet+probiyotik verilen obez hasta grubunda tedavi
sonrası VA, VKİ ve CKK’da azalma oranının diyet verilen gruba göre önemli derecede
yüksek, TOS düzeylerinin ise önemli derecede düşük olduğu görüldü. Bu çalışmadan
elde edilen sonuçlar, hastaların tek hekim tarafından iyi aydınlatılarak yakın takibinin
tedavide etkin olduğunu, diyet+probiyotik verilen grupta antropometrik ölçümler ve
total oksidatif stres düzeyinde daha fazla azalma olduğunu göstermiştir. Başka
çalışmalarla da desteklenmesi durumunda ekzojen obez hastalarda standart tedaviye ek
olarak probiyotik tedavisinin de verilebileceği düşünülmüştür.
2017-01-27T13:14:36Z
2017-01-27T13:14:36Z
2013
physicsThesis
İpar, N. Ekzojen obezitesi olan hastalarda total oksidatif stres ve total antioksidan kapasite düzeyleri; probiyotiklerin bu düzeylere etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/954
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/955
2017-01-28T01:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-01-27T13:14:40Z
urn:hdl:11684/955
Gluten enteropati tanısı ile takip edilen hastaların laboratuvar ve klinik özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
Bekdemir, Filiz
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Gluten Sensitif Enteropati
Anemi
Osteopeni-osteoporoz
Glutensiz Diyet
Gluten-sensitive Enteropathy
Anemia
Osteopenia-osteoporosis
Gluten-free Diet
Gluten sensitif enteropati, genetik duyarlılığı olan kişilerde glutenli tahıllar olan buğday, çavdar ve arpanın neden olduğu intestinal ve ekstraintestinal sistem belirtileri olan otoimmün özellikler taşıyan sistemik bir hastalıktır. Bu çalışmada Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalında tanı konulan ve takipte olan 69 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların başvuru şikayetleri, fizik muayene bulguları, laboratuar bulguları, kemik mineral dansitometre incelemeleri, diyet uyumları, diyet uyumunu etkileyen faktörler değerlendirildi. Hastalarımızın 48 tanesi kadın, 21 tanesi erkektir. Hastaların yaş ortalaması 35,6±11,4 ( yaş aralığı 19-81), hastaların ortalama tanı yaşı 29,6±13,1’dir. Major semptom diyare olup (%49,3), karın ağrısı (%18,8), kaşıntı (%4,3) diğer başvuru semptomlarıdır. Hastalık farklı laboratuar bulgularına yol açmakta olup en sık görülenler demir eksikliği anemisi (%63,8), folik asit eksikliği (%39,1), ALT yüksekliği (%11,6), hipokalsemi (%11,6) ve vit B12 eksikliği (%10,1)’dir. Bu çalışmada gluten sensitif enteropatiye otoimmün hastalık eşlik etme sıklığı %24,6 olarak bulundu. En sık otoimmün hastalıklar Tip 1 Diyabetes Mellitus (%5,7) ve otoimmün tiroid hastalığıdır (%7,2). Demir eksikliği anemisi (%60,9) ve osteoporoz (%37,5) en yaygın komorbit durumlardır. En yaygın histopatolojik bulgu intraepitelyal lenfositozdur (%92,3). Semptom başladıktan sonra ortalama tanı alma süresi 53,5±63,7 ay olarak saptandı. Hastaların 24 tanesinin (%34,8) diyet uyumu iyi iken, 38 tanesinin (%55) kısmi diyet uyumu olduğu saptandı. Sonuç olarak gluten sensitif enteropati semptom ve bulgu spektrumunun geniş olması, atipik bulgularla seyredebilmesi, herhangi bir yaşta tanı konabilmesi nedeniyle tüm hekimleri ilgilendiren bir hastalıktır. Tanı gecikmesi hastalığın prognozunu olumsuz etkilemekte olup, uygun semptomlarda doktorlar gluten sensitif enteropatiyi akla getirmelidir.
Gluten-sensitive enteropathy is a systemic disease which have autoimmune characteristics with intestinal and extraintestinal system indications caused by gluten containing grains such as wheat, rye and barley in people with genetic sensitivity. In this study, 69 patients who have diagnosed and have been following up in Osmangazi University, Faculty of Medicine, Department of Gastroenterology, have been analyzed retrospectively. Admission symptoms, physical examination symptoms, laboratory findings, bone mineral dansitometry examinations, diet adaptations of the patients and factors which effect the diet adaptations have been evaluated. Of all patıents, 48 are female and 21 are male. The average age of the patients is 35,6±11,4 (age range 19-81), average diagnosis age of the patients is 29,6±13,1. Major symptom is diarrhea (49,3%). Other presenting symptoms are abdominal pain (18,8%) and pruritus (4,3%). Disease causes different laboratory findings but most frequent findings are iron deficiency anemia (63,8%), folic acid deficiency (39,1%), elevated ALT (11,6%), hypocalcemia (11,6%) and vitamin B12 deficiency (10,1%). In the present study, autoimmune disease accompanied to gluten sensitivite enteropathy are 24.6% of the patients. Most frequent autoimmune diseases are Tip 1 Diabetes Mellitus (5,7%) and autoimmune thyroid disease (7,2%). Most frequent comorbid diseases are iron deficiency anemia (60,9%) and osteoporosis (37,5%). Most common histopathological finding is intraepithelial lymphocytosis (92,3%). Average time of diagnosis after beginning of the symptom has been determined as 53,5±63,7 months. It has been determined that diet adaptations of 24 patients (34,8%) are good and 38 patients (55%) have partially diet adaptation. As the symptoms and finding spectrum of gluten-sensitive enteropathy are broad and can progress with atypical findings and can be diagnosed in any age, it is a disease that concerns all physicians. Diagnosis delay affects prognosis of the disease negatively and physicians should think about sensitive enteropathy in matching symptoms.
2017-01-27T13:14:40Z
2017-01-27T13:14:40Z
2012
physicsThesis
Bekdemir, F. Gluten enteropati tanısı ile takip edilen hastalarının klinik ve laboratuar özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2012.
http://hdl.handle.net/11684/955
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/957
2017-01-28T01:00:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-01-27T13:14:46Z
urn:hdl:11684/957
Bevacizumab’la tedavi edilen kolon kanserli hastalarda bevacizumab’ın sol ve sağ ventrikülün sistolik, diyastolik fonksiyonları üzerine etkileri
Nasifov, Maharram
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Kolorektal Kanser
Bevacizumab
Doku Doppler
Çalışmada bevacizumabın sol ve sağ ventrikülün sistolik, diyastolik fonksiyonlarına olan etkisine baktık. Bunun için bevacizumab kemoterapisi alan toplam 20 (14‟ü erkek, 6‟sı kadın) kolorektal kanser hastasını çalışmaya dahil ettik. Bütün hastalara tedavi öncesinde ve tedavi başlangıcından 3 ay sonra klinik değerlendirmeler yapılarak; konvansiyonel ekokardiyografi ve kardiyak fonksiyonlardaki minimal değişiklikleri saptamada hassas bir teknik olan doku Doppler görüntüleme uygulandı. Hastaların konvansiyonel ekokardiyografik ve doku Doppler parametrelerine bakıldı, alınan sonuçlar karşılaştırıldı. Konvansiyonel ekokardiyografide sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonunda (p=0.001), mitral E-dalgasında (p=0.001) ve E/A oranında (p=0.025) istatiksel olarak anlamlı azalma, ĠVRZ(p=0.019)‟ de ise uzama gözlendi. Doku Doppler ekokardiyografide septal E/Ea oranında (p=0.04), lateral E-dalgasında(p=0.03), lateral Ea/Aa oranında(p=0.05), RV E-dalgasında(p=0.017) ve RV Ea/Aa oranında(p=0.01) istatiksel anlamlı azalma saptandı. Sonuç olarak kolorektal kanser hastalarında bevacizumab kullanımının kalbin sistolik ve diyastolik fonksiyonlarına olumsuz etki ettiği bulundu. Bu nedenle bevacizumab tedavisi alan hastaların kalp yetmezliği gelişmesi acısından yakın takip edilmesi önerilir
In our study, we have searched the effect of bevacizumab on left and right ventricles‟ systolic and diastolic functions. 20 patients ( men: 14, women: 6 ) with colorectal cancer who have been treated with bevacizumab were included. Before and 3 months after the beginning of the treatment, conventional echocardiography and tissue Doppler echocardiography; a sensitive method to determine minimal changes in cardiac functions; were used in all patients to establish the cardiac functions with clinical assessment. The results were compared. From the results of conventional echocardiography; decrease in left ventricle‟s ejection fraction (p:0.001), mitral valve‟s E wave (p:0.001), mitral valve‟s E/A ratio (p:0.025) and increase in IVRZ (p:0.019) were statistically significant. From the results of tissue doppler echocardiography; decrease in septal wall‟s E/Ea ratio (p:0.04), lateral wall‟s E wave (p:0.03), lateral wall‟s Ea/Aa ratio (p:0.05), right ventricle‟s E wave (p:0.017) and right ventricle‟s Ea/Aa ratio (p:0.01) were statistically significant. Consequently in our study we have found out that the effect of the treatment with bevacizumab on systolic and diastolic cardiac functions is unfavourable. So, it is suggested that patients with colorectal cancer who have been treated with bevacizumab needs to be checked up carefully about development of heart failure.
2017-01-27T13:14:46Z
2017-01-27T13:14:46Z
2012
physicsThesis
Nasifov, M. Bevacizumab’la tedavi edilen kolon kanserli hastalarda bevacizumab’ın sol ve sağ ventrikülün sistolik, diyastolik fonksiyonları üzerine etkilerinin araĢtırılması. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fkültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/957
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/958
2017-01-28T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:50Z
urn:hdl:11684/958
Tip 1 dm tanısı ile izlenen çocuk ve adölesan hastalarda karaciğer laboratuvar bulguları
Göbüt, Nur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Tip 1 DM
NAFLD
Hepatik Glukojenoz
Lipid
Obezite
Obesity
Type 1 DM
Hepatic Glycogenosis
Tip
1 diabetes mellitus‟lu (DM) hastalarda gözlenen karaciğer hastalığı bulguları
karaciğer transaminazlarında yükselme, karaciğerde glikojen birikimi, non-alkolik
yağlı karaciğer hastalığı (NAFLD) ve hepatomegali olarak tanımlanmaktadır.
Araştırmamıza yaşları 2-18 yıl arasında değişen 93 kız, 95 erkek 188 tip 1 DM‟li
çocuk ve adölesan dahil edildi. 10 hastada (%5) yüksek ALT düzeyi (ALT≥40),
ultrasonografi ile 45 hastada (% 24) hepatosteatozis, hepatosteatozisli yedi hastada
yüksek ALT düzeyi, yüksek ALT düzeyi olanların 7‟sinde hepatosteatozis saptandı.
ALT düzeyi yüksek seyreden bir hastada biyopsi ile hepatik glukojenoz gösterildi.
109 hastada HbA1c >7,5 idi. Ġyi ve kötü glisemik kontrolü olanlar arasında
hepatosteatozis sıklığı ve ALT düzeyleri farklı değildi. 19 hastada (% 10) obezite,
obezlerin % 47‟sinde hepatosteatozis saptandı. Obezlerde hepatosteatozis sıklığı ve
ALT düzeyleri daha yüksek idi. Obezlerde günlük insülin dozu yüksek iken, vücut
kitle indeksi (VKĠ) ile günlük insülin dozu arasında pozitif korelasyon saptandı.
Hepatosteatozisli hastalarda VKĠ ve ALT düzeyleri daha yüksek iken, trigliserid
(TG), HDL-C, HbA1c düzeyleri farklı değildi. Yüksek ALT düzeyi olanlarda vücut
ağırlığı (VA), VKĠ, AST ve TG düzeyleri daha yüksek, HDL-C düzeyi düşük
saptandı. Hipertrigliseridemi saptanan hastalarda (n=34) ALT düzeyleri yüksek iken,
hepatosteatozis sıklığı farklı değildi. HDL-C düşüklüğü olanlarda (n=9), ALT
düzeyleri daha yüksek idi. Sonuç olarak, tip 1 DM‟li çocuklarda artmış yüksek ALT
düzeyleri ve NAFLD sıklığı olduğu saptanmıştır. Bu karaciğer hastalığı bulgularına
direkt olarak glisemik kontrolün etkisi saptanmazken, obez hastalarda; bu bulguların
daha sık olması ve kullanılan insülin dozunun daha yüksek olması; diabet
hastalığının tedavisinde birbirleri ile yakın ilişkili olan beslenme ve anabolizan bir
hormon olan insülinin bu karaciğer hastalığı bulgularının ortaya çıkmasında etkili
olduğunu düşündürmüştür.
Liver findings in patients diagnosed
with type 1 diabetes mellitus (DM) are defined with elevated liver transaminase,
hepatic glycogenosis, non-alcoholic fatty liver disease (NAFLD) and hepatomegaly.
A hundred eighthy-eight patient with type 1 DM (93 female and 95 male; aged
between 2 and 18 years) were included in this study. In 10 patients (%5), ALT levels
were high (ALT≥40). Hepatosteatosis was determined in 45 patients (%24) by using
ultrasonography. Seven patients with hepatosteatosis had elevated ALT levels and
seven patients with elevated ALT levels, hepatosteatosis were determined. One
patient with persistent elevated ALT had biopsy proven hepatic glycogenosis. HbA1c
levels were more than % 7.5 in 109 of the patients. The frequencies of
hepatosteatosis and elevated ALT levels were not different between patients with
good and bad glycemic control. Hepatosteatosis was found in 19 obese patients (%
10). In obese patients, the frequencies of elevated ALT levels and hepatosteatosis
were higher. The daily insulin dosage was higher in obese patients than non obese
patients. A positive correlation was determined between body mass index (BMI) and
daily insulin dosage. BMI and ALT levels were higher in patients with
hepatosteatosis than in patients without hepatosteatosis. However, TG, HDL-C,
HbA1c levels showed no significant difference between in these groups. On the other
hand; BMI, AST and TG levels in patients with elevated ALT levels were found to
be higher, HDL-C levels were found to be lower. While ALT levels in patients with
hypertriglyceridemia (n=34) were high; the frequency of hepatosteatosis was not
different. ALT levels were higher in the 9 patients with low level of HDL-C. In
conclusion, children with DM have higher frequency of hepatic disease findings,
such as NAFLD and elevated ALT levels. The glycemic control is not directly
effective on these findings. However, the high frequency of these findings and higher
dosage of insulin usage in obese diabetics suggest that the role of the nutrition and
the anabolic effect of the insulin may be closely related with a high frequency of
liver findings in diabetic children.
2017-01-27T13:14:50Z
2017-01-27T13:14:50Z
2012
physicsThesis
Göbüt, N. Tip 1 DM tanısı ile izlenen çocuk ve adölesan hastalarda karaciğer laboratuvar bulguları. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/958
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/959
2017-01-28T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:53Z
urn:hdl:11684/959
Eskişehir kırka yöresinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki çocuklarda kan bor düzeyinin ölçülmesi
Ulusoy, Hüseyin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Kırka
Çocuk
Bor Düzeyi
Children
Boron Level
Bor canlılarda önemli görevleri olan eser elementtir. Ancak bu eser element ile ilgili çocuklarda yapılmış araştırmalar sınırlıdır. Çalışmamızda Eskişehir Kırka beldesinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki 7-14 yaş arasındaki çocukların kan bor düzeyinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Çalışma Kırka yöresinde aileleri tarafından onay verilen 7-14 yaş arası 329 çocuk ve Kırka yöresi dışında yaşayan kontrol grubundaki 90 çocukta yapılmıştır. Çalışmaya alınanlardan 1 ml venöz kan örnekleri alındı. Örnekler çalışma günü kapalı fırınlarda yakıldı, Kimyasal işlemler sonrasında kan bor düzeyi ölçümü kolorimetrik spektrofotometri ile yapıldı. Çalışma sonucu veriler SPSS 15.0 ve SigmaStat 3.5 paket programları kullanılarak analiz edildi. Çalışmada toplam 429 çocuğun kan bor düzeyi ölçüldü. Tüm çocukların kan bor düzeyinin 0,2-2,22 mg/L arasında değiştiği, Kırka bölgesindeki çocukların kan bor düzeyinin ortalama 0,85 ± 0,35 mg/L, ortanca 0,78mg/L olduğu, kontrol grubunda yer alan 90 çocuğun kan bor düzeyinin ortalama 0,79 ± 0,34 mg/L, ortanca 0,75 mg/L olduğu saptandı. Kırka bölgesinde yaşayan çocuklarda kan bor düzeyi normal düzeylerde bulunmasına rağmen, kontrol grubundaki çocuklarla karşılaştırıldığında daha yüksek saptandı. Ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı(p>0,05). Kan bor düzeyi cinsiyet ile ilişkili bulunmadı( p>0,05). Kırka köylerinden olan Karaören köyünde yaşayan çocukların kan bor düzeyinin ortanca 1,04 mg/L ile en yüksek yine Kırka köylerinden olan Kümbet köyündeki çocukların kan bor düzeyinin ortanca 0,71 mg/L ile en düşük olduğu saptandı. Bu iki yerleşim yeri arasında kan bor düzeyi açısından istatistiksel olarak fark saptandı(p<0,05). Kırka bölgesindeki çocukların kan bor düzeyinin kontrol grubundaki çocuklara göre hafif yüksek olması çevreden bora maruz kalmaya bağlı olabileceği düşünüldü.
Boron is an important and essential trace element in living organism. Clinical studies about the boron during childhood are limited. The aim of our study was to evaluate blood boron levels in school-childen aged between 7 to 14 years-old, living in environ of boron mine in Eskisehir, Kırka. Study group consist of 329 children aged between 7 to 14 years old, living in Kırka area, and 90 children living in the out of Kırka region (serve as control group), with their parental consent. Blood samples (1 ml per child) were taken. The blood samples were put in a closed oven for heating. After chemical analysis. Blood boron level was measured by colourimetric spectrophotometry. Statistical analysis has been performed with SPSS 15.0 and SigmaStat 3.5 package programs. In our study period, blood samples of 429 children have been evaluated. Blood boron levels varies between 0.2 to 2.22 mg/L in whole study group. The mean and median blood boron levels in Kırka region was 0.85 ± 0.35 mg/L and 0.78 mg/L, respectively. The mean and median blood boron levels in control group (n=90) was 0.79 ± 0.34 mg/L and 0.75 mg/L, respectively. While the blood boron levels in Kırka area are in the normal ranges, they are slightly higher than control groups, however without statistical difference (p>0.05). Blood boron levels are also not related with gender difference (p>0.05). Highest blood boron levels (median 1.04 mg/L) have been observed in Karaoren village area in Kırka, and lowest levels have been observed in Kümbet village area as media 0.71 mg/L. Blood boron levels were significantly higher in Karaören village area than the Kümbet village area (p<0.05). Slightly higher blood boron levels which observed in Kırka area might be related with an exposure of boron from the environment.
2017-01-27T13:14:53Z
2017-01-27T13:14:53Z
2012
physicsThesis
Eskişehir Kırka yöresinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki çocuklarda kan bor düzeyinin ölçülmesi EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/959
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1045
2017-06-06T00:00:51Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_187
2017-06-05T06:38:09Z
urn:hdl:11684/1045
Psoriasis vulgaris hastalarında serum ve dokuda osteopontin, adiponektin, CTRP-3, IL-17 sitokinlerinin düzeylerinin tedavi ile değişiminin değerlendirilmesi, kontrollü çalışma
Böyük, Emine
192298
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar
Psoriasis
Osteopontin
Adiponektin
Kartonectin
IL-17
Psoriasis, patogenezi tam olarak anlaşılamamış, yaygın görülen, multifaktöriyel tekrarlayıcı bir deri hastalığıdır. Psoriasisin metabolik sendrom (MetS) ve kardiyovasküler hastalıklarla birlikte görülme sıklığının normal popülasyona göre daha yüksek oranda olduğu bildirilmiştir.Psoriasis ve MetS ilişkisinin patofizyolojisinde; lipid metabolizmasındaki regülasyonda bozulma, kronik inflamasyon ve endotel disfonksiyon sorumlu tutulmaktadır.Yağ dokuda üretilen, metabolik yolaklarda aracı olan biyoaktif ürünler olan adipokinler; vasküler fonksiyon, immün regülasyon ve yağ metabolizmasındaki etkilerinin yanında MetS patogenezinde anahtar rol oynamaktadır. Psoriasis ve MetS birlikteliğinin, adipokinlerden bir kısmı ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir.Bu çalışmada osteopontin(OPN),adiponektin, kartonektin (CTRP-3) ve IL-17sitokin düzeylerinin kardiyovasküler hastalık ve MetS’dan bağımsız olarak psoriasis ile ilişkisini araştırmayı planladık. OPN, adiponektin, kartonektin ve IL-17 düzeylerinin psoriasis ile ilişkisini araştırmak için, 41 kardiyovasküler hastalığı ve MetS tanısı olmayan psoriasis hastası çalışmaya dahil edildi, tedavi sonrası PAŞİ75’e ulaşılan 19 hastanın ve 14 sağlıklı bireyin OPN, adiponektin, kartonektin ve IL-17 düzeylerinin serum ve deri örnekleri değerlendirildi. Çalışmamızda serum ve cilt örneklerinde OPN düzeylerinin tedavi sonrası grupta tedavi öncesine göre anlamlı olarak yüksek, adiponektin ve IL-17 düzeylerinin cilt örneklerinde psoriasis hastalarında sağlıklı bireylere göre anlamlı olarak düşük, kartonektin düzeylerinin ise hem serum hem cilt örneklerinde psoriasis hastalarında sağlıklı bireylere göre anlamlı olarak düşük olduğu gözlendi.Çalışmamızın psoriasis patogenezini açıklamaya yardımcı olacağı ve yeni çalışmalara yol gösterici olabileceği düşüncesindeyiz.
