2024-03-28T15:30:03Z
http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/oai/request
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/604
2016-08-09T00:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Parkinson hastalarında lateralizasyon ve dürtü kontrol bozukluğu arasındaki ilişki
Akıncı, Mehdi
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
Parkinson Hastalığı
Dürtü Kontrol Bozukluğu
Dominant Motor Lateralizasyon
Parkinson's Dissease
Impuls Control Disorders
Dominant Motor Lateralization
Bu çalışmada parkinson hastalarında dürtü kontrol bozukluklarının, dominant
motor lateralizasyonla, kullanılan ilaçlarla ve hastalığın kendisiyle ilişkisi
araştırılmıştır. Çalışmaya Hareket Bozuklukları Polikliniğine 1 Ekim 2014 ve 1
Mart 2015 tarihleri arasında başvuran idiopatik 100 Parkinson hastası dahil
edildi. Hastalar Parkinson Hastalığında İmpulsif-Kompulsif Bozukluklar Anketi
(QUIP) ile değerlendirildi. Parkinson plus sendromları, ilaca bağlı
parkinsonizm, vasküler parkinsonizm ve herhangi bir MSS patolojisi ve
psikiyatrik hastalık öyküsü bulunan hastalar çalışma dışında tutuldu.
Hiperseksüalite, patolojik kumar, hiperfaji ve Kompulsif alışveriş Sola
lateralize ve Dopamin Agonisti (DA) kullanan hastalarda en yüksek saptandı.
Çalışmamızın sonuçları literatür sonuçları ile uyumluydu.
Sonuç olarak, Sola motor lateralizasyonu olan ve DA kullanan
Parkinson hastalarında DKB yüksek oranda saptandı.
In this study the relationship between impulse
control disorders with dominant motor lateralization, the drugs used and the
diseases itself were evaluated in Parkinson patients. One hundred PD
patients who admitted to Movement disorders outpatient clinic between 1
october 2014 – 1 march 2015 were enrolled to the study. A questionnary
form including questions for impulse control disorders were applied to the
patients. Patients with Parkinson plus disorders, medication related
parkinsonism, vascular parkinsonism and central nervous system pathology
were excluded from the study. Hypersexuality, pathological gambling,
Compulsive eating disorder and pathological buying were found higher in
patiens using DA and Left dominant motor lateralization. Our results were
similar with the literature.
In conclusion, impulse control disorders was found higher in patients
using DA and Left dominant motor lateralization.
2016-08-08T09:23:42Z
2016-08-08T09:23:42Z
2016-08-08T09:23:42Z
2015
physicsThesis
Akıncı, M. Parkinson hastalarında lateralizasyon ve dürtü kontrol bozukluğu arasındaki ilişki. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/604
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/741
2016-12-07T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Osas’lı hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon, depresyon ve metabolik sendromun araştırılması
Ertan, Bengü
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
OSAS
Otonomik Fonksiyon
Kognisyon
Depresyon
MS
Otonomic Function
Depression
Cognition
Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uyku boyunca
tekrarlayan üst hava yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla kan oksijen
desatürasyonu ile karakterize bir sendromdur. Sık tekrarlayan apneler
sonucunda olan hipoksemi ve hiperkarbi hem periferik hem de santral
kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı
uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına neden
olmaktadır. Bu nedenle yaşam ve uyku kalitesi üzerinde olumsuz etkileri
bulunmaktadır. Bu çalışmada polisomnografi ile OSAS tanısı konulan
hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon bozukluğu, depresyon ve
metabolik sendromun araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda sempatik
deri yanıtı (SDY), istirahatte ve derin solunum sonrasındaki R-R interval
(RRIV) değişkenliği, Hamilton Depresyon Ölçeği, MoCA testi, Epworth
Uykululuk Skalası, Pittsburgh Uyku Kalite Ölçeği kullanıldı. Hastaların
metabolik sendrom (MS) tanısı için bel çevresi, arteriyel tansiyonu, açlık kan
şekeri ve HDL değerleri ölçüldü. Çalışmada hasta grubu 25 bireyden
oluşmuştur. Kontrol grubu 30 bireyden oluşmuştur. Hasta grubunun yaş
ortalaması 50,2±6,2, kontrol grubunun yaş ortalaması 43,5±12,2’dir. Hasta
grubunda 9 (%36) hastada orta, 16 (%64) hastada ağır OSAS mevcuttur.
Çalışmada SDY latans, RRIV ve derin solunum sonrasındaki RRIV
değerlerinde hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı sonuç bulunmadı.
Hasta bireylerin bel çevresi, vücut kitle indeksi, Epworth uykululuk ölçeği,
Pittsburgh uyku kalite ölçeği ve Hamilton depresyon ölçeği değerleri kontrol
grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Metabolik
sendrom ve kognisyon değerlendirildiğinde hasta ve kontrol grupları arasında
anlamlı fark bulunmamaktadır.
Obstructive sleep
apnea syndrome (OSAS) is a syndrome characterized by blood oxygen
desaturation and recurrent episodes of upper airway obstruction during
sleep. Sympathetic activation, cognitive impairment, susceptibility to
depression, daytime sleepiness are potentiated by increased sensitivity of
both peripheral and central chemoreceptors by both hypoxemia and
hypercarbia which is the reason of repetitive sleep apnea episodes. In this
study we aimed to investigate cognitive status, autonomic dysfunction,
depression and metabolic syndrome in patients with OSAS. The sympathetic
skin response, RR interval variability at rest and after deep breathing,
Hamilton Depression Scale, MoCA test, Epworth Sleepiness Scale and
Pittsburgh Sleep Quality Scale were used. For patients diagnosed with
metabolic syndrome, waist circumference, blood pressure, fasting blood
glucose and HDL were measured. Our study was performed on 25 patients
with diagnosis of OSAS and 30 normal individuals. The mean age of patients
is 50.2 ± 6.2 and 43,5±12,2 in the control group. 9 (%36) moderate OSAS,
16 (%64) severe OSAS patients were performed in this study. SSR latency,
RRIV and deep breathing after RRIV values between patient and control
groups were not significant. In patients, waist circumference, body mass
index, Epworth Sleepiness Scale, Pittsburgh Sleep Quality Scale and
Hamilton Depression Scale values were statistically higher than the control
group. Metabolic sydrome and cognitive impairment were evaluated. There
was no difference between the two groups.
2016-12-06T07:25:13Z
2016-12-06T07:25:13Z
2016-12-06T07:25:13Z
2014
physicsThesis
Ertan, B. OSAS’lı Hastalarda Kognitif Durum, Otonomik Fonksiyon, Depresyon Ve Metabolik Sendromun Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/741
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/743
2016-12-07T01:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Akut iskemik inmede intra-venöz trombolitik tedaviye bağlı gelişen intraserebral hemorajide risk faktörlerinin saptanması
Sezer, Ezgi
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
İskemik İnme
Trombolitik Tedavi
rt-PA
Semptomatik İntraserebral Kanama
İnme Prognozu
İschemic Stroke
Thrombolytic Therapy
Symptomatic Intracerebral Hemorrhage
Sstroke Prognosis
Akut iskemik inmede, semptom başlangıcı sonrası ilk 3-4,5
saat içinde uygulanan İV rt-PA tedavisinin etkinliği gösterilmiş olup, semptomatik
intraserebral kanamalar (SİSK), bu tedavinin en korkulan komplikasyonudur. Bu
çalışmadaki amacımız; akut orta serebral arter iskemik inmesi ile başvuran, semptom
sonrası ilk 3-4,5 saat içerisinde İV rt-PA tedavisi verilen hastalarda, intraserebral
kanama için risk oluşturabilecek olan faktörleri ve bu kanamaların klinik üzerine
etkilerini değerlendirmek, bunun için alınabilecek önlemleri belirlemektir. Çalışmaya
02.11.2008-29.07.2013 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Acil Servisi’ne semptom sonrası ilk 4,5 saat içerisine başvuran, orta
serebral arter iskemik inmesi tanısı konulan, rt-PA tedavisi için kontrendikasyonu
olmayıp, tedavi uygulanan 18 yaş üzeri 100’ü kadın (% 45,2), 121’i erkek (% 54,8)
olan, toplam 221 hasta dahil edildi. SİSK için SITS MOST’un tanımı kullanıldı. 221
hastanın 50’sinde (%22,6) asemptomatik intraserebral kanama (AİSK) gözlenirken,
9’unda (%4,1) SİSK gözlendi. SİSK’sı olan hastalarda, olmayanlara göre, başvuru
anındaki ortalama ASPECT skoru, 5. gün ölçülen glukoz seviyeleri, 24 saat sonraki
NIHSS puanı, 3. Ay mRS ortalaması ve mortalite oranları istatiksel olarak anlamlı
yüksekti. Önceki çalışmalara göre beklenen sınırlar arasında saptanan SİSK’nın, kötü
prognostik özellikte olduğu görüldü. Tedavi öncesi serebral BT’deki erken iskemik
değişikikler ve ölçülen kan glukoz yüksekliği; SİSK için risk faktörü olarak
saptanmış olup, bunlara yönelik iyi değerlendirme ve müdahalelerin kanama oranını
azaltabileceği sonucuna varılmıştır.
The efficacy of İV rt-PA
administered between 3 and 4.5 hours after the onset of symptoms in acute ischemic
stroke has been demonstrated but symptomatic intracerebral hemorrhage (SIH) is the
most feared complication of this treatment. We aimed to identify the risk factors for
intracerebral hemorrhages in acute middle cerebral artery stroke patients that treated
with İV rt-PA between 3 and 4.5 hours after the onset of symptoms and the effects of
these hemorrhages on clinical state, also to determine the countermeasures for them.
221 patients with acute middle cerebral artery stroke who admitted to Eskişehir
Osmangazi University Department of Emergency Medicine within 4,5 hours of
symptom onset between 2 November 2008 and 29 July 2013 enrolled in the study.
They were over 18 years old and had no contraindication for rt-PA medication. 100
of 221 patients were female (% 45,2) and 121 of them were male (% 54,8).
Defination of SITS MOST for SIH was used. 50 of 221 patients had asymptomatic
intracerebral hemorrhage (%22,6) and 9 of 221 had SIH (%4,1). The average
ASPECT score on admission, the NIHSS score of patients after 24 hours from
baseline assessment, the mean mRS score at 3 months, mortality and the glucose
levels measured after 5 day from the treatment were significantly higher in patients
who showed SIH than in patients without SIH. According to previous studies, the
rate of SIH was within the expected range. It was seen that SIH was a poor
prognostic factor. In our study, early ischemic changes on serebral CT and high
glucose levels were independent risk factors for SIH. A good assessment of these
factors and interventions for them can reduce the SIH rate.
2016-12-06T07:25:21Z
2016-12-06T07:25:21Z
2016-12-06T07:25:21Z
2014
physicsThesis
Ezgi Sezer, A. Akut İskemik İnmede İntra-Venöz Trombolitik Tedaviye Bağlı Gelişen İntraserebral Hemorajide Risk Faktörlerinin Saptanması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/743
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/877
2017-01-05T01:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Orta serebral arter infarktlarında patolojik
Gündoğdu, Aslı Aksoy
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
İskemik İnme
Orta Serebral Arter İnfarktı
Patolojik Esneme
İnme Prognozu
İschemic Stroke
Middle Cerebral Artery Infarct
Pathological Yawning
Stroke Prognosis
Patolojik esneme, yorgunluk veya sıkıntı dışında belli bir nedenle tetiklenen kompulsif, sık, tekrarlayıcı esneme olarak tanımlanır. İyatrojenik nedenli, nörolojik, psikiyatrik, gastrointestinal veya metabolik hastalıklarla bağlantılı olabilir. İskemik inme seyrinde de görülebilmektedir. Bu çalışmadaki amacımız orta serebral arter infarktı olan hastalarda gözlenebilen patolojik esnemenin; hastaların demografik, klinik bulgularıyla, lezyon lokalizasyonuyla bağlantısının ortaya çıkarılması ve hastaların takibi ile patolojik esnemenin prognostik rolünün olup olmadığının tespitidir. Bu çalışmaya 17 Nisan 2012 ve 13 Şubat 2013 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne semptom sonrası ilk 24 saat içinde başvuran, klinik ve nörogörüntüleme yöntemleri ile orta serebral arter iskemik inmesi tanısı konan 18 yaş üzerindeki 80’i (%49,7) kadın, 81’i (%50,3) erkek olmak üzere toplam 161 hasta alındı. Hastalar 6 saat boyunca gözlendi. Patolojik esneme 69 hastada (%42,9) saptandı. Tüm hastalarda uygun nörogörüntüleme yöntemleri ile lezyon lokalizasyonu belirlenmeye çalışıldı. 112 (%69,6) hastanın kortikal, 107 hastanın (%66,5) subkortikal hasarı mevcuttu. Kortikal lezyonu olanlarda patolojik esneme görülme oranı anlamlı derecede daha yüksek bulundu. 65 hastanın (%40,4) insula, 54 hastanın (%33,5) operkulum bölgesinde infarkt saptandı. İnsula ve operkuler bölge infarktlarıyla patolojik esneme arasında istatistiksel anlamlı bir bağlantı saptandı. Yüksek NIHSS değerleri olan hastalarda daha yüksek oranda patolojik esneme görüldüğü saptandı. Patolojik esneme, ciddi inme (NIHSS≥10) ile acil servise gelen hastalarda hafif-orta düzeyde inme hastalarına (NIHSS<10) göre daha sık gözlendi. Orta serebral arter infarktlarında görülebilen patolojik esnemenin; inme ciddiyeti, kortikal etkilenim, özellikle insula ve operkuler bölge tutulumuyla bağlantılı olduğu, ancak inme prognozunuyla ilgili bir belirteç olmadığı sonucuna varılmıştır.
Pathological yawning is compulsive, frequent, repetetive yawning triggered with specific reason besides fatigue or boredom. It is associated with iatrogenic, neurologic, psychiatric, gastrointestinal or metabolic disorders. It can be seen in the course of ischemic stroke. We aimed to evaluate the relationship between pathological yawning and the clinical outcome, lesion localization, risk factors of patients with middle cerebral artery stroke, who were initially seen in Eskişehir Osmangazi University Department of Emergency Medicine and Neurology Stroke Unit within 24 hours of stroke onset between 17 April 2012 and 13 February 2013. We included patients over 18 years old. 80 of 161 patients were female (49,7%) and 81 of them were male (50,3%). We observed patients for the presence of pathological yawning for 6 hours. 69 of 161 patients had pathological yawning (42,9%). Cerebral MRI and CT were asessed in all patients and yielded 112 cortical (69,6%) and 107 (66,5%) subcortical lesions. Pathological yawning was more frequent in patients with cortical lesions versus subcortical lesions and it was statistically significant. Insular and opercular lesions were detected in 65 (40,4%) and 54 (33,5%) patients respectively. Patients with insular and opercular lesions experienced more pathological yawning than patients with other lesion locations. Pathological yawning is related to higher NIHSS scores. Patients with severe stroke (NIHSS≥10) presented with more pathological yawning than mild to moderate strokes (NIHSS<10). Pathological yawning due to middle cerebral artery infarction is associated with severe stroke, presence of cortical involvement, insular and opercular lesions. However no relationship was found regarding long term outcome and mortality.