Psoriasis is a common and multifactorial recurrent skin disease and its pathogenesis has not yet been fully clarified. The incidence of metabolic syndrome (MetS) and cardiovascular disorders is higher in psoriasis patients than in the normal population. Although the pathophysiology of the relationship between psoriasis and the metabolic syndrome is not clear, disturbed lipid metabolism regulation, chronic inflammation and endothelial dysfunction are thought to be responsible for the pathogenesis. The term 'adipokine' is used for bioactive products produced in fat tissue that are mediators in many metabolic pathways. Adipokines have effects on vascular function, immune regulation and fat metabolism and also play a key role in the pathogenesis of the MetS. The concurrence of psoriasis and obesity indicates that at least one adipokine could be interacting with both disorders. The aim of this study was to evaluate the relationship of osteopontin, adiponectin, cartonectin (CTRP-3) and IL-17 levels with psoriasis, independent of cardiovascular disease and MetS. We included a total of 41 psoriasis patients without cardiovascular disease or MetS to evaluate the relationship between the osteopontin, adiponectin, kartonectin and IL-17 levels and psoriasis. We also measured the serum and skin levels of these substances in 19 patients with post-treatment PASI 75 status and 14 healthy individuals. We found that osteopontin levels in serum and skin samples were significantly higher in the post-treatment group compared to the pre-treatment group. The adinopectin and IL-17 levels in skin samples were significantly lower in psoriasis patients than in healthy individuals. Cartonectin levels in both serum and skin samples were significantly lower in psoriasis patients compared to healthy individuals. We believe that our results could help explain psoriasis pathogenesis and guide new studies.
2017-06-05T06:38:09Z
2017-06-05T06:38:09Z
2016
physicsThesis
Böyük,E. Psoriasis vulgaris hastalarında serumda ve dokuda osteopontin, adiponektin, CTRP-3, IL-17 sitokin düzeylerinin tedavi ile değişiminin değerlendirilmesi,kontrollü çalışma.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Tıpta UzmanlıkTezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1045
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1062
2017-07-13T00:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-07-12T05:26:18Z
urn:hdl:11684/1062
Trombosit aferezinin donör koagülasyon sistemi üzerine etkisi
Taştekin, Fatih
TR206313
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç hastalıkları
Trombosit Aferez
Trombosit-nötrofil Agregat
P-selektin
Protrombin Fragman 1+2
Plateletpheresis
Platelet-neutrophil Aggregate
P-selectin
Prothrombin Fragment
Aferez trombosit süspansiyonu; daha az lökosit içermesi, daha az sayıda donör gerektirdiğinden enfeksiyon riskinin az olması, havuzlama yapılmadığından bakteriyel kontaminasyon riskinin az olması, yeterli miktarda konsantre ürün elde edilmesi ve febril non-hemolitik transfüzyon reaksiyonlarını azaltmasıyla güvenli bir yöntemdir. Aferez donasyonu genel olarak güvenli bir işlem olarak kabul edilmekle birlikte işlemin koagülasyon,fibrinolizis ve trombosit aregasyonu üzerine etkileri net değildir. Ekstrakorporal dolaşımın olduğu hemodiyaliz ve açık kalp cerrahisinde olduğu gibi aferez donörlerinde de donör kanının yapay yüzeyler ile teması ve santrifüj sırasında eksternal kuvvetlere maruz kalması trombosit ve/veya lökositleri aktive edebilir. Çalışmamızda trombosit aferezi yapılan sağlıklı donörlerde işlem öncesi, işlemden hemen sonra, 1 gün sonra ve 1 hafta sonra olmak üzere trombosit-nötrofil, trombosit-monosit, trombosit-lenfosit agregat düzeyleri, trombosit aktivasyon göstergesi olarak CD62P (P-selektin) düzeyleri ve hemostatik sistemin aktivasyon göstergesi olarak protrombin fragman 1+2 düzeyleri çalışılarak aferez işleminin donörlerde ortaya çıkaracağı koagülasyon sistem değişikliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda trombosit-granülosit, trombosit-lenfosit ve trombosit-monosit agregat düzeylerinde trombosit aferezi sonrası azalmayı takiben 1. gün ile 1. hafta sonunda tekrar istatistiksel olarak anlamlı bir artış olması işlemin donörlerde prokoagulan bir duruma yol açtığını düşündürmektedir. Hemostatik aktivasyonun in vivo moleküler göstergesi olan protrombin fragman 1+2 ve trombosit aktivasyon göstergesi olan P-selektin düzeylerinde trombosit aferezi sonrasında azalma saptanmış, daha sonra ise artış olmakla birlikte bazal değere ulaşamamış ve istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Sonuç olarak, trombosit aferezi sonrası trombosit-granülosit, trombosit-lenfosit ve trombosit-monosit agregat düzeylerinde saptanan artış donörlerdeki hiperkagülabl durumu desteklemektedir.
Apheresis platelet suspension is safer compared to platelet suspension, due to containing less leukocyte, low risk of infection because of being taken from single donor, low risk of bacterial infection because of not being pooled, obtaining a sufficent amount of concantrated product and causing less febril nonhemolytic transfusion reaction. As plateletpheresis donation is commonly accepted as a safe procedure, the effect on the coagulation system, fibrinolysis and platelet aggregation is not known well. Similar to hemodialysis and open heart surgery procedure including extracorporeal blood flow, the contact of blood with artificial surfaces and also external forces during centrifugation may activate platelets and/or leukocytes. In our study we examined the effects of plateletpheresis on the coagulation system of donors, before, immediately after, 1 day after and 1 week after the process by evaluating the levels of platelet-lymphocyte, platelet-monocyte, platelet-neutrophil aggregates, CD62P ( P selectin) levels as thrombosis activation indicator and prothrombin fragment levels as the hemostatic system activation indicator. In our study, there was a reduction in the platelet-granulocyte, platelet-monocyte, platelet-lymphocyte aggregate levels after plateletpheresis, there was also a statistically significant increase on 1 day and 1 week later, suggesting that the process causes a procoagulant state in the donors. There was a reducion in the prothrombin fragment levels, as an in vivo moleculer indicator of the hemostatic activation and P-selectin levels, as a pletelet activation indicator, after plateletpheresis. Although there was an increase shown later, the values did not reach the basal levels and was not statistically significant. As a result the increase detected in the platelet-granulocyte, platelet-monocyte, platelet-lymphocyte aggregate levels after plateletpheresis support a hypercoagulable state in donors.
2017-07-12T05:26:18Z
2017-07-12T05:26:18Z
2016
physicsThesis
Taştekin,F. Trombosit aferezinin donör koagülasyon sistemi üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1062
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1063
2017-07-13T00:00:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-07-12T05:26:21Z
urn:hdl:11684/1063
10-24 yaş arası adölesan ve genç erişkinlerde meningokok taşıyıcılığı sıklığı, serogrup dağılımı ve taşıyıcılık ile ilişkili risk faktörleri ile belirlenmesi
Tekin, Rahmi Tuna
TR180364
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Niesseria Meningitidis
Taşıyıcılık
Carriage
İnvazif meningokok enfeksiyonları tüm dünyada menenjit ve sepsisin en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Meningokok enfeksiyonlarında taşıyıcılık oranlarının ve serogrupların belirlenmesinin invaziv enfeksiyon epidemiyolojisi ile yakın ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç ile ile ile ülkemizde adölesan ve genç erişkinlerde nasofaringeal Neisseria meningitidis taşıyıcılığı sıklığının belirlenmesi ve izolatların serogrup tayinin yapılması planlandı. Çalışmaya 12 ilden 13 merkez dahil edildi ve her merkez nüfus sayısı doğrultusunda,10-24 yaş arasında, her yaştan eşit sayıda erkek ve kadın olacak şekilde toplam 1518 olgu aldı. Olguların boğaz sürüntüsü alındı ve taşıyıcılık risk faktörleri açısından anket uygulandı. Sonuç olarak 1518 olgunun 96’sında (%6,3) taşıyıcılık saptanmış olup serogrup A taşıyıcılığı oranı %0.3, serogrup B taşıyıcılığı %0.6, NG taşıyıcılık oranı %0.9, serorgup W taşıyıcılık oranı %4.2, serogrup Y taşıyıcılık oranı ise %0.3 olarak saptandı. Risk faktörleri içinde yer alan dershaneye gidip gitmediği, yurt ya da evde kalma öyküsü, yurt ya da öğrenci evinde kalmanın, askerlik durumu, son 1 yıl içerisinde aynı evde yaşayan kişilerden ya da kendisinin Ümre/Hac ya da Suudi Arabistan’a seyahat öyküsü, sigara kullanımı, kafe-sinema-bar-stat-alışveriş merkezi gibi toplu taşıma yerlerine gidiş sıklığı, son 3 ay içerisinde üst solunum yolu enfeksiyonu geçirme öyküsü olarak saptandı. Bu çalışma ile ülkemizde taşıyıcılık oranının %6,3 olduğunu, sanılınanın aksine bizim ülkemizde de taşıyıcılık adölesan pikinin var olduğunu, taşıyıcıların ise %66.6 oranında en sık serogrup W olduğunu, son 1 yıl içerisinde aynı evde yaşayan kişilerden ya da kendisinin Ümre/Hac ya da Suudi Arabistan’a seyahat öyküsü olmanın (p:0.04) ve son 3 ay içerisinde üst solunum yolu enfeksiyonu geçirmenin (p:0.013) taşıyıcılık için istatistiksel olarak anlamlı şekilde risk oluşturduğunu göstermektedir.
Invasive meningococcal infections are one of the most important reasons of meningitis and sepsis worldwide. Identification of the carriage rate and serogroup of meningococcal infection have been shown to be closely related to epidemiology of invasive infections. In this study, nasopharyngeal carriage of Neisseria meningitidis and serogroup determination in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. The study involved 13 centers in 12 province, according to resident number each center received a total of 1518 cases in equal number of men and women between 10-24 years of age. Throat swabs was taken and a questionnaire for the carriage risk factorswas conducted. As a result, 96 of 1518 patients (6.3%) carrier determined as serogroup A carrier rate of 0.3%, serogroup B carriers 0.6%, NG carrier rate of 0.9%, serogroup W carriage rate is 4.2%, serogroup Y carriage rate is 0.3% respectively. Risk factors determined as to be in a classroom, stay in dormitory or student residence, military status, living in a home with people who traveled Umran / Hajj or Saudi Arabia last year, smoking, the frequency of bar-cafe-theater-stadium-mall visits and medical history of upper respiratory infections in the last 3 months. This study shows 6.3% carrier rate, contrary to the common blief adolescent carrier peak, with the carrier rate of 66.6% the most common serogroup is W, living in a home with people who traveled Umran / Hajj or Saudi Arabia last year (p = 0.04) and medical history of upper respiratory infections in the last 3 months (p = 0.013) statistically significant risk factors for carriage in our country.
2017-07-12T05:26:21Z
2017-07-12T05:26:21Z
2016
physicsThesis
Tekin, RT. 10-24 yaş arası adölesan ve genç erişkinlerde meningokok taşıyıcılığı sıklığı, serogrup dağılımı ve taşıyıcılık ile ilişkili risk faktörleri ile belirlenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1063
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1064
2017-07-13T00:00:45Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-07-12T05:26:24Z
urn:hdl:11684/1064
Romatizmal hastalıklarda kontrasepsiyon yöntemleri ve gebelik sonuçları
Kılıç, Seda
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Romatolojik Hastalıklar
Kontrasepsiyon Yöntemleri
Gebelik
Rheumatological Diseases
Contraception Methods
Pregnancy
Sistemik inflamatuvar hastalıklar
doğurganlık çağında kadın hastalarda sık görülmektedir. Bu yüzden romatolojik
hastalığı olan kadın hastaların kullandığı ilaçların doğurganlık potansiyeline etkisi,
olası bir gebelikte kullanılabilirliği ve hastalığın gebelik üzerine etkileri göz önünde
bulundurulmalıdır. Romatolojik hastalıklarda kullanılan ilaçların bir çoğu teratojenik
olduğu için, gebelik planlamayan hastalarda etkin bir kontrasepsiyon yöntemine
başvurmak gerekmektedir. Gebelik planlayan hastalarda ilaç kullanımı planlanırken
ise bu ilaçların teratojenite potansiyeli, oluşum halindeki fetal organlara etkisi, fetal
büyümeye etkisi, yenidoğana etkisi ve çocuktaki uzun vadeli etkileri göz önüne
alınmalıdır. Örneğin ankilozan spondilit (AS) gibi omurga ağrısı ile seyreden bir
hastalık nedeniyle gebelikte sürekli non steroid anti inflamatuar ilaç’ların (NSAİİ)
kullanımı söz konusu olabilir. 32 haftadan sonra NSAİİ’lere (selektifler dahil) devam
edilmesi fetüste duktus arteriozusun (d.arteriosus) daralmasına hatta erken
kapanmasına ve renal bozukluklara yol açabileceği ve yenidoğanda pulmoner
hipertansiyona neden olması gibi komplikasyonları olabileceği unutulmamalıdır.
Kortikosteroidler (KS) ile kontrol altında tutulamayan romatoid artrit (RA)
hastasında gebelik planı mevcutsa hastalığı modifiye eden anti romatizmal ilaçlar (
DMARD ) ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Leflunomid (LEF) ve metotreksat (MTX)
gebelikte kontrendikedir. Gebelikte düşük doz kortikosteroide ilave olarak ilk
önerilecek ilaçlar sulfasalazin (SSZ) (folik asit ile birlikte), antimalaryal ilaçlar ve
intramusküler altındır. İkinci grupta azatiyoprin (AZA) ve siklosporin (CYC)
sayılabilir. Çok gerekli durumlarda kurtarıcı olarak anti tümör nekrosis faktör (anti-
TNF) tedaviler uygulanabilir. Renal tutulum hikayesi bulunan CYC, AZA ve KS
kullanmış halen normal renal fonksiyonlara sahip bir sistemik lupus eritematozus
(SLE) hastası hamile kalmak istediğinde tedavi seçeneklerimiz sınırlıdır. Gerekli ise
antimalaryal ilaçlar ve AZA hamilelikte kullanılabilir.
Systemic inflamatory diseases are commonly
seen in women of childbearing age. For this reason, in female patients with
rheumatological disease, used drugs’ effect on pregnancy potential, availability in a
likely pregnancy and effect of disease on pregnancy should be considered. In patients
who aren’t planning on becoming pregnant, taking teratogenic medications like most
of the drugs used in rheumatological diseases require effective contraception to
prevent pregnancy. When discussing drug use in patients planning pregnancy,
teratogenic potential of drugs, their effects on fetal organs, fetal growth and newborn,
and long term effects to child should be considered. For instance continous Non-
Steroid Anti Inflamatory Drug (NSAID) use in pregnancy could be in question for a
disease with spine pain like Ankylosing Spondylitis. It should be remembered that
continuing NSAIDs (including selectives) after 32nd week, can cause complications
as contraction and even early closure of ductus arteriosus, renal problems and
pulmonary hipertension in fetus. The disease-modifying antirheumatic drugs
(DMARDs) are often used after treatment with corticosteroids has failed in
Rheumatological Arthritis patients who are planning on pregnancy. Leflunomide and
methotrexate are contraindicated in pregnancy. In addition to low dose
corticosteroid, primarily recommended drugs in pregnancy are sulfasalazine (with
folic acid), antimalarial medication and intramuscular gold. Azathioprine and
cyclosporine can be counted as secondary group. In most needed situations anti-TNF
treatments can be applied as life saving. Treatment choices in pregnancy planning
SLE patient with renal involvement story, cyclophosphamide, azathioprine and
corticosteroid use and currently with normal renal function are limited. If necessary
antimalarial drugs and azathioprine can be used in pregnancy.
2017-07-12T05:26:24Z
2017-07-12T05:26:24Z
2016
physicsThesis
Kılıç, S. Romatizmal Kontrasepsiyon Yöntemleri ve Gebelik Sonuçları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1064
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1065
2017-07-13T00:00:50Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-07-12T05:26:26Z
urn:hdl:11684/1065
Çocuklarda antibiyotik ilişkili ishal sıklığı
Öztürk, Emel
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Antibiyotik
İshal
Çocuk
Antibiyotik İlişkili İshal
Antibiotics
Diarrhea
Child
Antibiotics Associated Diarrhea
Antibiyotik ilişkili ishal (Aİİ), antibiyotiklerin intestinal
mikrobiyatayı tahrib etmesi sonucunda oluşan bir yan etkidir. Antibiyotik kullanımını
takiben 6-8 hafta içerisinde gelişebilmektedir. Sıklığı farklı çalışmalara göre % 11-40
arasında bildirilmiştir. Aİİ, hastanın yaşam kalitesini bozan, tedavi maliyetini
arttıran, tedavinin başarısını etkileyebilen bir durumdur. Çalışmamızda amacımız Aİİ
sıklığını saptamak ve risk faktörlerini incelemektir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniklerine başvuran, oral antibiyotik
reçete edilen 673 hasta, 6 hafta süre ile takip edilmiştir. Çalışmamızda, 673 hastadan
144 ünde Aİİ geliştiği gözlenmiş, Aİİ sıklığı %17 olarak bulunmuştur. Aİİ
olgularının medyan yaşları 43.5 ay (4-204 ay) idi. Aİİ tanısı alan 114 hastadan, 88’i
Amoksisilin + Klavulanik asit (A+K), 13’ü sefiksim, 11’i klaritromisin, 2’si
azitromisin kullanıyordu. Antibiyotikler karşılaştırıldıklarında; A+K kullanan 526
hastadan 88’inde (%16.7), sefiksim kullanan 62 hastanın 13’ünde (%20.9),
klaritromisin kullanan 61 hastanın 11’inde (%18), azitromisin kullanan 12 hastanın
2’sinde (%20.9) Aİİ geliştiği saptanmıştır. Antibiyotik grupları arasında Aİİ sıklığı
açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır. (p>0.05) Aİİ sıklığı yaş gruplarına göre
incelendiğinde; ilk sırada 1-12 aylık 51 hastadan 19’unda (%37.3), ikinci sırada
13-24 aylık 79 hastadan 20’sinde (%25.3) Aİİ geliştiği dikkat çekmektedir.
Antibiyotik tedavisi başlangıcından itibaren 1-38. günler arasında Aİİ gelişebildiği
gözlemlenmiştir. Medyan 3. gün olarak saptandı. Aİİ gelişen 114 hastada ishal 1-6
gün süreyle devam etmiştir, medyan 2 gün olarak hesaplanmıştır. Aİİ gelişen 114
hastadan 32’si (%28) ishal nedeniyle bir sağlık kuruluşuna başvurmuştur, bu
hastaların tamamı tedavi almıştır, herhangi bir komplikasyon gelişmeden sorunsuz
iyileşmişlerdir. Sonuç olarak antibiyotik reçete edilirken Aİİ konusunda hastalar
bilgilendirilmeli, Aİİ geliştiğinde bir sağlık kurumuna başvurmaları önerilmelidir.
Antibiotic associated diarrhea (AAD) is an
adverse effect which occurs as a result of destruction of the intestinal microbiota by
using antibiotics. It can be seen in 6-8 weeks following the use of antibiotics.
Incidence of AAI has been reported between 11% - 40% based on different studies.
AAD impairs the patient's quality of life, increase the cost of treatment and may
affect the success of treatment. Aim of this study is to determine the incidence of
AAD and to examine its risk factors. A total of 673 patients who admitted to
Pediatric clinics of Osmangazi University School of Medicine, Eskisehir and
prescribed oral antibiotics were followed up for 6 weeks. AAD developped in 144 of
673 patients and incidence of ADD was 17%. Median age of ADD cases were 43.5
months (4 – 204 months). In this study antibiotic drugs associated diarrhea were
Amoxicillin + clavulanic acid (A + C, 88 patients), cefixime (13 patients),
clarithromycin (11 patients), and azithromycin (2 patients). When antibiotics were
compared, ADD has been occurred in 88 of 526 patients who received A + C; 13 of
62 patients who received cefixime; 11 of 61 patients who were administered
clarithromycine and 2 of 12 patients who use azithromycine. We found no significant
difference between antibiotic groups for incidence of ADD (p > 0.05). When we
evaluated incidence of ADD based on age groups, ADD has been observed in 19
(37.3%) of 51 patients who are 1- 12 months(age) and in 20 of 79 patients who are 13
- 24 months(age). Occurence of ADD has been observed in 1 – 38 days after
initiation of antibiotics therapy and median day was 3. day of treatment. Duration of
diarrhea was 1 – 6 days in 114 patients with ADD and median was 2 days. Of 114
patients with ADD, 32 (28%) were admitted to a health care provider due to diarrhea;
all of them had treatment for diarrhea and got well without complications. In
conclusion, patients and families or care providers should be informed in ADD when
prescription of antibiotics is neccessary. If ADD occurs, admittion to a health care
center is recommended.
2017-07-12T05:26:26Z
2017-07-12T05:26:26Z
2016
physicsThesis
Öztürk, E. Çocuklarda Antibiyotik İlişkili İshal Sıklığı, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1065
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1084
2017-08-22T00:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-08-21T12:18:06Z
urn:hdl:11684/1084
Opere meme kanserli hastalarda cerrahi sınır yakınlığı / pozitifliği üzerine etkili klinik ve patolojik parametreler
Bali, Nuray
TR189183
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç hastalıkları
Meme Kanseri
Cerrahi Sınır
Breast Cancer
Surgical Margin
Meme kanseri dünyada kadınlar arasında en sık görülen malignitedir. Her yıl 1.2 milyondan fazlakadın meme kanseri tanısı almaktadır. Meme kanserli hastaların sağkalımı üzerine etkili pek çok klinikopatolojık parametre tanımlanmıştır. Tanımlanan prediktif ve prognostik faktörler sayesinde meme kanserinin etkin bir şekilde tedavisi mümkündür.Meme kanserinde yaşam süresini belirleyen en önemli klinikopatolojik faktörler arasında cerrahi sınır yakınlığı/pozitifliği yer almaktadır.Cerrahi sınır yakınlığı farklı çalışmalarda ‘‘invaziv tümörün insizyon hattına 1 mm, 2 mm veya 5 mm’den daha yakın olması’’ olarak tanımlanmış olup, lokal rekürrens üzerine en etkili parametrelerden biri olarak kabul edilmektedir. Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana bilim Dalı, Tıbbi Onkoloji bilim dalına başvuran opere 418 kadın hastanın dosyaları temin edilerekklinik ve patolojik verileri incelendi. Ortalama yaş 49.86 (24-82) idi. Hastaların 311 (%74.4)’ine modifiye radikal mastektomi, 107 (%25.6)’sine meme koruyucu cerrahi operasyonu uygulanmıştı. Olguların 376 (%90)’sında cerrahi sınırı negatif (>1mm) iken, 42(%10) hastada cerrahi sınırı yakınlığı (≤1mm) tespit edildi.Cerrahi sınır yakınlığı ile tanı anındaki yaş,tümör çapı, grade, duktal karsinoma in situ, lobüler karsinoma in situ ve menopoz varlığı gibi değişkenler arasında istatistiksel anlamlı bir farklılıktespit edilemedi. Sağkalım üzerine etkili parametreler incelendiğinde tümör çapı, lenf nodu tutulumu ve evrenin hem hastalıksız sağkalım hemdegenel sağkalım üzerine istatistiksel anlamlı birer parametre olduğu saptandı.Cerrahi sınır yakın olgular ise sınır negatif olgulara göre daha uzun sağkalım verilerine sahip olmalarına rağmen istatistiksel anlamlılık tespit edilemedi.
Breast cancer is the most common malignancy among women in the world. Every year more than 1.2 million women are diagnosed with breast cancer.There are many clinicopathological parameters identified on the survival of patients with breast cancer.Effective treatment of breast cancer is possible thanks to defined predictive and prognostic factors.The most important clinicopathologic factors determining the life span of breast cancer include surgical borderline / positivity.The surgical marginal proximity was defined as '' the invasive tumor was closer to the incision line than 1 mm, 2 mm or 5 mm '' in different studies,is considered to be one of the most effective parameters on local recurrence.In our study, clinical and pathological data of 418 female rıght breast cancer patients with Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Department of İnternal Medicine, Department of Medical Oncology, were obtained. Mean of dıagnosis age was 49.86 (24-82) year.Modified radical mastectomy was performed in 311 (74.4%) of the patients and 107 (25.6%) of the patients underwent breast conserving surgery.In 376 (90%) of the cases, surgical margin was negative (> 1 mm), while surgical margin (≤1 mm) was found in 42 (10%) patients.There was no statistically significant difference between the surgical borderline and the age at diagnosis, tumor diameter, grade, ductal carcinoma in situ, lobular carcinoma in situ and menopausal status.When the effective parameters on survival were examined, it was determined that tumor diameter, lymph node involvement and universe were statistically significant parameters on both disease free survival and general survival.Statistical significance could not be determined even though surgical margins had longer survival than borderline negative cases.
2017-08-21T12:18:06Z
2017-08-21T12:18:06Z
2017
physicsThesis
Bali, NB. Opere meme kanserli hastalarda cerrahi sınır yakınlığı/pozitifliği üzerine etkili klinik ve patolojik parametreler.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1084
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1085
2017-08-22T00:00:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2017-08-21T12:18:08Z
urn:hdl:11684/1085
Topluma yönelik sigara karşıtı müdahalelerin etkililiği : bir meta analiz çalışması
Ünal, Egemen
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Meta Analiz
Sigara Karşıtı Müdahale
Etkililik
Meta-Analysis
Anti-Smoking Intervention
Effectiveness
Çalışma, Dünya Sağlık Örgütü tarafından geliştirilen ve MPOWER (İzle, Koru, Öner, Uyar, Yasakla, Vergilendir) olarak kısaltılan topluma yönelik sigara karşıtı müdahale uygulamalarının tüm yaş gruplarında “sigara içme sıklığı”, “sigara bırakma hızı” ve “günlük içilen sigara sayısı” değişkenleri üzerine etkililiğini değerlendirmek amacı ile Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda Ocak 2016-17 tarihleri arasında yürütülen bir meta analiz çalışmasıdır. Çalışmada “smok*, tobacco, cigarette*” anahtar kelimeleriyle “Medline, Web of Science, Scopus, Cochrane-Library” veri tabanlarından POWER kriterlerinin uygulama alanlarına ilişkin tarama yapıldı. Makaleler araştırma ekibi tarafından başlık, özet, tam metin, analize dâhil etme kriterleri ve kalite değerlendirilmesinden geçirilerek meta analize alındı. Çalışmalarda 6 aydan kısa ve 6 ay ve daha fazla süre takipli müdahaleler kısa ve uzun dönem olarak değerlendirildi. Analizler öncesi heterojenite testi yapıldı, test sonucu p<0.05 ise rastgele, p≥0.05 ise sabit etki modeli kullanıldı. Ana değişken olarak sigara bırakma hızını kullanan P (koru) ve O (öner) kriterlerine ait uygulamalar en uzun takip döneminde erişkinlerde sigara bırakma hızını %39 artırırken [RR:1.39(1.23-1.57)], uygulamaların adölesanlarda sigara bırakma hızı üzerine etkili olmadığı belirlendi [RR:1.13(0.90-1.42)]. Erişkinlerde sigara bırakma hızı üzerine en etkili uygulama “NYKT temelli sigara bıraktırma çalışmaları” idi. MPOWER uygulamalarının bir bütün olarak sigara kullanımı ile ilgili değişkenler üzerine farklı düzeylerde etkili olduğu ve bu etkililiğin farklı yaş gruplarında ve farklı zaman dilimleri içerisinde değişkenlik gösterdiği belirlendi. Sigara karşıtı mücadelede etkililiği kanıtlanmış, uygun maliyetli, iyi planlanmış ve iyi denetlenen sigara karşıtı uygulamaların, tüm ülkelerde, en yüksek seviyede yürürlüğe konması halk sağlığının korunması adına büyük önem taşımaktadır.
The study is a meta-analysis study that performed on Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Public Health between January 2016-2017 on the purpose of assessment of effectiveness of community oriented anti-smoking implementations enhanced by World Health Organization (WHO) and under the name of MPOWER (Monitor, Protect, Offer, Warn, Enforce, Raise) on "smoking prevalence rate", "quit rate" and "number of cigarettes smoked per day" variables in all age groups. In the study, several searches have been made with "smok*, tobacco, cigarette*" keywords from “Medline, Web of Science, Scopus, Cochrane-Library” databases related to subdomain of POWER criteria. The articles are attached to meta-analysis after evaluation on quality assessment, inclusion criteria, full text, abstract, title by research team. In the study, interventions which has less than 6 month and 6 month and over follow up period evaluated as short term and long term respectively. Before the analysis, heterogeneity test was made. If the test resulted p<0.05 random effects model were used, whereas the result p≥0.05 fixed effect model were used. It is stated that quit rate were raised to %39 [RR:1.39 (1.23-1.57)] on adults in longest survey term by implementations which uses quit rate as main variable belongs to P and O criteria, whereas on adolescent, these implementations have no effect upon quit rate [RR:1.13(0.90-1.42)]. The most effective implementation on quit rate of adults was "NRT based smoking cessation studies". In the light of these results it is stated that, MPOWER implementations have effect on different levels upon variables which related to smoking and also this effectiveness vary from age groups to period. Bringing into force of anti-smoking implementations, which well-controlled, well-planned, cost-effective and effective on anti-smoking campaign on all countries have great importance on prevention of public health.
2017-08-21T12:18:08Z
2017-08-21T12:18:08Z
2017
physicsThesis
Ünal, E. Topluma Yönelik Sigara Karşıtı Müdahalelerin Etkililiği: Bir Meta Analiz Çalışması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1085
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1086
2017-08-22T00:00:36Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_188
2017-08-21T12:18:11Z
urn:hdl:11684/1086
Naiv kronik hepatit C hastalarında metabolki parametreler, hastanın demografik özellikleri ile viral yük ve histolojik faktörlerin ilişkisi
Karakuş, Ayşe
TR189287
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları
Naiv Kronik Hepatit C
Karaciğer Biyopsisi
HCV RNA
Naive Chronic Hepatitis C
Liver Biopsy
Bu çalışmada naiv hepatit C
enfeksiyonu tanısı almış 23 hastada metabolik parametreler ve hastanın demografik
özellikleri ile karaciğer histopatolojik bulguları, demir birikimi ve HCV RNA
arasındaki ilişki prospektif olarak incelendi. Çalışma Nisan 2013- Mart 2016 tarihleri
arasında yürütüldü. Hastalara karaciğer biyopsisi yapıldı ve materyal patoloji
tarafından değerlendirildi. Deneyimli bir patolog tarafından Modifiye İshak skorlama
sistemi ile enflamasyon ve fibrozis açısından skorlandı. Preparatlar Perls Prusya
mavisiyle boyanarak Sciot skorlama sistemiyle karaciğerde demir birikimine bakıldı.
Karaciğer biyopsisi öncesinde hastalardan tam kan sayımı (CBC), α fetoprotein
(AFP), karaciğer enzimleri, lipid parametreleri, açlık glukoz ve insülini, genotip
testleri çalışıldı ve hastaların demografik özellikleri not edildi. Vücut kitle indeksi
(VKİ) ve insülin direnci hesaplandı. Çalışmanın istatistiksel analizi SPSS Statistics
21 programı kullanılarak yapıldı. Hastaların 14’ü (%60,9) kadın, 9’u (%39,1) erkekti.
VKİ ile fibrozis arasında anlamlı ilişki saptandı (p=0,015). Alanin amino transferaz
(ALT) düzeyi ile hepatik aktivite indeksi (HAİ) derecesi ve fibrozis arasında anlamlı
bir ilişki saptanmazken ALT düzeyi ile HCV RNA düzeyi arasında anlamlı bir ilişki
saptandı (p=0,014). Aspartat amino transferaz (AST) düzeyi ile HAİ derecesi ve
fibrozis arasında anlamlı bir ilişki saptanmazken AST düzeyi ile HCV RNA düzeyi
arasında anlamlı bir ilişki saptandı (p=0,024). HAİ derecesi ile total bilirubin
(p=0,028) ve total kolesterol (p=0,007) düzeyi arasında anlamlı bir ilişki saptandı.
Düşük dansiteli lipoprotein (LDL) düzeyi ile HAİ (p=0,001) derecesi ve fibrozis
(p=0,046) arasında anlamlı bir ilişki saptandı. Toplam 23 hastanın 2’sinde (%8,6)
karaciğerde demir birikimine rastlandı. Sonuç olarak hastaların özellikle AST, ALT,
total kolesterol, LDL ve VKİ olmak üzere metabolik parametreleri ile viral yük ve
karaciğer histopatolojisi arasında anlamlı ilişki olduğu görülmüştür.
In this study;
the relationship of metabolic parameters and demographical characteristics in 23
patients who were diagnosed with naive hepatitis C between viral load, histological
findings, liver iron deposition and HCV RNA were investigated prospectively. Study
was conducted between April 2013-March 2016. Liver biopsy is performed and the
material was evaluated by pathology. An experienced pathologist scored liver
inflamation and fibrosis using Modified Ishak scoring system. Preparations were
stained with Persl Prussian blue and iron deposition were evaluated using Sciot
scoring system. Complete blood count (CBC) , α fetoprotein (AFP), liver enzymes,
lipid parameters, fasting glucose and insulin, genotype tests was studied before the
liver biopsy and demographic characteristics in patients were noted. Body-Mass
Index (BMI) and insulin resistance was calculated. Statistical analysis of the study
was performed with SPSS Statistics 21. 14 of the patients (%60,9) were female, 9 of
the patients (%39,1) were male. There were statistically significant relationship
between BMI with liver fibrosis (p=0,015). There weren’t statistically significant
relationship between alanine aminotransferase (ALT) level with hepatic activity
index (HAI) degree and liver fibrosis, but significant relationship found between
ALT and HCV RNA level (p=0,014). There weren’t statistically significant
relationship between aspartate aminotransferase (AST) level with HAI degree and
liver fibrosis, but significant relationship found between AST level and HCV RNA
level (p=0,024). There were statistically significant relationship between HAI degree
with total bilirubin (p=0,028) and total cholesterol level (p=0,007). There were
statistically significant relationship between low density lipoprotein (LDL) level with
HAİ degree (p=0,001) and liver fibrosis (p=0,046). 2 cases of 23 patients had a liver
iron deposition (%8,6). As a result; metabolic parameters especially AST, ALT, total
cholesterol, LDL and BMI were found to have significant relationship between viral
load and liver histopathology.
2017-08-21T12:18:11Z
2017-08-21T12:18:11Z
2016
physicsThesis
Karakuş, A. Naiv kronik hepatit C hastalarında metabolik parametreler, hastanın demografik özellikleri ile viral yük ve histolojik faktörlerin ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji, Tıpta Uzmanlık Tezi; 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1086
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1099
2017-08-22T00:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-08-21T12:18:44Z
urn:hdl:11684/1099
Kalp yetersizliği bulunan olgularda kalp-organ etkileşimleri
Altınbaş, Mehmet Eren
TR60307
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
Kalp Yetersizliği
kalp-organ Etkileşimleri
Biyobelirteçler
Heart Failure
Heart-organ Interactions
Biomarkers
Kalp yetersizliğinde çeşitli nedenlere bağlı olarak diğer organlarla başlıca miyokardiyal, hepatik, renal, serebral, miyeloid ve tiroidal etkileşimler meydana gelmekte ve bunun sonucunda bu organlarda disfonksiyon gelişmektedir. Çalışmada bu konu ele alınarak miyokardiyal, hepatik, renal, miyeloid ve tiroidal hasar göstergelerine göre organ disfonksiyonu gelişen olguların klinik karakteristiklerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Organ disfonksiyonu gelişimi açısından klinik belirleyicilerin ortaya konulması çalışmanın primer sonlanım noktasıdır. Çalışmada 18 yaş üstü, EF %40‟ın altında kalp yetersizliği tanısı almış 302 erkek(%67.7), 144 kadın(%32.3) olmak üzere toplam 446 hastanın klinik ve laboratuar verileri prospektif ve retrospektif olarak dosyalarındaki mevcut bilgilerden kaydedildi. 265 hastada(%59.56) anemi, 55 hastada(%13.22) miyokard hasarı, 30 hastada(%6.7) karaciğer etkileşimi, 152 hastada(%49.2) ciddi böbrek yetersizliği, 64 hastada(%14.7) tiroid disfonksiyonu, 105 hastada(%33.65) ciddi böbrek yetersizliği ve anemi, 30 hastada(%7) miyokard hasarı ve anemi, 38 hastada(%8.8) miyokard hasarı ve ciddi böbrek yetersizliği saptandı. CA125 düzeyi anemi, ciddi böbrek yetersizliği ve her ikisinin birlikteliğinde yüksek saptandı. hsCRP düzeyi anemi, böbrek yetersizliği, karaciğer etkileşimi, TSH yüksekliği, anemi+ciddi böbrek yetersizliği, anemi+miyokard hasarı, ciddi böbrek yetersizliği+miyokard hasarı durumlarında yüksek saptandı. NT-proBNP düzeyi ise anemi, ciddi böbrek yetersizliği, miyokard hasarı, karaciğer etkileşimi, anemi+ciddi böbrek yetersizliği, anemi+miyokard hasarı, ciddi böbrek yetersizliği+miyokard hasarı durumlarında yüksek saptandı. Kalp yetersizliği hastalarında çoklu biyobelirteç paneli yaklaşımı ile organ disfonksiyonlarının tanısı, ciddiyetinin saptanması, tedavi ve izlemleri bakımından daha verimli sonuçlar elde edilerek prognoz iyileştirilebilir ve kalp yetersizliği tedavisi her hasta için kişiselleştirilebilir.
Depending on various reasons, interactions with other organs ˗ mainly, myocardial, hepatic, renal, cerebral, myeloid, and thyroidal occur in the course of heart failure hence dysfunction develops in these organs. In this study, it was aimed to determine the clinical characteristics of cases with organ dysfunction according to myocardial, hepatic, renal, myeloid and thyroidal damage indicators. The primary end-point of the study is to put forth the clinical determinants of dysfunction development in these organs. Clinical and laboratory data of 302 male(67.7%) and 144 female(32.3%), totally 446, patients diagnosed with heart failure who were 18 years and older and with LVEF≤40% were recorded prospectively and retrospectively from their hospital files in the study. 265 patients(59.56%) had anemia, 55 patients(13.22%) had myocardial injury, 30 patients(6.7%) had liver interaction, 152 patients(49.2%) had severe kidney failure, 64 patients(14.7%) had thyroidal dysfunction, 105 patients(33.65%) had severe kidney failure with anemia, 30 patients(7%) had myocardial injury with anemia, 38 patients(8.8%) had myocardial injury with severe kidney failure. CA125 levels were higher in anemia, severe kidney failure and their concomitance. hsCRP levels were higher in anemia, severe kidney failure, liver interaction, elevation of TSH, severe kidney failure with anemia, myocardial injury with anemia, and myocardial injury with severe kidney failure. NT-proBNP levels were higher in anemia, severe kidney failure, myocardial injury, liver interaction, severe kidney failure with anemia, myocardial injury with anemia, and myocardial injury with severe kidney failure. The multi-marker panel approach in heart failure patients may improve the prognosis by obtaining more efficient results in terms of diagnosis, severity, treatment and follow-up of organ dysfunctions. Hence heart failure treatment for this setting may be personalized for each patient.
2017-08-21T12:18:44Z
2017-08-21T12:18:44Z
2017
physicsThesis
Altınbaş, M.E. Kalp Yetersizliği Bulunan Olgularda Kalp-organ Etkileşimleri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1099
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1100
2017-08-22T00:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-08-21T12:18:47Z
urn:hdl:11684/1100
İdiopatik hepatosplenomegali, sitopeni, sirozlu olgularda gaucher hastalığı sıklığı
Sipahi, Ertan
TR192515
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç hastalıkları
Gaucher Hastalığı
Hepatosplenomegali
Sitopeni
Siroz
Gaucher Disease
Hepatosplenomegaly
Cytopenia
Cirrhosis
Gaucher hastalığı glukoserebrozidaz enziminin eksikliğine bağlı, doğuştan hücresel glikolipid geri dönüşümünün etkilendiği metabolik bir bozukluktur. Klinik pratikte hepatosplenomegali, transaminaz yüksekliği, kriptojenik siroz ve bisitopeni/pansitopeni ile başvuran hastaların etyolojisinin küçük bir kısmında metabolik hastalık yer almaktadır. Gaucher hastalığı da bunların en sık görülenidir. Çalışmamızda idiopatik hepatosplenomegali, sitopeni ve sirozu olan olgulardaki Gaucher hastalığı sıklığına bakılmıştır. 24 hastada (%21.6) glukoserebrosidaz enzim eksikliği saptanmıştır. Bu 24 hastanın 8’inde(%33.3) yapılan genetik analiz sonrası mutasyon saptanmış ve bu 8 hasta Gaucher hastalığı olarak kabul edilmiştir. Enzim düşüklüğü saptanan grupta istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla lökopeni ve trombositopeni saptanmıştır. Bu grupta daha fazla anemi görülmekle beraber bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Diğer klinik özellikler açısından iki grup arasında belirgin fark saptanamamıştır. Gaucher kabul edilen 8 hastadan 7’si imugluseraz tedavisi almış olup tedavi sonrası, karaciğer ve/veya dalak volümü, sitopeniler ve iskelet sistemi bulguları gibi parametrelerde belirgin düzelme sağlanmıştır. Sonuç olarak sebebi bilinmeyen hepatosplenomegali, sitopeni, siroz gibi tablolar ile polikliniklere gelen hastalarda, sık görülen diğer sebepler ekarte edildikten sonra Gaucher Hastalığı muhakkak akla gelmelidir. Basit bir enzim tayini veya mutasyon analizi ile tanı koymak mümkündür. Hastalığın ölümcül bulguları geri dönüşümsüz olduğu için, erken tanısı çok önemlidir. Bu grup hastalarda Gaucher hastalığı düşünülüp, enzim düzeyi veya mutasyon analizi istenmesi ile hem bu hastalara ait mortalite/morbiditede belirgin azalma sağlanacak, hem de bu hastalıkların komplikasyonlarının sebep olduğu maliyetler azaltılacaktır.
Gaucher disease is a rare disease caused by glucocerebrosidase enzyme deficiency, which leads to glicolipid accumulation disorder. In clinical practice metabolic diseases have little part in etiology of idiopathic hepatosplenomegaly, elavated liver enzymes, cirrhosis and cytopenia. Gaucher disease is the most common metabolic disorder. In our study 24 (%21.6) of 111 patients had glucocerebrosidase enzyme deficiency. 8 (%33.3) of these 24 patients had one of Gaucher disease gene mutations. In the group with enzyme deficiency, leukopenia and trombocytopenia were more common then the group with normal enzyme levels. This difference was statistically significant. Although anemia was more common in the group with enzyme deficiency but this difference was not statistically significant. 7 of the 8 patients, whom accepted as Gaucher Disease, was administered imuglucerase treatment. All patients had improvements at least one of; liver and/or spleen volume, cytopenia and skeletal system findings. As conclusion, in patients with idiopathic hepatosplenomegaly, cytopenia and cirrhosis, after excluding more common reasons, clinicians must consider Gaucher Disease as an etiologic reason. Gaucher disease can be diagnosed with an easy enzyme or genetic mutation analyze. Mortal complications of Gaucher Disease are generally irreversible. For this reason early diagnosis is very important. Clinicians must study enzyme levels or mutation analysis in early stages if there is Gaucher disease doubt. This will lead decrease in disease related mortality/morbidity and also decrease in financial costs caused by disease complications.
2017-08-21T12:18:47Z
2017-08-21T12:18:47Z
2017
physicsThesis
Sipahi, E. İdiopatik hepatosplenomegali, sitopeni, sirozlu olgularda gaucher hastalığı sıklığı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1100
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1105
2017-08-22T00:00:40Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-08-21T12:19:02Z
urn:hdl:11684/1105
Sigara içen ve/veya maruz kalan çocuklarda karotis intima media kalınlığı ve karotis arter duvar sertliğinin kontrollerle karşılaştırılması
Bozdağ, Özkan
ID185967
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Sigara
Ateroskleroz
Karotis İntima-Media Kalınlığı
Arter Duvar Sertliği
Smoking
Atherosclerosis
Carotis Intima-Media Thickness
Arterial Stiffness
Sigara içmek kadar pasif
içicilik de önemli sağlık problemlerine neden olmaktadır. Karotis intima-media
kalınlığı (KİMK) ve arter duvar sertliği (ADS) ateroskleroz riskinin belirlenmesinde
kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmada sigara içen ve maruz kalan çocuklarda
KİMK ve arter duvar sertliği kontrollerle karşılaştırılarak sigaranın subklinik
ateroskleroz üzerine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada yaşları 14-17 arasında değişen,
2358 adölesana anket yoluyla ulaşıldı. Çalışmaya gönüllülük esasıyla katılan 802
çocuktan idrar ve kan örnekleri alınarak, kan lipidleri, açlık kan şekeri, insülin ve
idrar kotinin düzeyleri çalışıldı. Katılımcılar idrar kotinin düzeylerine göre üç gruba
ayrıldı; kotinin değeri 300’ün üzerinde ölçülenler; sigara içenler (n:117), 300’ün
altında ölçülenler; pasif içiciler (n:118) ve ölçülemeyecek kadar az olanlar sigaraya
maruz kalmayanlar (n:120). Dışlama kriterleri uygulandıktan sonra, 355 katılımcının
KİMK, nabız dalga hızı ve augmentasyon indeksi ölçüldü. Gruplar arasında, yaş,
cinsiyet, boy, vücut ağırlığı, sistolik ve diyastolik kan basınçları açısından
istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. KİMK ve arter duvar sertliği
parametreleri yaş ve cinsiyete göre değişim göstermedi (p>0.05). Her iki karotis
arterden alınan minimum, ortalama ve maksimum KİMK değerleri ile arter duvar
sertliği parametrelerinin hepsi, sigara içen grupta diğerlerine (p<0.001), pasif
içicilerde de maruz kalmayanlara göre anlamlı yüksek saptandı (p<0.001). Evdeki
tüm bireylerin sigara içtiği ortamda yaşayan pasif içicilerin karotis intima-media
kalınlıklarından sağ KİMK ortalama, sol KİMK ortalama, maksimum, minimum
değerleri ve arter duvar sertliği değişkenlerinden nabız dalga hızı diğer gruplara göre
anlamlı olarak artmış saptandı (p <0,05). Bu çalışma, sigara kullanımı ve pasif
içiciliğin, çocukluk çağında subklinik ateroskleroza neden olabileceğini göstermiştir.