2017-01-04T06:12:36Z
2017-01-04T06:12:36Z
2017-01-04T06:12:36Z
2013
physicsThesis
Aksoy Gündoğdu, A. Orta Serebral Arter İnfarktlarında Patolojik Esnemenin Lezyon Lokalizasyonuyla İlişkisi ve Prognostik Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2013.
http://hdl.handle.net/11684/877
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1349
2018-02-28T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Yaşlı hastalarda katarakt cerrahisinin kognisyona olan olumlu etkilerinin değerlendirilmesi
Çelik, Didem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
Kognitif Yetmezlik
Katarakt
MOCA
Cognitive Impairment
Cataract
Bu çalışmada
kataraktın yaşlı hastalarda kognisyona olan etkilerinin değerlendirilmesi
amaçlanmıştır. Çalışmaya katarakt tanısı ile operasyon planlanan görme keskinliği
kötü 60-80 yaş aralığında 30 hasta alınmıştır. Katılımcıların ameliyat öncesi
kognitif testleri yapılmış, operasyondan 3 ay sonra aynı testler yeniden tekrar
edilmiştir. Tüm hastalar lokal anestezi ile birer hafta arayla binokuler katarakt
cerrahisi geçirmişlerdir. Hastaların operasyondan gördükleri fayda görme keskinliği
ile karşılaştırılmıştır. Demans taraması Montreal Bilişsel Değerlendirme Ölçeği
(MOCA) testi ile yapılmıştır. Katılımcıların %46 sında demans , % 36 sında hafif
kognitif yetmezlik saptanmıştır. Demansı olan katılımcıların en çok bellek, lisan,
görsel- uzaysal bellekte; hafif kognitif yetmezlikli hastaların dikkat, yürütücü işlev
testlerinde kötüleşme izlenmiştir. Katarakt cerrahisi sonrası görme keskinliği ile
korele şekilde kognitif yetmezlikli olguların MOCA skorlarında en az 2 puan artış
izlenmiştir. Ancak görme keskinliğinde artış görsel bellek, konstruksiyonel praksi,
saat çizme, şekil kopyalama testlerindeki skorlarla korele bulunmamıştır. Hastaların
günlük yaşam aktivitesi, geriyatrik depresyon ölçeği entrümental günlük yaşam
aktivite skorları post operatif dönemde görme keskinliği ile korele şekilde
düzelmiştir. Sonuç olarak kognitif yetmezlik ve katarakt yaşlı populasyonda sık
birliktelik gösteren hastalıklardır. Görme yetisinin yeniden kazandırılması
kognisyonu olumlu şekilde etkileyebilir. Demans polikliniklerinde hastaların duysal
kayıpları ile birlikte değerlendirilmesi hastalığın takibi açısından önemlidir.
The assesment of the effects of
cataract on cognition on old patients was aimed. It was worked with 30 patients
between 60 and 80 year old whose visual acuity was not well and who was planned
to have operation because of cataract diagnosis in this study. Preoperative cognitive
tests of attenders was performed, the same tests was performed again after the
operation. Preoperative cognitive tests of attenders was performed, the same tests
was performed again after 3 months of the operation. All the patients had binocular
cataract operation under local anesthesia every other week. Benefits the patients had
were compared with their visual acuities. Dementia scanning was performed by
MOCA (Montreal Cognitive Assesment Scale). Dementia was diagnosed on 46 % oft
he attenders and mild cognitive impairment was diagnosed on 36 % of the attenders.
Deterioration on the tests of memory, speech, visual- spatial memory was observed
on the attenders who had dementia; deterioration on the tests of attention, executive
function was observed on the attenders had mild cognitive imairment. At least 2
points increase occurred MOCA scores of the cases had cognitive impairment
correlative with postoperative visual acuity. However, the increase in visual acuity
did not collerate with the scores fort he tests of visual memory, constructive praxia,
clock boot, figure copying. Daily life activities, geriatric depression scale,
instrumental daily life activtiy scores of the patients recupareted correlatively with
visual acuity in postoperation period. Consequently, cognitive impairment and
cataract are frequent diseases associated with old age population. Refunction of
visual acuity can affect cognition positively. Assesment of the patients with their
sensual losses is substantial for disease follow-up.
2018-02-27T05:24:53Z
2018-02-27T05:24:53Z
2018-02-27T05:24:53Z
2016
physicsThesis
Çelik D. Yaşlı hastalarda katarakt cerrahisinin kognisyona olan olumlu etkilerinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1349
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1329
2018-02-27T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Poststroke epilepsi risk faktörleri ve prognostik faktörler
Dinç, Yasemin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
İskemik İnme
İnme Sonrası Nöbet
İnme Sonrası Nöbet Risk Faktörleri
Ischemic Stroke
Post-Stroke Seizures
Risk Factors For Post-Stroke Seizures
Serebrovasküler hastalıklar, erişkinde ve yaşlıda nöbetlerin en sık nedenlerinden birisidir. İnme geçiren hastalarda epileptik nöbet insidansı, farklı çalışmalarda %2,3-43 gibi geniş bir aralıkta yer almaktadır. Hangi faktörlerin nöbet oluşturacağını önceden bilmek bazı önlemlerin alınması açısından önemlidir. Farklı çalışmalarda inme sonrası görülen nöbet insidansları farklı olup yakın zamanda yaygınlaşan dekompresif kraniyotomi, trombolitik tedavi ve endovaskuler girişimlerin inme sonrası nöbet ilişkisi hakkında yeterli bilgi yoktur. Bu çalışmada amacımız akut iskemik inme ile kliniğimizde takip edilen hastaların nöbet geçirme oranı, etyolojik ve prognostik faktörleri araştırmak ve yüksek riskli grupları saptamaktır. Bu çalışmaya retrospektif olarak 01.01.2012 ile 01.01.2015 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nda akut iskemik inme tanısı ile takip edilen ve 1 yıl boyunca takibimizde kalan, inme eytolojisinin aydınlatılmış olduğu 172’si kadın 127’si erkek 299 hasta dahil edilmiştir. Hastaların ilk bir yıl içinde nöbet geçirme oranı %16,7’dir.Hastaların % 8’i erken inme sonrası nöbet, %12,7’si geç inme sonrası nöbet geçirmiştir. Yüksek riskli bulunan gruplar ise aterosklerotik damar hastalığı olanlar, kortikal tutulumu olanlar, dekompresif kraniyotomi geçirenler, mRs’ si yüksek olanlar idi. Bizim çalışmamızda trombolitik tedavi alan hastalar da değerlendirildi. Sonuçta, trombolitik tedavi almayan hastalar alanlara göre 2,6 kat daha fazla nöbet geçirmektedir. Hemorojik transformasyon, damar sulama alanı, cinsiyet, endovasküler girişim yapılması ve nöbet geçirme arasında ise anlamlı istatiksel sonuç saptanmamıştır.
Cerebrovascular diseases are one
of the most common reasons of seizures in adult and elderly people. In different studies
the incidence of epileptic seizures in patients with stroke is displayed a wide range
between 2.3% and 43%. To know which of the factors causing seizures is important in
order to take some precautions. Different studies showed different results for the
incidence of post-stroke seizures and, besides, there is not enough information about
the relationship between post-stroke seizures and recently wide spreading
decompressive craniotomy, thrombolytic therapy and endovascular interventions. Our
aim in this study is to investigate seizure rates, etiologic and prognostic factors of
patients followed in our clinic with acute ischemic stroke and to identify high-risk
groups. This retrospective study contains 299 patients, of whom 127 are men and 172
women with the diagnosis of acute ischemic stroke between January of 2012 and
January of 2015 in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine Department
of Neurology. Those patients were under our observation for totally one year and the
etiology of their stroke was clarified. The seizure rate of patients for the first year was
16,7%. 8% of patients had early seizures after stroke, and 12,7% of patients had late
seizures after stroke. The high risk groups were patients with atherosclerotic vascular
disease, cortical involvement, decompressive craniotomy, and with high score of mRs.
In our study, patients receiving thrombolytic therapy were also evaluated. Overall,
patients without receiving thrombolytic therapy have 2,6 times more seizures than
patients receiving thrombolytic therapy. No significant statistical results were detected
between seizures and hemorrhagic transformation, vessels irrigation area, gender, and
endovascular interventions.
2018-02-26T11:57:39Z
2018-02-26T11:57:39Z
2018-02-26T11:57:39Z
2016
physicsThesis
Dinç, Y. Poststroke epilepsi risk faktörleri ve prognostik faktörler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1329
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1382
2018-03-03T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Osas tanılı hastalarda serebrovasküler reaktivite ve stroke arasındaki ilişki
Günel, Özge
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
OSAS
Stroke
TCD
Nefes Tutma Testi
Serebrovasküler Reaktivite
Breath-Holding Test
Cerebrovascular Reactivity
Obstrüktif uyku apne
sendromu (OSAS) uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu
epizodları ve sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir
sendromdur. OSAS’da tekrarlayan apne ve hipopne atakları hipoksi, hiperkapni ve
asidoza neden olur. Ortaya çıkan değişiklikler ise hemodinamik sistemde önemli
değişikliklere yol açarak kardiyovasküler, nörovasküler, metabolik bozukluklara yol
açabilir. Hipoksi sonucu oluşan endotelyal disfonksiyon, OSAS’ın vasküler
komplikasyonlarında önemli rol oynar. Bu nedenle OSAS hastalarında diğer risk
faktörlerinden bağımsız olarak serebrovasküler hastalık riski artmaktadır. Bu
çalışmada, OSAS tanılı hastalarda TCD nefes tutma testi kullanarak azalmış serebral
vasomotor reaktiviteyi göstermek ve stroke ile arasındaki ilişkiyi bulmak
amaçlanmıştır. Çalışmaya 150 olgu alınmış olup, 110’una TCD ile nefes tutma testi
yapıldı. 19 kontrol, 91 orta veya ağır OSAS hastası ile çalışma sonuçları incelendi.
Serebrovasküler reaktivite, OSAS hastalarında kontrol grubuna göre düşük bulundu.
Normale dönme zamanı, OSAS hastalarında kontrollere göre düşük bulundu.
Çalışma grubunun 3.,6. ve 9. ay takiplerinde inme geçiren olgu saptanmadı. Bu
veriler OSAS’lı hastalarda nefes tutma esnasındaki uyarana karşı vazodilatör yanıtın
azaldığını göstermektedir. TCD tabanlı serebrovasküler reaktivite testiyle
değerlendirilebilen bozuk endotelyal yanıt, OSAS hastalarında inme riskini gösteren
bir prediktör olarak kullanılabilir.
Obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) is a syndrome
characterized by a reduction frequently in blood oxygen saturation and recurrent
upper airway obstruction episodes during sleep. The recurrent episodes of apnea and
hypopnea attacks in OSAS cause hypoxia, hypercapnia, and acidosis. The resulting
changes may lead to significant changes in hemodynamic cardiovascular system,
neurovascular, and metabolic disorders. Endothelial dysfunction caused by hypoxia
plays an important role in the vascular complications of OSAS. Therefore,
cerebrovascular disease risk in OSAS patients is increasing independent of other risk
factors. In this study, using TCD breath-holding test it is aimed to find the
relationship between stroke and the reduced cerebral vasomotor reactivity in patients
diagnosed with OSAS. 150 patients participated in the study, 110 of whom were
applied breath-holding test with TCD. The results of the study were based on 19
patients of control, and 91 patients with moderate or severe OSAS. Cerebrovascular
reactivity in patients with OSAS was significantly lower than the control group. It
was found that the duration of returning to normal was significantly lower in OSAS
patients compared to controls. There were no cases of stroke detected in the study
group in the monthly observations of third, sixth and ninth. The results show that
vasodilator response to stimuli decreases during breath-holding test in the patients
with OSAS. Damaged endothelial response, which can be assessed by TCD-based
cerebrovascular reactivity test, can be used as a predictor indicating the risk of stroke
in OSAS patients.
2018-03-02T07:11:13Z
2018-03-02T07:11:13Z
2018-03-02T07:11:13Z
2016
physicsThesis
Günel, Ö. OSAS Tanılı Hastalarda Serebrovasküler Reaktivite ve Stroke Arasındaki İlişki. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1382
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1473
2018-04-14T00:00:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Obstruktif uyku apne sendromlu hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon, depresyon ve metabolik sendromun araştırılması
Ger, Fatma
TR195074
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
OSAS
Otonomik Fonksiyon
Kognisyon
Depresyon
MS
Autonomic Function
Cognition
Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uyku boyunca tekrarlayan üst hava yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla kan oksijen desatürasyonu ile karakterize bir sendromdur. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına neden olmaktadır. Bu nedenle yaşam ve uyku kalitesi üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Bu çalışmada polisomnografi (PSG) ile OSAS tanısı konulan hastalarda kognitif durum, otonomik fonksiyon bozukluğu, depresyon ve metabolik sendromun araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda sempatik deri yanıtı (SDY), istirahatte ve derin solunum sonrasında R-R interval (RRIV) değişkenliği, Hamilton Depresyon Ölçeği, Montreal Cognitive Assesment (MoCA) testi, Epworth Uykululuk Skalası, Pittsburgh Uyku Kalite Ölçeği kullanıldı. Hastaların metabolik sendrom (MS) tanısı için bel çevresi, arteriyel tansiyonu, açlık kan şekeri ve High Density Lipoprotein (HDL) değerleri ölçüldü. Çalışmamızda hasta grubu 73, kontrol grubu 75 bireyden oluşmuştur. Otonomik fonksiyonları etkileyebilecek her türlü etken dışlanmıştır. Hasta grubunun yaş ortalaması 50,3±12,1, kontrol grubunun yaş ortalaması 43,6±11,9‘dir. Hasta grubunda 32 (%44) hastada orta, 41 (%56) hastada ağır OSAS mevcuttur. Çalışmada SDY Amplitüdü, RRIV, hiperventilasyon sonrası RRIV, RRIV Değişkenliği hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı dercede düşük saptandı, SDY latansında iki grup arasında fark saptanmadı. Hasta grubunun trigliserit, açlık kan şekeri değerleri, bel çevresi, vücut kitle indeksi (VKĠ) ölçümleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak daha yüksektir. HDL ölçümü ve MoCA testi değerleri ise hasta grubunda daha düşüktür. Epworth uykululuk ölçeği, Pittsburgh uyku kalite ölçeği, metabolik sendrom varlığı hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı düzeyinde yüksektir. Hamilton depresyon ölçeğinde iki grup açısından anlamlı fark saptanmamıştır.
Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Neurology Specialisation Thesis of Medicine, Eskisehir 2017. Obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) is a syndrome characterized by blood oxygen desaturation and recurrent episodes of upper airway obstruction during sleep. Sympathetic activation cognitive impairment, susceptibility to depression, daytime sleepiness are potentiated by increased sensitivity of both peripheral and central chemoreceptors by both hypoxemia and hypercarbia which is the reason of repetitive sleep apnea episodes. In this study we aimed to investigate cognitive status, autonomic dysfunction, depression and metabolic syndrome in patients with OSAS. The sympathetic skin response, RR interval variability at rest and after deep breathing, Hamilton Depression Scale, MoCA test, Epworth Sleepiness Scale and Pittsburgh Sleep Quality Scale were used. For patients diagnosed with metabolic syndrome, waist circumference, blood pressure, fasting blood glucose and HDL were measured. Our study was performed on 73 patients with diagnosis of OSAS and 75 normal individuals. The mean age of patients was 50,3±12,1 and 43,6±11,9 in the control group. Thirty-two (%44) moderate OSAS, 41 (%56) severe OSAS patients were investigated in this study. SSR amplitude, RRIV, RRIV variability and deep breathing after RRIV values between patient and control groups were statistically lower than the control group. There was no difference between two groups in SSR latency. The triglyceride, fasting blood sugar values, waist circumference, body mass index measurements of the patient group were statistically higher than control group. HDL measurement and MoCA test values were lower in the patient group. Epworth sleepiness scale, Pittsburgh sleep quality scale, metabolic syndrome were statistically significantly higher in the patient group. There was no statistically difference between Hamilton Depression Scale scores significantly.