Cigarette smoking leads serious health problems furthermore passive smoking
is also hazardous. Carotid intima media thickness (CIMT) and arterial stiffness are
come into use to identify atherosclerosis risk and an early warning of myocardial
infarction and stroke. In our study, CIMT and arterial stiffness in smoking and
passive smoking group compare with non-smokers to clarify subclinical
atherosclerosis. We reached 2358 adolescents, aged 14-17 years, by questionnaires.
802 blood and urine samples from volunteers were collected for serum cholesterols,
fasting glucose, insulin and urine cotinine. Participants divided into 3 groups
according to cotinine results; cotinine value above 300 grouped as smokers (n:117),
under 300 as passive smokers (n:118) and immeasurable values as non-smokers
(n:120). After carry out the exclusion criterias, CIMT, pulse wave velocity and
augmentation index evaluated in 355 participants respectively. There’s no
statistically significant difference between groups by age, sex, body weight, height,
BMI, systolic and diastolic blood pressures. CIMT and arterial stiffness did not differ
among age and sex (p>0.05). CIMT measurements obtained from both left and right
carotis artery, all of the mean, minimum and maximum scale assesements showed
CIMT thickens in passive smokers compare to non-smokers and similar relation
found between smokers to other groups (p<0.001). Arterial stiffness parameters also
increases among groups (p<0.001). In passive smoking group, children have
statistically significant thicker right mean, left minimum, mean and maximum CIMT
if the both parents and siblings smokes compare with just one smoker in the house
(p<0.001). These results indicate ,even in the early ages, smoking is a major risk
factor for subclinical atherosclerosis and passive smoking is as vital as first hand
smoking.
2017-08-21T12:19:02Z
2017-08-21T12:19:02Z
2017
physicsThesis
Bozdağ Ö. Sigara İçen ve/veya Maruz Kalan Çocuklarda Karotis İntima Media Kalınlığı ve Karotis Arter Duvar Sertliğinin Kontrollerle Karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1105
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1106
2017-08-22T00:00:07Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-08-21T12:19:04Z
urn:hdl:11684/1106
Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde nöbet nedeni ile izlenen olguların 5 yıllık değerlendirilmesi
Gündüz, Murat
TR107172
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Yenidoğan
Konvülziyon
Epilepsi
Nöbet
Neonatal
Convulsion
Epilepsy
Seizure
Bu çalışmada; yenidoğan yoğunbakım ünitesi’ne Ocak 2010-Ocak 2015 tarihleri arasında, nöbet nedeniyle başvuran ve yatırılarak takip edilen 0-28 gün aralığındaki vakaların demografik özellikleri ve etiyolojik nedenlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yenidoğan yoğunbakım ünitesi’ne yatırılarak takip ve tedavileri yapılan 972 vakanın 100’üne (%10.2), yenidoğan nöbeti tanısı konmuştu. Nöbet geçiren vakaların yaş, cinsiyet, ailede epilepsi, akraba evliliği öyküsü, prenatal, natal, postnatal özellikleri, nöromotor gelişimleri, nörolojik muayeneleri, etiyolojilerini aydınlatmak amaçlı kan, idrar, Beyin Omurilik Sıvısı tetkikleri, Elektroensefalogram, ve Beyin Tomografisi, Transfontanel Ultrasonografi ve kraniyal MR gibi görüntüleme çalışmaları vaka dosyalarından derlenip incelendi. Vakaların % 53’ü erkek, %47’si kız, ortalama nöbet geçirme yaşı 6.1± 6.7 gün olarak saptandı.Vakalarımızda en sık görülen iki nöbet tipi sırasıyla subtle (%41), miyoklonik (%23) iken, nöbetlerin kontrolü için en sık kullanılan iki antiepileptik ilaç fenobarbital (%77.8) ve fenitoin (%51.5)’di. Nöbet etiyolojilerine bakıldığında Hipoksik-iskemik ensefalopati %41 sıklıkla en sık nöbet nedeni olurken, MSS malformasyonları %16 sıklıkla 2. sırada yer almaktaydı. Epilepsi gelişen vakalarda en sık etiyolojik nedenler sırasıyla Hipoksik iskemik ensefalopati %27, Merkezi Sinir Sistemi malformasyonları %21.6 ve İntrakraniyal kanamalar %18.9 şeklindeydi. Yenidoğan nöbeti nedeniyle takip ettiğimiz vakalarımızda normal nöromotor gelişim %23, sekel %44 ve mortalite %21 olarak gözlendi. Epilepsi sıklığı tüm vakalar arasında %37 olarak bulundu. Vakaların nörokognitif fonksiyonları AGTE ile değerlendirildi ve %28'inde yaşıtlarına göre göre gelişim geriliği saptandı. Sonuç olarak prenatal, natal, postnatal süreçler ve etiyolojik nedenin belirlenmesi prognozun öngörülmesine katkıda bulunmaktadır.
The purpose of this study is to determine the demographic features and etiologic causes of neonatal intensive care unit cases between 0-28 days, who were admitted and followed up for convulsions between January 2010 and January 2015. Newborn seizure was diagnosed in 100 of the 972 cases (10.2%) where follow-up and treatment were done in the newborn intensive care unit. Blood, urine, brain spinal fluid tests, electroencephalogram and brain tomography, transfontanel ultrasonography and cranial MR imaging to elucidate the etiology of neuromotor development, neuromotor development, neurological examination, age, gender, family history of epilepsy and cross cousin marriage, perinatal, natal and postnatal characteristics were compiled from the case files. 53% of the cases was male, 47% was female and mean age of seizure was 6.1 ± 6.7 days. Two of the most common seizure types in our cases were subtle (41%) and myoclonic (23%), respectively, while the two most commonly used antiepileptic drugs for seizure control were phenobarbital and phenytoin. Hypoxic-ischemic encephalopathy was the most frequent cause of seizure in 41% of the cases, and SSS malformations were the second most frequent cause of seizure etiology. In epilepsy cases, the most common etiologic causes were hypoxic ischemic encephalopathy in 27%, central nervous system malformations in 21.6% and intracranial hemorrhages in 18.9%. In cases followed up for neonatal seizures, normal neuromotor development was detected as 23%, sequela as 44% and mortality as 21%. The frequency of epilepsy was 37% among all cases. The neurocognitive functions of the cases were assessed with AGTE and 28% had a developmental retardation according to their peers. In conclusion, it was thought that prenatal, natal, postnatal processes and etiologic reasons in neonatal convulsions could contribute to foresee the prognosis.
2017-08-21T12:19:04Z
2017-08-21T12:19:04Z
2017
physicsThesis
Gündüz, M. Yenidoğan Servisinde Nöbet Nedeni ile İzlenen Olguların 5 Yıllık Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1106
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1108
2017-08-22T00:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-08-21T12:19:10Z
urn:hdl:11684/1108
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi araştırma görevlisi doktorlarının uyku kalitelerinin ve uyku kalitelerine etki edebilecek faktörlerin değerlendirilmesi
Eyüpoğlu, Ali
TR111803
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Pittsburgh Uyku Kalitesi Ölçeği
Uyku Kalitesi
Araştırma Görevlisi Doktorlar
Pittsburgh Sleep Quality Index
Sleep Quality
Research Assistant Doctors
Bu çalışmanın amacı araştırma görevlisi
doktorların uyku kalitelerini saptamak; uyku kalitelerine etki edebilecek faktörlerle,
uyku kalitesi ilişkisini ortaya koyarak araştırma görevlisi doktorların yaşam ve
uzmanlık eğitimi kalitelerinin iyileştirilmesine yönelik çalışmalara katkı sağlamaktır.
Çalışmamıza Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde Eylül 2015- Aralık
2015 tarihleri arasında görev yapmakta olan 189 araştırma görevlisi doktor dahil
edilmiştir. Hazırlanan sosyodemografik veri formu, uyku kalitelesini etkileyebilecek
faktörler formu ve Pittsburgh Uyku Kalitesi Ölçeği (PUKÖ) araştırma görevlisi
doktorlarla yüzyüze görüşülerek doldurulmuştur. Araştırma görevlisi doktorların
ortalama uyku süresi 6,41 (±1,15) saat, PUKÖ puan ortalamarının 6,75 (±3,08) olduğu
belirlenmiştir. Çalışmamıza katılan 189 araştırma görevlisi doktordan 46
(%24,3)’sının uyku kalitelerinin iyi olduğu, 143 (%75,7)’ünün uyku kalitelerinin kötü
olduğu saptanmıştır. Araştırmamız sonucunda asistan hekimlerin, medeni durumları,
yaşam biçimleri (alkol kullanımı, kullanılan sigara miktarı, uyumadan önceki 2 saat
içerisinde yemek yeme alışkanlıkları), çalışma koşulları (hastaneden ayrılış saati,
nöbet tutulan gün ve saat sayısı), meslek ve branş memnuniyet durumları ile uyku
kaliteleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki olduğunu belirledik. Araştırma
görevlisi doktorlarının uyku kalitelerinin iyileştirilmesi, dolayısıyla daha kaliteli
uzmanlık eğitimi alabilmeleri ve daha kaliteli sağlık hizmeti sunabilmeleri için,
araştırma görevlisi doktorların ve çalışma düzeni programlayıcılarının bu hususlardaki
olumsuzlukların azaltılmasında daha fazla çabalarına gereksinim olduğu
kanaatindeyiz.
The purpose of this study is to
determine the sleep qualities of research assistant doctors; to contribute to the
improvement of quality of life and education quality of research assistant doctors by
establishing relations between sleep quality and factors that can affect sleep quality.
189 research assistant doctors who were working at Eskişehir Osmangazi University
Faculty of Medicine between September 2015 and December 2015 were included in
our study. The sociodemographic data form, Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI)
and the form of factors that could affect sleep quality were filled in with a one-point
interview with the research assistant doctors. Mean duration of sleep was 6.41 (± 1.15)
hours, and mean PSQI score was 6.75 (± 3.08) for research-assisted doctors. Of the
189 research assistant doctors who participated in our study, 46 (24.3%) had good
sleep quality and 143 (75.7%) had poor sleep quality. As a result of our research, we
found that there was statistically significant relationship between sleep quality and
marital status, lifestyle (alcohol use, amount of cigarette used, eating habits within 2
hours before sleeping), working conditions (time of departure from hospital, the
number of days and hours spent on shift) job, branch satisfaction status of resident
physicians. We believe that research assistant doctors would receive better speciality
education and provide better health care service by improving sleep quality of research
assistant doctors. We believe that research assistant doctors and work schedulers need
to put more efforts to reduce these drawbacks.
2017-08-21T12:19:10Z
2017-08-21T12:19:10Z
2017
physicsThesis
Eyüpoğlu, A. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi araştırma görevlisi doktorlarının uyku kalitelerinin ve uyku kalitelerine etki edebilecek faktörlerin değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1108
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1094
2017-08-22T00:00:41Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_190
2017-08-21T12:18:33Z
urn:hdl:11684/1094
Kemoterapi alan malign mezotelyomalı hastalarda prognoz biyobelirteçlerinin tespit ve doğrulama çalışması
Akgün, Hakan
TR105927
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
Malign Mezotelyoma
Prognoz
Biyobelirteç
Malignant Mesothelioma
Prognosis
Biomarker
Malign Plevral Mezotelyoma (MPM) 'nin prognozu iyi değildir, ortanca yaşam süresi 12 ay civarında verilmektedir. Bu çalışmada MPM kesin teşhisi konmuş ve kemoterapi tedavisi alan 54 hastanın tümör dokusunda Real Time Polymerase Chain Reaction (qPCR) yöntemiyle, midkine (MKN), syndecan-1 (SOC-1) ve hyaluronan synthase-2 (HAS-2); literatürden seçilen fibulin-3; ayrıca Unsupervised Survival Analysis Tool (USAT) ile belirlenen sestrin-1 (SESN-1) ile laminin subunit alpha-4 (LAMA-4) ve iki housekeeping gen; glukoz-6-fosfat dehidrogenaz (G6PD), TATA-box taşıyıcı protein (TBP)’nin gen ifadelerinin incelenmesi ve saptanacak gen ifade profillerinin prognoz biyobelirteci olarak kullanılabilirliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Gen ifadesi ve prognoz arasındaki ilişki Log Rank multiple cut-off analysis (LMRC) yöntemiyle tüm olasılıklı kestirim (cut-off) değerleri kullanılarak, örnekler iki gruba katogorize edilerek değerlendirildi. p değerleri 0.05’in altında ve kestirim değeri 10-90 percantil arası anlamlı kabul edildi. MPM hastalarında MKN (p=0.002), HAS-2 (p=0.006), SESN-1 (p=0.005) aşırı gen ifadelerinin çoklu değişken analizlerde sağkalım zamanı ile ilişkili olduğu belirlendi. Buna ek olarak, epiteloid tip MPM’li hastalarda HAS-2 (p=0.014) ve SESN-1 (p=0.045) aşırı gen ifadelerinin çoklu değişken analizlerde sağkalım ile ilişkili olduğu belirlendi. Sonuç olarak, MPM’lı hastalarda MKN aşırı gen ifadesinin kötü prognozla, HAS-2 ve SESN-1 aşırı gen ifadesinin iyi prognozla ilişkili olduğu tayin edildi. Ayrıca HAS-2 ve SESN-1 aşırı gen ifadelerinin epiteloid hücre tipine sahip MPM’lı hastalarda iyi prognoz biyobelirteci olarak yararlı olabileceği kanaati oluştu. Söz konusu belirteçlerin, aynı amaçlarla, daha geniş gruplarda ve diğer biyolojik ortamlarda değerlendirilmesi konu hakkındaki bilgilerimize ve daha doğru kanaatler geliştirmemize katkı sağlayacaktır.
The prognosis of Malignant Pleural Mesothelioma (MPM) is generally poor, with a median survival time of around 12 months. The purpose of this study is to examine the gene expression profiles and the usability of the gene expression profiles as prognostic biomarkers of midkine (MKN), syndecan-1 (SOC-1), hyaluronan synthase-2 (HAS-2), fibulin-3 selected from the literature and sestrin-1 (SESN-1) and laminin subunit alpha-4 (LAMA-4) determined with Unsupervised Survival Analysis Tool (USAT) and two housekeeping genes, glucose-6-phosphate dehydrogenase (G6PD), TATA-box transporter protein (TBP), which were determined by means of qPCR method in 54 patients with definite diagnosis and chemotherapy treatment. The relationship between gene expression and prognosis was assessed by categorizing the samples into two groups using all probability cut-off values using the LMRC method. p values were below 0.05 and the predictive value was considered significant between 10th and 90th percentile. It was determined that overexpression of MKN (p=0.002), HAS-2 (p=0.006) and SESN-1 (p=0.005) in MPM patients was associated with survival time in multivariate analysis. In addition, it was determined that HAS-2 (p=0.014) and SESN-1 (p=0.045) overexpression of genes in epithelial type MPM patients were associated with survival in multivariate analysis. In conclusion, in patients with MPM, MKN over-expression was associated with poor prognosis and HAS-2 and SESN-1 over-expression were associated with good prognosis. It has also been suggested that HAS-2 and SESN-1 over-gene expressions may be useful as biomarkers for a good prognosis in patients with MPM with epithelial cell type. It will also contribute to our knowledge about the evaluation of such markers in other biological enviroments in larger groups, and to develop more accurate convictions for the same purposes.
2017-08-21T12:18:33Z
2017-08-21T12:18:33Z
2017
physicsThesis
Akgün,H. Kemoterapi alan malign mezotelyomalı hastalarda prognoz biyobelirteçlerinin tespit ve doğrulama çalışması, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlı Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1094
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1095
2017-08-22T00:00:42Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_193
2017-08-21T12:18:35Z
urn:hdl:11684/1095
Akut ST elevasyonlu miyokard ifarktüsü geçiren hipertansif hastalarda hospitalizasyonun erken döneminde ve taburculuk sonrası günlük aktiviteler sırasındaki kan basıncı ve kalp hızı değişkenliği
Eraslan, Selda
TR103802
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji
AKS
Hipertansiyon
Kalp Hızı
Ambulatuar Kan Basıncı
Hypertension
Heart Rate
Ambulatory Blood Pressure
Bu çalışmanın amacı akut miyokard infarktüsü geçiren ve eşlik eden hipertansiyonu olan hastalarda kan basıncı (KB) ve kalp hızı değişkenliğini gözlemlemektir. Akut koroner sendrom tanısı ile hospitalize edilen 200 hasta tarandı, hipertansiyon tanısı olan 50 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan hastalara bilgi verilerek onam formları alındı. Tracker NIBP2 (Delmar Reynolds) ambulatuar kan basıncı ölçüm cihazı ile hastane yatışı sırasında ve taburculuk sonrası 12. Haftada 24 saatlik kan basıncı takibi yapıldı. Sistolik arteryel kan basıncı (SKB), diyastolik arteryel kan basıncı (DKB), ortalama arteryel kan basıncı, kan basıncı değişkenliği, kalp hızı, ekokardiyografik ve elektrokardiyografik değişiklikler gözlemlendi. Çalışmaya dahil edilen hastalar beta-bloker almıyordu ancak miyokard infarktüsü (MI) sonrası endikasyon dahilinde beta-bloker eklenen hastalar çalışmaya dahil edildi. Beta-bloker tercihi ve dozu hekimin tercihine bırakıldı. Hastalarda SKB ve DKB değerleri hastane yatışı sırasında ve takiplerde normal sınırlar içinde saptandı, hem hastane içinde MI sonrası erken dönemde hem de taburculuk sonrasında yeterli KB regülasyonunun sağlandığı gözlendi ancak SKB ve DKB değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık yoktu. Kalp hızı açısından ise 12. Hafta sonunda yapılan incelemede başlangıca göre gündüz ortalama kalp hızında anlamlı olarak azalma gözlendi. Bu çalışmanın sonuçları; genel popülasyonun yaklaşık % 30-45‟ ini etkileyen, sadece risk faktörü olmanın dışında aterosklerozun ilerlemesine ve ateroskleroz gelişmesine katkıda bulunan KB yüksekliğinin MI geçiren hastalarda yakın takip edilmesi, endikasyon dahilinde beta-bloker tedavi başlanması, kolay uygulanabilir bir yöntem olan ambulatuar kan basıncı cihazlarının takipde kullanımının yaygınlaşabileceğini düşündürmektedir.
The aim of this study is to observe blood pressure and heart rate variabilities in patients with acute myocardial infarction and hypertension. A total of 200 patients with acute coronary syndrome who were admitted to the coronary intensive care unit were considered in the study. Of these patients, 50 were previously diagnosed with hypertension and were included in the study. Information given about the study to patients and consent forms done. All of the patients‟ blood pressure were measured with ambulatory blood pressure device during hospitalization and on 12th weak after discharge. In these patients, after their myocardial infarction, it was planned to monitor their systolic arterial blood pressure, diastolic arterial blood pressure, mean arterial blood pressure, blood pressure variability, heart rate, echocardiographic and electrocardiographic parameters during and after their hospitalization. None of the patients initially were taking beta-blockers as antihypertensive therapy, except patients who started beta-blocker therapy after myocardial infarction were included in the study. Systolic and diastolic blood pressures were found to be within normal limits during hospitalization and in follow-ups. There were sufficient blood pressure regulations in both early and post-discharge in patients diagnosed with myocardial infarction, but there was no statistically significant difference between systolic and diastolic blood pressures. There was a statically significant decrease in daytime on 12th heart rate at compared to early hospitalization heart rate. The results of this study; The high blood pressure which affects approximately 30-45% of the population is not only risk factor but also a contribution to development and progression of atherosclerosis; ıf necessary ambulatory blood pressure monitoring which easy to apply and non-ınvazive procedure can be used for follow up, especially in patients with myocardial infarction.
2017-08-21T12:18:35Z
2017-08-21T12:18:35Z
2017
physicsThesis
Eraslan, S. Akut ST elevasyonlu miyokard infarktüsü geçiren hipertansif hastalarda hospitalizasyonun erken döneminde ve taburculuk sonrası günlük aktiviteler sırasındaki kan basıncı ve kalp hızı değiĢkenliği EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1095
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1096
2017-08-22T00:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_190
2017-08-21T12:18:37Z
urn:hdl:11684/1096
KOAH’lı hastalarda MBL (Mannoz binding lektin) gen polimorfizmi
Turan, Çiğdem
TR105833
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
MBL
Polimorfizm
KOAH
Polymorphism
Bu çalışmada KOAH'lı hastalarda mannoz bağlayıcı lektin (MBL) gen polimorfizmi ile KOAH arasındaki ilişkinin incelenmesi, serum MBL düzeylerinin saptanması ve KOAH alevlenme sıklığı ile serum MBL düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu çalışmaya 80 hasta ve 60 sağlıklı (30 sigara kullanıcısı, 30 sigara kullanıcısı olmayan) kontrol dahil edildi. Hasta bireyler GOLD tanımına uygun olarak KOAH tanısı alan ve son 6 hafta içinde akut eksaserbasyonda olmayan ve kanser, tüberküloz (enfeksiyöz nedenler) gibi ek akciğer patolojisi olmayan olgulardan seçildi. Sağlıklı bireyler ise herhangi bir bilinen akciğer ve diğer sistem patolojisi olmayan gruptan seçildi. KOAH ile MBL polimorfizmi arasındaki ilişki Polymerase Chain Reaction-Restriction Fragment Lenght Polymorphism (PCR-RFLP) yöntemi kullanılarak araştırılmıştır. Serum MBL düzeyi ise Human Mannose-Binding Lectin Gene Elisa kiti kullanılarak belirlenmiştir. Çalışmamızın sonucuna göre MBL2 kodon 54B polimorfizmi genotip dağılımları açısından KOAH hastaları ile sağlıklı bireyler arasında anlamlı fark bulundu (p=0.026). KOAH ve kontrol grubu ortalama serum MBL düzeyleri (ng/ml) arasında anlamlı fark bulundu (p=0.021). Ancak KOAH alevlenme sıklığı ile serum MBL düzeyleri arasında bir ilişki saptanmadı. Sonuç olarak KOAH'lı hastalarla MBL polimorfizmi arasında ilişki saptandı ve ortalama serum MBL düzeyleri KOAH grubunda sağlıklı bireylere göre anlamlı olarak daha düşük ortaya kondu.
In this study, we aimed to investigate the relationship between mannose-binding lectin (MBL) gene polymorphism and COPD in patients with COPD, to determine serum MBL levels and to investigate the relationship between serum MBL levels and COPD exacerbation frequency. 80 patients and 60 healthy controls (30 smokers and 30 non-smokers) were included in the study. The patients were selected from the cases diagnosed with COPD according to the GOLD definition and who did not have acute exacerbations in the last 6 weeks and additional pulmonary pathologies such as cancer, tuberculosis (infectious causes). Healthy individuals were selected from the group without any known lung or other system pathology. The relationship between COPD and MBL polymorphism was investigated using the Polymerase Chain Reaction-Restriction Fragment Lenght Polymorphism (PCR-RFLP) method. Serum MBL level was determined using Human Mannose-Binding Lectin Gene Elisa kit. According to the results of our study, there was a significant difference between COPD patients and healthy subjects in terms of MBL2 codon 54B polymorphism genotype distributions (p = 0.026). There was a significant difference in mean serum MBL levels (ng / ml) between COPD and control group (p = 0.021). However, there was no correlation between the frequency of exacerbation of COPD and serum MBL levels. As a result, there was a relationship between patients with COPD and MBL polymorphism and mean serum MBL levels were significantly lower in the COPD group than in healthy subjects.
2017-08-21T12:18:37Z
2017-08-21T12:18:37Z
2017
physicsThesis
Turan, Ç. KOAH'lı hastalarda MBL (Mannoz binding lektin) gen polimorfizmi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1096
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1098
2017-08-22T00:00:10Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2017-08-21T12:18:41Z
urn:hdl:11684/1098
Akut myeloblastik lösemi tanılı hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognostik faktörlerin değerlendirilmesi
Davutoğlu, Nur Oğuz
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç hastalıkları
Akut Myeloblastik Lösemi
Prognostik Faktörler
Acute Myeloblastic Leukemia
Prognostic Factors
Akut myeloblastik lösemi (AML), kan veya kemik iliğinde myeloblast birikimine neden olan, agresif klonal myeloid bir neoplazidir. AML tanısı koymak için, mevcut Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) sınıflamasına göre kan veya kemik iliği (Kİ)’ndeki çekirdekli hücrelerin en az %20’sinin myeloblastlardan oluşması gerekir. Bu çalışmada, AML tanısı konulan ve takip edilen hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognoz üzerine etkili faktörlerin saptanması ve hastaların sonuçları ile literatür verilerini karşılaştırmak ve bölgesel farklılıkların belirlenmesi amaçlandı. Çalışmaya 2008-2015 tarihleri arasında ESOGÜTF İç Hastalıkları Anabilim Dalına bağlı Hematoloji Bilim Dalında, DSÖ 2008 akut lösemi tanı kriterlerine göre tanısı konulmuş, "7+3" remisyon indüksiyon kemoterapisi alan, altmış beş yaş altı 100 hasta alındı. Olguların 52 (%52)’si erkek, 48 (%48)’i kadın olup, tanı sırasındaki yaş ortalamaları 49±11,4 (18-62) yıl idi. Median total sağkalım süresi 203,0±74,6 (0-1666) gün, hastalıksız sağkalım süresi 137,0±46,7 (0-1588) gün olarak saptandı. İndüksiyon kemoterapisine yanıt oranları; %53 (n=53) tam yanıt, %16 (n=16) yanıtsız, %31 (n=31) oranında indüksiyon esnasında ölüm olarak bulundu. İndüksiyon kemoterapisine tam yanıt alınan hastaların 15 (%28)’inde nüks gerçekleşti. 100 hastanın 20 (%20)’sine allojeneik kök hücre nakli yapıldı. Hastaların son durum analizinde %35 (n=35)’i remisyonda olup, %65 (n=65)’i ise kaybedilmiştir. İndüksiyon kemoterapisine tam yanıt verenler, Kİ biyopsisinde fibrozis olmayanlar, Kİ aspirasyonunda auer body varlığı saptananlar ve iyi sitogenetik risk sınıflamasında olan hastalarda total sağkalım süreleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzun saptanmıştır (p<0,05). Hastalar lökosit sayısı <100,000/mm3 ve ≥100,000/mm3 olarak gruplara ayrıldığında, lökosit sayısı <100,000/mm3 olan hasta grubunda total sağkalım süresi istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzun saptanmıştır (p<0,05). Cinsiyet, LDH, fibrinojen sitogenetik risk sınıflaması, Kİ’nde fibrozis varlığı ve fungal enfeksiyon varlığı mortalite üzerine etkili faktörler olarak saptandı.
Acute myeloblastic leukemia (AML) is an aggressive clonal myeloid neoplasm that causes accumulation of myeloblasts in blood and bone marrow. For diagnosis of AML based on current WHO (World Health Organization) classification, myeloblasts constitutes at least 20% of white blood cells in blood or bone marrow (BM). Aims of this study were to determine clinically and laboratory characteristics and prognosis factors in AML diagnosed and followed-up patients; to compare patient outcomes and literature and to reveal regional differences. 100 patients( < 65 years) who diagnosed acute leukemia based on WHO diagnostic criteria (2008) and had "7 + 3" remission induction chemotherapy in Department of Internal Medicine, in ESOGUTF (Osmangazi University Faculty of Medicine) in 2008-2015 were included in this study, 52 patients (52%) were male and 48 (48%) were females; mean age at diagnosis was 49 ± 11.4 (18-62) years. The median overall survival time was 203.0 ± 74.6 (0-1666) days and disease-free survival time was 137.0 ± 46.7 (0-1588) days. Given response to induction therapy, complete response was 53% (n = 53), non-response was 16%(n = 16) and death during the induction was 31% (n = 31). 15 (28%) patients with complete response had experienced recurrence. Of 100 patients, 20 (20%) of 100 patients had allogeneic stem cell transplantation. At the end of the study analyses, 35% (n=35) of patients was in remission and 65% (n = 65) was dead. Overall survival was significantly long in patients who had complete response to induction chemotherapy, who had no fibrosis in BM, who had auer body in aspiration of BM and patients with good cytogenetic risk classification (p<0,05). Total survival was significantly high in patient group whose leukocyte count was <100,000 mm³ (p<0,05). Gender, LDH, fibrinogen cytogenetic risk classification, presence of fibrosis in BM and fungal infection was found to be effective factors on mortality.
2017-08-21T12:18:41Z
2017-08-21T12:18:41Z
2016
physicsThesis
Davutoğlu, N. Akut myeloblastik lösemi tanılı hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognostik faktörlerin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1098
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1101
2017-08-22T00:00:09Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-08-21T12:18:50Z
urn:hdl:11684/1101
Çocukluk çağı astımında geleneksel ve tamamlayıcı tedavi kullanımı ve astım şiddeti
Doğan, Berna Özkan
TR 252862
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Astım Kontrol Testi
Geleneksel ve Tamamlayıcı Tedaviler
Asthma Control Test
Traditional and Complementary Therapy
Bu çalışmanın amacı çocukluk çağı astımında GTT kullanımının araştırılmasıdır. Çalışmaya altı ay süresince Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk İmmünolojisi ve Alerji Polikliniğine başvuran, astım tanılı 1-18 yaş arası 403 hasta dahil edilmiştir. Hazırlanan anket formları ailelerle yüz yüze görüşülerek doldurulmuştur. Anket formlarıyla ailelerin sosyodemografik özelliklerinin, GTT kullanımıyla ilgili özelliklerin ve hastanın astım kontrol düzeyinin saptanması amaçlanmıştır. Ailelerin %74,2’si çocukları için herhangi bir GTT yönteminden en az birini kullanmaktadır ve GTT kullanan ailelerin %67,2’si de çocuklarının bu tedavilerden yarar gördüğünü düşünmektedir. Çocukları için GTT kullanan ailelerin toplam eğitim süresinin daha fazla olduğu ve gelir düzeylerinin de daha yüksek olduğu saptanmıştır. En çok kullanılan bitkisel ve doğal ürünler sırasıyla bal, zencefil, bitkisel çaylar, keçiboynuzu, üzüm pekmezi ve bıldırcın yumurtasıdır. En çok kullanılan GTT yöntemi ise “solunum ve gevşeme egzersizleri’dir. Ailelerin çoğu bu GTT yöntemlerini diğer astım ilaçlarıyla eşzamanlı olarak kullandığı ve yalnızca bir süre kullanıp sonra kestiğini söylemiştir. Aileler bu yöntemleri en fazla “eş, dost, akrabanın önerisiyle” kullanmışlardır ve kullandıkları şeyleri en sık baharatçı ve aktarlardan temin etmişlerdir. Bu yöntemlere en fazla başvurulma nedeni doğal ve güvenli olup yan etkisinin az olduğuna inanılmasıdır. Ailelerin %77,6’sı bu yöntemler için para harcadığını söylemiştir. Astım kontrol testi sonucuna göre 403 astımlı çocuğun çoğunun astım kontrolü yetersiz bulunmuştur. GTT kullanımıyla astım kontrolü arasında ise anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Toplumda GTT kullanımına artmış bir ilgi olduğu ve bu konuda daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç olduğu ortadadır. Sağlık çalışanlarının da yaşadıkları toplumdaki en sık kullanılan GTT’ler hakkında hastalara doğru önerilerde bulunacak kadar bilgi sahibi olmaları ve hastaları doğru yönlendirmeleri gerekmektedir.
Aim of this study is to identify traditional and complementary therapy(TCT) use in childhood asthma. Our study involved 403 patients between ages of 1-18 who diagnosed as asthma and applied to Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Hospital during six months. Prepared questionnaires are filled by face-to-face interview with parents.We aimed to identify parents’ sociodemographic characteristics, TCT use traits and patients’ asthma control levels. 74,2% of parents use at least one of TCT methods for their children and 67,2% of TCT using parents suppose that their children benefit from these therapies. It is established that TCT using parents for their children have higher educational level and income rate. The most widely used herbal and natural products are respectively; honey, ginger, herbal teas, carob, grape molasses and quail egg. The most widely used TCT method is “breathing and relaxing exercises”. Most of parents stated that they used these TCT methods with other asthma medication at the same time and after a while they stopped using these methods. Parents used these methods mostly by relatives and friends proposal and they supplied the products mostly from spice sellers and herbalists. Main reason for parents to apply these methods is that they believe in these methods are natural and safe and have less side effects. 77,6% of parents stated that they spent money for these methods. According to asthma control test results, 403 asthmatic children were found insufficient in asthma control. There was no significant relationship between TCT use and asthma control. It is clear that there is an increased interest in TCT use in society, in this regard more comprehensive studies are needed. Health workers also should have enough knowledge about mostly used TCT’s to make proper recommendations for patients and guide them properly.
2017-08-21T12:18:50Z
2017-08-21T12:18:50Z
2016
physicsThesis
Özkan Doğan, B. Çocukluk çağı astımında geleneksel ve tamamlayıcı tedavi(GTT) kullanımı ve astım şiddeti, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1101
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1146
2017-11-18T01:02:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2017-11-17T05:30:40Z
urn:hdl:11684/1146
Eskişehir ili kırsal kesiminde (Sivrihisar, Mahmudiye, Alpu, Beylikova) lise öğrencilerinde alopesi sıklığı ve yaşam kalitesi
Özay, Özkan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Alopesi
Adölesan
Yaşam Kalitesi
Eskişehir
Alopecia
Adolescent
Quality of Life
Eskisehir
Bu çalışma, Eskişehir ili kırsal yerleşim
bölgesinde öğrenim görmekte olan lise öğrencileri arasında alopesi görülme
sıklığının saptanması, ilişkili olduğu düşünülen faktörlerin incelenmesi ve sağlıkla
ilgili yaşam kalitesinin değerlendirilmesi amacı ile yapıldı. Çalışma 02 Mart-30
Nisan 2015 tarihleri arasında yürütülen kesitsel tipte bir araştırmadır. Çalışma
grubunu 1662 (%74.9) öğrenci oluşturdu. Çalışmanın amacına uygun olarak önceden
hazırlanmış 4 bölümden oluşan anket form gözlem altında öğrencilerin kendileri
tarafından dolduruldu. Öğrencilerin yaşam kaliteleri Short Form-36 (SF-36) ölçeği
ile değerlendirildi. Saç ve saçlı deri muayenesi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi tarafından yapıldı. Elde edilen
veriler, IBM-SPSS 20 Ġstatistik Paket Programı kullanılarak değerlendirildi. Verilerin
analizlerinde Ki-kare testi, Mann Whitney U testi ve Lojistik Regresyon Analizi
kullanıldı. Ġstatistiksel anlamlılık değeri olarak p≤0.05 kabul edildi. Bu çalışmada
alopesi görülme sıklığı %37.4 (n=622) olarak saptandı. Beylikova ve Mahmudiye
ilçelerinde öğrenim gören öğrencilerde, erkeklerde, saçlı deri şikayeti olanlarda,
yağlı saçlı deri tipine sahip olanlarda ve menstruasyon dönemi düzensiz olan kız
öğrencilerde alopesi görülme sıklığı daha yüksek saptandı. Çalışma grubunda alopesi
saptananlarda SF-36 Ölçeği’nin genel sağlık, canlılık ve mental sağlık alt alanlarında
yaşam kalitelerinin daha kötü olduğu saptandı. Sonuç olarak alopesi sıklığının
azaltılması ve öğrencilerin yaşam kalitelerinin arttırılabilmesi için erken tanı ve
tedavinin sağlanabilmesi gerekmektedir. Öğrencilerde farkındalığın arttırılabilmesi
için sağlık eğitimi çalışmaları yapılmalıdır. Ek olarak okul taramaları içine saç ve
saçlı deri muayenelerinin entegre edilmesi, alopesi saptanan öğrencilerin dermatoloji
uzmanına yönlendirilmesi, yağlı saçlı deri tipine sahip öğrencilerin saçlarını düzenli
olarak yıkamaları, menstruasyon düzensizliği yaşayan kız öğrencilerin hekim
tarafından değerlendirilmesi ve gerekli tedavinin uygulanması uygun olacaktır.
This study aimed to determine
the frequency of alopecia and related factors, health-related quality of life in highschool
students in rural areas of Eskisehir. This is a cross-sectional study, performed
between 02 March-30 April 2015. The study group consisted of 1662 (%74.9)
students. The questionnaire which performed for the purpose and consisted of 4
sections was filled out by students themselves under supervision. The health-related
quality of life was evaluated by Short Form-36 (SF-36). Students’ hair and scalps
was examined by physician of Eskisehir Osmangazi University Medicine of Faculty,
Department of Dermatology. The acquired data were determined by SPSS 20
Statistical Packet Programme. For statistical analyses, chi square test, Mann Whitney
U Test and logistic regression analyses were used. We accepted the values of p≤0.05
for the statistical significance. In this study frequency of alopecia was found %37.4
(n=622). The students who educated in Beylikova and Mahmudiye, who are males,
who have complaints about scalp, who have fatty scalp and female students who
have menstrual irregularities had more frequency of alopecia. In study group, who
have alopecia, had poor health-related quality of life in general health perception,
vitality and mental health of SF-36. In conclusion; there is a need to provide early
diagnose and treatment to decrease frequency of alopecia and to improve quality of
life. Health education studies must be performed to increase awareness of students
about alopecia. Integrating hair and scalp examination into school health screening
studies, steering the students who have alopecia to dermatologist, suggesting students
who have fatty scalp must wash their hair regularly and examining and treating
female students who have menstrual irregularities by a physician, will be appropriate.
2017-11-17T05:30:40Z
2017-11-17T05:30:40Z
2016
physicsThesis
Özay, Ö. Eskişehir İli Kırsal Kesiminde (Sivrihisar, Mahmudiye, Alpu, Beylikova) Lise Öğrencilerinde Alopesi Sıklığı ve Yaşam Kalitesi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1146
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1149
2017-11-18T01:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-11-17T05:30:49Z
urn:hdl:11684/1149
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi eğitim araştırma bölgesi’nde tip 2 diyabetes mellitus’lu hastalarda gastroözofageal reflü hastalığının sıklığı
Sağlan, Yasemin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Gastroözofageal Reflü Hastalığı
Tip 2 Diyabetes mellitus
Epidemiyoloji
Gastroesophageal Reflux Disease
Type 2 Diabetes Mellitus
Epidemiology
Bu çalışmanın amacı Tip 2 Diyabetes Mellitus’lu hastalarda gastroözofageal reflü hastalığının sıklığını, şiddetini ortaya koymak ve Gastroözofageal Reflü Hastalığı(GÖRH) ile ilişkili olduğu düşünülen bazı faktörlerin değerlendirilmesidir. Çalışma, 1 Ocak - 31 Temmuz 2016 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yer alan Aile Hekimliği ve İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nda polikliniklere başvuran 18 yaş ve üzeri bireyler üzerinde gerçekleştirilen kesitsel tipte bir araştırmadır. Gebe olan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışmada, 436 bireyden yüz yüze görüşme yöntemi kullanarak alınan bilgiler ve bireylerin son üç ay içindeki laboratuvar değerleri (açlık kan şekeri ve HbA1C) anket formlara kaydedildi. Çalışmada GÖRH değerlendirilmesinde Ulusal Sağlık Enstitüsü Promis Gastroözofageal Reflü Hastalığı Skalası kullanıldı. Hastalar için Bilgilendirilmiş Gönüllü Onam Formu hazırlandı ve hastalara okutulup imzalatıldı. Veriler, IBM SPSS (versiyon 20.0) istatistik paket programında analiz edildi. Değişkenler için Ki-Kare testi ve Lojistik Regresyon Backward:Wald yöntemi kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık değeri olarak p≤0.05 olarak kabul edildi. Çalışmada DM olan bireyler arasında 134 (%68.0) kişide gastroözofageal reflü hastalığı saptandı. Diyabet karmaşık tedavisi olan, sık izlem gerektiren, ciddi komplikasyonlara neden olabilen kronik bir hastalıktır ve çok disiplinli bir yaklaşım gerektirmektedir. Diyabetli hastalarda sık rastlanılan gastroözofageal reflü hastalığı tanısında, hem hastanın yaşam kalitesinin düzeltilmesi hem de GÖRH ‘ e bağlı komplikasyonların önlenmesi için hekim olarak bizler daha dikkatli olmalıyız. Diyabetli hastalarda erken tanı ile tedavide uygulanacak olan yaşam tarzı değişikliği , diyet ve medikal tedavi ile GÖRH ‘ ün kontrol altına alınması mümkündür.
The aim of this study is to determine the frequency and the severity of gastroesophageal reflux disease (GERD) in patients with Type 2 Diabetes Mellitus (DM) and to evaluate certain factors that considered to be associated with GERD. The study is a cross sectional study that patients are chosen from patients above 18 years who admitted to clinic from January 1,2016 to July,31 2016 at Eskisehir Osmangazi University (ESOGU) Faculty of Medicine Department of Family Medicine and Department of Internal Medicine. Pregnant patients are excluded from the study. The informations obtained from 436 patients by using face to face interview and laboratory values (fasting blood glucose and HbA1C) in the last three months of patients were recorded in the questionnaire form. National Institutes of Healths (NIH) Patient-Reported Outcomes Measurement Information System (PROMIS) Gastroesophageal Reflux Disease (GERD) Scale is used for the evaluation of GERD in the study. . Patients read and signed the Informed Consent Form. Statistical analysis was performed using SPSS 20.0 software. Variables were tested with Chi-square test and Logistic Regression Backward:Wald method. 𝑃����<0.05 was selected as a significant level. GERD was found in %68 ( n:134) of DM patients in the study. Diabetes is a chronic disease that of treatment is complex and requiring frequent monitoring. DM may lead to severe complications and requires multidisciplinary approach. We as doctors have to be more careful in diagnosis of GERD in patients with DM is common, to prevent GERD-related complications and to provide a better quality of life of patients with GERD. GERD can be controlled with early diagnosis, lifestyle modifications, diet and medical treatment in DM patients.
2017-11-17T05:30:49Z
2017-11-17T05:30:49Z
2016
physicsThesis
Sağlan, Y. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Araştırma Bölgesi’nde Tip 2 Diyabetes Mellitus’lu Hastalarda Gastroözofageal Reflü Hastalığının Sıklığı , Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1149
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1152
2017-11-18T01:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-11-17T05:30:56Z
urn:hdl:11684/1152
Behçet hastalarının klinik dağılımı ve semptomlarının karşılaştırılması
Sarı, Gözde Gültekin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Behçet Hastalığı
Klinik Özellikler
Behcet Disease
Clinical Features
Behçet hastalığı (BH) geniş
bir klinik spektruma sahip, etyolojisi bilinmeyen multisistemik inflamatuar bir
hastalıktır. Prevalansı en yüksek ülke Türkiye'dir. Çalışmamıza Ağustos 2015-Ocak
2016 tarihleri arasında başvuran, Uluslararası Çalışma Grubu’nun kriterlerine göre
tanı almış 141 hasta(70 E %49,6 ;71 K %50,4) dahil edilmiştir. Ortalama tanı yaşı
33,03±10,55(32,76±11,62 yaş erkek ve 33,30±9,45 yaş kadın) idi ve her iki cinsiyet
arasında anlamlı fark yoktu. Hastaların %15.6’sında aile öyküsü vardı. Hastalığın en
sık başlangıç semptomu oral aftöz ülser(%70,9), genital ülser(%12,8) ve üveit(%7,1)
idi. En sık klinik bulgu oral aftöz ülser(%100), genital ülser(67,4) ve papülopüstüler
lezyonlardı(%67,4). Papülopüstüler lezyonlar(%57.7 K, %77.1 E), üveit(%16.9 K,
%38.6 E) ve derin ven trombozu (DVT) (%12.7 K, %37.1 E) erkeklerde daha sık
görüldü(p<0,05). Diğer klinik bulgularda cinsiyetler arasında anlamlı fark yoktu. EN
olan hastaların %48’inde herpes labialis görülüyordu, aralarında istatistiksel açıdan
anlamlı bir ilişki vardı(p=0,018). Göz tutulumu; gençlerde(ortalama yaş 39,64±9,74),
erkeklerde(%16.9 K-%38.6 E), ve sigara içenlerde(%19.8-%44,4) daha sık izlendi ve
genellikle bilateraldi(54%). Sigara içenlerde artrit daha sık izlendi(%48,9).