2018-04-13T05:49:48Z
2018-04-13T05:49:48Z
2018-04-13T05:49:48Z
2017
physicsThesis
Ger, F. Obstrüktif Uyku Apne’li Hastalarda Kognitif Durum, Otonomik Fonksiyon, Depresyon ve Metabolik Sendromun Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1473
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1725
2020-03-05T01:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Eskişehir ilinde bir yıl içerisinde sağlık kuruluşlarında polisomnografi ile obstrüktif uyku apne sendromu (ouas) tanısı alan hastaların sıklığının belirlenmesi
Alişan, Medine
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
OUAS
Epidemiyoloji
Sıklık
OSAS
Epidemiology
Frequency
Bu
çalışmada 1 Ocak-31 Aralık 2010 tarihleri arasında Eskişehir ilindeki sağlık
kuruluşlarında polisomnografi (PSG) ile yeni tanı alan obstrüktif uyku apne
sendromlu (OUAS) hastaların sıklığının araştırılması amaçlandı. ICD-10 tanı
kodlarına göre OUAS ön tanısı alan hastalar belirlendi. Eskişehir ilinde OUAS
için yüksek risk altındaki nüfusun %0.8’inin OUAS ön tanısı ile yataklı tedavi
kurumlarına başvurduğu belirlendi. Hastalara PSG testinin yapılma oranı %48.6,
PSG ile yeni tanı alan hasta oranı %68.6 idi. PSG ile OUAS tanısı konulan 243
(%36,6 kadın, %63,4 erkek, yaş ortalaması; 52,20±11,57) hasta belirlendi.
Hastaların 77’si (% 31.7) hafif, 53’ü (%21.8) orta ve 113’ü (%46.5) ağır OUAS
grubundaydı. Çalışmaya katılmayı kabul eden 183 hastaya OUAS Hasta
Değerlendirme Formu, Fatigue Değerlendirme Skalası (FDS), Epworth Uykululuk
Ölçeği (ESS), Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi (PSQI) ve SF-36 Yaşam Kalitesi
Ölçeği uygulandı. Bu hastalara (% 39,3 kadın, %60,7 erkek, yaş ortalaması;
51,69±10,96) ileri analizler yapıldı. Ağır OUAS grubunda kilo, vücut kitle indeksi
(BMI), bel, kalça, boyun çevresi ortalamaları diğer gruplara göre daha yüksekti.
OUAS hastalarında en sık görülen kronik hastalıklar; obezite, hipertansiyon ve
burun operasyonlarıydı. Hastaların %98.3’ünde horlama, %79.8’inde apne ve
%88’inde gündüz aşırı uykululuk hali gözlendi. FDS ve ESS skorlarının
ortalamaları hastalığın şiddetiyle birlikte arttı. Gruplar arasında SF-36 Yaşam
Kalitesi Ölçeği skorlarında farklılık gözlenmedi. PSQI toplam skorunda gruplar
arasında anlamlı farklılık saptanmadı ancak uyku etkinliği skoru ortalamasının
orta OUAS grubunda daha düşük, uyku ihtiyacı skoru ortalamasının ise orta ve
ağır OUAS gruplarında daha yüksek olduğu gözlendi. FDS, ESS, SF-36 mental ve
fiziksel sağlık skorları, PSQI uyku dağılımı, uykusuzluğun gün içi yansıması ve
toplam skorlarında cinsiyetler arasında anlamlı farklılık gözlendi.
In the present study, we aimed to investigate the
frequency of patients newly diagnosed with OSAS by polysomnography (PSG) in
healthcare organizations in Eskişehir city centre during 1 January and 31
December 2010. Patients diagnosed with OSAS according to ICD-10 diagnose
codes were determined. In Eskişehir city centre, 0.8 % of people-at-high-risk was
applied to hospital with OSAS. PSG were performed in 48,6% of patients and
68.6 % of them were newly diagnosed by PSG. There were 243 patients
diagnosed with OSAS by PSG (36,6% woman, 63,4% man, mean age;
52,20±11,57). Of them, 77 (31,7%) were mild, 53 (21,8%) were moderate and
113 (46,5%) were severe OSAS. OSAS Patient Assessment Form, Fatigue
Assessment Scale (FAS), Epworth Sleepiness Scale (ESS), Pittsburgh Sleep
Quality Index (PSQI) and SF-36 Life Quality Scale were fulfilled to patients who
agreed to participate in the study. Further analysis were performed for these
patients (39,3% woman, 60,7% man, mean age; 51,69±10,96). In the severe
OSAS group, the mean weight, body mass index (BMI) and waist, hips and neck
circumferences were higher compared to the others. The most commonly seen
chronic diseases were obesity, hypertension and nose operations. 98,3% of
patients have snoring, 79,8 have apnea and 88% have sleepiness. The mean scores
of FAS and ESS were increased with disease severity. No difference on SF-36
Life Quality Scale scores was observed between groups. Although mean sleep
efficiency score was lower in moderate OSAS group and mean need for sleep
score was higher in moderate and severe OSAS groups, no difference on total
PSQI score was observed between groups. Significant gender differences were
observed in FAS, ESS, SF-36 mental and physical health scores, PSQI sleep
distribution, intra-day reflection of a lack of sleep and total scores.
2020-03-04T08:56:21Z
2020-03-04T08:56:21Z
2020-03-04T08:56:21Z
2012
physicsThesis
Alişan, M. Eskişehir İlinde Bir Yıl İçerisinde Sağlık Kuruluşlarında Polisomnografi İle Obstrüktif Uyku Apne Sendromu (OUAS) Tanısı Alan Hastaların Sıklığının Belirlenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/1725
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1932
2021-03-10T01:06:09Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Deneysel Spinal Kord Travmasında Metilprednizolon ve Koenzim Q10 ‘UN etkinliğinin araştırılması
Kerimoğlu, Alaeddin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroşirurji Anabilim Dalı
Medulla Spinalis
Q10’un Etkileri
Q10’un Spinal Kord
Spraque-Dawley Cinsi Rat
Medulla spinalis yaralanmalarında primer travmayı takiben gelişen sekonder otodestrüktif süreç klinik tablonun ağırlaşmasına, nörolojik fonksyon kayıplarının artmasına neden olmaktadır. Sekonder hasarın gelişmesinde ödem formasyonu, vasküler değişiklikler, hücre membranının lipid peroksidasyonu, serbest radikal reaksiyonları, inflamatuar reaksiyonlar gibi birçok etken sorumlu tutulmuştur. Bu nedenle otodestrüktif mekanizmalara yönelik birçok tedavi modeli geliştirilmiştir.
Yaptığımız bu çalışmada metilprednizolon ile birlikte serbest radikal önleyici koenzim Q10’un etkileri araştırıldı. Çalışmada 32 adet Spraque-Dawley cinsi rat kullanıldı. Ratlar 4 gruba ayrıldı. Travma modeli ekstradural klipleme yöntemi seçilmiştir. Kontrol grubu, travma oluşturulmuş çözücü madde dışında herhangi tedavi almamış grup olarak seçildi. Diğer gruplara metilprednizolon (M), koenzim Q10 (Q) ve metilprednizolon ile koenzim Q10 (MQ) kombine verildi. Histopatolojik inceleme yanısıra, spinal kord dokusunda SOD ve MDA düzeyleri ölçüldü.
Çalışma sonucunda metilprednizolon ve koenzim Q10’un spinal kord hasarlanmasında faydalı etkilerinin olabileceği sonucuna ulaşılmıştır.
2021-03-09T13:45:05Z
2021-03-09T13:45:05Z
2021-03-09T13:45:05Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1932
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1926
2021-03-10T01:05:47Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Deneysel spinal kord yaralanmasında nimopidin ve fenitoinin lipit peroksidasyonu üzerine etkisi
Işıldı, Ersin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Spinal kord
Fizyopatoloji
Akut Spinal Kord
Lipit Peroksidasyonuna
Spinal kord yaralanmaları olusturdugu sorunlar bakımından hem hekim
hem de hasta açısından çözümü oldukça zor veya imkansız problemler dogurur.
Maddi yönünün yanı sıra aile ve sosyal çevre içinde manevi problemleri
beraberinde getirmektedir. Son yıllarda yapılan çalısmalarda spinal kord
yaralanmalarının tanı, cerrahi teknik ve tedavisinde hatta fizyopatolojisinde
oldukça büyük mesafeler alınmıs olmasına ragmen henüz etkili bir tedavi
protokolü ortaya konulamamıstır.
Akut spinal kord yaralanması sonucu, spinal kordda hem primer hem de
sekonder hasar meydana gelir. Eksitoksisite, serbest radikal hasarı, hücre içi
kalsiyum birikimi, proteaz aktivasyonu, arasidonik asit metabolitlerinin üretimi,
vazospazm, hücresel sisme ve enerji yoklugu spinal kordun sekonder yaralanma
cevabını kurarlar. Yapılan çalısmalarda primer hasardan çok sekonder doku
hasarlanmasının daha gürültülü seyrettigi bildirilmistir.
Biz de bu çalısmamızda nimodipin ve fenitoinin spinal kord
yaralanmasında lipit peroksidasyonuna etkisinin malonildialdehid (MDA)
düzeyleri üzerinden incelemeye çalıstık. Çalısmada 31 adet Spraque-Dawley
cinsi rat kullanıldı. Travma modeli ekstradural klipleme yöntemi seçilmistir.
Ratlar 4 gruba ayrıldı; kontrol grubu (K), travma grubu (T), nimodipin
uygulanılan grup(N), fenitoin uygulanılan grup (F). Spinal kord dokusunda ve
plazmada MDA düzeyleri ölçüldü.
Sonuçta nimodipin ve fenitoinin spinal kord yaralanması olan
olgularda lipit peroksidasyonu üzerine anlamlı bir etkisi olmadıgına ve her iki
ilacın birbirlerine bir üstünlüklerinin olmadıgı kanaatine varıldı.
From the point of view of the matters be formed afterwards, spinal cord
injurings cause problems those are very difficult or impossible to solve for both
patients and physicians. Besides the point of economic (materiality), they also
bring moral and phychological problems with them for the families and the
social environment. During the researches performed lately, in spite of the
progress obtained on diagnosing , surgical technics and treatment -even on the
physiopatalogy- of spinal cord injuring, an effective treatment protocol has not
been created and put forth yet.
After acute spinal cord injuring, both primer and seconder damages
occure on spinal cord. Excitotoxicity, free radikal damage, cytosolic calcium
accumulation, proteaze activation, arachidonic acid metabolizm by-products,
vasospasm, celluler swelling, and energy failure set the answer of seconder
injuring of spinal cord. After the treatment performed on patients , it is reported
that primer tissue damage proceeds more noisy than the seconder ones.
In this study we ,too,tried to search the effect of nimodipin and fenitoin
on lipit peroxidation in a spinal cord injury, from the point of view of
malonildialdehit (MDA) levels. During the study, thirty-one Spraque Dawley
breed rat were used. Trauma model was choosen as ekstradural clipping method
/ procedur Rats were labelled in 4 groups as follows: control group (C), trauma
group (T), the group applied nimopidin (N), the group applied fenitoin (F).
MDA levels were measured on/in the spinal cord tissue and plasma.
As a result, in the case of spinal cord injurings, it is believed that
nimopidin and fenitoin has no a meaningful effect on lipid preroxidation and
that both medicine has no superiority on each other.
2021-03-09T13:33:57Z
2021-03-09T13:33:57Z
2021-03-09T13:33:57Z
2006
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1926
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1824
2021-03-05T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Deneysel subaraknoid kanama sonrası beyin, karaciğer, kan, kas ve idrar örneklerinde kalsiyum ve magnezyum değerlerinin atomik absorsiyom yöntemi ile incelenmesi
Yayla, Erdal
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
SAK
Sakrifiye
Subaraknoid Kanama
Magnezyum Değerleri
Bizim bu çalısmadaki amacımız SAK sonrası vazospazm gelisiminde rol alan magnezyum ve
kalsiyum iyonlarının kan, kas ,karaciger , beyin , ve idrar dokularındaki düzeylerini atomik
absorbsiyon yöntemiyle tesbit etmekti.Yöntem olarak sisterna magna içine otolog kanın
verildigi deneysel rat modelini kullandık.
Deney hayvanları öncelikle iki gruba, her grupta kendi içinde üç gruba ayrıldı. Bunlara
ek olarak 7 rattan olusturulan hiç bir müdahalenin yapılmadıgı normal degerleri ortaya
koyabilmek için N* adı verilen grup olusturuldu. Mikrosirurjikal teknik kullanılarak sisterna
magna içine girildi önce 0.2 ml BOS 5 dk içinde alındı. Ardından 0.5 ml Salin sistern içine
yaklasık 20 dk’ lık bir sürede verildi. Subaraknoid kanama olusturulan grupta ise yine aynı
teknik kullanıldı ancak bu defa sisterna magna içine kuyruktan alınan 0.5 ml kan verilerek
subaraknoid kanama olusturuldu.Ratlar hem kontrol hemde subaraknoid gruplarında
belirlenen 3,7,ve 10 günlerde sakrifiye edildi. Bu sekilde bir rattan (beyin dokusu, karaciger
,idrar, kan, ve kas ) olmak üzere toplam bes örnek toplanmıs oldu. Örneklerin kalsiyum ve
magnezyum seviyeleri Atomik Abzorbsiyon yöntemiyle ölçüldü.
Beyinde subaraknoid kanama sonrasında hipomagnezemi erken dönemde 3. günde
olmaktadır. Ayrıca beyin dokusunda total kalsiyum degerinde subaraknoid kanama sonrası
magnezyum ile benzer sekilde düsme görülmektedir. Arastırma nedenimiz olan
hipomagnezeminin sebebi ; magnezyumun düsmesine paralel es zamanlı olarak
magnezyumun idrarla atılması, kısmende karaciger ve kas dokularında birikmesidir.
Bu sonuçların klinik anlamda kullanılabilir hale gelmesi noktasında bu dönemde
idrarla atılımının azaltılması karaciger ve kas dokularında birikmesine engel olabilecek ve bu
sekilde subaraknoid kanama sonrası dönemde vücut magnezyum degerlerini yüksek tutacak
yöntem ve medikasyonlar kullanılabilir.
Aim of this study is to find the amount of magnesium and calcium ions (which takes role in
the vasospasm growth after SAH) in blood, muscle,liver, brain and urine tissues using the
atomic absorbtion method. As a method giving otolog blood into sisterna magna
experimental rat model is used.
Cavy rats primarily divided into 2 groups. These two groups divided to 3 groups (total 6
groups). Additionally a group of 7 rats are used as normal group, which there were no
operations made on them. This additional group is used to find out normal values , name of
this group is: N*. Using microchirurjical technique we have entered into sisterna magna, first
0,2 ml CSF taken in 5 minutes. Afterwards put into 0,5 ml Salin to sistern in 20 minutes. For
Subarachnoid hemorrhage created group the same technique is applied, but this time 0,5 ml
blood taken from tail is given into siterna magna for creating subarachnoid hemorrhage. Rats
from both control and subarachnoid groups has sacrified at 3rd 7th and 10th days. As a result
(brain tissue, liver, urine, blood and muscle) five samples has collected. Calcium and
magnesium levels of the samples are measured using Atomic Absorbtion technique.
After subarachnoid hemorrhage in brain, hipomagnezemi occurred on the early period 3rd
day. Furthermore in brain tissue total calcium amount is reducing similar to the magnesium
amount decrease after subarachnoid hemorrhage. Reason for hipomagnesemi which is the aim
of this research; parallel to the decrease in magnesium amount , magnesium discarded with
urine and partially accumulated in liver and muscle tissues.
At the point where these results to become usable for clinical reasons; during this
period reduction in discardation with urine will prevent accumulation in liver and muscle
tissues and in this way medications and methods to keep magnesium level high can be used
after subarachnoid hemorrhage period.
2021-03-04T10:42:51Z
2021-03-04T10:42:51Z
2021-03-04T10:42:51Z
2006
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1824
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1925
2021-03-10T01:05:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Farklı frekanslarda elektromanyetik dalgaların farelerde akut pentilentrazol nöbet modeli üzerine etkileri
Çınar, Nilgün
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Elektromanyetik dalgalar
PTZ
Epilepsi
PTZ Epileptik
Elektromanyetik dalgaların (EMD), insanlar üzerine olan etkileri ve bunun sonucunda çeşitli
hastalıklar ile olan ilişkileri araştırılmaktadır. Diğer hastalıklar ile karşılaştırıldığında EMD’
lerin epilepsi nöbetleri üzerine olan etkisi henüz yeterince bilinmemektedir.
Çalışmamızda, farelerde farklı frekanslardaki EMD’lere farklı sürelerde maruz kalmanın PTZ
ile oluşturulmuş epilepsi modelinde, nöbetlerin başlama süresi, şiddeti ve nöbetler sırasındaki
mortalite üzerine olan etkisini, kontrol grubu ile karşılaştırarak incelemeyi amaçladık.
Yapılan çalışma 180 erkek albino fare üzerinde yapıldı. Farelerin ağırlıkları 25-30 gm olup,
yaşları 3-4 hafta arasındaydı.
10 fareden oluşan gruplar 20 saat, 12 saat ve 2 saatlik sürelerde ve her bir sürede de 900, 700,
500, 300 ve 100 MHz’lik EMD’ye maruz bırakıldı. EMD sonrası farelere PTZ 60 mg/kg
dozunda İP yoldan enjekte edildi. Her bir kontrol grubuna da, bu sürelerin bitiminde
elektromanyetik alan uygulanmaksızın sadece PTZ İP enjekte edildi. Farelerde oluşturulan
nöbetler izlenerek skorlandı. EMD oluşturulması için bir anten kullanıldı. İlk nöbet latansı ve
nöbetlerin şiddeti üzerine, aynı sürede farklı şiddetlerde veya aynı dozda farklı sürelerde
uygulanan EMD farklı etkiler oluşturdu, ancak şiddetin veya zamanın artışı veya azalışı ile
etkideki değişiklik arasında paralellik gözlenmedi.
Tüm bu veriler, farklı frekanslardaki EMD’lerin akut PTZ epileptik modeli üzerine etkilerinin
de, farklı olabileceğini düşündürmektedir.
The effect of electromagnetic waves (EMW) on human beings and as a result of this, the
relationship of the EMW with some diseases are being widely studied. Comparing with the
other diseases, the effect of EMD on epilepsy seizures is not known enough yet.
In our study; we aimed to research the effect of EMD exposure in different frequencies and in
different time intervals on latency, severity and the mortality difference between the seizures
of PTZ epileptic model of mice by comparing with the control group.
The study was made on 180 albino mice. The weight of mice was 25-30 mg and the ages were
between 3-4 weeks.
The group that consists of 10 mice were exposed to EMD by 20hour,12 hour and 2 hours
periods and in each time period they were exposed to 900,700,500,300,100 MHz EMD. After
EMD, PTZ was injected to the mice in 60mg/kg dose via intraperitoneal. By the way only
PTZ İP was injected to each control group after the end of this time without elektromagnetic
area exposure. The seizures that were observed on mice were observed and scored. An
antenna was used for the EMD exposure.
The EMD in different frequency at the same time intervals and the EMD in different time
intervals at the same frequencies caused differnt effects on the latency and the severity of the
first seizure But no parallellism between the effect with the increasing or the decreasing
frequency or time period was obsorved.
These all data suggests taht EMD with different frequencies may have different effects on
acute PTZ epileptic model.
2021-03-09T13:29:23Z
2021-03-09T13:29:23Z
2021-03-09T13:29:23Z
2006
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1925
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1923
2021-03-10T01:05:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Semptomatik ve asemptomatik laküner stroklu hjastalarda platelet aktivasyonu, kogulasyon fibrinolotik aktivitenin değerlendirilmesi
İlhan, Demet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Semptomatik
Plasminojen
Inhibitör
Parametre
Amaç: Semptomatik ve asemptomatik laküner iskemik strok’lu hastalarda plalelet
aktivasyonu, koagulasyon ve fibrinolizis aktivitesini değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Nöroloji Kliniği’ne
başvuran 30 semptomatik akut laküner strok’lu ( ortalama yaş: 65.40 ± 10.8, 11 kadın, 19
erkek) ve 30 asemptomatik laküner strok’lu (62.66 ± 9.9, 18 kadın, 12 erkek) hastalar alındı.
Kontrol grubu herhangi bir nörolojik ve sistemik bir hastalığı olmayan sağlıklı 30 bireyden (
59.96 ± 8.3, 14 kadın, 16 erkek) oluşturuldu. Strok nedeni olarak laküner infarkt tanısı konan
veya serebral MRI’da asemptomatik lakün veya periventriküler beyaz cevher değişikliği olan
hastalarda “Mean Platelet Volume” (MPV), D-dimer, “soluble p-selektin” (sP-selektin),
“Plasminojen Activatör Inhibitör Type-1”(PAI-1), “Thrombin Activatable Fibrinolysis
Inhibitor” (TAFI) ve “Platelet Faktör 4” (PF4) değerlerini ölçmeyi planladık. Gruplar arası
önemlilik dereceleri one-way ANOVA ile değerlendirildi ve post hoc analizinde varyansları
homojen olanlarda tukey testi, homojen olmayanlarda tamhane testi yapıldı. Çalışmamızın
sonucunda hematolojik parametrelerden MPV, D-dimer, TAFI ve PF4 değerlerinde
semptomatik grupta özellikle 0-5 günler arasında anlamlı olarak yüksek bulundu.
Buduğumuz sonuçlar strok tip, alt tip tanısı, prognoz ve tedaviye yanıtta yol gösterici
olabilir. Bunlarla ilgili gelişmeler iskemik strok alt tiplerinin klinik tanısını koymada ve belki
de prognozunu tahmin etmede yardımcı olabilirler. Risk faktörleri açısından
değerlendirildiğinde yine bu ayıraçlar risk faktörlerinin yeterli bir şekilde tedavi edilip
edilemediğini de gösterebilir. Ancak söz ettiğimiz bu faktörlerin farklı patogeneze sahip farklı
strok’lardaki rolleri tam olarak ortaya konmalıdır. Bunun için ise daha geniş hasta sayısı olan,
risk faktörleri açısından ve tedavi açısından daha homojen olan hasta gruplarının, daha uzun
süreli izlenmesi gerekmektedir.
Lacuner infarcts are related to occlusion of penetrating arteries. The processes of thrombus
formation might be different among these two kinds of lacuner infarcts, including those
caused by
lipohyalinosis and athereosclerosis. Risks factors in lacuner infarcts:
1-Hypertension %68
2-Smoking %36
3-Diabetes mellitus %27
4-Coroner artery disease %21
5-Transient ischemic action %19
6-Carotid occlusion % 16
7-Cardio-embolic stroke %8
Coagulation and fibrinolysis are activating process in acute stroke. Concentration of
fibrinopeptide-A, thrombin-antithrombin III complex (TAT) and cross-linked D-dimer used to
asses to evaluate the role of the coagulation and fibrinolysis abnormalities in the pathogenesis
of ischemic stroke (1,2,3,4,5). As a study, FPA, TAT levels were not different in patients
and controls, while D-dimer level was significantly higher in both acute and chronic stroke. In
another study, Soluble p-selectin reflected to activation of platelets and increased plasma
concentrations in acut ischemic stroke (7, 8). TAFI (Thrombin-activable fibrinolysis inhibitor)
may play an important role in the delicate balance between coagulation and fibrinolysis. ıts
concentration was significantly higher in stroke patients. Increased TAFI levels in plasma
may be an important risk of ischemic strok. (9,10).
Type 1 plazminojen aktivatör inhibitör (PAI-1) is one of the markers of fibrinolysis.
Therefore it might be found significantly higher plasma concentration in ischemic stroke.
We aimed to asses soluble p-selektin TAFI, PF 1-2 ( protrombin fragman1,2 ), PF4
( platelet faktör 4) ,MPV (mean platelet volume ), PAI-1, D-dimer in lacuner stroke and to
compare with control.
2021-03-09T13:26:21Z
2021-03-09T13:26:21Z
2021-03-09T13:26:21Z
2006
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1923
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1807
2021-03-05T01:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Parkinson hastalığında diet alışkanlıklarının risk faktörü olarak araştırılması
Gülel, Bilal
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji
Parkinson
Diet Alışkanlıklarının Risk Faktörü
Amaç: İdiopatik Parkinson hastalığına diet alışkanlıkların etkisini araştırmak
Gereç ve Yöntem: Eskişehir bölgesinde yapılan çalışmaya, Osmangazi Üniverisitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Hareket bozuklukları polikliniğimizde en az 2 yıldır takip edilmekte olan 70 hasta (ortalama yaş SS; 65,05 9,2 yıl) (34 kadın, 36 erkek) incelemeye alındı. Çalışmaya yalnız idiopatik PH olanlar dahil edildi ve sistemik hastalığı nedeniyle diet yapmakta olanlar dışlandı. Nörolojik veya sistemik hastalığı olmayan, benzer yaş grubunda 70 kişilik kontrol grubu oluşturuldu(ortalama yaş SS; 63,07 8,9 yıl) (34 kadın, 36 erkek). Hastalar ve kontrol olgularının diyet alışkanlıklarını değerlendirmek için Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü Besin Sıklığı Anketi’nin Türk besin alışkanlıklarına göre modifiye edilmiş şekli kullanıldı. Anket, hasta olmadan önceki dönemde tüketilen besin miktarlarının ayrıntılı bir sorgulamasını içermektedir. Hastalar ve kontroller ile araştırmacı tarafından bire bir yüz yüze görüşme yapılarak anketler dolduruldu. Ankette her bir besin için elde edilen alım miktarı hastalar ve kontrol grubu arasında doğrusal lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. Çalışmamız sonucunda, besinlerin tüketimi ile Partkinson hastalığı arasında anlamlı bir ilişki gözlenmemiştir. Retrospektif özelliği olan ve nispeten küçük bir hasta populasyonunu inceleyen bu çalışmanın sonuçlarının daha geniş hasta populasyonlarında tekrarlanması daha güvenli sonuçlar verebilir ve bu konuda yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
2021-03-04T10:08:34Z
2021-03-04T10:08:34Z
2021-03-04T10:08:34Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1807
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2932
2022-03-18T01:00:15Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Sıçan femoral arter vazospazmı modelinin dexanabinol hu-211'in etkinliğinin araştırılması
Özsandık, Ahmet
Durmaz, Ramazan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
NMDA Reseptör Antogonisti
İntraperitoneal
Vmax ve Vmean Değerleri
Vazospazmın etyolojisinde çok çeşitli faktörler sorumlu tutulmuş, ancak belirli bir sonuca ulaşılamamış ve tedavisinde de kesin bir çözüm bulunamamıştır. Biz bu çalışmada sıçan femoral arter modeli kullanarak, cannabinomimetik ve NMDA reseptör antogonisti olan Dexanabinol (HU-211)’ün vazospazm üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve yöntem: Çalışmada morfolojik ve histolojik değerlendirme için üç grup oluşturuldu; yalnızca kanama yapılan grup (kanama grubu), kanama yapılıp dexanabinol verilen grup (tedavi grubu) ve kanama yapılıp ilacın çözücüsünün verildiği grup (çözücü grubu). Her grupta karşı taraf arter kontrol (normal damarlar) olarak kullanıldı. Sıçanlar intraperitoneal olarak Ketamin hidroklorid (50 mg/kg) ve Xylazine (10 mg/kg) kullanılarak uyutuldu ve spontan solunuma bırakıldı. Mikroşirurjikal teknik kullanılarak ve steril şartlarda hayvanların inguinal bölgesinde her iki femoral arter ortaya kondu. Sol femoral arter çevresine 0,2 ml taze otolog tam kan verilip, etrafı silastik kaf ile sarıldı. Sağ (kontrol) femoral arter etrafına boş kaf yerleştirildi. Tedavi grubundaki sıçanlara (2. grup) operasyon sırasında intraperitoneal olarak 10 mg/kg dexanabinol (HU-211) tek doz verildi. Sıçanlar kanama yapıldıktan 7 gün sonra intrakardiyak perfüzyon-fixasyon (120 cm su basıncında 100 ml 0,03M fosfat buffer (ph 7,4), takibende 200 ml %4 paraformaldehit ve %1 gluteraldehit infüzyonu) uygulanarak sakrifiye edildi. Elde edilen örneklerde, histolojik ve morfolojik inceleme ile apoptosis saptamak için TUNEL boyama yapıldı. Ayrıca kanama ve ilaç grupları oluşturulup sıçanlar sakrifiye edilmeden hemen önce (7.gün) doppler USG ile femoral arterlerden geçen kan akım hızları ölçüldü.
Bulgular : Işık mikroskopisi altında yapılan incelemede kanama grubu ve çözücü grubunda femoral arterde konstriksiyon gözlendi. Lümen çapında önemli derecede azalma ve damar duvar kalınlığında belirgin artış vardı. Histolojik yönden vazospazmın tüm belirtilerine sahipti. Dexanabinol verilen grupta ise histolojik bulgular normal damarlara yakın bulundu. Yapılan morfolojik inceleme sonucunda; kanama grubu ile tedavi grubu arasında anlamlı fark vardı. Kanama grubunda damar lümen alanı ortalama değeri 0,047 ± 0,02 SS ve dexanabinol verilen grupta ise ortalama değer 0,214 ± 0,02 SS bulundu (p < 0,001***). Ayrıca kanama grubunda damar duvarı kalınlığı 92,16 ± 7,5 SS iken dexanabinol grubunda 64,75 ± 2,0 SS olarak bulundu (p < 0,001). Apoptotik değişiklikleri ortaya koymak amacıyla, femoral arter enine kesitlerinde TUNEL boyama yöntemi kullanarak endotelyal hücre çekirdeklerinde pozitif boyanma gösterildi. Düz kas hücrelerinde ve adventisyada boyanma yoktu. Kanama grubunda % 87,28 boyanma görülürken tedavi grubunda % 49,11’di ( p < 0,05 ). Doppler USG incelemesinde; kan verilen damarlardaki vmax ve vmean değerleri karşılaştırıldığında ilaçlı grupdaki kan akım hızları ilaç verilmeyen kanama oluşturulmuş damarlardaki kan akım hızlarından (vmax ve vmean değerleri için) anlamlı derecede daha düşük bulundu (P < 0,02 ).
Sonuç : Bu çalışma, vazospazmdan önce verilen Dexanabinol’ün, sıçan femoral arter modelin de vazospazmın morfometrik ve histolojik göstergelerini anlamlı derecede azalttığını, ayrıca SAK’a bağlı vazospazmda tesbit edilen apoptosise karşıda yararlı olduğunu ortaya koymuştur.