Trombofilebiti olanlarda DVT sıklığı anlamlı derecede yüksekti(p=0,002). HLA-B51
bakılan 58 hastanın 31 tanesi pozitifti ve bu grupta sık görülen bir klinik bulguya
rastlanmadı. Paterji testi bakılan 119 hastanın %62,2’si pozitifti ve bu grupta da sık
görülen bir klinik bulguya rastlanmadı.
Behçet's
disease (BD) is a multisystemic inflammatory disorder of unknown origin and with a
wide spectrum of clinical presentations. The highest prevalence is seen in Turkey.
141 Behçet patients (70 M %49.6, 71 F %50.4) diagnosed according to the
International Study Group criteria who applied to rheumatology department in
August 2015-January 2016 were included in the study. The mean age of diagnosis
was 33,03±10,55 (32,76±11,62 years in male and 33,30±9,45 years in females).
There was no significant difference between both sexes. 15.6% of the patients had
the family history. The most common initial presenting manifestation of the disease
was oral aphthous ulcer which was seen in 70.9% of the patients, followed by genital
ulcer (12.8%) and uveitis (%7.1). The leading clinical features were oral aphthous
ulcers (100%), followed by genital ulcers (67.4%) and papulopustular lesions
(%67.4). Papulopustular lesions (%57.7F, %77.1M), uveitis (%16.9F,%38.6M) and
deep vein thrombosis (%12.7F, %37.1M) were more common in males (p<0,05).
There were no significant differences between both sexes in other clinical findings.
HSV infection was found 48% of patients who have erythema nodosum (EN). There
was a significant association between only HSV infection and EN (p=0.018). Ocular
involvement was more frequent in young (mean age 39,64±9,74), male (F%16.9-
M%38.6), and smokers(%19.8-%44,4) and it was usually bilateral (54%). Arthritis
was more common in smokers (%48,9). The incidence of DVT in patients with
thrombophlebitis was significantly higher (p=0.002). HLA-B51 was positive in 31 of
58 patients (%53.4) and there were no frequent clinical signs in this group. 62.2% of
the 119 patients who tested pathergy were evaluated as positive and there were no
frequent clinical signs in this group.
2017-11-17T05:30:56Z
2017-11-17T05:30:56Z
2017
physicsThesis
Sarı Gültekin, G. Behçet hastalarının klinik dağılımı ve semptomlarının karşılaştırılması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1152
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1153
2017-11-18T01:02:38Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-11-17T05:30:59Z
urn:hdl:11684/1153
ESOGÜ Tıp Fakültesi acil servis’e başvuran yetişkin zehirlenme vakalarının aile hekimliği bakış açısıyla geriye dönük incelenmesi
Sungur, Serkan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Acil Servis
Zehirlenmeler
Etyoloji
Retrospektif
Aile Hekimliği
Emergency Service
Poisonings
Etiology
Retrospective
Family Medicine
Zehirlenmeler, etkene ve hastaneye başvuru süresine
bağlı olarak ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, bir üçüncü
basamak acil servisine başvuran zehirlenme vakalarına dair kaydedilen verileri
derleyip, demografik, etiyolojik ve klinik özellikleri ile prognozlarını retrospektif
olarak inceleyerek değerlendirmektir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ)
Tıp Fakültesi Acil Servis’e 21.02.2010 - 14.10.2015 tarihleri arasında başvuran 18 yaş
ve üzeri zehirlenme vakaları çalışmaya dahil edilmiştir. Dosya arşivinde yapılan
tarama sonucu kayıtlarına ulaşılan 839 zehirlenme vakasının verileri kaydedildi.
Zehirlenmelere en sık yol açan etkenlerin ilaçlar (%55,4) ve karbonmonoksit (%24,5)
olduğu saptandı. İlaç zehirlenmeleri içerisinde en sık çoklu ilaç alımlarına (%46,8)
rastlandı. Daha sonra en sık karşılaşılan etken maddeler, duygudurum düzenleyici
ilaçlar (%22,9) ve ağrı kesiciler (%16,3) idi. Zehirlenmelerin %54,4’ü intihar
girişimleri sonucu meydana gelmekteydi. Zehirlenmelerin azaltılması için toplumun
eğitilmesi, reçetesiz ilaç satışına kısıtlama getirilmesi, kimyasal maddelerin
kullanımında dikkatli olunması gibi önlemler alınmalıdır. Hastaların ilaç temin etmek
için sık başvurdukları aile hekimleri, akılcı ilaç kullanımı ilkelerine dikkat etmelidir.
Ayrıca aile hekimleri, hastalarının ruhsal durum muayenelerine gereken önemi verip
intihara eğilimli hastaların psikiyatrik destek almalarını sağlamalıdır.
Poisonings can cause
serious outcomes depending on the agent and the time passed before admission to the
hospital. The aim of this study is to review the demographic, etiological and clinical
features and prognosis of patients with poisoning cases referred to a tertiary emergency
department by studying retrospectively. Patients equal or above 18 years from
poisoning cases applied to Emergency Service of Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
(ESOGU) Medical Faculty between 21.02.2010 - 14.10.2015 were included in the
study. The data of 839 poisoning cases that obtained by scanning in the file archive
were recorded. Drugs (55.4%) and carbon monoxide (24.5%) were the most common
causative agents of poisonings. Among the drug poisonings, multiple drug intake
(46.8%) was the most encountered. After that, most encountered drugs were mood
regulator drugs (22.9%) and pain relievers (16.3%). 54.4% of the poisonings were
suicide attempts. Precautions such as educating the community, restrictions on the sale
of drugs without a prescription, and taking caution in the use of chemical substances
should be taken to reduce poisonings. Family physicians, oftenly appealed by patients
to provide medicines, should pay attention to the principles of rational drug use. In
addition, family physicians should give attention properly to mental health
examinations and should ensure that patients with suicidal thoughts receive psychiatric
support.
2017-11-17T05:30:59Z
2017-11-17T05:30:59Z
2017
physicsThesis
Zehirlenmeler, etkene ve hastaneye başvuru süresine bağlı olarak ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, bir üçüncü basamak acil servisine başvuran zehirlenme vakalarına dair kaydedilen verileri derleyip, demografik, etiyolojik ve klinik özellikleri ile prognozlarını retrospektif olarak inceleyerek değerlendirmektir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Tıp Fakültesi Acil Servis’e 21.02.2010 - 14.10.2015 tarihleri arasında başvuran 18 yaş ve üzeri zehirlenme vakaları çalışmaya dahil edilmiştir. Dosya arşivinde yapılan tarama sonucu kayıtlarına ulaşılan 839 zehirlenme vakasının verileri kaydedildi. Zehirlenmelere en sık yol açan etkenlerin ilaçlar (%55,4) ve karbonmonoksit (%24,5) olduğu saptandı. İlaç zehirlenmeleri içerisinde en sık çoklu ilaç alımlarına (%46,8) rastlandı. Daha sonra en sık karşılaşılan etken maddeler, duygudurum düzenleyici ilaçlar (%22,9) ve ağrı kesiciler (%16,3) idi. Zehirlenmelerin %54,4’ü intihar girişimleri sonucu meydana gelmekteydi. Zehirlenmelerin azaltılması için toplumun eğitilmesi, reçetesiz ilaç satışına kısıtlama getirilmesi, kimyasal maddelerin kullanımında dikkatli olunması gibi önlemler alınmalıdır. Hastaların ilaç temin etmek için sık başvurdukları aile hekimleri, akılcı ilaç kullanımı ilkelerine dikkat etmelidir. Ayrıca aile hekimleri, hastalarının ruhsal durum muayenelerine gereken önemi verip intihara eğilimli hastaların psikiyatrik destek almalarını sağlamalıdır.
http://hdl.handle.net/11684/1153
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1154
2017-11-18T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_198
2017-11-17T05:31:02Z
urn:hdl:11684/1154
Gebelikte ayrılma anksiyetesi ve belirsizliğe tahamülsüzlükle ilişkisi
Değirmenci, Sinem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Ayrılma Anksiyetesi
Gebelik
Belirsizliğe Tahammülsüzlük
Separation Anxiety
Pregnancy
Intolerance of Uncertanity
Ayrılma anksiyetesi bozukluğu (AAB)’nun yetişkinlerde görülen formu olan yetişkin
AAB tanısal sınıflandırma sistemleri içerisinde yeni tanımlanmış bir bozukluktur.
Bu çalışmada, gebelikte ayrılma anksiyetesi bozukluğunun sosyodemografik
değişkenlerle ve belirsizliğe tahammülsüzlükle ilişkisinin araştırılması amacı ile,
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve
Doğum Anabilim Dalı polikliniklerine, Haziran 2015 ile Mayıs 2016 tarihleri arasında
başvuran 297 gebe alınmıştır. Yetişkin AAB’nu değerlendirmek amacı ile Yetişkin
Ayrılma Anksiyetesi (YAA) Anketi, belirsizliğe tahammülsüzlüğü değerlendirmek
amacı ile de Belirsizliğe Tahammülsüzlük Ölçeği kısa formu (BTÖ-12) uygulanmıştır.
Çalışmaya katılan 297 gebe YAA anketi kesme puanına göre ‘ayrılma anksiyetesi
olan’ ve ‘ayrılma anksiyetesi olmayan’ olacak şekilde iki gruba ayrılmıştır.Çalışmaya
katılan gebelerin yarıdan fazlasında (%56,2) sinde ayrılma anksiyetesi olduğu
belirlendi. Ayrılma anksiyetesi olan gebelerin yaş ortalamasının ayrılma anksiyetesi
olmayan gebelere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşüktü. Ayrıca ikinci
trimesterdeki gebelerin ayrılma anksiyetesi belirti şiddetinin üçüncü trimestere göre
anlamlı düzeyde düşük olduğu saptandı. Ayrılma anksiyetesi olan grupta BTÖ-12
ölçek puanları anlamlı derecede yüksekti, YAA anketi ölçek puanları ile BTÖ-12 ölçek
puanları arasında pozitif bir ilişki olduğu saptandı. Bu sonuçlar gebelikte AAB sık
görülen bir bozukluk olabileceğini ve Yetişkin AAB ile belirsizliğe tahammülsüzlük
arasında ilişki olabileceğini göstermektedir.
A new form of separation anxiety diagnosed in adults, Adult Separation
Anxiety, is novel defined in the diagnostic classification systems. The aim of our
study was to investigate the relationship between sociodemographic variables,
intolerance of uncertainty and separation anxiety disorder in pregnant women. With
this objective, we included 297 pregnant women who were presented to Obstetrics
and Gynecology Outpatient Clinics in Osmangazi University Hospital between June
2015 and May 2016 into the study. To determine adult separation anxiety disorder,
we performed Adult Separation Anxiety scale (ASA-27) and to determine
intolerance of uncertainty we used Intolerance of Uncertainty Scale Short Form
(IUS-12). We classified the participants into two groups regarding their ASA-27
scores as ‘with separation anxiety’ and ‘without separation anxiety.' More than a half
of the participants (%56.2) was found to have separation anxiety. The mean age of
“with separation anxiety" group was significantly lower than the mean age of
“without separation anxiety” group. Also, pregnant women who were in the second
trimester had significantly lower separation anxiety symptom severity than the
pregnant women in the third trimester. The scores of IUS-12 in the ‘with separation
anxiety’ group were significantly higher. The ASA-27 scores were found to be
correlated with IUS-12 scores. As a conclusion; our results indicates that adult
separation anxiety disorder in pregnancy may be common and it may be associated
with intolerance of uncertainty.
2017-11-17T05:31:02Z
2017-11-17T05:31:02Z
2017
physicsThesis
Değirmenci Sevil, S. Gebelikte Ayrılma Anksiyetesi ve Belirsizliğe Tahammülsüzlükle İlişkisi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1154
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1159
2017-11-18T01:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_197
2017-11-17T05:31:16Z
urn:hdl:11684/1159
Soliter beyin metastazı ve glioblastoma multiforme ayırıcı tanısında manyetik rezonans görüntüleme peritümöral ADC değerlerinin yeri
Tepe, Murat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Radyoloji
Difüzyon Ağırlıklı Görüntüleme
Glioblastoma Multiforme
Soliter Beyin Metastazı
ADC
Diffusion Weighted Imaging
Solitary Brain Metastasis
Soliter beyin metastazı ve glioblastoma multiforme arasında konvansiyonel MRG ile ayırıcı tanı yapmak çoğu zaman tanısal sorunlar ortaya çıkarır. Bu konuda difüzyon ağırlıklı görüntüleme ile ilgili çalışmalar olmakla birlikte sonuçlar değişken ve tutarsızdır. Bu retrospektif çalışmanın amacı, peritümöral minimum ADC değerleri ve ADC gradientlerinin glioblastoma multiforme ve soliter beyin metastazını ayırt etmedeki rolünü değerlendirmektir. On iki glioblastoma multiforme ve 31 soliter beyin metastazı tanılı toplamda 43 hasta cerrahi rezeksiyon öncesinde difüzyon ağırlıklı görüntüleme ile değerlendirildi. Peritümöral ödem içerisinden, tümöre en yakın, orta mesafede ve en uzak lokasyonlardan 3 adet ADC değeri ölçümü yapıldı ve bu değerler birbirinden çıkarılarak ADC gradientleri hesaplandı. Ayrıca peritümöral ve tümöral minimum ADC değerleri ile ADC oranları, ipsilateral ve kontralateral normal beyaz cevher ADC değerleri, BOS ADC değerleri her lezyon için kaydedildi. Peritümöral ödem dokusundan hesaplanan ADC gradienti değerlerinde glioblastoma multiforme ve soliter beyin metastazı arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Minimum peritümöral ve tümöral ADC değerleri ile peritümöral ve tümöral ADC oranlarında iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Sonuç olarak difüzyon ağırlıklı görüntülemede peritümöral ADC gradienti ölçümü glioblastoma multiforme ve soliter beyin metastazlarını ayırmada güçlü ve kullanışlı bir yöntem olabilir.
Differentiation between glioblastoma multiforme and solitary metastatic lesions, two of the most common malignant brain neoplasms, is often a diagnostic dilemma with conventional MRI. The use of diffusion weighted imaging to better characterize peritumoral edema has been invastigated for this matter but the results has been variable and inconsistent. The aim of this retrospective study was the evaluate the potantial role of peritumoral minimum ADC values and ADC gradient values for the differentiating glioblastoma multiforme and solitary metastatic lesions of the brain. Forty three patients, 12 with glioblastoma multiforme and 31 with solitary brain metastasis underwent diffusion weighted MR imaging before surgical resection. The ADC values were calculated in peritumoral edema in three locations: near, an intermediate distance from and far from the enhancig mass. ADC gradients were calculated as the substractions of this three values. Minimum ADC values of tumoral lesions and peritumoral edema, ADC values of normal appearing contralateral and ipsilateral white matter and ADC values of CSF were also recorded for each lesion. The evaluation of the ADC gradient values revealed a statistically significant difference between glioblastoma multiforme and solitary metastatic lesions. The minimum peritumoral and tumoral ADC values and peritumoral and tumoral ADC ratios were not statistically significant between these groups. In conclusion, peritumoral ADC gradient values can be powerful and useful tool in the diagnosis of solitary brain metastasis and glioblastoma multiforme.
2017-11-17T05:31:16Z
2017-11-17T05:31:16Z
2017
physicsThesis
Tepe, M. Soliter beyin metastazı ve glioblastoma multiforme ayırıcı tanısında manyetik rezonans görüntüleme peritümöral ADC değerlerinin yeri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1159
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1164
2017-12-12T01:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_190
2017-12-11T07:03:56Z
urn:hdl:11684/1164
Malign plevral mezotelyomanin patogenezinde ailesel yatkınlığın genetik analizi
Akarsu, Muhittin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
Mezotelyoma
Tüm Genom Dizileme
Ailesel Yatkınlık
Genetik
Mesothelioma
Genome Sequencing
Familial Predisposition
Genetics
Malign mezotelyoma (MM) %90‟ı plevral kaynaklı olmak üzere plevra, periton ve perikardın seröz yüzeylerinden ve nadiren testiste tunika vajinalisten gelişen malign bir tümördür. Populasyonda nadir görülen bu tümörün günümüzde standart ve küratif bir tedavisi olmayıp prognozu tüm çabalara rağmen iyi değildir. MPM‟nın etiyolojisinde rol oynayan önemli ve etyolojik ilişkinin iyi tanımlandığı iki faktör; asbest ve erionittir. Mezotelyoma etyolojisinde tartışılan diğer faktörler radyasyon, SV 40 virüsü ve genetik yatkınlıktır. Mezotelyomada genetik yatkınlık, hastalığın endemik olduğu bölgelerde bazı ailelerde birden fazla aile bireyleri hastalıktan etkilenirken bazı ailelerin hiç etkilenmemesinden dolayı öne sürülmüştür. Genetik yatkınlık fikrinden yola çıkarak tarafımızca tanı konulan aile A‟da iki, aile B‟de dört, aile C‟de iki ve aile D‟de iki olmak üzere, toplamda on bireyden oluşan akraba mezotelyoma grubunun periferik kanlarından izole edilen DNA aracılığıyla tüm genom dizileme analizi yapılmıştır. Bu analiz sonucunda on bireyde ortak 8622 varyant saptanmıştır. Biyoinformatik analiz kullanılarak on bireydeki ortak gen mutasyonları filtrelenmiştir. Bu filtrelemeden sonra geriye kalan varyantlardaki; populasyonda çok nadir görülen ve hasar verici gen mutasyonları seçilmiştir. Toplamda on beş kromozomda, otuz yedi gen üzerinde yüz yirmi varyant saptanmıştır. Bu genler arasında mezotelyoma gelişimi ile direk ilişkili PIK3/AKT yolağı üzerinde etkili PIK3R4 geni üzerinde bir adet kompleks mutasyon saptanmıştır. Bunun dışında diğer 36 genin kanser ile ilişkisi literatürde sorgulandığında çalışmamızda on iki gen daha dikkat çekmektedir. Bunlar; SLC25A5, ITGB6, PLK2, RAD17, HLA-B, HLA-DRB1, HLA-DQB1, GRM, IL20RA, MAP3K7, RIPK2, MUC16‟dir. Bulunan gen bölgelerinin hasta bireylerin sağlam birinci derece akrabalarında da taranması için ek çalışmalara ihtiyaç vardır.
Malignant mesothelioma which devoloped from pleura, peritoneum, pericardium serous surface and rarely the tunica vaginalis and testes, is a mortal malignant tumors. This tumor is rare in the normal population. Despite all efforts today the standard and curative therapy isn‟t found and the prognosis isn‟t good. The most important and best-identified role in the etiology of MPM is asbestos and erionite. Radiation, SV40 virus and a genetic predisposition are other etiologic factors. Mesothelioma genetic predisposition has been suggested that in the endemic regions in some families multiple family members are affected by the disease in contrast some families are not affected. Based on the genetic predisposition idea by us diagnosed and followed a total of ten individuals of relatives mesothelioma group created(two individuals from family A, four from family B, two from family C, two from family D). Then DNA isolated from peripheral blood and was made whole genome sequencing analysis. 8622 common variants have been identified in ten individuals with this analysis. Common gene mutations in ten individuals were filtered using bioinformatics. After this filter in the remaining variants; very rare in the population and damaging mutations are selected. In total one hundred twenty variants were found on thirty-seven genes in fifteen chromosomes. Our finding PIK3R4 gene is directly associated with mesothelioma development.In this gene which is effective on PIK3 / AKT pathway, one complex mutations are detected. Other Thirty-six genes have been questioned relations with cancer in the literature. Twelve genes, which are associated with cancer, were detected in literature. These genes are SLC25A5, ITGB6, PLK2, RAD17, HLA-B, HLA-DRB1, HLA-DQB1, GRM, IL20RA, MAP3K7, RIPK2, and MUC16. Additional studies, which scanned in first-degree relatives of individual, are needed to found the specific gene region.
2017-12-11T07:03:56Z
2017-12-11T07:03:56Z
2016
physicsThesis
Akarsu, M.Malign plevral mezotelyomanın patogenezinde ailesel yatkınlığın genetik analizi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016
http://hdl.handle.net/11684/1164
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1219
2017-12-12T01:00:56Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2017-12-11T07:10:35Z
urn:hdl:11684/1219
Çocukluk çağı zehirlenmelerinin retrospektif analizi
Kökoğlu, Burcu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Zehirlenme
Çocuk
Acil Servis
Poisoning
Child
Emergancy Random
Birçok nedenle kullanılan kimyasal maddeler,
evde kullanılan temizlik ve bakım ürünleri, bazı bitkisel ve hayvansal kaynaklı
zehirli biyolojik maddelere maruziyet akut ve kronik zehirlenmelere sebep
olabilmektedir. Akut zehirlenmeler, acil servislere müracaat eden tüm vakaların
%0,3-5’inden sorumludur. Zehirlenmeler her yaşta görülebilen tüm bireyleri
ilgilendiren önlenebilir bir toplumsal sağlık problemidir. Ancak daha hassas, daha
çok risk altında olmaları ve zehirlenmelerle daha sık karşılaşmaları nedeniyle
çocuklar diğer yaş gruplarından ayrılmaktadır. Küçük çocuklar kazara zehirlenirken,
adölesan dönem kasıtlı ilaç alımı için risklidir. Her toplumda zehirlenmelerin
epidemiyolojik verilerinin belirlenmesi, zehirlenmelerin önlenmesinde ve tedavisinde
önemli bir rol oynar. Bu çalışmadaki amacımız Eskişehir ili için güncel verileri
derlemek ve bu yolla bilime katkı sağlamaktır.
Many chemicals which uses for any reason and
hygiene products uses in cleaning in houses; to be exposed to some vegetable and
animal-derived toxic biological agents can cause acute and chronical
poisoning.Acute poisoning is responsible for 0.3 to 5% of all patients admitted to the
emergency department.Poisoning is a preventable public health problem whichcan be
seen in individuals of all ages and interests all.However, children are separated from
other age groups because of their being more sensitive, they are more at risk and they
are faceing poisoning often. At early ages poisoning often happens accidently but
when we come to adolescent;we can see dramatical increase of suicides.
Determination epidemiological data of poisonings in every society plays an
important role in the prevention and treatment of poisonings. Our purpose is update
the data for Eskişehir region and contribute science by this study.
2017-12-11T07:10:35Z
2017-12-11T07:10:35Z
2016
physicsThesis
Kökoğlu B. Çocukluk çağı zehirlenmelerin retrospektif analizi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/1219
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1247
2018-01-10T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-01-09T07:45:17Z
urn:hdl:11684/1247
Tekrarlayan hışıltılı süt çocuklarında mycoplasma pneumoniae ve clamidia pneumoniae etkenlerinin sıklığı ve atopi ilişkisi
Bozan, Gülçin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hışıltı
Mycoplasma Pneumoniae
Chlamydia Pneumoniae
API (Astım Prediktif Indeks)
Wheezing
API (Asthma Predictive Index)
Hışıltılı çocuklarda; etyolojide en sık neden solunum yolu enfeksiyonlarıdır. Solunum yolu virüsleri (özellikle RSV) ve Chlamydia Pneumonia ve Mycoplasma Pneumonia gibi bazı bakteriler insanlarda alt solunum yollarına ulaştıklarında doku hasarı ve enflamasyonu başlatarak geçici hava yolu aşırı duyarlılığına ve hışıltıya neden olabilmektedir. Atipik etkenlerin astım ile ilişkisi olduğu gösterilmiş ve niteliği sıklıkla tartışma konusu olmuştur. Erken çocukluk döneminde de astımın ilk bulgusu da çoğunlukla hışıltıdır. En az bir hışıltı atağı veya tekrarlayan hışıltısı olan çocuklarda astım riskini saptamak için major ve minör kriterler düzenlenerek astım prediktif indeks (API) oluşturulmuştur. Tekrarlayan hışıltısı olan süt çocuklarında atopi ile atipik bakteri enfeksiyonlarının ilişkisini araştırmak amacıyla; 2 yaş altı kriterlerimize uygun 58’i erkek 32’ si kız hasta çalışmaya alındı. Yapılan değerlendirmelerin sonucunda 56 hastada (%62.2) API pozitif, 34 hasta da (%37.8) negatif olarak değerlendirildi. Hastalardan alınan kan örneklerinde M. Pneumonia ve C. Pneumoniae için ELISA ve PCR yöntemi ile enfeksiyon varlığı araştırıldı. Her iki enfeksiyonun incelenmesi sonucunda hayatın ilk yılına göre, 2. yılında (12-24 ay arası) anlamlı derecede daha fazla enfeksiyon saptandı. Ancak hastaların her iki enfeksiyonun varlığı ve API pozitifliği yönünden karşılaştırması yapıldığında istatistiksel olarak herhangi bir anlamlı sonuca ulaşılamadı. Sonuç olarak; API bağımsız olarak 0-2 yaş grubundaki hışıltılı çocuklarda subgrup analizi yapıldığında özellikle 1-2 yaş aralığında bu etkenlerin varlığı istatistiksel olarak anlamlı saptandı. Bu gruptaki hışıltılı çocuklarda; bu iki mikroorganizmanın varlığı akılda tutulmalıdır. Her iki enfeksiyon ajanı için de hayatın 2. yılında istatistiksel olarak anlamlı bir artış olduğunu ve bu hastaların tekrarlayan hışıltı atakları geliştirebileceğini saptadık.
In wheezy children; the etiology of respiratory tract infections are the most common cause. Respiratory viruses (particularly RSV) and Chlamydia Pneumonia and Mycoplasma Pneumonia as some bacteria temporary airway launching the underlying tissue damage and inflammation when they get into the respiratory tract in humans can cause hypersensitivity and wheezing. Atypical infections have been shown to be associated with asthma and nature has been often the subject of debate. The first symptoms of asthma in early childhood is often wheeze. At least one wheezing episode or recurrent wheezing with asthma risk in children to determine the major and minor criteria for organizing asthma predictive index (API) was created. Recurrent wheeze and atopy in infants in order to investigate the relationship between atypical bacterial infections; 2 years of age in accordance with our criteria 58 male 32 female patients have enrolled in the study. As a result of evaluation in 56 patients (62.2%) API positive in 34 patients (37.8%) were assessed as negative. In blood samples taken from patients ELISA and PCR for M. Pneumonia and C. Pneumoniae the presence of infection with it was investigated. According to both infections at the examination of the first year of life, in year 2 (12-24 months) were significantly more infections. However, when both patients, the infection and the comparison made in terms of positivity AP could not reach any statistically significant results. As a result; API is independently performed subgroup analysis in children with wheezing in the 0-2 age group, especially in the presence of these factors was statistically significant in the 1-2 age range. wheezy children in this group; The presence of these two microorganisms should be kept in mind. Both infection agent is also a statistically significant increase in life and 2. years we found that these patients can develop recurrent wheezing.
2018-01-09T07:45:17Z
2018-01-09T07:45:17Z
2016
physicsThesis
Bozan, G. Tekrarlayan hışıltılı süt çocuklarında Mycoplasma Pneumoniae ve Chlamydia Pneumoniae etkenlerinin sıklığı ve atopi ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1247
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1264
2018-01-10T01:00:41Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_186
2018-01-09T07:46:14Z
urn:hdl:11684/1264
Eskişehir ili merkez ilçelerinde ilköğretim çağı çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu yaygınlığı ve risk etmenleri
Toklu, Çiğdem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
Yaygınlık
Risk Etmenleri
Çocuk-ergen
Ruh Sağlığı
Attention Deficit and Hyperactivity Disorder
Prevalence
Risk Factor
Child
Adolescent
Mental Health
Bu çalışmada Eskişehir İli Merkez İlçelerinde ilköğretim çağı çocuklarda DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) ve alt tiplerinin yaygınlığının saptanması ile DEHB ve alt tiplerini yordayabilecek olası risk etmenlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırma basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilmiş 10 ilkokul ve 8 ortaokuldan, toplam 3230 ilkokul, 2800 ortaokul öğrencisi ile yürütülmüştür. Çalışmaya katılan çocukların ebeveynlerine sosyodemografik veri formu, ebeveyn ve öğretmenlere Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için DSM IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği verilmiştir. Ölçekler değerlendirilirken sıklık saptanmasında aile ve öğretmenin, aynı öğrenci için doldurmuş oldukları ölçeklerin ikisinde de yeterli puanı almak gerekliliği göz önünde bulundurulmuştur. Buna göre çalışmaya dahil edilmiş olan 3329 çocuk ve ergenin %4,4’ünde DEHB saptanmıştır. Alt tiplerde DEHB-D (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu-Dikkat Eksikliği Baskın Tip) yaygınlığı %2,3, DEHB-H (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu-Hiperaktivite ve Dürtüsellik Baskın Tip) yaygınlığı %1,3 ve DEHB-B (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu-Bileşik Tip) yaygınlığı %0,8 olarak saptanmıştır. DEHB ve alt tipler için erkek cinsiyetin belirgin bir risk etmeni olduğu görülmüştür. Ayrıca annenin ev hanımı olması, tek ebeveynli çocuk olma, annenin gebelikte sigara içmiş olması, grip/solunum yolu enfeksiyonu geçirmiş olması, ruhsal hastalık öyküsü, çocukta kronik hastalık varlığı, çocukta eş zamanlı epilepsi ve astım tanısının olması, DEHB ve alt tipler açısından risk etmenleri olarak tespit edilmiştir. Elde edilen sonuçlar ışığında DEHB oluşumunda risk oluşturan çevresel etmenlerin azaltılması için annelerin çalışmalarının desteklenmesi, gebelikte sigara kullanımının engellenmesi, gebelikte enfeksiyonlardan korunma gerekmektedir. Özellikle epilepsi ve astım gibi kronik hastalığı olan çocuklarında DEHB açısından riskli olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
In this study, we aimed to identify the possible risk factors that might predict ADHD (attention deficit and hyperactivity disorder) and its subtypes and determine the prevalences in primary school age children in the central of Eskişehir Province. A total of 3230 students from 10 primary schools and 2800 students from 8 secondary schools were recruitedby simple random sampling method for the study. Sociodemographic data form were given to all parentsand the DSM-IV-Based Child and Adolescent Behavioral Disorders Screening and Rating Scale were completed both all parents and teachers. ADHD prevalence was detected in 4,4% of the 3329 children and adolescents included in the study. The prevalence of the subtypes were; 2,3% for ADHD-I (inattentive type), 1,3% for ADHD-HI (hyperactive-impulsive type), and 0,8% for ADHD-C (combine type). Male sexuality was a significant risk factor for ADHD and its subtypes. In addition, having a housewife mother and a single parent, history of smoking during pregnancy, history of influenza/other respiratory tract infection, history of mental illness, presence of a chronic disease in the child, and diagnosis for accompanying epilepsy or asthma in the child were also concluded as risk factors for ADHD and its subtypes. According to our findings, encouraging mothers for working, avoiding smoking and prevention from infection during pregnancy are essential in minimizing the environmental risk factors of ADHD. The relatively high risk of ADHD in children with chronic diseases such as epilepsy or asthma should also be kept in mind.
2018-01-09T07:46:14Z
2018-01-09T07:46:14Z
2016
physicsThesis
Toklu, Ç. Eskişehir İli Merkez İlçelerinde İlköğretim Çağı Çocuklarda Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Yaygınlığı ve Risk Etmenleri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1264
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1249
2018-01-10T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2018-01-09T07:45:28Z
urn:hdl:11684/1249
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi sağlık uygulama ve araştırma hastanesi acil servisine başvuran diyabetes mellitus tanılı hastaların acil servis başvuru nedenlerinin değerlendirilmesi
Temurtaş, Mehmet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Diyabetes Mellitus
Acil Servis
Birinci Basamak
Aile Hekimliği
Diabetes Mellitus
Emergency Department
Primary Care
Family Medicine
Çalışmamızın amacı Diyabetes Mellitus tanılı hastaların acil servis başvurularını incelemek ve aile hekimliği bakış açısıyla değerlendirmekti. Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi acil servisine 01.01.2015-31.12.2015 tarihleri arasında başvuran DM tanılı hastaların başvuruları hastane otomasyon sisteminden geriye dönük olarak incelendi. Acil servisimize yapılan mükerrer başvurular da dahil olmak üzere 824 DM hastasına ait olan toplam 1539 başvuruya ulaşıldı. Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 63,61±14,26 olup %42.7 (n:352)’si erkek, %57.3 (n: 472)’si ise kadın idi. Çalışmamızdaki hastaların %84.5’inin en az bir komorbid hastalığı mevcuttu. Hastaların acil servise en sık ilk üç başvuru şikayetinin nefes darlığı (%14.5), göğüs ağrısı (%9.5) ve kan şekeri yüksekliği (%6.8) olduğu tespit edilmiştir. Hastalar değerlendirildikten sonra en sık konulan ilk üç tanı ise üriner sistem enfeksiyonu (%8.3), hiperglisemi (%7.5) ve pnömoni (%7.4) şeklinde olmuştur.DM’nin akut komplikasyonları ise hipoglisemi %2.9 (n:45) diyabetik ketoasidoz %1.2 (n:18), hiperosmolar hiperglisemik durum %1 (n:16), diyabetik ketoz %0.9 (n:14) oranlarında tanı almıştır. Tüm akut komplikasyonların insülin kullanan hastalarda daha fazla olduğu görülmüştür. Birinci basamak pratiğinde DM hastaları yalnızca DM açısından değil beraberinde eşlik eden hastalıkları açısından da değerlendirilmeli, tüm acil durumlar için iyi bir glisemik kontrol sağlanmalı ve DM’nin akut komplikasyonları hakkında özellikle insülin kullanan hastalar başta olmak üzere tüm hasta ve hasta yakınlarına eğitim verilmelidir.
The aim of our study was to investigate and evaluate appeals of Diabetes Mellitus patients to emergency department with the perspective of family medicine.In our study, admissions of DM patients who admitted to emergency department of Eskişehir Osmangazi University Health Practice and Research Hospital between the dates of 01.01.2015-31.12.2015 were analyzed retrospectively. Total of 1539 admissions from 824 DM patients to our emergency department including repeated admissions were reached. Mean age of participating patients was 63,61±14,26 while 352 of 824 patients (%42.7) were male and 472 of 824 patients (%57.3) were female. %84.5 of patients in our study had at least one comorbid condition. It is determined that three most common complaints of patients was dyspnea (%14.5), chest pain (%9.5) and hyperglycemia when admitting to emergency department. After evaluation of patients, three most common diagnosis were urinary tract infection (%8.3), hyperglycemia (%7.5) and pneumonia (%7.4). Acute complications of DM were diagnosed as hypoglycemia at the rates of %2.9 (n:45) , diabetic ketoacidozis of %1.2 (n:18), hyperosmolar hyperglycemic state of %1 (n:16) and diabetic ketozis of %0.9 (n:14). All of the acute complications of DM were seen to be more common in patients using insulin. In the primary care practice, DM patients should be examined not only for DM but also for comorbid conditions, should get a good glycemic control to prevent acute conditions and all patients especially insulin users and their family relatives should be educated for acute complications of DM.
2018-01-09T07:45:28Z
2018-01-09T07:45:28Z
2016
physicsThesis
Temurtaş, M. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine Başvuran Diyabetes Mellitus Tanılı Hastaların Acil Servis Başvuru Nedenlerinin Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1249
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1265
2018-01-10T01:00:41Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2018-01-09T07:46:16Z
urn:hdl:11684/1265
Tip 2 diyabetes mellitusta kullanılan tedavi yöntemlerine ve vücut kitle indekslerine göre hedef glikozillenmiş hemoglobin düzeylerine ulaşma oranları
Mamur, Ahmet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Tip 2 DM
HbA1c
Tedaviye Uyum
Vücut Kitle İndeksi
Type 2 Diabetes Mellitus
Compliance to Treatment
Body Mass Index
Bu çalışmanın amacı Tip 2 Diyabetes Mellitus
(DM) hastalarında kullanılan tedavi yöntemlerine ve vücut kitle indekslerine (BMI)
göre hedef HbA1c ve açlık kan şekerini (APG) değerlendirmek ve hastaların
tedaviye uyumunu etkileyen faktörleri incelemektir. Hastalar, Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi (ESOGÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniği ve
Endokrinoloji Polikliniğine Mart 2016-Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran, 18
yaş üstü Tip 2 DM hastalığı olup tedavi almakta olan hastalar arasından seçilmiştir.
Hastalar için Bilgilendirilmiş Gönüllü Onam Formu hazırlandı ve hastalara okutulup
imzalatıldı. Gebe olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. DM, insülin salgılanmasındaki
defektler yada insüline karsi direnç nedeniyle oluşan hiperglisemi ile seyreden ve
metabolik bozuklukluklara neden olan bir hastalıktır. DM, hem akut komplikasyonlar
hem de kronik makrovasküler ve mikrovasküler komplikasyonları nedeniyle hayati
sağlık sorunlarına neden olan bir hastalıktır. DM, tüm toplumlarda yaygın
görülebilen bir hastalıktır. Diyabet prevalansının artmasında, nüfus artış hızı ve
ortalama yaşam süresinin uzamasının getirmiş olduğu yaşlanma ve şehirleşme ile
beraber obezitenin artması ve fiziksel aktivitenin azalması etkili olmaktadır.
Toplumun geniş bir kısmını etkileyen, komplikasyonlarıyla kişilerde hemen tüm
organlarda hasarlara neden olabilen, yaşam süresi ve kalitesini etkileyen bu hastalıkla
toplumsal boyutta mücadele büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle erken zamanda
tanı konulması ve tedavi edilmesi gereklidir. Hastalığın tedavisinde hastaların
tedaviye uyumu önemli bir faktördür. Tüm diyabet hastalarının eğitim alması için
düzenlemeler yapılmalıdır. Beslenme eğitimi diyabet beslenmesinde deneyimli,
uzman bir ekip tarafından verilmeli ve yaşam tarzı değişiklikleri her vizitte
önerilmelidir.
Aim of this study is to evaluate target HbA1c
and fasting plasma glucose (APG) levels according to treatment methods used in
Type 2 Diabetes Mellitus (DM) patients and body mass index (BMI), and to analyze
factors that effect patient’s treatment compliance. Patients are chosen from patients
above 18 years who presented and received treatment from March 2016 to June 2016
at Eskisehir Osmangazi University (ESOGU) Faculty of Medicine Department of
Family Medicine. Patients read and signed the Informed Consent Form. Pregnant
patients are excluded from the study. DM causes metabolic disorders and is a disease
with insulin secretion defects or hyperglycemia caused by insulin resistance. DM is a
disease inducing fatal health problems due to both acute complications and chronic
makrovascular and microvascular complications. DM can be seen commonly in all
societies. Diabetes prevalance increases as a result of factors like population growth
rate, rised geriatric population by reason of increased life expectancy, increase in
obesity and reduce in physical activity due to urbanization influence It is important to
strive against this disease which effects a large part of society, could damage nearly
all organs with it’s complications and impairs life expectancy and quality. For this
reason early diagnosis and treatment is necessary. Patient’s strict obedience to
treatment is an important factor while treating diabetes. Arrangements should be
made for all diabetes patients to get informed. Nutrition instructions should be
provided by an experienced and expertised team and life style changes should be
suggested on every visit.
2018-01-09T07:46:16Z
2018-01-09T07:46:16Z
2016
physicsThesis
Mamur, A. Tip 2 Diyabetes Mellitusta kullanılan tedavi yöntemlerine ve vücut kitle indekslerine göre hedef Glikozillenmiş Hemoglobin düzeylerine ulaşma oranları, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1265
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1252
2018-01-10T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2018-01-09T07:45:44Z
urn:hdl:11684/1252
Mefv mutasyonlarının ankilozan spondilit hastalarındaki sıklığı, klinik ve radyolojik şiddetle ilişkisi
Kaya, Zeynep Irmak
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Spondilit
Ankilozan
Ailesel Akdeniz Ateşi
Spondylitis
Ankylosing
Familial Mediterranean Fever
Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF) ile ilişkili MEFV gen mutasyonlarının Behçet hastalığı, romatoid artrit (RA) ve sistemik inflamatuar hastalıklarda da sıklığının arttığı ve bazı klinik bulgularla ilişkili olduğu bildirilmiştir. Literatürde MEFV mutasyonlarının ankilozan spondilitte (AS) de arttığına dair çalışmalar bulunmaktadır. Bu araştırmada MEFV mutasyonlarının AS hastalarındaki sıklığı, klinik ve radyolojik şiddetle ilişkisi değerlendirildi. Kendisinde ya da 1. derece yakınlarında FMF öyküsü olmayan Modifiye New York kriterlerine göre tanı almış 129 AS hastası (erkek/kadın 85/44) seçildi. Hastalıklı kontrol grubu olarak 51 RA hastası ve sağlıklı kontrol (SK) grubu olarak 58 sağlıklı gönüllü alındı. AS hastalarının demografik özellikleri, klinik aktiviteleri değerlendirildi ve radyolojik hasar şiddeti Bath Ankilozan Spondilit Radyolojik Indeksi (BASRI) kullanılarak belirlendi. Alınan kan örneklerinin tümüne FMF Pyrosequencing Testi kullanılarak MEFV gen mutasyon analizi yapıldı. Ayrıca AS grubunda eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) ve C-reaktif protein (CRP) düzeyi çalışılarak hastalığın klinik şiddeti belirlenmeye çalışıldı. Klinik bulgular ve ESH, CRP değerleri ile MEFV taşıyıcılığı açısından farklılık saptanmadı(p>0,05). AS hastalarının 38’i (%29,5) MEFV mutasyonu taşıyıcısıydı. RA grubunda 51 hastanın 15’inin (%29,4) ve SK grubunda 58 kişinin 13’ünün (%22,4) MEFV mutasyonu pozitifti. AS ve RA grubunda SK’e göre MEFV taşıyıcılığı sayısal olarak yüksek olmasına karşın istatistiksel olarak gruplar arası farklılık yoktu(p=0,582). Mutasyon varlığı ile radyolojik hasarın ilişkili olmadığı görüldü(p=0,78). Çalışmamızda AS hastalarında MEFV mutasyonu sıklığında artış saptanmamıştır. Daha önce MEFV mutasyonlarının varlığı hastalık şiddeti ile ilişkili olarak bildirilmesine rağmen, çalışmamızda AS hastalarında MEFV mutasyon varlığı ile klinik ve radyolojik şiddet arasında ilişki belirlenmemiştir.
An increase in Familial Mediterranien Fever (FMF) and gene mutations associated with MEFV has been reported also in some systemic inflamatory diseases such as Behcet's disease, rheumatoid arthritis (RA) and a relationship with some clinical findings has been observed. There are previous reports that show an increase of MEFV mutations also in ankylosing spondylitis (AS) in literature. In this study, frequency of MEFV mutations in patients with AS and their relations with clinical and radiological severities were investigated. A total of 129 patients (men/women 85/44) who were diagnosed AS according to Modified New York Criteria, whom or their first degree relatives had no FMF history, have been chosen. 51 patients diagnosed RA were determined as diseased control group and 58 healthy volunteers were determined ad healthy control group. Demographics, clinical activities and radiographic damage that assessed by using Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index (BASRI) were recorded. MEFV gene mutation resolved to those all taken of peripheral blood specimens by using FMF Pyrosequencing test. Additionally, disease severity was determined by measuring erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) levels in AS group. There was no significant difference between the clinical findings, ESR, CRP levels and MEFV cariers(p>0.05). In AS group, 38 (%29,5) patients were MEFV carriers. MEFV mutation was positive in 15 (%29,4) of 51 RA patients and 13 (%22,4) of 58 healthy volunteers. Although number of MEFV mutation carriers were high in AS and RA group than healthy control group, difference was not statistically significant between study groups(p=0,582). Presence of mutation was not associated with radiographic damage(p=0,78). Although presence of MEFV mutations were reported to correlate with disease severity in previous reports, we found no relationship between presence of MEFV mutation and clinical and radiographic severity in AS group of our study.