2022-03-17T12:55:07Z
2022-03-17T12:55:07Z
2022-03-17T12:55:07Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2932
tur
ESOGÜ,Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2121
2021-03-12T01:01:57Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Parkinson hastalığında diet alışkanlıklarının risk faktörü olarak araştırılması
Gülel, Bilge
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Diet
Parkinson
Eskişehir bölgesinde yapılan çalışmaya, Osmangazi Üniverisitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Hareket bozuklukları polikliniğimizde en az 2 yıldır takip edilmekte olan 70 hasta (ortalama yaş SS; 65,05 9,2 yıl) (34 kadın, 36 erkek) incelemeye alındı. Çalışmaya yalnız idiopatik PH olanlar dahil edildi ve sistemik hastalığı nedeniyle diet yapmakta olanlar dışlandı. Nörolojik veya sistemik hastalığı olmayan, benzer yaş grubunda 70 kişilik kontrol grubu oluşturuldu(ortalama yaş SS; 63,07 8,9 yıl) (34 kadın, 36 erkek). Hastalar ve kontrol olgularının diyet alışkanlıklarını değerlendirmek için Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü Besin Sıklığı Anketi’nin Türk besin alışkanlıklarına göre modifiye edilmiş şekli kullanıldı. Anket, hasta olmadan önceki dönemde tüketilen besin miktarlarının ayrıntılı bir sorgulamasını içermektedir. Hastalar ve kontroller ile araştırmacı tarafından bire bir yüz yüze görüşme yapılarak anketler dolduruldu. Ankette her bir besin için elde edilen alım miktarı hastalar ve kontrol grubu arasında doğrusal lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. Çalışmamız sonucunda, besinlerin tüketimi ile Partkinson hastalığı arasında anlamlı bir ilişki gözlenmemiştir. Retrospektif özelliği olan ve nispeten küçük bir hasta populasyonunu inceleyen bu çalışmanın sonuçlarının daha geniş hasta populasyonlarında tekrarlanması daha güvenli sonuçlar verebilir ve bu konuda yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
2021-03-11T13:05:49Z
2021-03-11T13:05:49Z
2021-03-11T13:05:49Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2121
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2934
2022-03-18T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Multiple Skleroz'un değişik klişnik tiplerinde ve farklı evrelerinde CD4(+) CD25(+) Regülatuar T hücre profili ve foxP3 ekspresyonu
Men, Mustafa
Kutlu, Ceyhan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
MS
CD4(+) CD25(+) Regülatuvar T hücre
İmmun Tolerans
foxP3
The CD4(+) CD25(+) regulatory T cell profile and foxp3 expression and clinic associations of in various stage and types of Multiple Sclerosis. Eskişehir Osmangazi University, medical Faculty, Departmant of Neurology, Thesis of Specialized in Medical, Eskişehir, 2007. In pathogenesis of MS, impairment of peripheric immune tolerance plays important critical role in emergence of autoimmunity. The regulatory T cells plays key role in healty fonction of immune tolerance. FoxP3 is as a transcription factor which assignment for enough regulatory T cell expression. We compared the percentage total CD4(+) and FoxP3 expression in T lymphocytes in 31 cases including 12 RRMS, 11 SRMS and 8 attack who has a definite MS regarding Poser criteria and MS that diagnosis based on laboratory findings and 12 healty subjects for regulatory T cell subtypes with analysis flow cytometry in hematology laboratory. Also we compared 7 cases in a group of 8 RRMS with attack for before and after 1000 mg/day IVMP. The results have assesment as statistical. We did not find significant difference between regulatory T cell profile and healty subjects (p>0.005). As a consequence, we thougth that the regulatory T cells plays impotant role in immunopathogenesis of MS as well as its numericalsufficiency.
Mulitpl sklerozun değişik klinik tiplerinde ve farklı evrelerinde CD4(+) CD25(+) regülatuvar T hücre profili ve foxp3 ekspresyonunun klinik ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilimdalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2007. Multipl Skleroz patogenezinde otoimmunitenin ortaya çıkışında periferik immun toleransın bozulması önemli rol oynamaktadır. İmmun toleransın sağlıklı işleyişinde regülatuvar T hücreleri ise anahtar rol oynamaktadır. FoxP3 ise regülatuvar T hücreler yeterli ekpresyonu için transkripsiyon faktörü olarak görev almaktadır. Biz bu çalışmayla Poser kriterlerine göre klinik olarak kesin MS veya laboratuar destekli kesin MS tanısı almış 12 RRMS (relapsing Remitting Multipl skleroz), 11 SRMS ( Sekonder Relapsing Multipl skleroz), 8 atak RRMS hastası olmak üzere toplam 31 hasta ile 12 sağlıklı kontrol gurubunun regülatuvar T hücre alt tipleri hematoloji laboratuarında akım sitometrisi ile analiz ederek total CD4(+) T lenfosit içerisindeki yüzde(%)’leri ve FoxP3 ekspresyonunu karşılaştırdık. Ataklı 8 RRMS hastasının ise 7 tanesi 1000 mg/ gün İVMP tedavisinden önce ve tedaviden sonra kendi içinde karşılaştırıldı. Sonuçlar istatiksel olarak değerlendirildi. Regülatuvar T hücre profili ile sağlıklı kontrol arasında anlamlı fark bulunmadı(p>0.005). Sonuçta regülatuvar T hücrelerin MS imunopatogenezinde sayısal yeterliliği yanında işlevsel özelliklerinin önemli rol oynadığı düşünüldü.
2022-03-17T12:59:41Z
2022-03-17T12:59:41Z
2022-03-17T12:59:41Z
2007
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2934
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1955
2021-03-11T01:00:49Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Birincil başağrılarında görsel uyarı ile arka serebral arterde oluşan nörovasküler reaktivite ve nefes tutma ile arka serebral arterde oluşan vasküler reaktivitenin değerlendirilmesi
Tekgöl Uzuner, Gülnur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Baş Ağrısı
Migren
Nefes Tutma
Bugüne kadar migrenin
patofizyolojisini anlamaya yönelik birçok klinik ve deneysel çalışma
yapılmıştır. Bu çalışmaların sonucunda nöronal bir çıkış noktasına rağmen
migrende intrakranial damarlardaki değişikliklerin de patofizyolojide önemli
bir basamak olduğuna inanılmaktadır. Biz, transkranial Doppler
ultrasonografi kullanarak, auralı ve aurasız migrenlilerde, atak ve atak
sonrasında görsel uyarı ile posterior serebral arterde oluşan nörovasküler
reaktivite ve nefes tutma ile posterior serebral arterde oluşan vasküler
reaktiviteyi değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmaya IHS kriterlerine göre
aurasız migren tanısı almış 18, auralı migren tanısı almış 9 hasta ve 26
kontrol kişisi alındı. Tüm hastalara ağrı atağında ve baş ağrısı tamamen
geçtikten en az 5 gün sonra toplam iki kez olmak üzere transkranyal Doppler
(TCD) ile basit görsel uyarı ve ardından nefes tutma (breath holding) testi
yapıldı. Baş ağrılı dönemde aurasız migren hastalarında nörovasküler
reaktivite kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük bulunmuştur, ancak
nefes tutma indeksi gruplar arasında anlamlı farklılık göstermemiştir. Baş
ağrısız dönemde nörovasküler reaktivite aurasız migren hastalarında, kontrol
grubuna göre anlamlı derecede düşük saptanmıştır, buna karşın nefes tutma
indeksleri arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır.
2021-03-10T07:05:42Z
2021-03-10T07:05:42Z
2021-03-10T07:05:42Z
2007
physicsThesis
TEKGÖL UZUNER, G. Birincil baş ağrılarında görsel uyarı ile arka serebral arterde oluşan nörovasküler reaktivite ve nefes tutma ile arka serebral arterde oluşan vasküler reaktivitenin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2007
http://hdl.handle.net/11684/1955
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2938
2022-03-18T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Eskişehir ilinde epilepsi insidansı
Çelikkaş, Emine
Erdinç, Oğuz
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöröloji Anabilim Dalı
Sınıflandırma
Nöbet
Prospektif Çalışmalar
Epidemiyoloji
Etiyoloji
Ülkemizde epilepsi epidemiyolojisi ile ilgili data az olup, şimdiye kadar yapılmış herhangi bir insidans çalışması bulunmamaktadır. Bu nedenle, çalışmamızda epilepsi insidans hızını, insidans ilişkili karakteristiklerini ve epidemiyolojik profilini saptamayı amaçladık. Çalışma, 2000 yılı Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre nüfusu 706009 olan
Eskişehir ili sınırları içinde gerçekleşmiştir. Olgular prospektif olarak, birden fazla veri kaynağı kullanılarak kayıt edilmiştir. 1 Temmuz 2007-31 Haziran 2008 tarihleri arasında epilepsi tanısı alan, 15 yaş ve üzerindeki en az bir yıldan beri Eskişehir’de oturan olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmada ILAE’nın epidemiyolojik araştırmalar için önerdiği tanımlar esas alındı .
Toplamda 219 yeni olgu bulunmuştur. Olguların 96’sını erkekler (%43.83), 123’ünü kadınlar (%56.16) oluşturmuştur. Dünya 2000 yılı standart nüfusuna göre düzeltilmiş insidans hızı erkeklerde 34.44/100000, kadınlarda 42.79/100000, genelde 38.07/1000000 olarak bulunmuştur. Eskişehir ilinde saptadığımız insidans hızı gerçek değerin alt sınırıdır. Bu popülasyonda, epidemiyolojik profilin verifiye edilmesi ve olasılıkla ilişkili faktörlerin saptanması için epilepsi epidemiyolojisinin daha ileri çalışmalarına ihtiyaç vardır.
In Turkey, there is not much data about epidemiology of epilepsy. Moreover there has not been done any incidence trial of epilepsy in our country until now. For this reason, we aimed to investigate incidence rate of epilepsy, incidence-related characteristics and epidemiologic profile of epilepsy. The study area was Eskişehir city, which consists of 706009 people according to 2000 year general population counting. Cases have been recorded prospectively by using multiple sources of data. All patients referred between 1 July 2007-31 June 2008, representing a case of diagnosed epilepsy, resident in the study area for at least 1 year, were included in the study. ILAE guidelines for epidemiologic studies on epilepsy were used. We have found 219 new case of epilepsy in total. Whilst 96 of cases (%43.83) were men, 123 of cases (%56.16) were women. According to World 2000 standart population adjusted incidence rate has been found as 34.44/100000 in men, 42.79/100000 in women and 38. 07/1000000 in total. Incidence rate that we investigated in Eskişehir is the minimum of annual incidence rate. In this population, in order to verify epidemiologic data and investigate possible related factors, there is a need of more trial about epidemiology of epilepsy.
2022-03-17T13:35:12Z
2022-03-17T13:35:12Z
2022-03-17T13:35:12Z
2009
physicsThesis
Çelikkaş, E. Eskişehir İlinde Epilepsi İnsidansı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/2938
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2939
2022-03-18T01:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
İskemik stroklu hastalarda metabolik sendrom varlığı
Kopal, Tuba
Özkan, Serhat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
İskemik Strok
Metabolik Sendrom
Bu çalısmada akut dönem iskemik
stroklu hastalarda metabolik sendrom varlıgı ve prognoza etkisi
arastırılmıstır. Çalısmaya 60 erkek ve 60 kadın olmak üzere toplam 120
hasta alınmıstır. Metabolik sendrom tanısında “National Cholesterol
Education Program Adult Treatment Panel III” tanı kriteri kullanılmıstır. Strok
baslangıcı ve besinci günü arasındaki strok siddeti NIHSS (National Institutes
of Health Stroke Scale) ile belirlenmis ve iki hesaplama arasında iki ya da
daha fazla puan farkı, erken nörolojik progresyon olarak degerlendirilmistir.
Strok sonrası birinci ay sonunda hastalar rekürren strok veya baska bir
vasküler olay geçirme, mortalite ve Modifiye Rankin Skoru (MRS) ile
dizabilite yönünden degerlendirilmislerdir. skemik stroklu hastalarda
metabolik sendrom prevalansı %48,3 bulunmustur. Prevalans kadınlarda
daha yüksekti; kadın hastaların 39’unda (%65), erkek hastaların 19’unda
(%31,7) metabolik sendrom saptandı. Metabolik sendromlu hastalarda %82,8
oranı ile bel çevresi, %75,9 oranı ile hipertansiyon ve %74,1 oranı ile HDL
kolesterol düzeyleri en güçlü komponentler olarak saptandı. Metabolik
sendromun akut progresyona, akut mortaliteye ve prognoza anlamlı etkisi
saptanmadı. Bu çalısma iskemik stroklu hastalarda metabolik sendrom
varlıgını, kadınlarda metabolik sendrom prevalansının daha yüksek oldugunu
desteklemis, akut mortaliteye ve kısa dönemde prognoza etkisinin olmadıgını
göstermistir.
In this study
metabolic syndrome existence and its effect to prognosis in ischemic stroke
patients within a acute period is analyzed. 60 men and 60 women, in total
120 patients were examined. To diagnose the metabolic syndrome ‘’National
Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III’’ criteria was used.
The severity difference between the onset and fifth day of stroke was
determined by NIHSS (National Instıtute Of Health Stroke Scale) and two or
more score difference between these groups was determined as a early
neurological progression. At the first month of stroke onset, the patients were
examined for mortality and disability with MRS (Modified Rankin Score) for
having stroke recurrens or another vascular disease. The prevalence of
metabolic syndrome in ischemic stroke patients calculated as 48.3%.
Prevalance was relatively higher in female patients; metabolic syndrome was
established in 39 of 60 female patients (65%), 19 of 60 male patients
(31.7%). The primary components for metabolic syndrome determined as
abdominal diameter (82.8%), hypertension (75.9%) and HDL cholesterol (
74.1%). No significant effects of metabolic syndrome to acute progression,
acute mortality and prognosis were determined. This study supported the
existence of metabolic syndrome in ischemic stroke patients and the higher
prevalences of metabolic syndrome in female patients and proved that
metabolic syndrome has no significant effects on acute mortality and shortterm
prognosis.
2022-03-17T13:39:01Z
2022-03-17T13:39:01Z
2022-03-17T13:39:01Z
2009
physicsThesis
Kopal T. skemik Stroklu Hastalarda Metabolik Sendrom Varlıgı. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskisehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/2939
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2940
2022-03-18T01:00:19Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Hafif kognitif bozukluk tanısı alan hastalarda bir NMDA reseptör antagonisti olan memantinin kullanmayan gruba göre etkinliği ve güvenirliliğinin değerlendirilmesi
Dağlı, Suna
Özbabalık, B. Demet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Hafif Kognitif Bozukluk
Memantin
Mild Cognitive İmpairment
Memantine
Bu çalısmada Hafif Kognitif Bozukluk (HKB)
tanısı alan hastalarda memantinin etkinliği ve güvenirliliği arastırılmıstır. Çalısmaya, ilaç alan
HKB’si olan (n=20), ilaç almayan HKB’li (n=10) ve sağlıklı gönüllülerden (n=10) olusan üç
grup olmak üzere toplam 40 kisi katılmıstır. HKB tanısında Petersen kriterleri kullanılmıstır.
Tüm katılımcılar belirli aralıklarla nöropsikolojik testlerle izlenmis ve çalısmanın
baslangıcında ve sonunda serebral SPECT çektirilmistir. HKB tanısı alan hastalarda özellikle
bellek ve yürütücü fonksiyonlarda bozukluk saptandı. Memantin alan grupta kırksekiz haftalık
takipte özellikle fonksiyonel alanın değerlendirildiği Blessed demans-yetenek kaybında,
global kognitif alanın değerlendirildiği kısa mental durum testinde (KMDT) ve yürütücü
fonksiyonların değerlendirildiği Frontal Değerlendirme Bataryası’nda (FDB) düzelme
gözlendi. Memantin alan grupta baslangıçta ve çalısma sonrası çekilen serebral SPECT sağ
inferior temporal ve parietal bölgede hiperperfüzyon göstermistir. Sonuç olarak memantin
HKB’li hastalarda ilk tedavi olarak önerilebilir.
In this study, the efficiency and the reliability of
memantine was evaluated in patients who are diagnosed as mild cognitive impairment (MCI).
Forty patients enrolled for the study including patients with MCI who are receiving treatment
(n=20), patients with MCI but not receiving treatment recently (n=10) and healthy volunters
(n=10). Petersen criteria was used for MCI diagnosis. All the subjects were followed with
neuropsychologic tests time to time and both at the study onset and the end of the study all of
the subjects cerebral SPECTs were taken. In the MCI diagnosed patients especially memory
and motor functions are declined. During the forty-eight days follow-up period of the
memantine using group, we determined ability loss in blessed-dementia when evaluating
especially the functional zones and improvement when evaluating globale cognitive zone in
MSSE and when evaluating executive functions in Frontal Asessment Battery test. We
observed hyperperfusion in right inferior temporal and parietal zones in the cerebral SPECTs
that we took at the study onset and after completing the study. In conclusion memantine can
be suggested as a first drug for MCI diagnosed patients treatment.
2022-03-17T13:40:15Z
2022-03-17T13:40:15Z
2022-03-17T13:40:15Z
2009
physicsThesis
DAĞLI S. Hafif kognitif bozukluk tanısı alan hastalarda bir NMDA reseptör antagonisti olan memantinin, kullanmayan gruba göre etkinliği ve güvenirliliğinin değerlendirilmesi. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskisehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/2940
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2935
2022-03-18T01:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Deneysel spinal kord travmasında Sildenafil'in etkinliğinin araştırılması
Hatipoğlu, İlker
Aslantaş, Ali
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroşirurji Anabilim Dalı
İskemi
İkincil Zedelenme
Tedavi
Travmatik omurilik
yaralanmasında birincil zedelenme travma anında olan zedelenmedir. İkincil
zedelenme ise oluşan birincil zedelenmenin başlattığı saatler içerisinde gelişen,
metabolik ve biyokimyasal nedenlerle oluşan hasarlardır. İkincil zedelenme
mekanizmaları arasında yer alan iki faktör serbest radikaller ve iskemi-reperfüzyon
hasarıdır. Sildenafil sitrat, fosfodiesteraz tip 5 (PDE 5) enzim inhibitörüdür ve
cGMP’yi artırır. Ayrıca trombositlerin trombus olusturmasını inhibe eder ve arter ile
venlerin dilatasyonuna neden olur. Böylece dokuda kan akımında artmaya neden
olur. Deneysel spinal kord yaralanma modeli 28 sıçan üzerinde uygulandı. Kontrol
grubunda 7 sıçan normal spinal kord biyokimyasal değerlerinin saptanması için
kullanıldı. Travma grubunda 7 sıçana total laminektomi yapıldıktan sonra anevrizma
klibi ile spinal kord travması uygulandı. Travma çözücü grubunda 7 sıçana aynı
yöntem kullanıldı ve intraperitoneal serum fizyolojik verildi. Travma ilaç grubunda
ise 7 sıçana aynı yöntem uygulandı ve ayrıca 10 mg/kg tek doz intraperitoneal
sildenafil verildi. Tüm sıçanlar işlemden 48 saat sonra sakrifiye edildi. Sildenafil’in
kan ve dokuda malondialdehit (MDA) ve toplam antioksidan kapasite (TAOK)
değerine olan etkisi araştırıldı. Sonuç olarak tedavi grubunun MDA değerlerinde
travma grubuna göre anlamlı bir azalma saptandı, tedavi grubunun TAOK
değerlerinde ise travma grubuna göre anlamlı bir artma saptandı. Sildenafil spinal
kord travmasında ikincil zedelenmeyi azaltarak dokudaki oksidatif stresi azaltarak
faydalı olabilir.
Primary traumatic spinal
cord injury is defined as the injury occurring at the time of the trauma. The metabolic
and biochemical processes lead to the secondary trauma in the following hours after
the primary trauma. Free radicals and ischemic reperfusion injury are two factors
which play role in secondary injury. Sildenafil citrate is a potent inhibitor of PDE5
and increases cGMP levels. Also it inhibits platelet aggregation and causes
vasodilation of arteries and veins. Because of these effects it increases blood flow in
the tissue. The experimental spinal cord injury model was applied on 28 rats. In
control group 7 rats were sacrificed to provide normal biochemical baseline values.
In trauma group 7 rats underwent laminectomy and spinal cord injury was produced
by extradural compression of the exposed cord by aneurysm clip. Same procedures
were performed in 7 rats in trauma solvent group, so they also
injected intraperitoneal saline. Same procedures were performed in 7 rats in trauma
drug group, but they also received 10 mg/kg single dose intraperitoneal injection of
Sildenafil. All rats were sacrificed at 48 hours after the trauma. The effect of
Sildenafil on (malondialdehid) MDA and (total antioxidant status) TAS values were
studied. As a result MDA values were found to decrease significantly when
compared to the trauma group, TAS values were found to increase significantly when
compared to the trauma group. Results showed that sildenafil, might reduce
secondary injury in damaged rat spinal cord tissue.
2022-03-17T13:29:05Z
2022-03-17T13:29:05Z
2022-03-17T13:29:05Z
2010
physicsThesis
Hatipoğlu, İ. Deneysel Spinal Kord Travmasında Sildenafil’in Etkinliğinin Araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/2935
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2936
2022-03-18T01:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Relapsing remitting multipl skleroz hastalarında nöropatik ağrı sıklığı
Çelik, Çiğdem
Kutlu, Ceyhan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Nöropatik Ağrı
RRMS
LANSS
Neuropathic Pain
Bu çalışmada RRMS hastalarında nöropatik ağrı sıklığını araştırmayı
hedefledik. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji
Polikliniğinde izlenen yaşları 20-60 arasında değişen 100 RRMS hastası
çalışmaya alındı. Hastalar nöropatik ağrı açısından LANSS ve VAS skalaları
kullanılarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, hastalık süresi, atak
sayısı, EDSS, SEP incelemesi ve eğitim durumları sorgulandı. Çalışmada
nöropatik ağrısı olan hastalarda ağrı şiddeti ortalaması 5 olarak saptandı.
Nöropatik ağrı sıklığı ise %24 olarak belirlendi. Nöropatik ağrı ile yaş,
cinsiyet, EDSS, SEP bozukluğu, hastalık süresi ve atak sayısı arasında bir
ilişki bulunamadı. Ancak eğitim düzeyi yüksek olanlarda nöropatik ağrı oranı
daha yüksekti.
The broad aim of this study is to investigate neuropathic pain frequency of
RRMS patients.One hundred RRMS patients, having been looked over in
Neurology out-patients’ clinic in Eskişehir Osmangazi University Faculty of
medicine and whose age interval is between 20-60 are included in this
study. Patients are evaluated by using LANSS and VAS scalas in terms of
neuropathic pain. Age, gender, duration of disease, number of attacks,
EDSS, SEP assesments and educational status of patients are questioned.
Average pain severity of patients having neuropathic pain is found to be 5 in
this study. The frequency of neuropathic pain is determined as %24. While
there were no significant correlation between neuropathic pain and age,
gender, EDSS, SEP disorder, duration of disorder and number of attacks, the
frequency of neuropathic pain in patients whose educational status was
superior was found to be significantly higher than the others.
2022-03-17T13:30:12Z
2022-03-17T13:30:12Z
2022-03-17T13:30:12Z
2010
physicsThesis
Çelik, Ç. Relapsing Remitting Multipl Skleroz (RRMS) hastalarında Nöropatik Ağrı Sıklığı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/2936
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2937
2022-03-18T01:00:38Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Akut iskemik strokta MCA kan akım parametrelerinin prognostik değeri
Baydemir, Mehmet
Uzuner, Nevzat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
İskemik Strok
Transkranyal Doppler
Pulsatilite İndeksi
Prognoz
ischemic stroke
Transcranial Doppler
Pulsatility İndex
Prognosis
We aimed to investigate whether there is an association between blood flow parameters of middle cerebral artery (MCA) measured with transcranial Doppler (TCD) which is an easy, low-cost, noninvasive, repeatable and bedside applicable examination and prognosis during acute, subacute and chronic periods in patients with acute ischemia on middle cerebral artery territory. Sixty-two patients with acute ischemia on MCA territory, applied within first 12 hours after start of symptom and meet the study criteria were included. The MCA blood flow parameters were measured with TCD during acute, subacute and chronic periods. Also, stroke severity and prognosis were determined on detailed neurologic examination with GCS, NIHSS and mRS values during acute, subacute and chronic periods. Data of 62 patients were analyzed in this study. Among them, 29% were women (18 patients) and 71% were men (44 patients). The overall average of age was 65.6 ± 10.7. Based on the detailed neurologic examination during acute period, mean arrival GCS was 13.2±2.3 and mean arrival NIHSS was 12.1±6.4. Mean NIHSS and mRS were found 9.1±10.9 and 2.4±2.1 on neurological examination during chronic period (mean 100.9 days), respectively. TCD was performed within mean 6.2±2.9 hours during acute period. When we look at blood flow velocity parameters with TCD during acute period, pulsatility index (PI) on the opposite side of lesion was 1.2±0.3, PI on the lesion side was 1.4±0.4. There were significantly negative association between PI measured at the side of lesion during acute period and arrival GCS (p=0.01) and significantly positive association between PI and arrival NIHSS (p=0.01). Similarly, we found significantly negative associations among the PI on the side of lesion during acute period, NIHSS and mRS measured during subacute and chronic periods (p=0.01).In this study, we concluded that important information about prognosis on acute, subacute and chronic periods can be obtained with PI measurement which is not affected by measuring fondness among the blood flow parameters measured with TCD that as a simple examination method on acute stroke.
Bu çalışmada amaç; basit, ucuz, girişimsel olmayan, tekrarlanabilen, yatak başı uygulanabilen bir tetkik olan TKD ile orta serebral arter alanında akut iskemisi olan hastalarda OSA kan akım parametrelerinin, akut, subakut ve kronik dönemdeki prognoz ile ilişkili olup olmadığını araştırmaktı. Çalışmaya orta serebral arter alanında akut iskemisi olan, semptom başlangıcından sonraki ilk 12 saat içinde hastanemize başvuran ve çalışmaya alınma kriterlerini dolduran 62 hasta dahil edildi. Hastalara akut, subakut ve kronik dönemde TKD yapılarak OSA kan akım parametrelerine bakıldı. Ayrıca hastalara akut, subakut ve kronik dönemde detaylı nörolojik muayene yapılarak hastaların GKS, NIHSS ve mRS değerleri ile inmenin şiddeti belirlendi. Çalışmada 62 hastanın verileri analiz edildi. Hastaların %29 (18 hasta) kadın, %71‟ i (44 hasta) erkekti. Tüm hastaların yaş ortalaması 65.6 ±10.7 (min.:32, max.:85) olarak bulundu.Hastalara akut dönemde yapılan detaylı nörolojik muayene sonucunda, geliş GKS‟leri ortalama 13.2±2.3 ve geliş NIHSS skorları ortalama 12.1±6.4 idi. . Kronik dönemde (ort:100.9 gün) yapılan kontrollerindeki nörolojik muayenelerinde ortalama NIHSS değerleri 9.1±10.9 ve ortalama mRS‟leri ise 2.4±2.1 bulundu. Hastalara akut dönemde TKD ortalama 6.2±2.9 saatte yapıldı. Hastaların akut dönemde yapılan TKD‟inde Orta Serebral Arter kan akım hızı parametrelerine bakıldığında; lezyonun karşı tarafında ölçülen ortalama kan akım hızı 47.7±17.5 ve pulsatilite indeksi 1.2±0.3 iken lezyon tarafında ölçülen ortalama kan akım hızı 35.4±17.9 ve pulsatilite indeksi 1.4±0.4 idi. Akut dönemde lezyon tarafında ölçülen PI ile geliş GKS değeri arasında anlamlı negatif ilişki (p=0.01) geliş NIHSS değeri ile anlamlı pozitif ilişki saptandı (p=0.01).Yine, akut dönemde lezyon tarafında ölçülen PI ile kronik dönemdeki NIHSS değerleri ve mRS değerleri ile arasında anlamlı pozitif ilişki saptandı (p=0.01).Bu çalışmada, akut iskemik inmede basit bir inceleme yöntemi olan TKD ile ölçülen kan akım parametreleri içerisinde, ölçüm zaaflarından etkilenmeyen bir indeks olan PI‟nin ölçümü ile akut, subakut ve kronik dönem hastalık gidişatı hakkında önemli bilgiler edinilebileceği sonucuna varılmıştır
2022-03-17T13:34:02Z
2022-03-17T13:34:02Z
2022-03-17T13:34:02Z
2010
physicsThesis
Baydemir, M. Akut iskemik strokta MCA kan akım parametrelerinin prognostik değeri. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir 2010.
http://hdl.handle.net/11684/2937
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2933
2022-03-18T01:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Parkinson hastalığında semptomların başlangıç tarafının otonom bulgulara etkisi
Çelik Susuz, Çiğdem
Özkan, Serhat
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Parkinson Hastalığı
Otonom Bulgu
Başlangıç Tarafı
Parkinson Disease
Autonomous Finding
Starting Side
Parkinson hastalığı sinsi başlangıçlı ve yavaş progresif seyirli nörodejeneratif bir hastalıktır. Parkinson hastalığı semptomatolojisinde, tipik motor belirtiler kadar, motor olmayan semptomlar da bulunmaktadır. İlk semptom tipik olarak tek ekstremitede unilateral olarak başlar. Bu çalışmadaki birincil amacımız; Parkinson hastalarında semptomların başlangıç tarafının, otonom bulgulara etkisinin olup olmadığını araştırmaktır. İkincil amaçlarımız ise SCOPA-AUT skorlamasının otonomik bozuklukları değerlendirmede yeterli olup olmayacağını kullanılacak olan EKG yöntemleri ışığında ortaya koymak, Parkinson hastalığının UPDRS ve modifiye Hoehn Yahr evrelemesine göre otonom bulguların değişimini saptamak, hastalığın süresi ile otonomik bozuklukların ortaya çıkış zamanı ilişkisini göstermektir. Londra Beyin Bankası kriterlerine göre idiyopatik Parkinson hastalığı tanısı alan 50 hasta ve 50 sağlıklı gönüllüden oluşan gruplara, SCOPA AUT skorlaması ve derin nefes alıp vermekle ve aniden ayağa kalkmakla kalp hızı değişkenlikleri değerlendirildi. Parkinson hastalığı olan grubun, semptomların başlangıç tarafları, hastalığın süresi, UPDRS ve modifiye Hoehn Yahr evreleri kaydedildi. 25 hastanın semptomların başlangıç tarafı sol, diğer 25 hastanın ise sağ idi. Parkinson hastaları ve sağlıklı gönüllülerin sonuçları karşılaştırıldı. Ayrıca semptomların başlangıç tarafının otonom bulgulara etkisi araştırıldı. Parkinson hastalarında, otonom disfonksiyon bulgularını değerlendiren SCOPA AUT ölçeğinde ve kardiyovasküler otonomik testlerde bozukluklar kontrollere göre daha sık olarak görülmektedir. Semptomların başlangıç tarafı sol olan hasta grubunda UPDRS değerleri daha yüksek olmasına karşın, SCOPA AUT ile derin nefes almaya ve aniden ayağa kalkmaya kalp hızı değişkenliği arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Semptomların başlangıç tarafının otonom bulgulara etkisinin olmadığı saptanmıştır.