2018-01-09T07:45:44Z
2018-01-09T07:45:44Z
2016
physicsThesis
Irmak Kaya, Z. MEFV gen Mutasyonlarının Ankilozan Spondilit Hastalarındaki Sıklığı, Klinik ve Radyolojik Şiddetle İlişkisi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1252
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1253
2018-01-10T01:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_191
2018-01-09T07:45:46Z
urn:hdl:11684/1253
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi sağlık uygulama ve araştırma hastanesi’nde endoürolojik cerrahi işlem sonrası gelişen hastane enfeksiyonlarının maliyeti ve kontrol önlemlerinin etkisi
Gökler, Mehmet Enes
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı
Sağlık Hizmeti İlişkili Enfeksiyon
Müdahale
Maliyet
Healthcare Associated Infections
Intervention
Cost
Bu çalışma Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Hastanesi Üroloji Anabilim Dalı kliniğinde endoürolojik cerrahi
girişim yapılan hastalarda oluşan hastane enfeksiyonlarının getirdiği ilave
maliyetleri belirlemek ve yapılan müdahale ile alınan enfeksiyon kontrol
önlemlerinin maliyet üzerine etkisini değerlendirmek amacı ile Ocak 2014-
Ekim 2015 tarihleri arasında yürütülen bir müdahale araştırmadır. Müdahale
öncesi dönemde tüm endoürolojik cerrahi girişimler 6 ay süre ile incelendi ve
hastane enfeksiyonları’nı azaltmaya yönelik hazırlanan önlem paketinin
uygulanması ve yapılan eğitimler tamamlandı. Müdahale sonrası dönemde de
2 ay süre ile tüm endoürolojik işlemler incelendi. Çalışmanın ilk aşamasında
toplam 1,384 endoürolojik cerrahi girişimden 1,095’i (%79.1), ikinci
aşamasında ise 595 endoürolojik cerrahi girişimden 461’i (78.5) çalışma
kapsamına alındı. Müdahale öncesi dönemde çalışma grubundakilerin
%10.1’inde hastane enfeksiyonu tespit edilirken, müdahale sonrasında ise
%4.9 olarak saptandı. Yapılan müdahale programı ile hastane enfeksiyonu
görülme sıklığının %51.0 oranında azaldığı saptandı (Relatif Risk: 0.49,
%95CI: 0.28-0.86). Müdahale öncesi ve sonrası hastane enfeksiyonu tespit
edilen bireylerin toplam maliyeti hastane enfeksiyonu tespit edilmeyen
bireylerden daha yüksek idi. Müdahale ile yıllık toplam 146,332.8 ± 139.29 TL
ek maliyetin önüne geçildi. Sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonların izlenmesi ve
sürekli geri bildiriminin sağlaması, basit ama son derece etkili kanıta dayalı
enfeksiyon kontrol önlemlerinin kullanılması ve yapılan eğitimler ile enfeksiyon
sıklıklarının, hastane enfeksiyonlarına bağlı yüksek ek maliyetinin ve uzamış
yatış sürelerini azaltmanın mümkün olduğu sonucuna varıldı.
This study aimed to determine
additional costs of hospital infections in patients who were implemented an
endourologic surgery in Eskisehir Osmangazi University Hospital Department
of Urology and aimed to evaluate the effect of infection control measures
applied by interventions on costs of health care associated infections. This
interventional study carried out in hospitalized patients at Eskisehir Osmangazi
University Hospital Department of Urology in between January 2014 and
October 2015. All endourologic surgeries were examined in pre-intervention
period for six mounts and then implementation of prevention package and
education period, which intended for reducing hospital infections, were
completed. In the post-intervention period all endourological operations were
examined for 2 months. In the first phase of the study, 1,095 of 1,384 (79.1%)
and in the second phase 461 of 595 (78.5%) endourologic surgery were
evaluated. Health care associated infection prevelance was 10.1% and 4.9%
in pre-intervention period and post-intervention period, respectively. Patients
who had healthcare related infections before or after the intervention had
higher costs when compared to those who did not get infections. It was found
that, healthcare associated infections decreased by 51% after the intervention
(Relatif Risk: 0.49, %95CI: 0.28-0.86). Otherwise 146,332.8 ± 139.29 TL of the
additional costs were saved by the intervention. We reached conclusions that,
monitoring and reporting the healthcare associated infections regularly, using
a simple but effective and evidence based infection control practices and
education programs decrease frequency of infection, high additional costs and
length to hospital stay.
2018-01-09T07:45:46Z
2018-01-09T07:45:46Z
2015
physicsThesis
Gökler, M.E. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nde endoürolojik cerrahi işlem sonrası gelişen hastane enfeksiyonlarının maliyeti ve kontrol önlemlerinin etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/1253
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1254
2018-01-10T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
2018-01-09T07:45:49Z
urn:hdl:11684/1254
Graves hastalığı aktivasyonuyla gelen hastalarda 25(OH) D düzeyleri ve inflamatuar belirteçler
Ersoy, Mustafa
TR158916
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları
Vitamin D
Graves Hastalığı
İnflamatuar Belirteçler
Obezite
Oftalmopati
Graves Disease
İnflammatory Markers
Obesity
Ophthalmopathy
Vitamin D reseptörlerinin(VDR) birçok dokuda keşfi ile D
vitamininin kalsiyum homeostazı ve kemik metabolizması dışında da birçok
fonksiyonu olduğu gösterilmiştir. D vitamininin immün sistem üzerindeki
etkilerinden yola çıkarak Graves hastalığı patogenezinde D vitamininin rolü
olabileceği öne sürülmüştür. Bizim çalışmamızda D vitamini eksikliğinin
Graves hastalığı aktivasyonu ve otoimmun tiroid hastalığı oluşumundaki rolü
ve inflamatuar belirteçlerin ilişkisi gösterilmek istendi. Çalışmamıza 40 aktif
Graves hastası, 20 ötroid otoimmun tiroid hastası, 20 sağlıklı kişi olmak
üzere 80 kişi alındı. D vitamini düzeyi Graves ve otoimmun tiroid
hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı ölçüde düşük bulundu. D vitamini
düzeltilmiş kalsiyum, serum fosforu, idrar kalsiyum atılımı ile pozitif
korelasyon gösterirken alkalen fosfataz, parathormon, TRAb ve anti TPO ile
negatif korelasyon gösterdi. Oftalmopati olan hastalarda D vitamini düzeyi
oftalmopati olmayanlara göre anlamlı ölçüde düşük bulundu. Çalışmamızda
D vitamini eksikliğinin inflamasyon ve obezite ile de ilişkili olduğu gözlendi.
Sonuç olarak otoimmun tiroid hastalıkları ve tiroid oftalmopatisi
patogenezinde D vitamini eksikliğinin de rol oynayabileceği düşünüldü. D
vitamini eksikliğinin aktif Graves hastalarında inflamasyona yatkınlık
oluşturduğu da düşünüldü.
By the definition of vitamin D receptors(VDR) in many
tissues, many functions of vitamin D other than calcium homeostasis and
bone metabolism were shown. A role for vitamin D is suggested in the
pathogenesis of Graves disease because of the effects of vitamin D on the
immune system. In our study the role of vitamin D deficiency in the activation
of Graves disease and development of autoimmune thyroid disease and the
relationship between inflammatory markers were asked to shown. Our study
included 40 patients with active Graves disease, 20 patients with euthyroid
autoimmune thyroid disease, 20 healthy individuals and total 80 people.
Vitamin D levels were found significantly lower in Graves and autoimmune
thyroid disease patients from the control group. Vitamin D showed a positive
correlation with corrected calcium, serum phosphorus, urinary calcium
excretion and was negatively correlated with alkaline phosphatase,
parathyroid hormone, TRAb and anti TPO. Vitamin D levels of patients with
ophthalmopathy were significantly lower than the patients without
ophthalmopathy. In our study, we observed that vitamin D deficiency is also
associated with obesity and inflammation. As a result, we thought that
vitamin D deficiency can play a role in the pathogenesis of autoimmune
thyroid disease and thyroid ophthalmopathy. We also thought that vitamin D
deficiency predispose to inflammation in patients with active Graves.
2018-01-09T07:45:49Z
2018-01-09T07:45:49Z
2016
physicsThesis
Ersoy, M. Graves hastalığı aktivasyonuyla gelen hastalarda 25(OH) D düzeyleri ve inflamatuar belirteçler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1254
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1251
2018-01-10T01:00:15Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2018-01-09T07:45:42Z
urn:hdl:11684/1251
Tüberküloz tedavisinin yaşam kalitesi anksiyete ve depresyon üzerine etkisi
Durceylan, Fatoş
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Tüberküloz
Yaşam Kalitesi
Anksiyete
Depresyon
Tuberculosis
Life Quality
Anxiety
Depression
TB tanı anında hastalara sosyal açıdan damgalanma korkusu yaşatan
bir kronik enfeksiyon hastalığı olmasına rağmen, literatürde TB hastalarının
ruhsal bozukluklar açısından ele alındığı takip çalışmalarına çok fazla
rastlanmamaktadır. Bu çalışmada: yeni tanı alan ve dörtlü anti-TB tedavi
başlanan hastalarda; sağlığa bağlı yaşam kalitesinin, depresyon ve anksiyete
bulgularının tedavi süresi boyunca gözlenmesi amaçlanmıştır. Eskişehir
İlinde TB tanısı konularak 4’lü anti-TB tedavi başlanan hastalardan çalışmaya
uygun olanlar, tedavi süresi boyunca izlenmiştir. Hastalara tedavi
başlamadan, tedavinin 3. ayında ve tedavi sonunda (6. ayda) SF-36 yaşam
kalitesi ölçeği, Beck Depresyon ve Beck anksiyete ölçeği uygulanmıştır.
Çalışma toplam 54 hasta ile tamamlanarak istatistiksel analizler yapılmıştır.
Tedavinin başı ile sonu karşılaştırıldığında, SF-36 nın tüm bileşenlerinde
istatistiksel olarak anlamlı düzelme tespit edilmiştir. 1. Anketlerde 42 olan
fiziksel bileşen özeti (PCS) median değeri 3. anketlerde 55.9; 1. anketlerde
41.85 olan mental bileşen özeti (MCS) median değeri 3. anketlerde 53.2
olarak bulunmuştur. Aradaki farklar istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001).
Tedavinin başı ve sonu karşılaştırıldığında Beck depresyon ve anksiyete
skorlarında istatistiksel olarak anlamlı azalma saptanmıştır. Beck depresyon
median değeri 8.5’dan 0’a, beck anksiyete median değeri 4’den 0’a gerilemiş,
aradaki farklar istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.001).
Çalışmamızda hastalara ek bir psikiyatrik tedavi uygulanmamasına rağmen,
hastalarda Beck depresyon ve anksiyete skorlarında ve yaşam kalitesi
skorlarında düzelme olması önemli bir bulgudur. Bu bilimsel sonuçlar, tüm
kronik hastalıklar gibi TB’un da ruhsal sorunlara yol açabileceğini
göstermektedir.
Even
TB is a chronic infectious disease which gives the patients fear about beeing
branded, there are only few follow up studies in the literature which
addresses TB patients mood disorders. In this study, the aim was to observe
the patients about health-related quality of life, depression and anxiety
findings whose diagnosis was new and taking four drug anti-TB therapy
during the treatment period. The TB diagnosed patients, whom were taking
four drug TB theraphy and suitable for the study were followed up during the
treatment period in the Eskişehir city. The patients were undergone to SF-36
health quality, Beck depression and Beck anxity scales at the 3. month and
at the end of the study (6.. month) respectively. The study was completed
with 54 patients and statistical analyzes were performed. When compared
with the begining statistically significant improvement were observed in all
SF-36 components at the end of the study. The physical component
summary (PCS) median value which was found to be 42 in the 1. surveys
was changed to 55,9 in the 3. surveys; the mental component summary
(MCS) median value which was found to be 41,85 in the 1. surveys was 53,2
in the 3. ones. The changes between the surveys are statistically significant
(p<0,001). When compared with at the begining and at the end of the
treatment there was a statistically significant decrease in Beck depression
and anxiety scores. Beck depression median value was decreased to 0 from
8,5, Beck anxiety median value was decreased to 0 from 4 and the changes
between the values were found to be statistically significant (p<0,001).
Improvment in the Beck depression – anxiety and life quality scores of the
patients without additional psychiatric treatment is an important finding.
These scientific outcomes, shows that TB can cause psychiatric problems
like the other chronic diseases.
2018-01-09T07:45:42Z
2018-01-09T07:45:42Z
2015
physicsThesis
Durceylan, F. Tüberküloz Tedavisinin Yaşam Kalitesi Anksiyete ve Depresyon üzerine Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/1251
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1255
2018-01-10T01:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_184
2018-01-09T07:45:51Z
urn:hdl:11684/1255
Genç (≤ 40 yaş) akut koroner sendromlu kadın ve erkek hastalarda kardiyovasküler risk faktörlerinin dağılımı
Şimşek, Nurgül
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği
Genç
AKS
Kardiyovasküler Risk Faktörleri
Young
ACS
Cardiovascular Risk Factors
Bu çalışmada amacımız AKS kliniği ile başvuran genç (≤40 yaş)
hastalarda kardiyovasküler risk faktörlerinin sıklığının tespiti ve bu risk faktörlerinin
kadın ve erkeklerdeki dağılımının karşılaştırılmasıdır. Aralık 2014 ile Aralık 2015
tarihleri arasında akut koroner sendrom tanısı ile koroner yoğun bakıma kabul edilen
kırk yaş ve altındaki ardışık 59 hasta çalışmaya dahil edildi. Kardiyovasküler hastalık
gelişiminde etkili geleneksel ve yeni risk faktörlerini (Yaş, cinsiyet, medeni durum,
diyabet, hipertansiyon, dislipidemi, koroner arter hastalığı aile öyküsü, sigara
kullanımı, madde bağımlılığı, kronik hastalık, vaskülit, otoimmun hastalık varlığı)
içeren bir form dolduruldu. Bütün hastaların başvuru EKG leri incelendi, CKMB ve
Troponinin pik değerleri ile total kolesterol, LDL, HDL, TG, tam kan sayımı, BUN,
kreatinin, AST, ALT değerleri kaydedildi. Hastaların koroner anjiografi raporları
incelenerek suçlu damar ve tutulan damar sayısı kaydedildi. Bütün hastaların EKO
raporları incelendi; EF değeri, ASD-VSD, intrakardiyak trombüs ve kapak patolojisi
olup olmadığı kaydedildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların ortalama yaşı 34.7±4.3
idi. %84.7’si erkek, %15.3’ü kadın idi. Bel çevresi kadınlarda 89.4±17.6 mm,
erkeklerde 99.2±8.7 mm, VKİ kadınlarda 27.5±6.3 kg/m2, erkeklerde ise 26.6±3.1
kg/m2 idi. Hemoglobin değeri kadınlarda erkeklerden daha düşüktü (12.8±1.3’e
karşılık 15±1.5, p <0.001). Popülasyonun %86.4’ü sigara kullanıyordu. Erkeklerde
sigara kullanım oranı kadınlara kıyasla çok daha yüksekti. (%92.0’ye karşılık
%55.6). Sigara kullanımı açısından iki grup arasında anlamlı farklılık vardı (p<0.05).
Çalışma popülasyonunun %5.1’inde diyabet, %8.5’inde HT, %66.1’inde
hiperlipidemi, %28.8’inde aile öyküsü pozitifliği, %3.6’sında vaskülit, %8.9’unda
otoimmun hastalık, %1,8’inde uyuşturucu madde bağımlılığı vardı. Sonuç olarak
çalışmamız genç yaşta AKS ile gelen hastalarda kardiyovasküler risk faktörlerinin
önemine vurgu yapmaktadır.
In this study, our aim is to determine the
prevalence of cardiovascular risk factors in younger patients admitted with ACS
clinic (≤40 years) and to compare the distribution of risk factors in men and women.
between December 2014 and December 2015; 59 consecutive patients under forty
years old who were admitted to the coronary care unit with acute coronary syndrome
and were included in the study below. A form was filled out for each pation which
contains traditional and new risk factors which is effective on cardiovascular disease
development (age, sex, marital status, diabetes, hypertension, dyslipidemia, coronary
artery disease, family history, smoking, substance abuse, chronic disease, vasculit is,
autoimmune diseases asset). All admissed taken ECGs of pationts were analyzed,
CK-MB and troponin peak values ,total cholesterol, LDL, HDL, TG, complete blood
count, BUN, creatinine, AST, ALT values were recorded. By analysing coronary
angiography report of the patient's ,clogged vessels and the number of vessels were
recorded. ECO reports of all pations were analysed; EF, the ASD-VSD whether
intracardiac thrombus and valve pathologies existance were recorded. The mean age
of participians was 34.7 ± 4.3 . The 84.7% were male and 15.3% were female. Waist
circumference average was 89.4 ± 17.6 mm in women, 99.2 ± 8.7 mm in men; and
average BMI was 27.5 ± 6.3 kg / m² in men and 26.6 ± 3.1 kg / m². Hemoglobin
levels were lower in women than men (12.8 ± 1.3 versus 15 ± 1.5, p <0.001).
86.4% of the population were smokers. Rate of smoking for men was higher than
women. (92.0% versus 55.6%). In terms of cigarette useage there was significant
differences between the two groups (p <0.05). %5.1 of the study population were
DM, %8.5 hypertension, %66.1 hyperlipidemia, %28.8 family history positivitiy,
%3.6 vasculitis, %8.9 autoimmune diseases and %1.8 drug abuse . In conclusion,
our study emphasizes the importance of cardiovascular risk factors in patients
presenting with ACS at a young age.
2018-01-09T07:45:51Z
2018-01-09T07:45:51Z
2016
physicsThesis
Şimşek, N. Genç (≤40 Yaş) Akut Koroner Sendromlu Kadın ve Erkek Hastalarda Kardiyovasküler Risk Faktörlerinin Dağılımı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1255
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1268
2018-02-07T01:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_183
2018-02-06T07:06:25Z
urn:hdl:11684/1268
1992-2012 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi beyin cerrahisi kliniğinde izlenen servikal vertebra kırıklı adli vakalarda mortalitenin araştırılması
Urazel, Beyza
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Adli Tıp
Servikal Kırık
Yaşamsal Tehlike
Klinik Durum
Cervical Fracture
Vital Threat
Clinical Condition
Travma olguları adli vaka kapsamında değerlendirilmekte
olup, travma sonucu meydana gelmiş yaralanma ile ilgili olarak adli raporları
düzenlenmektedir. Bu hususta hazırlanan Türk Ceza Kanunu (TCK)’nda tanımlanan
yaralama suçlarının adli tıp açısından değerlendirilmesi ile ilgili rehber adli tıp
kurumu başkanlığı, adli tıp uzmanları derneği ve adli tıp derneği tarafından 2013
yılında güncellenmiştir. Bu çalışmada, adli rapor tanzimi için hazırlanmış olan
rehberde yer alan servikal vertebra kırıkları ile ilgili yaşamsal tehlike oluşturan
durumları, mortaliteyi etkileyen risk faktörleri ve mortalite oranları üzerinden
değerlendirmek amaçlanmıştır. Bu amaçla, 1992-2012 yılları arasında ESOGÜ Tıp
Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi kliniğinde servikal vertebra kırığı nedeniyle takip
edilen adli olguların hastane adli vaka arşivinde bulunan hasta dosyaları ve ENLİL
hasta bilgi yönetim sisteminde mevcut kayıtlı bilgileri incelenerek, olguların yatış
bilgileri, klinik seyirleri, epikriz formları ile radyolojik tetkik ve raporları
değerlendirilmiştir. Multiple travması bulunan olgular çalışma kapsamına
alınmamıştır. Servikal kırık ile takip edilen olgularda kırık seviyesinin tek başına
mortalite üzerine etkili olmadığı, kırığın instabil olup olmaması ile ilişkili olarak
medulla spinalis hasarı bulunup bulunmadığı ve olguların takipleri süresince
gözlemlenen klinik durumlarının önem kazandığı görülmüştür. Bu nedenle
çalışmamızda yalnızca kırık seviyesi ile mevcut yaralanmanın kişinin yaşamını
tehlikeye sokan bir durum olup olmadığına karar verilmemesinin gerektiği
belirtilmiştir. Klinik durumun göz önünde bulundurularak gerekirse olguyu takip
eden hekim ile birlikte tıbbi kanaate varılmasının uygun olduğu sonucuna varılmıştır.
Trauma cases are
evaluated within the scope of judicial cases and forensic reports are prepared after
injuries which are results of a trauma. The prepared directory for criminal injury
assessment within forensic medicine which is defined in Turkish Criminal Law, was
renewed by board of forensic medicine institution, forensic experts association and
forensic medicine association in the year 2013. In this study, it’s aimed to evaluate
vital threat cases about cervical fractures that stated in the directory, which was
prepared for judicial report arrangement, via risk factors that affect mortality and via
mortality rates. For that purpose, patient folders which were in ESOGU Medical
Faculty Brain and Nerve Surgery clinic and which includes cervical vertebral
fracture cases between the years 1992 and 2012 and data which was entered in
ENLIL patient information system were analyzed and hospitalization info, clinical
course, epicrisis reports and radiological review reports were evaluated. Multiple
trauma cases were eliminated. It was seen that in cervical fracture cases, fracture
level is not effective on mortality by its own. And it was also seen that if myelitis
occurred depending on the fracture if it was instable or not and observed clinic cases
became important during observation period.For that reason in our study it is
determined that one should not decide that present injury puts one’s life in danger
only considering the fracture level. This study concluded that clinical situation
should be taken into consideration and medical decision should be made together
with the relevant doctor.
2018-02-06T07:06:25Z
2018-02-06T07:06:25Z
2015
physicsThesis
Urazel, B. 1992-2012 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Beyin Cerrahisi kliniğinde izlenen servikal vertebra kırıklı adli vakalarda mortalitenin araştırılması. ESOGÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/1268
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
MToxMDB8Mjpjb21fMTE2ODRfODR8Mzp8NDp8NTpkaWRs