Parkinson disease is a neurodegenerative disease with insidious onset and slow progressive. There are non-motor symptoms in the symptomatology of Parkinson disease as well as typical motor signs. Initial symptom typically starts on single extremity unilaterally. In this study, our primary aim was to investigate whether starting side of symptoms has any effect on autonomic signs in Parkinson patients. Secondary aims were to determine whether SCOPA-AUT scoring is sufficient for assessment of autonomic disorders using ECG methods, to detect the change of autonomic signs according to UPDRS and modified Hoehn Yahr staging and to show a relation between disease duration and the occurrence time of autonomic disorders. The heart rate variability was assessed during deep breathing and suddenly standing up with SCOPA AUT autonomous test in the groups consisted of 50 patients diagnosed as idiopathic Parkinson disease according to London brain bank criteria and 50 healthy voluntaries. The starting side of symptoms, disease duration, UPDRS and modified Hoehn Yahr stages were recorded in group with Parkinson disease. The starting side of symptoms was left in 25 patients and right in 25 patients. Results of Parkinson patients and healthy voluntaries were compared. Also, the effects of starting side of symptoms on autonomous signs were investigated. In patients with Parkinson disease, defects on SCOPA AUT scale which assesses the autonomous dysfunction findings and cardiovascular autonomic tests are more commonly seen compared to the controls. Although UPDRS values were higher in a patient group whose starting side of symptoms is left, no statistically significant difference was found on hearth rate variability between deep breathing and suddenly standing up by SCOPA AUT. No effect of starting side of symptoms was found on autonomous findings.
2022-03-17T12:56:30Z
2022-03-17T12:56:30Z
2022-03-17T12:56:30Z
2011
physicsThesis
Çelik Susuz, Ç. Parkinson Hastalığının Başlangıç Tarafının Otonom Bulgulara Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/2933
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2871
2022-03-09T01:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Patent foramen ovalede iskemik inme için ipuçları ve tedavinin etkinliğinin araştırılması
Taştaban Bayraktar, Saadet
Özdemir, Atilla Özcan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Patent Foramen Ovale
Kriptojenik İnme
Paradoksal Embolizm
Perkütan Kapatma
Patent Foramen Ovale
Cryptogenic Stroke
TaĢtaban Bayraktar, S. Clinical clues to paradoxical embolism in patient with patent foramen ovale and the effect of different therapies on stroke prevention. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir 2011. Patent foramen ovale, which is an inter-atrial septal defect is normally found in fetal life. It provides by-pass of maternal oxygenated blood through the collapsed lung to systemic circulation via right to left shunting. PFO is related to cryptogenic ischemic stroke. It is normally found in ≈27% normal objects. Therefore intensive examination is needed fort he diagnosis of paradoxical embolism secondary to PFO. We aimed to compare the clinical, neuroimaging characteristics and biochemical parameters of PFO patients with cryptogenic stroke pateints without PFO. Our secondary aim is to evaluate the effect of different therapies on the prevention of cerebrovascular events in patients with PFO related cryptogenic stroke. One hundred eighteen patients with cryptogenic stroke and transient ischemic attack were included to our study according to TOAST criteria. All pateints underwent transcranial doppler bubbles study for the diagnosis of right to left shunting. PFO was found in 80 patients (68%) and the diagnosis was confirmed by transesophagial echocardiogram (TEE). In regards to demographic characteristics and traditional risk factors there were no difference between two groups. However among patients with cryptogenic stroke the proportion of female sex is higher in PFO patients (%70) compared with patients without PFO. The presence of a Valsalva maneuver preceding the onset of focal neurological symptoms, waking up with stroke or TIA, history of habitual snoring, history of long travel should raise the suspicion of the diagnosis of paradoxical embolism. Biochemical and hypercoagulation parameters were not different between two groups. Among 80 patients with PFO, 48(60%) patients were treated with percutaneous closure. Only one patient had transient ischemic attack during the follow up after the percutaneous closure.
Taşaban Bayraktar, S. Patent Foramen Ovaleye Bağlı Paradoksal Embolizmde İskemik İnme İçin İpuçları Ve Tedavinin Etkinliğinin Araşırılması. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir 2011. Patent foramın ovale, fetal dönemde maternal oksijenize kanın fetal sirkülasyonda sağdan sola Ģant ile kollabe akciğerleri bypass ederek sistemik sirkülasyona geçmesini sağlayan normalde varolan inter-atrial septal açıklıktır. Patent foramen ovale yolu ile paradoksal emboli oluĢumu özellikle kriptojenik inme ile iliĢkilidir. ≈%27 normal bireyde PFO bulunabilir. Bu açıdan kriptojenik inmeli hastalarda paradoksal embolizm tanısını koymak için ayrıntılı bir inceleme yapmak gerekmektedir. Bu çalıĢmadaki birincil amacımız Patent Foramen Ovale saptanan ve kriptojenik iskemik inmesi veya geçici iskemik atağı (GİA) olan hastaların, klinik, laboratuar, görüntüleme özelliklerinin tespit edilmesi ve diğer kriptojenik inmeli hastalarla kıyaslanmasıdır. İkincil amaçlarımız ise Patent Foramen Ovale saptanan ve iskemik inmesi olan hastaların tedavi stratejilerinin saptanması ve bu tedavilerin etkinliğinin incelenmesidir. Bu çalıĢmaya hastanemize GİA veya inme nedeniyle baĢvuran yeni hastalardan TOAST kriterlerine göre kriptojenik inmeli olarak değerlendirilen 118 hasta alındı. Bu hastalara Ģüpheli paradoksal embolizm araşırmak amacıyla transkranial doppler (TKD) bubbles çalıĢması yapıldı. Hastaların 80‟inde (%68) PFO pozitif bulundu ve bu tanı transözafagial ekokardiogram (TEE) ile teyit edildi. PFO‟su olan ve olmayan kriptojenik inme hastalarında inmenin temel özellikleri ve geleneksel inme risk faktörleri sorgulandı. İki grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Ancak kadınlarda (%70) PFO oranı daha yüksek olarak saptandı. Serebrovasküler olay öncesinde öncesinde valsalva manevrası varlığı, son iki haftada uzun süreli seyehat öyküsü, nörolojik defisitle uyanma ve habitüel horlama paradoksal embolizmi düĢündürmelidir. Her iki grupta biyokimyasal ve hiperkoagülasyon parametreleri açısından fark bulunmadı. PFO‟su olan 80 hastanın 48‟i (%60) perkütan olarak kapatıldı. Perkütan yöntemle kapatılan hastaların uzun dönem klinik takibinde yanlızca bir hastada geçici iskemik atak gözlendi
2022-03-08T13:19:35Z
2022-03-08T13:19:35Z
2022-03-08T13:19:35Z
2011
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2871
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2880
2022-03-10T01:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Demans Ayırıcı Tanısnda Vemp Testi
Tunalı Özcan, Çiğdem
Özbabalık Adapınar, Demet
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Noroloji Anabilim Dalı
Demans
AH
VaD
VEMP
Sakkulokolik Refleks
Dementia
Alzheimer Disease
Vasculer Dementia
Sacculocolic Reflex
Özcan Tunalı, Ç. Demans Ayırıcı Tanısında VEMP Testi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012. Güncel tanı yöntemleri Alzheimer ve vasküler demans hastalarında geri dönüşü olmayan kalıcı hasar oluştuğunda tanı konulmasını sağlamaktadır. VEMP sakkulokolik refleks arkını kullanır. Bu çalışmada Alzheimer ve vasküler demans hastalarında VEMP testinin erken ve ayırıcı tanıda kullanılıp kullanılamayacağını belirlemeyi amaçladık. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi demans polikliniğinde izlenen, 50 yaşın üstünde, farklı evrelerde (hafif, orta ve orta-ağır) 66’sı AH, 34’ü VaD olmak üzere toplam 100 hasta çalışmaya alındı. Klinik olarak Muhtemel AH tanısı NINCDS-ADRDA, VaD tanısı NINDS-AIREN kriterlerine göre konulmuştur. Kontrol grubu olarak nörolojik hastalığı ve işitme kaybı olmayan, 50 yaşın üstünde 23 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Hasta ve kontrol grubuna detaylı otolojik, nörolojik muayene ve nöropsikolojik testler uygulandı. Her iki gruba da serebral BBT veya MRG, EEG, vestibüler testler (odyometrik değerlendirmeler ve VEMP) uygulandı. Her iki gruba da tam biyokimya ve hematolojik inceleme, tiroid fonksiyon testleri, vitamin B12 ölçümü ve APO E değeri ölçümü yapıldı. Her iki tipteki demans hastalarının ve sağlıklı kontrollerin VEMP yanıtları birbirleriyle kıyaslandı. Demans hastalarının ortalama P13 latansı istatistiksel olarak anlamlı şekilde kontrol grubundan daha uzun bulundu. Ortalama yanıt amplitüdü de istatistiksel olarak anlamlı şekilde kontrol grubundan daha düşük bulundu. Hastaların N23 latansı kontrol grubundan daha uzundu, ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Sonuç olarak, VEMP testi ucuz, güvenilir, geçerli, kullanımı kolay ve hem hekimler hem de hastalar tarafından tolere edilebilen bir klinik testtir. VEMP testi demansın erken tanısı için yardımcı olabilir.
Özcan Tunalı, Ç. VEMP Test in Differential Diagnosis of Dementia. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine Deparment of Neurology Medical Speciality Thesis, Eskisehir, 2012. Current diagnostic methods provide diagnoses after irreversible permanent damages occur in Alzheimer Disease (AD) and vascular dementia (VaD) patients. VEMP uses sacculocolic reflex arc. We aimed to determine whether VEMP test can be used in early and differential diagnosis of Alzheimer and vascular dementia patients. Totally 100 patients including 66 AD and 34 VaD and following in Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Dementia Clinic were included the study. Cases were over the age of 50 and on different stages (mild, mediate and mediate-severe). Clinically possible AD and VaD were diagnosed according to NINCDS-ADRDA and NINDS-AIREN criteria, respectively. Twentythree healthy voluntaries over 50 years old, without any neurologic disease and hearing loss were included as a control group. Detailed otologic and neurologic examinations and neuropsychological tests were performed in both groups. Cerebral C-BT or MRI, EEG, vestibular tests (audiometric examinations and VEMP) were obtained from all cases. Additionally, complete biochemical and hematological investigation, thyroid function tests, vitamin B12 and APO E value measurements were performed. VEMP responses were compared among both dementia patients and healthy controls. P13 latencies were significantly longer in dementia patients compared to controls. Also, mean response amplitudes were significantly lower than control group. N23 latencies were longer compared to controls but this difference was not found statistically significant. As conclusion, VEMP is a cheap, reliable, valid, easy to use and tolerable test by the patients and clinicians. VEMP test may be helpful for early diagnosis of dementia.
2022-03-09T08:09:53Z
2022-03-09T08:09:53Z
2022-03-09T08:09:53Z
2012-07
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2880
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2579
2022-02-10T01:00:19Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Parkinson hastalarında subtalamik çekirdek derin beyin stimülasyonunun ameliyattan önce ve ameliyattan sonra apati üzerine etkisi
Hoseinzadeh, Gholamreza
Özkan, Serhat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Parkinson Hastalığı
Subtalamik Çekirdek Derin Beyin Stimülasyonu
Apati
Preoperative Postoperative
Parkinson's Disease
Subtalamic Core Deep Brain Stimulation
Postoperative
Bu çalışmada Parkinson hastaları Subtalamik Çekirdek Derin Beyin
Stimülasyonu ameliyatı öncesi ve ameliyat sonrasında apati açısından değerlendirilmesi ve bu
amaca yönelik olarak bu ameliyat sonrasında apati sıklığında artış olup olmayacağının
incelenmesi amaçlanmıştır. Bu çalışma, Ocak 2018- Ocak 2019 tarihleri arasında idiyopatik PH
tanılı, 18-75 yaş arası 23 Parkinson hastası araştırmaya dahil edilmiştir. Çalışmada hastalara
Standardize Mini Mental Test (SMMT), Montreal Bilişsel Değerlendirme (MoCA), 39 Maddelik
Parkinson Hastalığı Anketi (PHA-39), Apati Değerlendirme Ölçeği (ADÖ), Beck Depresyon
Envanteri (BDE), Hoehn- Yahr Evrelemesi (HYE) ve Hareket Bozuklukları Derneği Birleşik
Parkinson Hastalığı Değerleme Ölçeği (HBD- BPHDÖ) Off döneminde uygulanmış, elde edilen
sonuçlar istatistiksel olarak incelenmiştir. Çalışmada PH tanısı ile STÇ DBS yapılmış ve
ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası dönemde hastaların sonuçları karşılaştırılmış ve hastaların
SMMT ölçümlerinde önemli düzeyde bir değişim gözlenmemiştir. Kelime 1/2/3 düzeylerinde
artış görülmüştür fakat bu artışın istatistiksel olarak önemli bir artış olmadığı belirlenmiştir.
Sözel akıcılık düzeylerinde operasyon öncesi ve sonrasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
görülmemiştir. Beck depresyon puanlarında ise operasyon öncesinde ve sonrasına puanların
birbirine benzer olduğu bulunmuştur.Pha düzeylerinde operasyon öncesindeki puanın operasyon
sonrasına göre anlamlı bir düzeyde yüksek olduğu bulunmuştur. Moca düzeylerindeki değişimin
önemli olmadığı bulunmuştur. Apati test değerlerinin ise operasyon zamanına göre değişiminin
önemli düzeyde değişimin olmadığı bulunmuştur. Off dönemi BPHDÖ(I-III) değerleri
ortalamaları ameliyat sonrası dönemde ameliyat öncesi döneme göre önemli düşüş göstermiştir
ve bu değişimin ileri düzeyde anlamlı bir düşüş olduğu belirlenmiştir. Parkinson hastalarında
depresyon ve apati Parkinson hastalarında sağlıklı bireylerden daha sık görülür ve hastalığın
ağırlığı ile ilişkilidir. Motor olmayan semptomlar hastalığın ağırlığı ile ilişkilidir. Klinisyenler
tarafından erken tanınıp tedavi edilmeleri hastaların yaşam kalitesinin arttırılması açısından çok
önemlidir
In this study, it was aimed to evaluate Parkinson's patients in
terms of apathy before and after surgery for the Subtalamic Nucleus Deep Brain Stimulation
operation and to investigate whether there will be an increase in the frequency of apathy after
this surgery. In this study between January 2018 and January 2019, 23 Parkinson's patients were
included. Standardized Mini Mental Test (SMMT), Montreal Cognitive Assessment (MoCA),
39-item Parkinson's Disease Questionnaire (PDQ-39), Apathy Assessment Scale (AAS), Beck
Depression Inventory (BDI), Hoehn-Yahr Staging (HYS) and Movement Disorder Society
Unified Parkinson’s Disease Rating Scale (MDS-UPDRS) was applied and the results were
statistically analyzed. In the study, STN DBS was made with the diagnosis of PD and the results
of patients were compared in the preoperative and postoperative period, and there was no
significant change in patients' SMMT measurements. Word 1/2/3 levels increased, but it was
determined that this increase was not a statistically significant increase. There was no
statistically significant difference in verbal fluency levels before and after the operation. In Beck
depression scores, it was found that the scores were similar before and after the operation. It was
found that the pre-operative score in PDQ levels was significantly higher than the postoperative.
It was found that the change in Moca levels is not important. It was found that there was no
significant change in apathy test values according to the operation time. The mean values of
UPDRS (I-III) decreased significantly in the postoperative period compared to the preoperative
period and this change was determined to be a significant decrease. Depression and apathy are
more common in Parkinson’s patients than in healthy individuals and associated with the
severity of the disease. Nonmotor symptoms are associated with the severity of the disease. Early
diagnosis and treatment by clinicians is very important in terms of increasing the quality of life
of patients
2022-02-09T13:25:40Z
2022-02-09T13:25:40Z
2022-02-09T13:25:40Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2579
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2775
2022-02-25T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Epilepsi hastalığında uyku bozukluklarının değerlendirilmesi
Bostan, Seda
İlhan Algın, Demet
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Epilepsi
Uyku Bozuklukları
Psikiyatrik Komorbiditeler
Anket Çalışması
Epilepsy
Sleep Disorders
Psychiatric Comorbidities
Questionnare Study
Epilepsi hastalarında psikiyatrik
komorbiditeler ve uyku bozukluklarının görülme sıklığının sağlıklı kişilere oranla arttığı bilinmektedir.
Fakat ülkemizdeki epilepsi hastalarında psikiyatrik ve uyku ile ilişkili komorbiditelerin sıklığı net
bilinmemektedir. Ayrıca epilepsi, psikiyatrik komorbidite ve uyku bozukluklarının birçok noktada
birbirlerini etkilediği bilinmekle birlikte, literatürde bu ilişkilerle ilgili farklı bilgiler mevcuttur. Biz de bu
çalışmamızda hastanemiz epilepsi polikliniğinde takip edilen hastalar üzerinden uyku bozuklukları ve
psikiyatrik komorbiditelrin bu hastalardaki prevalansı saptamayı ve etkileyen faktörleri incelemeyi
amaçladık. Çalışmamıza epilepsi polikliniğimizde takipli olan, psikiyatrik hastalığı veya altta yatan uyku
bozukluğuna neden olabilecek sistemik hastalığı bulunmayan 100 hasta ve bunlarla uyumlu 50 sağlıklı
kontrol grubu alındı. Hastalara ve kontrollere Epworth Uykululuk Ölçeği, Beck Depresyon Ölçeği, Bbeck
Anksiyete Ölçeği, Huzursuz Bacaklar Tanı Kriterleri Anketi, SWISS Narkolepsi Ölçeği, STOP-BANG ölçeği,
REM uyku davranış bozukluğu anketi uygulandı. Obstruktif uyku apnesi sendromu riskini epilepsi
hastalarında, özellikle sol TLE epilepsisi olan, erkek ve yaşı ileri olan hastalarda belirgin artmış saptadık.
OUAS riski artmış saptanan epilepsi hastalarının, aynı zamanda anksiyete ve depresyona da daha yatkın
bulduk (p=0,02). Narkolepsi riskini de epileptik hastalarda artmış saptadık; fakat narkolepsi
semptomları epileptik nöbetlerle oldukça sık karışabileceği için detaylı bir öykü alınması oldukça
önemlidir. Çalışmamıza göre HBS’nin epilepsi hastalarında prevalansı artmış olup, kadın epileptiklerde
risk daha fazladır ve HBS mevcudiyeti depresyon ve anksiyete riskini arttırmaktadır. VPA kullanımı da
HBS için olumlu sonuçlar veren bir AEİ olabilir; fakat çalışmalara ihtiyaç vardır. Hastalarımızın %30’unda
artmış gün içi uykululuğu saptadık ve bu hastaların %50’ye varan oranda son 6 ayda nöbetleri
mevcuttu. Gün içi uykululuğu, gece nöbetleri olabilen frontal lob epilepsisi olan hastalarda daha yüksek
oranda saptandı (p=0,01). Verilerimizden, karbamazepin kullanımıyla da gün içi uykulukta artış
gözlemledik (p=0,01). Fokal epilepsisi, özellikle frontal lob epilepsisi olanlarda artmış RDB gözlemledik
(p=0,04) ve RDB mevcudiyetinin depresyon ve anksiyete riskini de arttırdığını saptadık (p=0,02).
Epilepsi hasta grubumuzda insomniyi %33 oranında saptadık. Yaş, cinsiyet ve kullanılan AEİ sayısıyla
insomni arasında bir ilişki saptamazken; insomni varlığının, anksiyete için bir risk faktörü olduğunu
gördük. Çalışmamızdaki epilepsi hastalarında orta şiddette ve şiddetli depresyon oranını, toplumdan
belirgin artmış şekilde, %45 olarak saptadık. Kadın olmak ve son 6 ayda nöbet olması, depresyonu
arttıran değişkenlerdir (p=0,03) ve depresyon varlığı da gün içi uykululuğu arttırmaktadır (p=0,05).
Fokal epilepside, özellikle TLE’lerde depresyon oranı belirgin olarak artmaktadır ve mutlaka sorgulanıp
tedavi edilmelidir. Anksiyete hastaların %50’sinde mevcuttu ve kadın cinsiyet, fokal epilepsi ve son 6
ayda nöbet varlığın anksiyeteyi arttırmaktaydı (p<0,01). Ayrıca HBS olan hastaların da anksiyeteye daha
yatkın olduğunu gördük. Sonuç olarak, uyku bozuklukları, psikiyatrik komorbiditeler ve epilepsi
arasında kompleks bir ilişki mevcuttur ve bu komorbiditelerin varlığı hastaların yaşam kalitelerini
belirgin bozabilmektedir. Çok yönlü olan bu ilişkiyi anlayabilmemiz için, daha homojen gruplarla ve
daha çok hastayla karşılaştırmalı çalışmalar yapılmasına ihtiyaç vardır. Bu konularda geliştirilecek, klinik
şartlara uygun ve efektif anket formları da ileride bu açıdan kullanılabilir gibi görünmektedir
. It has
been known that psychiatric comorbidities and sleep disorders are commonly seen in epileptic
populations. Yet, exact prevelance of these comorbidites in our country are not known. Also, it is
known that psychiatric problems, sleep disorders and epilepsy are in a complex interaction but data
about this relationship in literature is diverse and can be different. Hereby in our study, we aimed to
determine the prevelance and confounding factors of psychiatric comorbidites and sleep disorders in
epilepsy patients, who were treated in our epilepsy outpatient clinic. A hundred epilepsy patients from
our clinic, without any known psychiatric problems and systemic disorders which can cause sleep
disorders, and 50 healthy controls were included in our study. Both the patients and controls were
given questionnares manually, including Epworth Sleepiness Scale, Beck Depression Scale, Back
Anxiety Scale, Restless Legs Diagnosis Criteria Questionarre, Swiss Narcolepsy Scale, STOP-BANG Scale,
REM Sleep Behaviour Disorder Scale. Risk of obstructive sleep apnea was found to be higher in epilepsy
patients, especially in older, male and left temporal lobe epilepsy patients. Epilepsy patients with a
higher risk for OSAS were also more prone to depression and anxiety. Narcolepsy risk was found to be
higher in epileptics; but it shoud be kept in mind that epilepsy symptoms can be misinterpereted as
narcolepsy, which makes a detailed medaical history very important in clinical setting. In our study,
epilepsy patients, especially women had a higher risk of restless legs sydrome. Furthermore,
depression and anxiety scores are found to be higher in case of presence of restless legs syndrome.
Valproic acid usage may have positive outcomes on RLS symptoms, but further studies are needed.
Thirty percent of our patients reported excessive day time sleepiness and %50 of these patients have
had an epileptic seizure in the past 6 months. Furthermore, excessive daytime sleepiness rates were
higher in frontal epilepsy patients who are known to be more prone to night time seizures (p=0,01).
Our data also showed that carbamazepine usage can have a negative effect on daytime sleepiness
(p=0,01). Patients with focal epilepsy, especially frontal lobe epilepsy, showed higher REM Sleep
behaviour disorder scores and presence of RSBD increased depression and anxiety scores (p=0,02).
Insomnia preveleance was found to be %33 in epilepsy group and no relationship between age,
gender,number of antiepileptics used and insomnia were found. Yet, presence of insomnia
significantly increased the risk for anxiety. Our study showed that depression prevelance is higher in
epilepsy patients, which is %45, than healthy controls. Being female and seizure presence in the last 6
months were found to be risk factors for depression (p=0,03) and depression is found to have a
negative effect on daytime sleepiness scores (p=0,05). Depression rates are found to be higher in focal
epilepsy, especially temporal lobe epilepsy, therefore these patients must be always questioned and
treated for depression. Anxiety prevelance in epileptics was found to be %50 and being female, focal
epilepsy and seizure presence in last 6 months were risk factors for anxiety (p<0,01). Also patients with
RLS symptoms had higher anxiety scores. As a result, a complex relationship is present between
psychiatric comorbidities, sleep disorders and epilepsy and presence of these comorbiditeis in epileptic
patients can significantly detoriate quality of life scores. To be able to assess this multidirectional
relationship, further studies with more patients and more homogenous groups are needed. Easy-to use and effective questionnares which can be used in clinical settings can be helpful in detection and
treatment of these comorbidites in the future
2022-02-24T06:52:30Z
2022-02-24T06:52:30Z
2022-02-24T06:52:30Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2775
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4295
2022-08-10T00:02:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Kardiyoembolik inme saptanan hastalarda serebral reaktivite serebral hemoraji önbelirteci olabilir mi?
Ubur, Ahmet
Uzuner, Nevzat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Kardiyoembolik İnme
Breath Holding Testi
Transkranial Doppler Ultrason
Serebrovasküler Reaktvite
Cardioembolic Stroke
Transcranial Doppler Ultrasound
Breath Holding Test
Cerebrovascular Reactivity
Bu çalışmada Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji Anabilimdalı servisine yatışı yapılan ve/veya polikliniğine başvuran nonvalvüler kardiyoembolik inme tanısı konulup oral antikoagülan başlanan hastalara, transkranial Doppler ultrason(TCD) ile breath holding testi yapılarak serebrovasküler reaktivite değişiklikleri değerlendirilmiş ve bir yıl süreyle takip edilen hastalarda serebral reaktivite değişikliğinin serebral hemoraji riskini belirlemedeki gücünün araştırılması amaçlanmıştır. Ocak 2018-Aralık 2019 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji Anabilimdalı servisine yatışı yapılan ve polikliniğine başvuran, non-valvüler kardiyoembolik inme tanısı konulup oral antikoagülan başlanan 18 yaşından büyük 80 hasta ve 19 kontrol grubu çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya dahil edilen hastaların sosyodemografik özellikleri, komorbid hastalıkları, serebral görüntüleme tetkikleri incelenmiştir. TCD ultrason ile breath holding testi yapılarak bu hastalarda serebrovasküler reaktivite değişiklikleri hesaplanmıştır
In this study, patients who were diagnosed with nonvalvular cardioembolic stroke and started oral anticoagulant in Eskisehir Osmangazi University Medical Faculty Hospital Neurology Department clinic, Transcranial Doppler (TCD) ultrasound breath holding test was performed and cerebrovascular reactivity changes were evaluated and this patients followed up for a year. It was aimed to investigate the power of cerebral reactivity changes in determining the risk of cerebral hemorrhage in patients. Eighty patients older than 18 years of age who were admitted to the clinic of Neurology Department of Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty Hospital and/or admitted to the outpatient clinic between January 2018 and December 2019 and were diagnosed with non-valvular cardioembolic stroke and started oral anticoagulation and 19 control groups were included in the study. Sociodemographic characteristics, comorbid diseases, and cerebral imaging of the patients included in the study were noted. Cerebrovascular reactivity changes were calculated in these patients by performing breath holding test with TCD ultrasound.
2022-08-09T05:35:00Z
2022-08-09T05:35:00Z
2022-08-09T05:35:00Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4295
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4091
2022-08-03T00:01:08Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_194
Multipl skleroz'da yorgunluk, kognitif bozukluk ve görsel reaktivitenin korelasyonu
Yılmaz, Seher Sezin
Tekgöl Uzuner, Gülnur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
Multipl Skleroz
Yorgunluk
Kognitif Bozukluk
Reaktivite
Multipl Sclerosis
Fatigue
Cognitive Dysfunction
Reactivity
MS’in yol açtığı özürlülüğün önemli bileşenleri olan yorgunluk ve kognitif bozukluk hastaların ciddi bir kısmını etkilemektedir ancak bu semptomların altında yatan patofizyolojik mekanizmalar netleştirilememiştir. Bizim bu çalışmadaki amacımız; kognitif testler ve yorgunluk ölçeği uyguladığımız hastalarda TCD ile görsel uyarı vererek oksipital kortekste ortaya çıkan nöronal aktiviteye eşlik eden posterior serebral arterlerdeki serebral vasküler reaktiviteyi ölçmek ve serebral metabolizmanın yorgunluk, kognisyon ve psikososyal faktörler ile olan ilişkisini değerlendirmektir. Çalışmamıza 2017 revize McDonald kriterlerine göre MS tanısı almış 50 hasta ve 50 sağlıklı kontrol alındı. Anamnez, demografik veriler ve nörolojik muayene kaydedildi. SDMT, CVLT ve BVMTR testlerini içeren BICAMS bataryası, yorgunluk değerlendirme ölçeği olan FAS, Beck Depresyon Ölçeği, Epworth Uykululuk Ölçeği, 9 delikli peg testi ve 25 adım yürüme testi uygulandıktan sonra TCD ile görsel reaktivite ölçüldü. MS hastalarında sağlıklı kontrollere göre yorgunluk ve kognitif bozulma anlamlı olarak fazla saptandı. Yorgunluk tespit edilen MS hastalarında yorgunluk arttıkça görsel reaktivitenin anlamlı olarak arttığı görüldü. TCD ile ölçülen kan akım hızları ile en çok ilişkili bulunan kognitif test; bilgi işleme hızını değerlendiren SDMT oldu. SDMT puanı düştükçe yani kognitif yavaşlama arttıkça kan akım hızlarının anlamlı düzeyde azaldığı ve reaktivitenin anlamlı düzeyde arttığı görüldü. Vizyospasyal belleği değerlendiren BVMTR testinde de kognisyon geriledikçe kan akım hızlarının anlamlı olarak azaldığı saptandı ve yine reaktivite değerinin arttığı ancak istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görüldü. Sonuç olarak, MS hastalarında yorgunluk ve kognitif yetersizlik gelişip şiddeti arttıkça serebrovasküler reaktivitenin devreye girdiğini gözlemledik. Yorgunluk ve kognitif bozukluğu olan MS hastalarında gelişen serebral perfüzyon yetersizliğine yanıt olarak nöronlara yeterli kan akışının sağlanabilmesi ve nörodejenerasyona yol açan kronik hipoksi durumunun önüne geçilebilmesi için bu mekanizmanın devreye girdiğini düşünüyoruz
Fatigue and cognitive dysfunction are important aspects for MS related disability and these affect a majority of patients, yet underlying pathophysiological mechanisms are uncertain. Our aim in this study is to assess the relationship between cerebral metabolism and fatigue, cognition and psychosocial factors. In order to do so, we performed cognitive tests, fatigue questionnare and TCD imaging with visuel inputs, to determine cerebral vascular reactivity in posterior cerebral arters accompanied by neuronal activity in occipital cortex. Fifty healthy controls and 50 patients, whom are diagnosed as MS according to 2017 revised McDonald Criteria, are included in our study. Anamnesis, demographic data and neurological examination were recorded. BICAMS test consisting of SDMT, CVLT and BVMT, FAS questionnare to determine fatigue, Beck Depression Questionnare, Epworth Sleepiness Scale, 9 hole peg test, 25 steps walking test are performed and visual reactivity is assessed by TCD. Fatigue and cognitive dysfunction were significantly higher in MS patients compared to healthy controls. Visual reactivity is also found to be significantly higher in accordance with fatigue. SDMT test, which assesses data processing speed, is found to be the most relevant cognitive test to blood flow rates calculated with TCD. The more SDMT scores lessened, meaning more cognitive slowing, the more cerebral reactivity increased and blood flow rates lowered. This finding was statistically significant. Similarly, when BVMTR test scores lowered, which is used to assess visuospatial memory, blood flow rates decreased significantly, meanwhile showing increased reactivity. But this finding was not statistically significant. As a result we observed that cerebral reactivity gets involved in MS patients as fatigue and cognitive insufficiency develops and becomes significant. We think that this mechanism is activated in order to ensure sufficient blood flow to neurons to prohibit chronic hypoxia caused by cerebral perfusion insufficiency in MS patients with fatigue and cognitive dysfunction
2022-08-02T13:33:39Z
2022-08-02T13:33:39Z
2022-08-02T13:33:39Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4091
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi