2024-03-29T17:30:05Z
http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/oai/request
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/306
2016-03-15T10:20:45Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Şermet, Serap
2015-07-07T07:36:43Z
2015-07-07T07:36:43Z
2015
http://hdl.handle.net/11684/306
Lenfoma, lenf nodları ve ekstranodal lenfoid dokulardan kaynaklanan malign bir tümördür. Malign lenfoma başlığı altında iki hastalık incelenir: Hodgkin Lenfoma (HL) ve Non Hodgkin Lenfoma (NHL). Lenfoma ve immunsupresyon arasındaki ilişki son zamanlarda önemli bir tartışma konusudur fakat henüz net bir sonuç elde edilememiştir. Düzenleyici T hücreler (Treg) CD4+ CD25+ FOXP3+ olarak timustan köken alarak gelişirler ve dolaşımda yaklaşık %8-10 civarında bulunmaktadırlar. Çalışmamızın amacı lenfomanın patogenezinde sorumlu olduğu ileri sürülen immun baskılanmanın varlığını Treg hücrelerin durumu açısından değerlendirerek güncel tedavi geliştirme çabalarına katkı sağlamaktır. Bu çalışmada yeni tanı lenfomalı hastalarda CD4+ CD25+ FOXP3+ düzenleyici T hücre düzeyleri tedavi öncesi ve tedavi sonrası dönemlerde değerlendirilmiş ve tedavi öncesi düzeylerle klinik özellikler arasındaki ilişki belirlenmeye çalışılmıştır. Akım sitometri kullanılarak periferik kan CD4+ CD25+ FOXP3+ Treg düzeyleri 21 HL, 40 NHL hastasında ve 30 kişilik sağlıklı kontrol grubunda ölçülmüştür. Hastaların ortalama Treg düzeyleri HL grubunda %3.79 (%2.31-%5.29), NHL grubunda %4.61 (%2.5%8.28) ve kontrol grubunda %3.57 (%2.47-%4.35) olarak bulundu. Hastaların Treg düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksek saptansa da istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p=0.09). HL grubunda Treg düzeyleri IPS, CRP, LDH ile pozitif, albumin ve ALS ile negatif ilişkili bulundu. HL grubunda erkek cinsiyette ve sigara içenlerde Treg düzeyleri daha yüksekti. NHL grubunda Treg düzeyleri evre, IPI, CRP, LDH ile pozitif ilişkili albumin, ALS ve sağkalım süresi ile negatif ilişkili saptandı. Mevcut bulgularla çalışmamız bazı klinik ve laboratuvar kötü prognostik parametrelerle ilişkili bulunduğundan lenfomada Treg hücrelerin immunsupresif etkisini destekler gözükmektedir
Şermet, S. Assessment of the relationship between peripheral blood CD4+ CD25+ FOXP3+ regulatory T cells and clinical characteristics of patients with lymphoma. Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Medical
Speciality Thesis in Department of Internal Medicine, Eskişehir, 2015. Lymphoma is a malignant tumor of lymph nodes and extranodal lymphoid tissues. Malignant lymphoma can be divided into two groups: Hodgkin Lymphoma (HL) and Non Hodgkin Lymphoma (NHL). Recently, the relationship between lymphoma and immunsuppression is a debate however there are no clear results. CD4+ CD25+
FOXP3+ regulatory T cells are derived from thymus and found in approximately 810% in circulation. The aim of our study is to add new insights to current lymphoma treatment by showing the relationship between Treg cells and immunsupression which is proposed to be responsible in lymphoma pathogenesis. In this study, our purpose is to assess the levels of CD4+ CD25+ FOXP3+ regulatory T cells before and after treatment in newly diagnosed patients with lymphoma and find a relationship between Treg levels and clinical characteristics. In our study by using flow cytometry the percentages of CD4+ CD25+ FOXP3+ Treg in peripheral blood of 40 NHL, 21 HL newly diagnosed patients and 30 healty controls were evaluated. The peripheral blood Tregs were 3.79% (2.31%-5.29%), 4.61% (2.5%-8.28%), 3.57% (2.47%-4.35%) in HL, NHL and healty controls, respectively. The peripheral blood level of Treg was higher than healty controls in HL and NHL patients, but the difference was not statistically significant. Treg level of HL patients was positively correlated with IPS, CRP, LDH and negatively correlated with albumin and ALS. The peripheral blood Tregs was significantly higher in male HL patients and smokers. Treg level of NHL patients was positively correlated with stage, IPI, CRP, LDH and negatively correlated with albumin, ALS and survival. The relationship between Tregs and clinical and laborotory poor prognostic parametres supports the immunsupresive effects of Tregs in lymphoma.
tur
info:eu-repo/semantics/openAccess
Lenfoma
Düzenleyici T Hücre
Lymphoma
Regulatory T Cells
Lenfomalı hastalarda periferik kan CD4+ CD25+ FOXP3+ düzenleyici T hücre düzeyleri ve klinik özellikler arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/599
2016-08-09T00:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Tambova, Ayşe Kuşcu
2016-08-08T09:22:51Z
2016-08-08T09:22:51Z
2015-10-22
Tambova,A. Kronik böbrek hastalığında D vitamininin trombosit fonksiyonları üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/599
Kronik böbrek hastalığında 25(OH)D3 düzeylerinin düşük olduğu bilinmektedir. Üremi nedeni ile trombosit fonksiyonlarında bozulmaya sık rastlanır, ancak mekanizması net değildir. D vitamininin pleotropik etkileri vardır. Bunlardan çok az bilinenlerinden birisi de koagulasyon sistemi üzerine olan etkileridir. Bizim çalışmamızda evre 3-4 ve 5D KBH olanlarda 25(OH)D3’ ün trombosit fonksiyonları üzerine etkisi değerlendirildi. Evre 3-4 KBH olan 47 hasta, evre 5D KBH olan 35 hasta ve sağlıklı kontrol grubu olarak 36 kişi çalışmaya alındı. Trombosit fonksiyonlarını değerlendirmek için trombosit agregasyon ve aktivasyon (p-selektin) testleri çalışıldı. Gruplar D vitamini düşük ve normal olarak sınıflandırıldı. Vitamin D düzeyi <20 ng/ml olanlar düşük olarak kabul edildi. Vitamin D düzeyi düşük hasta ve kontrol grubuna 8 hafta boyunca haftada 1 kez 50.000 IU oral vitamin D verildi. 25(OH) D3 düzeyi düşük olan gruplar replasman öncesi ve sonrası karşılaştırıldığı zaman tüm gruplarda kollagen ile indüklenen trombosit agregasyonunda düşme gözlenirken sadece evre 3-4 KBH ve evre 5D KBH grubunda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). s-P selektin değerleri açısından D vitamini replasmanı öncesine göre replasman sonrasında her üç grupta da düşme olmasına rağmen sadece kontrol grubunda istatistiksel olarak anlamlılık gözlenmiştir (p<0,05). Sonuç olarak kronik böbrek hastalarında 25(OH)D3 düzeylerinin daha düşük olduğu, D vitamini eksikliğinin trombosit agregasyon ve aktivasyonunu arttırarak tromboza eğilim yaratabileceği, replasmanı ile bu parametrelerin düzeldiği gösterildi. D vitamini replasmanı ile trombotik hadiselere (inflamasyon ve endotel hasarı) bağlı gelişen kardiyovasküler mortalitenin azaltılmasında yararlı olabileceği düşünüldü Ancak bunu destekleyen daha uzun süreli ve daha büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.
It’s known that 25 (OH) D3 serum level is low in chronic kidney diesase. Uremia are common causes of deterioration in platelet function, but the mechanism is unclear. There are pleiotropic effects of vitamin D. In one of the little-known of these effects are the effects on the coagulation system. In our study, 25 (OH) vitamin D effect on platelet function were assessed in patients with stage 3-4 and 5D chronic kidney disase. 47 patients with stage 3-4 CKD, 35 patients with stage 5D CKD and a healthy control group of 36 people were included in the study. Platelet aggregation and activation (p-selectin) tests were performed to assess platelet function. Groups are classified as normal and low vitamin D levels. Having a level of 20 ng/mL or lower of vitamin D is considered low. Patients with low levels of vitamin D and control groups were given an oral dose of 50.000 IU of vitamin D once per week for 8 weeks. When 25 (OH) D3 levels low groups were compared before and after replacement therapy, was observed that decrease in collagen – induced platelet aggregation in all groups and only stages 3-4 CKD and CKD stage 5D groups were statistically significant (p<0,05). Although there is a decrease in s-p selectin values in all three groups after replacement therapy, statistical significance was observed only in the control group (p<0,05) As a result of chronic kidney disease, 25 (OH) D3 levels are lower, vitamin D deficiency can predispose to thrombosis by increasing platelet aggregation and activation, has been shown to improve these parameters with vitamin D replacement. We think that vitamin D suplementation might be useful to reduce cardiovascular mortality related thrombotic events (inflammation and endothelial damage), but nevertheless we need longer and larger studies to support it.
tur
25(OH)D3(Kolekalsiferol)
Kronik Böbrek Hastalığı
Trombosit Agregasyon
sP-selektin
Vitamin D
Chronic Kidney Disease
Platelet Aggregation and P-selectin
Kronik böbrek hastalığında D vitamininin trombosit fonksiyonları üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/593
2016-08-09T00:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Kıvanç, Banu Kara
2016-08-08T09:21:58Z
2016-08-08T09:21:58Z
2015
Kıvanç Kara B. Behçet Hastalığında Trombosit Aktivasyonu ve Endotel Hasarının Cinslere Göre Eş Zamanlı Değerlendirimi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/593
Behçet hastalığı (BH), trombozlarla seyreden nedeni tam olarak
bilinmeyen vaskülitik bir hastalıktır. Damar tutulumu en sık genç erkeklerde
görülmekte olup, mortalite ve morbiditeden sorumludur. Behçet hastalarındaki
cinslere göre bu farklılığı Rotasyonel Tromboelastografi (ROTEM) ile araştırmayı
amaçladık. Tromboz eğiliminin trombosit lökosit kompleksleri, aktive trombositler,
endotel hasarı ilişkisini eş zamanlı değerlendirdik. Çalışmaya uluslararası
sınıflandırma ölçütlerini karşılayan 126 Behçet hastası (K: 55, E: 71; yaş ort: 41± 9
yıl), 23 Behçet dışı vasküliti (BDV) olan olgu (K: 16, E: 7; yaş ort: 49±16 yıl), 8
vaskülit dışı nedenlerle trombüs gelişmiş (VDT) hasta (K: 3, E: 5; yaş ort: 55±12
yıl) ve 25 sağlıklı birey (SB) (K:11, E:14; yaş ort: 37,5 yıl) toplam 182 kişi alındı.
Behçet hastaları arasında damar tutulumu, cinsiyet ve aktiviteye göre farklı alt gruplar
oluşturuldu. Endotel hasarı von Willebrand antijeni (vWF Ag) ile değerlendirildi.
Trombosit lökosit etkileşimleri (TLA, TMA, TNA) ve trombosit aktivasyonu (P62)
flowsitometrik yöntemle, Koagülasyon eğilimi ROTEM ile değerlendirildi. BH
grubunda, P62, TLA, TMA, TNA değerleri açısından istatistiksel farklılıklar
gözlenmedi. BDV grubunun TMA değeri hem BH grubundan (p=0,011) hem de
SB’lerden (p=0,046) yüksekti. vWF Ag düzeyi, erkek BH’larında kadın olanlara
göre, aktif BH’larında inaktif olanlara göre daha yüksekti (p<0.003, p<0.01).
ROTEM verileri incelendiğinde; BH’larında I-CFT, sağlıklı bireylere göre daha kısa
bulunurken (p<0.01), I-MCF artmıştı (p<0.02). Ancak aynı ilişki inaktif dönemdeki
kadın Behçet hastaları ile (n=33) sağlıklı kadın bireyler (n=11) arasında gözlenmedi.
Erkek Behçet hastaları nontrombotik ve inaktif dönemlerin de bile olsa hem kadın
Behçet hastalarına göre, hem de sağlıklı erkeklere göre pıhtılaşmaya daha
eğilimlidirler. Farklı damar tutulumlarının farklı mekanizmalarla ortaya çıkabileceği
düşünülebilir.
Behçet Disease (BD) is a vasculitic disease
of unknown etiology with thrombosis. Vessel involvement is observed frequently in
young males and it is responsible for of morbidity and mortality. We aimed at
researching this difference in Behçet’s disease patients according to gender with
Rotational Thromboelastography (ROTEM). We simultaneously investigated the
association of thrombosis tendency with thrombocyte-leukocyte complexes, active
platelets and endothelium damage. The study was carried out with 182 people
including 126 Behçet’s disease patients meeting the criteria of international
classification (F: 55, M: 71; average age: 41± 9 years), 23 non-Behçet vasculitis
(NBV) case (F: 16, M: 7; average age: 49±16 years), 8 patients who developed
thrombus for reasons rather than vasculitis (F: 3, M: 5; average age: 55±12 years)
and 25 healthy individuals (F: 11, M: 14; average age: 37.5 years). Endothelium
damage was assessed with vWF Ag. Thrombocyte-leucocyte interaction (TLA,
TMA, TNA) and thrombocyte activation (P62) were assessed with flowcytometric
method. In BD group, no statistical difference in terms of P62, TLA, TMA and TNA
values was observed. VWF Ag level was higher in male patients than females; in
active patients than inactive ones (p<0.003, p<0.01).ROTEM data were analysed, IMCF
raised (p<0.02) whereas I-CFT in Behçet’s disease patients was found shorter
than in healthy individuals (p<0.01). However, the same relation was not observed
female patients in inactive period and healthy individuals. Even in nonthrombotic
and inactive periods, male Behçet patients are more inclined to coagulation than both
female Behçet patients and healthy males. It can be thought that different vessel
involvements may come up with different mechanisms.
tur
Behçet Hastalığı
Cinsiyet
Tromboz
Behçet’s Disease
Gender
Thrombosis
Behçet hastalığında trombosit aktivasyonu ve endotel hasarının cinsiyete göre eş zamanlı değerlendirimi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/650
2016-10-06T00:00:48Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Türközü, T. Nur
2016-10-05T07:52:50Z
2016-10-05T07:52:50Z
2014
Türközü, T.N. ’40 yaş üzeri Tip 2 Diyabetus Mellituslu Hastalarda Ayak Bileği Kol İndeksinin Periferik Arter Hastalığını Saptamadaki Değeri ve Periferik Arter Hastalığının Diyabetin Kronik Komplikasyonları ile İlişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları A.D, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2014.
http://hdl.handle.net/11684/650
Periferik arter hastalığı(PAH); alt ekstremitelerde meydana gelen
kronik okluziv bir hastalıktır. PAH, aterosklerozun önemli bir işaretidir,
serebrovasküler ve kardiyovasküler hastalıklarda mortalite ve morbiditenin önemli bir
prediktörüdür. Tip 2 DM’li hastalarda en önemli ölüm nedeni kardiyovasküler
hastalıklar olduğu için, bu hastalarda kardiyovasküler mortalite ve morbiditenin
önemli bir prediktörü olan periferik arter hastalığını erken dönemde saptamak çok
önemlidir. Ayak bileği kol indeksi PAH saptamada basit ve ucuz bir yöntemdir. Bu
çalışmada Tip 2 DM’li hastalarda ayak bileği kol indeksini kullanarak PAH
prevalansını saptamak, alt ekstremite arteryel doppler ultrasonografi bulgularıyla
kıyaslamak ve tip 2 DM’nin kronik komplikasyonları ile PAH arasındaki ilişkileri
ortaya koymak amaçlanmıştır. Çalışmamıza 40 yaş üzeri 111 tip 2 DM hastası alındı.
PAH prevalansı, %19,8 olarak bulundu. Dorsalis pedis arter palpasyonu periferik arter
hastalığını saptamada önemli bir fizik muayene unsuru olarak bulundu. AHA ve
TASC2 klavuzlarında yer alan ABİ hesaplama yöntemi yerine dorsalis pedis veya
tibialis posterior arter sistolik kan basınçlarından düşük olanını brakiyel arter
basınçlarından yüksek olanına bölerek hesaplanan yöntem ile PAH prevalansı
arasında klavuzlarda yer alan hesaplama yöntemiyle bulunan ABİ’ya göre daha güçlü
bir ilişki saptandı. Alt ekstremite arteryel doppler ile tanısı konmuş PAH ile yaş, DM
süresi, VKİ, KAH, SVO, GFR, albuminüri, ürik asit ve homositein seviyeleri, insülin
direnci, diyabetik retinopati ve vibrasyon testi arasında anlamlı bir ilişki bulundu.
Ayak bileği kol indeksi PAH tanısını koymada güvenilir bir yöntem olarak bulundu.
The value of
ankle-brachial index in the patients above 40 years old with Type 2 Diabetes Mellitus
on the Diagnosis of Peripheral Artery Disease and the Association between Peripheral
Artery Disease and Chronic Diabetes complications. Peripheral Artery Disease(PAD);
is a chronic occlusive disease in lower extremities. PAD is an important sign of
atherosclerosis, and an important predictor of mortality and morbidity during the
cerebrovascular and cardiovascular diseases. Since the cardiovascular diseases are the
most important cause of death in type 2 DM patients, diagnosing the mortality and
morbidity predictor PAD in the early period is very important. The ankle-brachial
index is an easy and cheap method to diagnose PAD. In this study, we aim to identify
PAD prevalence by measuring ankle-arm index in type 2 DM patients, by compare
with arterial doppler ultrasonography findings of lower extremity and to identify the
association between chronic complications of type 2 DM and PAD. 111 type 2 DM
patients above 40 years old were included in our study. The PAD prevalence was
found to be 19,8%. Dorsalis pedis artery palpation was found to be an important
physical exam finding to diagnose PAD. Instead of ABI calculation in the AHA and
TASC2 guidelines, there was a stronger correlation between PAD prevalence and the
method of dividing the lower systolic blood pressure of dorsalis pedis or tibialis
posterior artery by the higher systolic blood pressure of brachial artery. A significant
association was found between PAD diagnosed with lower extremity arterial doppler
and age, DM duration, body mass index, coronary artery disease, cerebrovascular
disease, GFR, albuminuria, uric acid and homocystein levels, insülin resistance,
diabetic rethinopaty and vibration test. The ankle-brachial index was found to be a
reliable method to diagnose PAD.
tur
Periferik Arter Hastalığı
Tip 2 Diyabetus Mellitus
Ayak Bileği
Kol İndeksi
Peripheral Artery Disease
Type 2 Diabetes Mellitus
Ankle-Brachial
40 yaş üzeri tip 2 diyabetus mellituslu hastalarda ayak bileği kol endeksinin periferik arter hastalığını saptamadaki değeri ve periferik arter hastalığının diyabetin kronik komplikasyonları ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/660
2016-10-21T00:00:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Gelen, Arzu Kılıç
2016-10-20T07:53:11Z
2016-10-20T07:53:11Z
2014
Gelen Kılıç, A. Mide, rektum ve kolon kanserinde PET-BT’nin ve tümör belirteçlerinin prognostik önemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi. Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/660
Kolorektal kanserlerde birçok biyolojik, genetipk, moleküler ve doku kaynaklı prognostik faktörler mevcuttur. Bu çalışmada, mide ve kolorektal kanser (KRK) hastalarında prognostik faktörleri değerlendirmeyi amaçladık. Ayrıca tümördeki ve/veya metastatik organdaki SUVmax değeri ve tümör belirteçleri ile yaşam süreleri arasındaki ilişki ve tümördeki SUVmax değerinin histolojik ve klinik bulgularla ilişkisini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2000-Ocak 2014 tarihleri arasında kolonoskopik ve endoskopik biyopsi ile kanıtlanmış kolorektal ve mide kanser tanısı olan, PET/BT‟leri çekilmiĢ ve tümör belirteçleri bakılmış 214 hastanın klinik, patolojik ve demografik verileri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Hastaların 81‟i kadın, 133‟ü erkekti. 214 hastanın 205‟i kolorektal kanser; 9‟u mide kanseriydi. Kolorektal kanserli hastaların yaş ortalaması 60.6; mide kanserli hastaların yaĢ ortalaması 62.1 idi. Kolorektal kanser tanılı hastalarda ortalama HSK süresi 40.1 ay, ortalama GSK süresi 105.8 ay idi. Mide kanser tanılı hastalarda ise ortalama HSK süresi 4 ay, ortalama GSK süresi 19.8 ay idi. Kolorektal kanserde yaş ≥ 55 olması, lenfatik invazyon varlığı, metastatik lenf nodu sayısı, metastaz yeri, cerrahi sınır pozitifliği, tanı anında ve tedavi sonrası CA19-9 yüksekliğinin GSK süresini anlamlı şekilde etkilediğini bulduk. Kolorektal kanserde PET/BT ile yapılan evrelemede kemik ve lenf nodunda SUVmax değeri ≥ 5 olanlarda anlamlı şekilde GSK süresini daha kısa bulduk. Diğer metastatik organlardaki SUVmax değerleri ile yaşam süreleri arasında anlamlı ilişki saptamadık. Tanı anındaki CEA ve CA19-9 düzeyleri ile tümördeki SUVmax değerleri arasında pozitif korelasyon saptadık ancak anlamlı düzeyde değildi. Sonuç: Kolorektal kanserli hastaların tedavi yanıtını değerlendirmede anatomik yanıt henüz oluşmadan metabolik yanıtın değerlendirilebilmesi ve uzak metastazların tespit edilebilmesi nedeniyle PET/BT‟nin kullanılması prognozu belirlemede doğru bir yaklaşım olacaktır.
There are many biological, genetic, molecular, and tissue derived prognostic factors for colorectal cancers (CRCs). In this study we aimed to evaluate the prognostic factors in patients with gastric and CRCs. And also we aimed to investigate the correliation between SUVmax value in primary tumor site or metastatic region and tumor markers with disease survey, and we also studied the relationship between the SUVmax value of primary tumor and its histological or clinical findings. Material Method: 114 patients that proved to have colorectal and gastric cancer by endoscopic or colonoscopic biopsy between January 2000 and January 2014, clinical, pathological and demographic features rectospectively invastigated. Findings: 81 of patients were women and 133 were men. 205 of 214 patients were CRCs, 9 patients were gastric cancers. Mean age of the colorectal cancer patients was 60.6, mean age of the gastric cancer patients was 62.1. In the cases with colorectal cancer mean disease free survıval was 40.1 months, mean overall survıval was 105.8 months. In the cases with gastric cancer mean disease free survıval was 4 months, mean overall survıval was 19.8 months. In this study we found that CRC patients overall survival was significantly effected by age ≥ 55 years, presence of lymphatic invasion, number of metastatic lymph nodes, site of metastasis, positive surgical margin, elevated CA 19-9 levels at the time of diagnosis and after treatment. Survival was significiantly shorter at the patients that; bone and lymph node is SUVmax value ≥ 5 in staging of colorectal cancer with PET/CT. There was no significiant relationship between other metatstatic focus SUVmax value and survival time. We found positive correlation between the level of CEA and CA19-9 at the time of diagnosis and tumor SUVmax level but this finding was not statistically significiant. Conclusion: Usage of PET/CT would be an appropriate approach to determine prognosis in patients with colorectal cancer for treatment response since it allows the evaluation of metabolic response before the development of anatomic response and also allows the detection of distant metastasis.
tur
Kolorektal Kanser
Mide Kanseri
SUVmax
PET/BT
CEA
Colorectal Cancer
Gastric Cancer
PET/CT
Mide, rektum ve kolon kanserinde tümör belirteçlerinin ve pet-bt’nin prognostik önemi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/661
2016-10-21T00:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Tokmak, Salih
2016-10-20T07:53:16Z
2016-10-20T07:53:16Z
2014
Tokmak, S. ‘Kronik Karaciğer Parankim Hastalığı Olan Olgularda Gaitada Calprotectin ile Hastalığın Evresi ve Komplkasyonlarla İlişkisinin Araştırılması’ Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/661
Calprotectin vücuttaki hemen hemen tüm dokularda bulunan sitoplazmik bir proteindir. Pek çok yangısal olayda üretimi artmaktadır. Sirozlu hastalarda, hastalığın seyrinde görülen komplikasyonların intestinal inflamasyondan kaynaklandığı bilinmektedir. Bu enflamasyona bağlı olarak calprotectin salınımının artacağı hipoteziyle bazı çalışmalarda, sirozda fekal calprotectin seviyeleri ölçülmüştür. Biz de bu vaka kontrollü, prospektif çalışmada kronik karaciğer parankim hastalığı olan olgularda gaitada calprotectin ile hastalığın evresi ve komplikasyonlarla ilişkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya 60 adet hasta ve 12 adet kontrol vakası dahil ettik. Fekal calprotectin düzeylerini, hasta grubu içindeki alt grupların fekal calprotectin düzeylerini ve fekal calprotectin düzeyleri ile sistemik inflamasyon belirteçleri arasında ilişki olup-olmadığını araştırdık. Hasta grubunda calprotectin medyan düzeyi 168.75μg/g (73.12-315.62μg/g) kontrol grubu calprotectin düzeyi 9.75μg/g (6.75-13.75μg/g) olarak belirlendi. Hasta grubunda, alt gruplar arası calprotectin düzeylerinde, istatistiki açıdan anlamlı fark bulundu (p=0.039). Child-Pugh Evre-A grubu ile spontan bakteriyel peritonit grubu arasında calprotectin değerleri arasında belirgin istatistiki farklılık saptandı (p=0.016). Child-Pugh Evre-A, Evre-C ve hepatik ensefalopati alt grupları arası calprotectin değerlerinde rakamsal olarak artış olduğu görüldü ama istatistiki olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.005). Calprotectin ile ESR (p<0.001,r=0.439) ve CRP (p=0.001,r=0.403) arasında pozitif ilişki bulundu, WBC ile anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.645,r=0.061). Sonuç olarak fekal calprotectin, hastalık evresi ilerledikçe rakamsal olarak artış göstermektedir ancak istatistiki olarak anlamlı fark göstermemektedir. Hepatik ensefalopatili hastalarda, diğer hasta gruplarına kıyasla, belirgin artış göstermemektedir. Spontan bakteryel peritonitli hastalarda, spontan bakteryel peritoniti olmayan hastalara kıyasla belirgin farklılık göstermektedir. Sistemik inflamasyon belirteçlerinden CRP ve ESR ile ilişkili, WBC ile ilişkisiz bulunmuştur.
Calprotectin is a cytoplasmic protein, resides in almost every tissue in body. It increases in various inflammatory conditions. In cirrhotic patients, some of the complications happens because of intestinal inflammation. According to these, a number of researches have performed with fecal calprotectin increase in chronic parenchymal liver disease hypothesis. In this case-controlled, prospective study, we aimed to research fecal calprotectin’s releationship with disease stage and complications in patitents with chronic parenchymal liver disease. 60 patients and 12 controls were included. We compared fecal calprotectin levels between patients and controls, between patient subgroups and we investigated the relationship between fecal calprotectin and systemic inflammation markers. Patient group’s median calprotectin values were: 168.75μg/g (73.12-315.62μg/g) and control group’s median values were 9.75μg/g (6.75-13.75μg/g). There was statistical differance between patient subgroups (p=0.039). There was significant statistical difference between Child-Pugh Class-A subgroup and spontaneous bacterial peritonitis group (p=0.016). Fecal calprotectin levels were different between Child-Pugh Class-B, Class C and hepatic encephalopathy subgroups but there were no statistical difference (p>0.005). There was a positive relationship between fecal calprotectin levels with ESR (p<0.001,r=0.439) and CRP (p=0.001,r=0.403). No statistical relationship found between fecal calprotectin levels and WBC (p=0.645,r=0.061). In conclusion, fecal calprotectin levels inceases as the disease progress but shows no statistical difference. No statistical difference found between hepatic encephalopathy group and other patient subgroups. We found significant difference between spontaneous bacterial peritonitis group and other patient groups. We found significant relationship between fecal calprotectin with ESR and CRP but no statistical difference between fecal calprotectin and WBC.
tur
Calprotectin
Kronik Karaciğer Parankim Hastalığı
Komplikasyonlar
Calprotectin
Chronic Parenchymal Liver Disease
Complications
Kronik karaciğer parankim hastalığı olan olgularda gaitada calprotectin ile hastalığın evresi ve komplikasyonlarla ilişkisinin araştırılması
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/919
2017-01-17T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Gönüllü, Emel
2017-01-16T08:16:12Z
2017-01-16T08:16:12Z
2013
Gönüllü, E. Böbrek taşı olan ankilozan spondilitli hastalarda taşa yol açabilecek risk faktörlerinin seri incelemesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/919
Ankilozan spondilit (AS) aksiyel iskelet, entezis bölgeleri ve periferik eklemleri etkileyen kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Ankilozan spondilitin en önemli özelliği radyografik sakroileit ve spondilit ile ilişkili inflamatuvar tipte bel ağrısıdır. Ankilozan spondilitli hastalarda böbrek taşı prevalansının artmış olduğu bulunmuştur. Böbrek taşı oluşumunun metabolik değişikliklerden etkilendiği düşünülmektedir. Daha önce, merkezimizde metabolik değişikliklerin araştırıldığı kesitsel bir çalışma yapılmıştır. Kesitsel araştırmaların neden sonuç ilişkisi kurmada olumsuzluk yarattığı bilinmektedir. Bu yüzden seri değerlendirmelerle AS’lilerde renal taş oluşumunda metabolik faktörlerin rolünü test ettik. Bizim bu çalışmadaki amacımız, metabolik değişikliklerin belli aralıklarla izlenmesinin kesitsel araştırılmayla elde edilen tek değerlendirme sonuçlarına göre daha anlamlı sonuç verip vermeyeceğini test etmektir. Araştırmada böbrek taşı olan 30 AS’li hasta, böbrek taşı olmayan 30 AS’li hasta ve 20 sağlıklı kontrol çalışmaya alındı. Hastalar 1984 Modifiye New York kriterlerini karşılamaktaydı. Hastalık aktivitesi ve fonksiyonel kayıp ölçümleri için Bath Ankilozan Spondilit Aktivite İndeksi ve Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi kullanıldı. Böbrek ultrasonografisi ve kemik mineral dansitometrisi yapıldı. Serum kalsiyum, fosfor, paratiroid hormonu, magnezyum, immunglobulin A,idrar pH, 24 saatlik idrarda kalsiyum ve fosfat atılımı ölçüldü. Kan ve idrar örneklerinin incelenmesi aylık periyotlarla tekrarlandı. Çalışma sonunda, AS’li hastalarda böbrek taşını öngörmede, hastalığın süresi, aile öyküsünün varlığı, spinal mobilite ölçümlerinin kısıtlılığı, uzun süre NSAİİ kullanımı ihtiyacının olması, yüksek kan IgA düzeyleri, 24 saatlik idrarda kalsiyum ve fosfor atılımlarının yüksek olmasının yol gösterici olabileceği sonucuna varıldı.
Ankylosing spondylitis (AS), is a chronic inflammatory disease that affects the axial skeleton, the entheses and the peripheral joints. The hallmark of AS is inflammatory back pain associated with radiographic sacroiliitis and spondylitis. Renal stone prevalence was found to increase in AS patients. It’s thought that urinary stone formation can be affected by metabolic changes. A cross-sectional study for investigating the metabolic changes were done formerly in our center. Cross-sectional studies have been known to create problems for constructing a causation. For this reason, we tested the role of metabolic factors for the formation of renal stones in patients with ankylosing spondylitis In this study, our aim is to find out if there is a significance when the records of metabolic changes are repeated with certain intervals against one measurement. Thirty AS patients with renal stone, 30 AS patients without renal stone and 20 healthy control individuals were enrolled for the study. All the patients were fullfilled the 1984 Modified Newyork Criteria. Physical examination and metrological indexes were applied. Bath Ankylosing Spondylitis Activity Index and Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index were used to evaluate the activity and functional loss of the disease. Renal ultrasonography, bone mineral dansitometry changes were recorded. Blood samples for serum calcium, phosphate, parathyroid hormone, magnesium, immunoglobulin A and urine pH, twenty-four hour urinary calcium and phosphate were obtained. The blood and the urine samples were repeated monthly for the study. We concluded that the duration of the disease, family history, limited spinal mobility, the period of NSAID use, the level of IgA, 24 hour excretion of urinary calcium and phosphorus may predict the renal stone among AS patients, at the end of the study .
tur
Ankilozan Spondilit
Böbrek Taşı
Kesitsel
Ankylosing Spondylitis
Renal Stone
Cross-sectional
Böbrek taşı olan ankilozan spondilitli hastalarda taşa yol açabilecek risk faktörlerinin seri incelemesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/891
2017-01-11T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Karagüll, Mustafa
2017-01-10T06:52:10Z
2017-01-10T06:52:10Z
2014
Karagülle, M. Anemi Ayırıcı Tanısında Yeni Eritrosit Parametrelerinin Kullanımı . Eskişehir Osmangazi Ünivresitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir-2014.
http://hdl.handle.net/11684/891
Aneminin ayırıcı tanısında bazı biyokimyasal göstergelere;
eritrosit parametreleri, ferritin, transferin saturasyonu(TSAT), transferin, transferrin reseptörü
serum demiri, total demir bağlama kapasitesine dayanmaktadır. Son yıllarda ayırıcı tanıda
kullanılan konvansiyonel parametrelerin zayıf veya göreceli olduğunu belirten yayınlar
mevcut olup, ayırıcı tanı için tanısal tetkiklere RSf, LHD, MAF, Transferrin/ Log Ferritin gibi
daha hassas laboratuar parametrelerinin eklenmesi önerilmektedir. Çalışmamızda aneminin
ayırıcı tanısında bu parametrelerin değerlendirilmesi amaçlandı. Bu çalışma Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ġç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı
polikliniğinde planlandı. DEA‟ si (serum hemoglobin değeri <12 gr/dl, TSAT<%20, ve serum
ferritin düzeyi<20 ng/ ml) olan 136 hasta, KHA‟ si (serum hemoglobin değeri < 12 gr/dl,
TSAT>%20 ve serum ferritin düzeyi>50 ng/ ml) olan 50 hasta, kronik böbrek yetmezliği
(KBY) olup anemisi olan 56 hasta, beta talasemisi olan 34 hasta ve 166 sağlıklı kontrol dahil
edildi. Parametreler; RSf= √(MRV X MCV), MAF={(Hgb X MCV)/100} ve LHD= 100 X
√1-{1/(1 + e 1.8 (30-MCHC))} formülleriyle hesaplandı. RSf ve MAF değerleri; DEA ve talasemili
olgularda KHA ve KBY olan olgulara göre daha düşüktü (p<0,001). LHD ve transferrin/ log
ferritin değerleri DEA‟li olgularda KHA ve KBY olan olgulara göre anlamlı derecede yüksek
(p<0,001) idi. RSf, MAF, LHD ve T/LF değerleri açısından gruplar arasındaki farklar
istatistiksel olarak anlamlıydı. RSf ve MAF değerleri ile hematokrit, MCV, MCH, MCHC,
demir, transferrin saturasyonu ve ferritin düzeyleri arasında pozitif korelasyon (P<0,001),
serum total demir bağlama kapasitesi ve transferrin düzeyi arasında negatif korelasyon
(P<0,001) saptandı. LHD ve transferrin/ log ferritin değerleri ile hematokrit, MCV, MCH,
MCHC, demir, transferrin saturasyonu ve ferritin düzeyleri arasında negatif korelasyon
(P<0,001), serum total demir bağlama kapasitesi ve transferrin düzeyi arasında pozitif
korelasyon (P<0,001) saptandı. Anemilerin ayırıcı tanısında kullanılan güncel parametrelerin
yorumunda bazen güçlükler olabilmektedir. Çalışmamızda, anemilerin ayırıcı tanısında yeni
eritrosit parametrelerinin konvansiyonel parametrelere alternatif olarak güvenle
kullanılabileceği tespit edilmiştir.
The differential
diagnosis of anemia is based on some biochemical indicators of iron metabolism; parameters
of erythrocytes, ferritin, transferrin saturation, transferrin, serum iron and total iron binding
capacity. In recent years, since there are some studies reporting that these conventional
parameters are weak or relative, more sensitive tests including RSf, LHD, MAF and
Transferrin/ Log Ferritin are recommended to be included in the differential diagnosis of
anemias. In our study, we aimed to evaluate these parameteres in the differential diagnosis of
anemia. The study was conducted at EskiĢehir Osmangazi University, Faculty of Medicine,
Department of Hematology. After obtaining the approval of the Ethics Committee and
informed consent, 136 patients with iron deficiency anemia(IDA) ( serum hemoglobin <12
gr/dl, TSAT <20% and serum ferritin <20 ng/ml), 50 patients with anemia of chronic disease
(ACD) (serum hemoglobin <12gr/dl, TSAT >20% and serum ferritin >50ng/ml), 34 patients
with beta thalassemia , 56 patients with anemia of chronic kidney disease (CKD) and 166
patients with healthy controls were included. Parameters were calculated with the following
formulations; RSf= √(MRV X MCV), MAF={(Hgb X MCV)/100} and LHD= 100 X √1-
{1/(1 + e 1.8 (30-MCHC)). RSf and MAF levels were lower in patienst with iron deficiency anemia
and beta thalassemia compared to patients with anemia of chronic disease and anemia of
CKD. LHD and Transferrin / Logaritmic ferritin were markedly higher in patients with IDA
when compared to patients with ACD and CKD. RSf and MAF showed a significant positive
correlation with hematocrite, MCV, MCH, MCHC, serum ıron, transferrin saturation, serum
ferritin levels and a negative correlation with transferrin and total iron binding capacity. As
well as, LHD and T/LF showed a significant negative correlation with hematocrit, MCV,
MCH, MCHC, serum ıron, transferrin saturation, serum ferritin levels and a positive
correlation with transferrin and total iron binding capacity. Parameters used in routine
differential diagnosis of anemia , as well as the current need for more sensitive and robust
indicators available. In our study, we showed that new erythrocyte parameters can be
confidentially used in the differential diagnosis of anemia alternatively to conventional
parameters.
tur
Anemi
Demir Eksikliği
Eritrosit Parametreleri
Anemia
Iron Deficiency
Erythrocyte Parameter
Anemi ayırıcı tanısında yeni eritrosit parametrelerinin kullanımı
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/974
2017-01-28T01:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yılmaz, Burcu
2017-01-27T13:15:35Z
2017-01-27T13:15:35Z
2013
Burcu, Y. Adrenal insidentalomalı hastalarda kardiyovasküler ve metabolik risk etkenleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları A.D. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/974
Ateroskleroz patogenezinde inflamatuar
belirteçlerin rol oynadığı sistemik bir hastalıktır ve kronik ilerleyici bir süreçtir. Nonfonksiyonel
adrenal adenomun kardiyovasküler hastalık ve metabolik sendrom riskini
artırıp arttırmadığı ya da bu tip adrenal tümörlerin kardiyometabolik risk faktörleri
olan hastalarda daha sık görülüp görülmediğine dair veriler çelişkilidir. Çalışmamızda
non-fonksiyonel adrenal adenomun kardiyovasküler ve metabolik risk etkenlerini
artırıp artırmadığını belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza 40 yaş üstü non-fonksiyonel
adrenal adenomu olan 50 kişi alındı. Kontrol grubunu yaş ve cinsiyet olarak benzer,
VKİ 19-25 arasında olan 15 sağlıklı kontrol ve VKİ ≥30 olan 15 obez sağlıklı kontrol
oluşturdu. Adrenal insidentalomalı hastalarda kadın hâkimiyeti gözlendi ve hastalarda
yaş ortalaması, bel çevresi daha yüksek bulundu. Hastalarda sistolik TA daha yüksek
ölçüldü ve gece kortizolü ile sistolik TA ve fibrinojen arasında pozitif korelasyon
saptandı. Sedimentasyon hastalarda daha yüksek bulundu. Ateroskleroz erken belirteci
olan KİMK yaşla artış gösterdi ve hastalarda daha yüksek ölçüldü. Hastalarda KİMK
ile sistolik TA, LDL, sedimentasyon, fibrinojen ve homosistein arasında pozitif ilişki
saptandı. Elde edilen veriler non-fonksiyonel adrenal insidentalomalı hastalarda
ateroskleroza yatkınlığın arttığını gösterdi, bu duruma subklinik inflamasyon ve sinsi
kortizol otonomisinin neden olabileceği düşünüldü.
Atherosclerosis that inflammatory markers play a role in the
pathogenesis is a systemic disease and chronic progressive process. The data is
conflicting whether nonfunctional adrenal incidentaloma (NFA) increases the risk of
cardiovascular disease (CVD) and metabolic syndrome or whether this type of adrenal
tumors has been found more often in patients with cardio metabolic risk factors. In our
study we aimed to determine whether NFA increases cardiovascular and metabolic
risk factors. Our study enrolled 50 people over the age of 40 with NFA. Control group
consisted of 15 healthy controls with body mass index (BMI) 19-25 and 15 obese
control with BMI ≥30 who are similar in age and sex. Women’s dominance was
observed in patients with NFA and average age, waist circumference was found to be
higher in patients. Systolic blood pressure (SBP) was measured higher in patients and
midnight serum cortisol was positively correlated with SBP and fibrinogen.
Sedimentation was found to be higher in patients. Intima media thickness (IMT), an
early marker of atherosclerosis, increased with age and was measured higher in
patients. IMT was positively correlated with systolic blood pressure (SBP), lowdensity
lipoprotein (LDL), fibrinogen, sedimentation and homocysteine in patients.
The data obtained from this study showed increased susceptibility to atherosclerosis
in patients with NFA and this situation was thought to be caused by subclinical
inflammation and insidious cortisol autonomy.
tur
Non-fonksiyonel Adrenal İnsidentaloma
Ateroskleroz
Subklinik İnflamasyon
Kortizol Otonomisi
Nonfunctional Adrenal Incidentaloma
Atherosclerosis
Subclinical Inflammation
Cortisol Autonomy
Adrenal insidentalomalı hastalarda kardiyovasküler ve metabolik risk etkenleri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/977
2017-01-28T01:00:37Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Çeler, Özgen
2017-01-27T13:15:42Z
2017-01-27T13:15:42Z
2013
Çeler, Ö. Postmenopozal osteoporozlu hastalarda teriparatid tedavisinin endotel fonksiyonları üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/977
Osteoporoz(OP), kemik kitlesinde azalma ve buna bağlı olarak kemik dokunun daha
kırılgan hale gelmesiyle karakterize bir kemik hastalığıdır. Rekombinant insan
parathormonu PTH (1-34) (teriparatid, TPTD) OP tedavisinde kullanılan
osteoanabolizan ajanlardan biridir. Düşük dozlarda intermittan uygulanması, kemik
mineral yoğunluğunu arttırmaktadır.Endojen parathormonun(PTH), glukoz ve insülin
metabolizması üzerine diyabetojenik, kardiyovasküler sistem üzerinde ise
hipertansiyon ve sol ventrikül hipertrofisi gibi etkileri olduğu saptanmıştır.
Ateroskleroz damar duvarının kronik inflamatuvar reaksiyonudur. Ateroskleroz için,
homosistein, yüksek duyarlıklı C reaktif protein (hs-CRP), fibrinojen, lipoprotein a
bağımsız risk faktörleridir. Karotis intima-media kalınlığının ölçümü(KİMK), brakial
arter çapının akım aracılı(FMD) ve nitrogliserinle uyarılan(NID) dilatasyon sonrası
invaziv olmayan yöntemlerle ölçümü, erken ateroskleroz göstergelerini
değerlendirmemizi sağlar.Bu çalışmada amacımız, postmenopozal osteoporoz(PMO)
tanılı hastalarda kullanılan TPTD tedavisinin endotel fonksiyonları, insülin
metabolizması ve inflamasyon belirteçleri üzerine olan etkilerinin
değerlendirilmesidir. 23 PMO tanılı hastada TPTD tedavisi öncesi ve tedavi sonrası
6. ayda KİMK, FMD, NID, insülin direnci(HOMA-IR), hs-CRP, fibrinojen,
lipoprotein-a(lp-a), homosistein, kemik döngü belirteçlerinden osteokalsin(OK)(0-3-
6.ay), deoksipiridinyum(DPD)(0-3-6.ay) ölçümleri yapıldı. KİMK, lp-a, hs-CRP
ölçümleri arasında fark saptanmazken, tedavi sonrasında HOMA-IR, homosistein,
osteokalsin, deoksipiridinyum düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı.
OK ve DPD'in 3. ve 6. ay ölçümleri arasında fark saptanmadı. Tedavi sonrası 6. ayda
FMD ve NID yüzde değişimlerinde, tedavi öncesi döneme göre istatistiksel açıdan
anlamlı azalma olduğu saptandı. Çalışmamızda, TPTD'in endojen parathormon
artışında olduğu gibi, glukoz metabolizması üzerine olumsuz etkilerinin olduğu, NID
ve FMD yanıtını bozduğu, inflamasyon yanıtının artışına yol açtığı saptanmıştır.
Osteoporosis (OP) is a bone disease characterised by low bone
mass and deterioration of bone tissue leading to bone fragility. Recombinant human
parathormone, PTH (1-34) (teriparatide, TPTD) is an osteoanabolic agent which is
used for OP treatment. Low-dose intermittent usage increases the bone mineral
intensity. Endogenous parathormone (PTH) has diabetogenic effects on glucose and
insulin metabolism and causes hypertension and left ventricular hypertrophy.
Atherosclerosis is a chronic inflammatory reaction of the vascular wall.
Homocysteine, high-sensitivity C-reactive protein (hs-CRP), fibrinogen, lipoproteina
are independent risk factors for atherosclerosis. Non-invasive methods such as
carotid intima-media thickness (CIMT) measurement, brachial arterial flow mediated
(FMD) and nitroglycerine induced (NID) dilatation provide proper assessment of
early atherosclerosis signs. In the present study, we aimed to evaluate the effects of
TPTD treatment on endothelial functions, insulin metabolism and inflammation
markers in patients diagnosed with postmenopausal osteoporosis (PMO). CIMT,
FMD, NID, insulin resistance (HOMA-IR), hs-CRP, fibrinogen, lipoprotein-a (lp-a),
homocysteine (before and 6 months after treatment) and bone turnover markers
including osteocalcin (OC) (0-3-6th months), deoxypyridinium (DPD) (0-3-6th
months) were measured in 23 patients with PMO. No difference was found in CIMT,
lp-a, hs-CRP but there was a statistically significant increase in HOMA-IR,
homocysteine, OC and DPD levels after treatment. No difference was found in 3 and
6-month measurements of OC and DPD. There were statistically significant decrease
on the percent change of FMD and NID at 6 months after treatment compared to
before treatment. In our study, it was determined that TPTD excess as in the case of
endogenous parathormone, obliterates the NID and FMD responses, increases the
inflammation response and it has adverse effects on glucose metabolism.
tur
Teriparatid
Endotel Fonksiyonu
İnflamasyon
Postmenopozal osteoporozlu hastalarda teriparatid tedavisinin endotel fonksiyonları üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/955
2017-01-28T01:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Bekdemir, Filiz
2017-01-27T13:14:40Z
2017-01-27T13:14:40Z
2012
Bekdemir, F. Gluten enteropati tanısı ile takip edilen hastalarının klinik ve laboratuar özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2012.
http://hdl.handle.net/11684/955
Gluten sensitif enteropati, genetik duyarlılığı olan kişilerde glutenli tahıllar olan buğday, çavdar ve arpanın neden olduğu intestinal ve ekstraintestinal sistem belirtileri olan otoimmün özellikler taşıyan sistemik bir hastalıktır. Bu çalışmada Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalında tanı konulan ve takipte olan 69 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların başvuru şikayetleri, fizik muayene bulguları, laboratuar bulguları, kemik mineral dansitometre incelemeleri, diyet uyumları, diyet uyumunu etkileyen faktörler değerlendirildi. Hastalarımızın 48 tanesi kadın, 21 tanesi erkektir. Hastaların yaş ortalaması 35,6±11,4 ( yaş aralığı 19-81), hastaların ortalama tanı yaşı 29,6±13,1’dir. Major semptom diyare olup (%49,3), karın ağrısı (%18,8), kaşıntı (%4,3) diğer başvuru semptomlarıdır. Hastalık farklı laboratuar bulgularına yol açmakta olup en sık görülenler demir eksikliği anemisi (%63,8), folik asit eksikliği (%39,1), ALT yüksekliği (%11,6), hipokalsemi (%11,6) ve vit B12 eksikliği (%10,1)’dir. Bu çalışmada gluten sensitif enteropatiye otoimmün hastalık eşlik etme sıklığı %24,6 olarak bulundu. En sık otoimmün hastalıklar Tip 1 Diyabetes Mellitus (%5,7) ve otoimmün tiroid hastalığıdır (%7,2). Demir eksikliği anemisi (%60,9) ve osteoporoz (%37,5) en yaygın komorbit durumlardır. En yaygın histopatolojik bulgu intraepitelyal lenfositozdur (%92,3). Semptom başladıktan sonra ortalama tanı alma süresi 53,5±63,7 ay olarak saptandı. Hastaların 24 tanesinin (%34,8) diyet uyumu iyi iken, 38 tanesinin (%55) kısmi diyet uyumu olduğu saptandı. Sonuç olarak gluten sensitif enteropati semptom ve bulgu spektrumunun geniş olması, atipik bulgularla seyredebilmesi, herhangi bir yaşta tanı konabilmesi nedeniyle tüm hekimleri ilgilendiren bir hastalıktır. Tanı gecikmesi hastalığın prognozunu olumsuz etkilemekte olup, uygun semptomlarda doktorlar gluten sensitif enteropatiyi akla getirmelidir.
Gluten-sensitive enteropathy is a systemic disease which have autoimmune characteristics with intestinal and extraintestinal system indications caused by gluten containing grains such as wheat, rye and barley in people with genetic sensitivity. In this study, 69 patients who have diagnosed and have been following up in Osmangazi University, Faculty of Medicine, Department of Gastroenterology, have been analyzed retrospectively. Admission symptoms, physical examination symptoms, laboratory findings, bone mineral dansitometry examinations, diet adaptations of the patients and factors which effect the diet adaptations have been evaluated. Of all patıents, 48 are female and 21 are male. The average age of the patients is 35,6±11,4 (age range 19-81), average diagnosis age of the patients is 29,6±13,1. Major symptom is diarrhea (49,3%). Other presenting symptoms are abdominal pain (18,8%) and pruritus (4,3%). Disease causes different laboratory findings but most frequent findings are iron deficiency anemia (63,8%), folic acid deficiency (39,1%), elevated ALT (11,6%), hypocalcemia (11,6%) and vitamin B12 deficiency (10,1%). In the present study, autoimmune disease accompanied to gluten sensitivite enteropathy are 24.6% of the patients. Most frequent autoimmune diseases are Tip 1 Diabetes Mellitus (5,7%) and autoimmune thyroid disease (7,2%). Most frequent comorbid diseases are iron deficiency anemia (60,9%) and osteoporosis (37,5%). Most common histopathological finding is intraepithelial lymphocytosis (92,3%). Average time of diagnosis after beginning of the symptom has been determined as 53,5±63,7 months. It has been determined that diet adaptations of 24 patients (34,8%) are good and 38 patients (55%) have partially diet adaptation. As the symptoms and finding spectrum of gluten-sensitive enteropathy are broad and can progress with atypical findings and can be diagnosed in any age, it is a disease that concerns all physicians. Diagnosis delay affects prognosis of the disease negatively and physicians should think about sensitive enteropathy in matching symptoms.
tur
Gluten Sensitif Enteropati
Anemi
Osteopeni-osteoporoz
Glutensiz Diyet
Gluten-sensitive Enteropathy
Anemia
Osteopenia-osteoporosis
Gluten-free Diet
Gluten enteropati tanısı ile takip edilen hastaların laboratuvar ve klinik özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1062
2017-07-13T00:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Taştekin, Fatih
2017-07-12T05:26:18Z
2017-07-12T05:26:18Z
2016
Taştekin,F. Trombosit aferezinin donör koagülasyon sistemi üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1062
Aferez trombosit süspansiyonu; daha az lökosit içermesi, daha az sayıda donör gerektirdiğinden enfeksiyon riskinin az olması, havuzlama yapılmadığından bakteriyel kontaminasyon riskinin az olması, yeterli miktarda konsantre ürün elde edilmesi ve febril non-hemolitik transfüzyon reaksiyonlarını azaltmasıyla güvenli bir yöntemdir. Aferez donasyonu genel olarak güvenli bir işlem olarak kabul edilmekle birlikte işlemin koagülasyon,fibrinolizis ve trombosit aregasyonu üzerine etkileri net değildir. Ekstrakorporal dolaşımın olduğu hemodiyaliz ve açık kalp cerrahisinde olduğu gibi aferez donörlerinde de donör kanının yapay yüzeyler ile teması ve santrifüj sırasında eksternal kuvvetlere maruz kalması trombosit ve/veya lökositleri aktive edebilir. Çalışmamızda trombosit aferezi yapılan sağlıklı donörlerde işlem öncesi, işlemden hemen sonra, 1 gün sonra ve 1 hafta sonra olmak üzere trombosit-nötrofil, trombosit-monosit, trombosit-lenfosit agregat düzeyleri, trombosit aktivasyon göstergesi olarak CD62P (P-selektin) düzeyleri ve hemostatik sistemin aktivasyon göstergesi olarak protrombin fragman 1+2 düzeyleri çalışılarak aferez işleminin donörlerde ortaya çıkaracağı koagülasyon sistem değişikliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda trombosit-granülosit, trombosit-lenfosit ve trombosit-monosit agregat düzeylerinde trombosit aferezi sonrası azalmayı takiben 1. gün ile 1. hafta sonunda tekrar istatistiksel olarak anlamlı bir artış olması işlemin donörlerde prokoagulan bir duruma yol açtığını düşündürmektedir. Hemostatik aktivasyonun in vivo moleküler göstergesi olan protrombin fragman 1+2 ve trombosit aktivasyon göstergesi olan P-selektin düzeylerinde trombosit aferezi sonrasında azalma saptanmış, daha sonra ise artış olmakla birlikte bazal değere ulaşamamış ve istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Sonuç olarak, trombosit aferezi sonrası trombosit-granülosit, trombosit-lenfosit ve trombosit-monosit agregat düzeylerinde saptanan artış donörlerdeki hiperkagülabl durumu desteklemektedir.
Apheresis platelet suspension is safer compared to platelet suspension, due to containing less leukocyte, low risk of infection because of being taken from single donor, low risk of bacterial infection because of not being pooled, obtaining a sufficent amount of concantrated product and causing less febril nonhemolytic transfusion reaction. As plateletpheresis donation is commonly accepted as a safe procedure, the effect on the coagulation system, fibrinolysis and platelet aggregation is not known well. Similar to hemodialysis and open heart surgery procedure including extracorporeal blood flow, the contact of blood with artificial surfaces and also external forces during centrifugation may activate platelets and/or leukocytes. In our study we examined the effects of plateletpheresis on the coagulation system of donors, before, immediately after, 1 day after and 1 week after the process by evaluating the levels of platelet-lymphocyte, platelet-monocyte, platelet-neutrophil aggregates, CD62P ( P selectin) levels as thrombosis activation indicator and prothrombin fragment levels as the hemostatic system activation indicator. In our study, there was a reduction in the platelet-granulocyte, platelet-monocyte, platelet-lymphocyte aggregate levels after plateletpheresis, there was also a statistically significant increase on 1 day and 1 week later, suggesting that the process causes a procoagulant state in the donors. There was a reducion in the prothrombin fragment levels, as an in vivo moleculer indicator of the hemostatic activation and P-selectin levels, as a pletelet activation indicator, after plateletpheresis. Although there was an increase shown later, the values did not reach the basal levels and was not statistically significant. As a result the increase detected in the platelet-granulocyte, platelet-monocyte, platelet-lymphocyte aggregate levels after plateletpheresis support a hypercoagulable state in donors.
tur
Trombosit Aferez
Trombosit-nötrofil Agregat
P-selektin
Protrombin Fragman 1+2
Plateletpheresis
Platelet-neutrophil Aggregate
P-selectin
Prothrombin Fragment
Trombosit aferezinin donör koagülasyon sistemi üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1084
2017-08-22T00:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Bali, Nuray
2017-08-21T12:18:06Z
2017-08-21T12:18:06Z
2017
Bali, NB. Opere meme kanserli hastalarda cerrahi sınır yakınlığı/pozitifliği üzerine etkili klinik ve patolojik parametreler.Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1084
Meme kanseri dünyada kadınlar arasında en sık görülen malignitedir. Her yıl 1.2 milyondan fazlakadın meme kanseri tanısı almaktadır. Meme kanserli hastaların sağkalımı üzerine etkili pek çok klinikopatolojık parametre tanımlanmıştır. Tanımlanan prediktif ve prognostik faktörler sayesinde meme kanserinin etkin bir şekilde tedavisi mümkündür.Meme kanserinde yaşam süresini belirleyen en önemli klinikopatolojik faktörler arasında cerrahi sınır yakınlığı/pozitifliği yer almaktadır.Cerrahi sınır yakınlığı farklı çalışmalarda ‘‘invaziv tümörün insizyon hattına 1 mm, 2 mm veya 5 mm’den daha yakın olması’’ olarak tanımlanmış olup, lokal rekürrens üzerine en etkili parametrelerden biri olarak kabul edilmektedir. Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana bilim Dalı, Tıbbi Onkoloji bilim dalına başvuran opere 418 kadın hastanın dosyaları temin edilerekklinik ve patolojik verileri incelendi. Ortalama yaş 49.86 (24-82) idi. Hastaların 311 (%74.4)’ine modifiye radikal mastektomi, 107 (%25.6)’sine meme koruyucu cerrahi operasyonu uygulanmıştı. Olguların 376 (%90)’sında cerrahi sınırı negatif (>1mm) iken, 42(%10) hastada cerrahi sınırı yakınlığı (≤1mm) tespit edildi.Cerrahi sınır yakınlığı ile tanı anındaki yaş,tümör çapı, grade, duktal karsinoma in situ, lobüler karsinoma in situ ve menopoz varlığı gibi değişkenler arasında istatistiksel anlamlı bir farklılıktespit edilemedi. Sağkalım üzerine etkili parametreler incelendiğinde tümör çapı, lenf nodu tutulumu ve evrenin hem hastalıksız sağkalım hemdegenel sağkalım üzerine istatistiksel anlamlı birer parametre olduğu saptandı.Cerrahi sınır yakın olgular ise sınır negatif olgulara göre daha uzun sağkalım verilerine sahip olmalarına rağmen istatistiksel anlamlılık tespit edilemedi.
Breast cancer is the most common malignancy among women in the world. Every year more than 1.2 million women are diagnosed with breast cancer.There are many clinicopathological parameters identified on the survival of patients with breast cancer.Effective treatment of breast cancer is possible thanks to defined predictive and prognostic factors.The most important clinicopathologic factors determining the life span of breast cancer include surgical borderline / positivity.The surgical marginal proximity was defined as '' the invasive tumor was closer to the incision line than 1 mm, 2 mm or 5 mm '' in different studies,is considered to be one of the most effective parameters on local recurrence.In our study, clinical and pathological data of 418 female rıght breast cancer patients with Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Department of İnternal Medicine, Department of Medical Oncology, were obtained. Mean of dıagnosis age was 49.86 (24-82) year.Modified radical mastectomy was performed in 311 (74.4%) of the patients and 107 (25.6%) of the patients underwent breast conserving surgery.In 376 (90%) of the cases, surgical margin was negative (> 1 mm), while surgical margin (≤1 mm) was found in 42 (10%) patients.There was no statistically significant difference between the surgical borderline and the age at diagnosis, tumor diameter, grade, ductal carcinoma in situ, lobular carcinoma in situ and menopausal status.When the effective parameters on survival were examined, it was determined that tumor diameter, lymph node involvement and universe were statistically significant parameters on both disease free survival and general survival.Statistical significance could not be determined even though surgical margins had longer survival than borderline negative cases.
tur
Meme Kanseri
Cerrahi Sınır
Breast Cancer
Surgical Margin
Opere meme kanserli hastalarda cerrahi sınır yakınlığı / pozitifliği üzerine etkili klinik ve patolojik parametreler
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1100
2017-08-22T00:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Sipahi, Ertan
2017-08-21T12:18:47Z
2017-08-21T12:18:47Z
2017
Sipahi, E. İdiopatik hepatosplenomegali, sitopeni, sirozlu olgularda gaucher hastalığı sıklığı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1100
Gaucher hastalığı glukoserebrozidaz enziminin eksikliğine bağlı, doğuştan hücresel glikolipid geri dönüşümünün etkilendiği metabolik bir bozukluktur. Klinik pratikte hepatosplenomegali, transaminaz yüksekliği, kriptojenik siroz ve bisitopeni/pansitopeni ile başvuran hastaların etyolojisinin küçük bir kısmında metabolik hastalık yer almaktadır. Gaucher hastalığı da bunların en sık görülenidir. Çalışmamızda idiopatik hepatosplenomegali, sitopeni ve sirozu olan olgulardaki Gaucher hastalığı sıklığına bakılmıştır. 24 hastada (%21.6) glukoserebrosidaz enzim eksikliği saptanmıştır. Bu 24 hastanın 8’inde(%33.3) yapılan genetik analiz sonrası mutasyon saptanmış ve bu 8 hasta Gaucher hastalığı olarak kabul edilmiştir. Enzim düşüklüğü saptanan grupta istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla lökopeni ve trombositopeni saptanmıştır. Bu grupta daha fazla anemi görülmekle beraber bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Diğer klinik özellikler açısından iki grup arasında belirgin fark saptanamamıştır. Gaucher kabul edilen 8 hastadan 7’si imugluseraz tedavisi almış olup tedavi sonrası, karaciğer ve/veya dalak volümü, sitopeniler ve iskelet sistemi bulguları gibi parametrelerde belirgin düzelme sağlanmıştır. Sonuç olarak sebebi bilinmeyen hepatosplenomegali, sitopeni, siroz gibi tablolar ile polikliniklere gelen hastalarda, sık görülen diğer sebepler ekarte edildikten sonra Gaucher Hastalığı muhakkak akla gelmelidir. Basit bir enzim tayini veya mutasyon analizi ile tanı koymak mümkündür. Hastalığın ölümcül bulguları geri dönüşümsüz olduğu için, erken tanısı çok önemlidir. Bu grup hastalarda Gaucher hastalığı düşünülüp, enzim düzeyi veya mutasyon analizi istenmesi ile hem bu hastalara ait mortalite/morbiditede belirgin azalma sağlanacak, hem de bu hastalıkların komplikasyonlarının sebep olduğu maliyetler azaltılacaktır.
Gaucher disease is a rare disease caused by glucocerebrosidase enzyme deficiency, which leads to glicolipid accumulation disorder. In clinical practice metabolic diseases have little part in etiology of idiopathic hepatosplenomegaly, elavated liver enzymes, cirrhosis and cytopenia. Gaucher disease is the most common metabolic disorder. In our study 24 (%21.6) of 111 patients had glucocerebrosidase enzyme deficiency. 8 (%33.3) of these 24 patients had one of Gaucher disease gene mutations. In the group with enzyme deficiency, leukopenia and trombocytopenia were more common then the group with normal enzyme levels. This difference was statistically significant. Although anemia was more common in the group with enzyme deficiency but this difference was not statistically significant. 7 of the 8 patients, whom accepted as Gaucher Disease, was administered imuglucerase treatment. All patients had improvements at least one of; liver and/or spleen volume, cytopenia and skeletal system findings. As conclusion, in patients with idiopathic hepatosplenomegaly, cytopenia and cirrhosis, after excluding more common reasons, clinicians must consider Gaucher Disease as an etiologic reason. Gaucher disease can be diagnosed with an easy enzyme or genetic mutation analyze. Mortal complications of Gaucher Disease are generally irreversible. For this reason early diagnosis is very important. Clinicians must study enzyme levels or mutation analysis in early stages if there is Gaucher disease doubt. This will lead decrease in disease related mortality/morbidity and also decrease in financial costs caused by disease complications.
tur
Gaucher Hastalığı
Hepatosplenomegali
Sitopeni
Siroz
Gaucher Disease
Hepatosplenomegaly
Cytopenia
Cirrhosis
İdiopatik hepatosplenomegali, sitopeni, sirozlu olgularda gaucher hastalığı sıklığı
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1098
2017-08-22T00:00:10Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Davutoğlu, Nur Oğuz
2017-08-21T12:18:41Z
2017-08-21T12:18:41Z
2016
Davutoğlu, N. Akut myeloblastik lösemi tanılı hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognostik faktörlerin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1098
Akut myeloblastik lösemi (AML), kan veya kemik iliğinde myeloblast birikimine neden olan, agresif klonal myeloid bir neoplazidir. AML tanısı koymak için, mevcut Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) sınıflamasına göre kan veya kemik iliği (Kİ)’ndeki çekirdekli hücrelerin en az %20’sinin myeloblastlardan oluşması gerekir. Bu çalışmada, AML tanısı konulan ve takip edilen hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognoz üzerine etkili faktörlerin saptanması ve hastaların sonuçları ile literatür verilerini karşılaştırmak ve bölgesel farklılıkların belirlenmesi amaçlandı. Çalışmaya 2008-2015 tarihleri arasında ESOGÜTF İç Hastalıkları Anabilim Dalına bağlı Hematoloji Bilim Dalında, DSÖ 2008 akut lösemi tanı kriterlerine göre tanısı konulmuş, "7+3" remisyon indüksiyon kemoterapisi alan, altmış beş yaş altı 100 hasta alındı. Olguların 52 (%52)’si erkek, 48 (%48)’i kadın olup, tanı sırasındaki yaş ortalamaları 49±11,4 (18-62) yıl idi. Median total sağkalım süresi 203,0±74,6 (0-1666) gün, hastalıksız sağkalım süresi 137,0±46,7 (0-1588) gün olarak saptandı. İndüksiyon kemoterapisine yanıt oranları; %53 (n=53) tam yanıt, %16 (n=16) yanıtsız, %31 (n=31) oranında indüksiyon esnasında ölüm olarak bulundu. İndüksiyon kemoterapisine tam yanıt alınan hastaların 15 (%28)’inde nüks gerçekleşti. 100 hastanın 20 (%20)’sine allojeneik kök hücre nakli yapıldı. Hastaların son durum analizinde %35 (n=35)’i remisyonda olup, %65 (n=65)’i ise kaybedilmiştir. İndüksiyon kemoterapisine tam yanıt verenler, Kİ biyopsisinde fibrozis olmayanlar, Kİ aspirasyonunda auer body varlığı saptananlar ve iyi sitogenetik risk sınıflamasında olan hastalarda total sağkalım süreleri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzun saptanmıştır (p<0,05). Hastalar lökosit sayısı <100,000/mm3 ve ≥100,000/mm3 olarak gruplara ayrıldığında, lökosit sayısı <100,000/mm3 olan hasta grubunda total sağkalım süresi istatistiksel olarak anlamlı derecede daha uzun saptanmıştır (p<0,05). Cinsiyet, LDH, fibrinojen sitogenetik risk sınıflaması, Kİ’nde fibrozis varlığı ve fungal enfeksiyon varlığı mortalite üzerine etkili faktörler olarak saptandı.
Acute myeloblastic leukemia (AML) is an aggressive clonal myeloid neoplasm that causes accumulation of myeloblasts in blood and bone marrow. For diagnosis of AML based on current WHO (World Health Organization) classification, myeloblasts constitutes at least 20% of white blood cells in blood or bone marrow (BM). Aims of this study were to determine clinically and laboratory characteristics and prognosis factors in AML diagnosed and followed-up patients; to compare patient outcomes and literature and to reveal regional differences. 100 patients( < 65 years) who diagnosed acute leukemia based on WHO diagnostic criteria (2008) and had "7 + 3" remission induction chemotherapy in Department of Internal Medicine, in ESOGUTF (Osmangazi University Faculty of Medicine) in 2008-2015 were included in this study, 52 patients (52%) were male and 48 (48%) were females; mean age at diagnosis was 49 ± 11.4 (18-62) years. The median overall survival time was 203.0 ± 74.6 (0-1666) days and disease-free survival time was 137.0 ± 46.7 (0-1588) days. Given response to induction therapy, complete response was 53% (n = 53), non-response was 16%(n = 16) and death during the induction was 31% (n = 31). 15 (28%) patients with complete response had experienced recurrence. Of 100 patients, 20 (20%) of 100 patients had allogeneic stem cell transplantation. At the end of the study analyses, 35% (n=35) of patients was in remission and 65% (n = 65) was dead. Overall survival was significantly long in patients who had complete response to induction chemotherapy, who had no fibrosis in BM, who had auer body in aspiration of BM and patients with good cytogenetic risk classification (p<0,05). Total survival was significantly high in patient group whose leukocyte count was <100,000 mm³ (p<0,05). Gender, LDH, fibrinogen cytogenetic risk classification, presence of fibrosis in BM and fungal infection was found to be effective factors on mortality.
tur
Akut Myeloblastik Lösemi
Prognostik Faktörler
Acute Myeloblastic Leukemia
Prognostic Factors
Akut myeloblastik lösemi tanılı hastaların klinik, laboratuvar özelliklerinin ve prognostik faktörlerin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1252
2018-01-10T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Kaya, Zeynep Irmak
2018-01-09T07:45:44Z
2018-01-09T07:45:44Z
2016
Irmak Kaya, Z. MEFV gen Mutasyonlarının Ankilozan Spondilit Hastalarındaki Sıklığı, Klinik ve Radyolojik Şiddetle İlişkisi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1252
Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF) ile ilişkili MEFV gen mutasyonlarının Behçet hastalığı, romatoid artrit (RA) ve sistemik inflamatuar hastalıklarda da sıklığının arttığı ve bazı klinik bulgularla ilişkili olduğu bildirilmiştir. Literatürde MEFV mutasyonlarının ankilozan spondilitte (AS) de arttığına dair çalışmalar bulunmaktadır. Bu araştırmada MEFV mutasyonlarının AS hastalarındaki sıklığı, klinik ve radyolojik şiddetle ilişkisi değerlendirildi. Kendisinde ya da 1. derece yakınlarında FMF öyküsü olmayan Modifiye New York kriterlerine göre tanı almış 129 AS hastası (erkek/kadın 85/44) seçildi. Hastalıklı kontrol grubu olarak 51 RA hastası ve sağlıklı kontrol (SK) grubu olarak 58 sağlıklı gönüllü alındı. AS hastalarının demografik özellikleri, klinik aktiviteleri değerlendirildi ve radyolojik hasar şiddeti Bath Ankilozan Spondilit Radyolojik Indeksi (BASRI) kullanılarak belirlendi. Alınan kan örneklerinin tümüne FMF Pyrosequencing Testi kullanılarak MEFV gen mutasyon analizi yapıldı. Ayrıca AS grubunda eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) ve C-reaktif protein (CRP) düzeyi çalışılarak hastalığın klinik şiddeti belirlenmeye çalışıldı. Klinik bulgular ve ESH, CRP değerleri ile MEFV taşıyıcılığı açısından farklılık saptanmadı(p>0,05). AS hastalarının 38’i (%29,5) MEFV mutasyonu taşıyıcısıydı. RA grubunda 51 hastanın 15’inin (%29,4) ve SK grubunda 58 kişinin 13’ünün (%22,4) MEFV mutasyonu pozitifti. AS ve RA grubunda SK’e göre MEFV taşıyıcılığı sayısal olarak yüksek olmasına karşın istatistiksel olarak gruplar arası farklılık yoktu(p=0,582). Mutasyon varlığı ile radyolojik hasarın ilişkili olmadığı görüldü(p=0,78). Çalışmamızda AS hastalarında MEFV mutasyonu sıklığında artış saptanmamıştır. Daha önce MEFV mutasyonlarının varlığı hastalık şiddeti ile ilişkili olarak bildirilmesine rağmen, çalışmamızda AS hastalarında MEFV mutasyon varlığı ile klinik ve radyolojik şiddet arasında ilişki belirlenmemiştir.
An increase in Familial Mediterranien Fever (FMF) and gene mutations associated with MEFV has been reported also in some systemic inflamatory diseases such as Behcet's disease, rheumatoid arthritis (RA) and a relationship with some clinical findings has been observed. There are previous reports that show an increase of MEFV mutations also in ankylosing spondylitis (AS) in literature. In this study, frequency of MEFV mutations in patients with AS and their relations with clinical and radiological severities were investigated. A total of 129 patients (men/women 85/44) who were diagnosed AS according to Modified New York Criteria, whom or their first degree relatives had no FMF history, have been chosen. 51 patients diagnosed RA were determined as diseased control group and 58 healthy volunteers were determined ad healthy control group. Demographics, clinical activities and radiographic damage that assessed by using Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index (BASRI) were recorded. MEFV gene mutation resolved to those all taken of peripheral blood specimens by using FMF Pyrosequencing test. Additionally, disease severity was determined by measuring erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) levels in AS group. There was no significant difference between the clinical findings, ESR, CRP levels and MEFV cariers(p>0.05). In AS group, 38 (%29,5) patients were MEFV carriers. MEFV mutation was positive in 15 (%29,4) of 51 RA patients and 13 (%22,4) of 58 healthy volunteers. Although number of MEFV mutation carriers were high in AS and RA group than healthy control group, difference was not statistically significant between study groups(p=0,582). Presence of mutation was not associated with radiographic damage(p=0,78). Although presence of MEFV mutations were reported to correlate with disease severity in previous reports, we found no relationship between presence of MEFV mutation and clinical and radiographic severity in AS group of our study.
tur
Spondilit
Ankilozan
Ailesel Akdeniz Ateşi
Spondylitis
Ankylosing
Familial Mediterranean Fever
Mefv mutasyonlarının ankilozan spondilit hastalarındaki sıklığı, klinik ve radyolojik şiddetle ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1254
2018-01-10T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Ersoy, Mustafa
2018-01-09T07:45:49Z
2018-01-09T07:45:49Z
2016
Ersoy, M. Graves hastalığı aktivasyonuyla gelen hastalarda 25(OH) D düzeyleri ve inflamatuar belirteçler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1254
Vitamin D reseptörlerinin(VDR) birçok dokuda keşfi ile D
vitamininin kalsiyum homeostazı ve kemik metabolizması dışında da birçok
fonksiyonu olduğu gösterilmiştir. D vitamininin immün sistem üzerindeki
etkilerinden yola çıkarak Graves hastalığı patogenezinde D vitamininin rolü
olabileceği öne sürülmüştür. Bizim çalışmamızda D vitamini eksikliğinin
Graves hastalığı aktivasyonu ve otoimmun tiroid hastalığı oluşumundaki rolü
ve inflamatuar belirteçlerin ilişkisi gösterilmek istendi. Çalışmamıza 40 aktif
Graves hastası, 20 ötroid otoimmun tiroid hastası, 20 sağlıklı kişi olmak
üzere 80 kişi alındı. D vitamini düzeyi Graves ve otoimmun tiroid
hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı ölçüde düşük bulundu. D vitamini
düzeltilmiş kalsiyum, serum fosforu, idrar kalsiyum atılımı ile pozitif
korelasyon gösterirken alkalen fosfataz, parathormon, TRAb ve anti TPO ile
negatif korelasyon gösterdi. Oftalmopati olan hastalarda D vitamini düzeyi
oftalmopati olmayanlara göre anlamlı ölçüde düşük bulundu. Çalışmamızda
D vitamini eksikliğinin inflamasyon ve obezite ile de ilişkili olduğu gözlendi.
Sonuç olarak otoimmun tiroid hastalıkları ve tiroid oftalmopatisi
patogenezinde D vitamini eksikliğinin de rol oynayabileceği düşünüldü. D
vitamini eksikliğinin aktif Graves hastalarında inflamasyona yatkınlık
oluşturduğu da düşünüldü.
By the definition of vitamin D receptors(VDR) in many
tissues, many functions of vitamin D other than calcium homeostasis and
bone metabolism were shown. A role for vitamin D is suggested in the
pathogenesis of Graves disease because of the effects of vitamin D on the
immune system. In our study the role of vitamin D deficiency in the activation
of Graves disease and development of autoimmune thyroid disease and the
relationship between inflammatory markers were asked to shown. Our study
included 40 patients with active Graves disease, 20 patients with euthyroid
autoimmune thyroid disease, 20 healthy individuals and total 80 people.
Vitamin D levels were found significantly lower in Graves and autoimmune
thyroid disease patients from the control group. Vitamin D showed a positive
correlation with corrected calcium, serum phosphorus, urinary calcium
excretion and was negatively correlated with alkaline phosphatase,
parathyroid hormone, TRAb and anti TPO. Vitamin D levels of patients with
ophthalmopathy were significantly lower than the patients without
ophthalmopathy. In our study, we observed that vitamin D deficiency is also
associated with obesity and inflammation. As a result, we thought that
vitamin D deficiency can play a role in the pathogenesis of autoimmune
thyroid disease and thyroid ophthalmopathy. We also thought that vitamin D
deficiency predispose to inflammation in patients with active Graves.
tur
Vitamin D
Graves Hastalığı
İnflamatuar Belirteçler
Obezite
Oftalmopati
Graves Disease
İnflammatory Markers
Obesity
Ophthalmopathy
Graves hastalığı aktivasyonuyla gelen hastalarda 25(OH) D düzeyleri ve inflamatuar belirteçler
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1301
2018-02-09T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Aktaş, Abdulvahhap
2018-02-08T11:55:38Z
2018-02-08T11:55:38Z
2016
Aktaş, A. Ailevi Akdeniz Ateşi hastalarında homozigot ve heterozigot mutasyona sahip hasta oranları ve iki grup arasında klinik farklılıklar. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/1301
Çalışmanın amacı, Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) hastalarında genotip-fenotip ilişkisini değerlendirmek, hastalık şiddeti üzerinde mutasyonların rolünü ortaya koymak, eşlik eden inflamatuvar hastalık olup olmadığını ortaya koymaktır. Mutasyon saptanan 239 hastanın 79ʼunda (%33,1) homozigot mutasyon, 160ʼında (% 66,9) heterozigot veya birleşik heterozigot mutasyon saptandı. Homozigot mutasyona sahip hastalarda hastalık daha erken yaşta ortaya çıkmış (8.4 yıla karşı 13.6 yıl; p<0.001) ve tanı daha erken konmuştu (23.3 yıla karşı 28.6 yıl). Hafif ve orta hastalık şiddetine sahip hasta sayısı heterozigot ve birleşik heterozigot mutasyona sahip olanlarda daha yüksek iken (p<0.05, p<0.001), homozigot mutasyona sahip olanlarda şiddetli hastalığa sahip hasta sayısı daha fazlaydı (p<0.001). Homozigot mutasyonlularda, heterozigot+ birleşik heterozigot olanlara göre EBE görülme oranı daha yüksek iken (p<0.001) diğer klinik bulgular açısından fark bulunamadı. M694V mutasyonu taşıyanlar, diğer mutasyonu olan hastalara göre EBE ve artrit geliştirmeye daha eğilimlilerdi (p<0.001, p<0.05). Heterozigot ve birleşik heterozigot hastaların verilerini ikiye ayırarak homozigot grupla ayrı ayrı karşılaştırdık. Homozigot grupta hastalık diğer iki gruba göre daha erken başlamıştı ve tanı diğer iki gruba göre daha erken konmuştu. Şiddetli hastalığa sahip hasta sayısı homozigot grupta diğer iki gruba göre daha fazlaydı. Homozigot grupta hem amiloidoz hem de EBE daha sık görülmüştü. AS hasta sayısı M694V mutasyonu olanlarda diğer mutasyonlulara göre daha fazlaydı (21‘e karşı 2; p<0.01). Diğer hastalıklar açısından farklılık bulunamadı. Sonuç olarak, Homozigot mutasyona sahip olanlarda hastalık daha erken yaşta ortaya çıkmakta, şiddetli hastalığa sahip hasta sayısı daha çok olmakta ve amiloidoz daha sık görülmektedir.
The aim of this study is to evaluate the genotype-phenotype correlation, to reveal the role of mutations on the severity of the disease, and to determine the whether there is a concomitant inflammatory disease, in patients with (FMF). 79 of the 239 mutation detected patients(33.1%) were homozygous mutations, and 160 of the patients (66.9%) were heterozygous or compound heterozygous mutations. In patients with homozygous mutation the disease arose at an earlier age (8.4 years vs. 13.6 years; p<0.001), and were diagnosed earlier (23.3 years vs. 28.6 years). The number of patients with mild to moderate disease severity was higher in patients with heterozygous and compound heterozygous mutations (p<0.05, p<0.001), whereas the number of severe disease among suffering from FMF were higher in patients with homozygous mutations (p<0.001) . The ELE incidence was higher in patients with homozygous mutation when compared with heterozygous and compound heterozygous patients (p<0.001); there was no difference in terms of other clinical findings though. M694V mutation carriers were more prone to develop ELE and arthritis than the patients with other mutations (p <0.001, p <0.05). We seperated the data of heterozygous and compound heterozygous patients; and compared with the homozygous group individually. The disease in homozygous group had started and diagnosed earlier than the other two groups. The severe disease incidence was higher in homozygous group than the other two groups. Both amiloidosis and ELE were more likely to arise in homozygous group. There were more AS patients among M694V mutation carrying patients (21 vs. 2; p<0.01). There were no differences detected in terms of other diseases. In conclusion, among patients with homozygous mutation, the disease occurs earlier in age, the number of patients with severe disease gets higher, and amyloidosis is being seen more frequently.
tur
FMF
Gen Analizi
M694V Mutasyonu
Genotip Fenotip İlişkisi
Homozigot-heterozigot İlşikisi
Gene Analysis
M694V Mutation
Correlation of Genotype and Phenotype
The Relationship Between Homozygous-heterozygous Mutation
Ailevi akdeniz ateşi hastalarında homozigot ve heterozigot mutasyona sahip hasta oranları ve iki grup arasında klinik farklılıklar
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1306
2018-02-09T01:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Altınkaynak, Beytullah
2018-02-08T11:55:50Z
2018-02-08T11:55:50Z
2016
Altınkaynak, B. Diyabetik nefropatili hastalarda kolekalsiferol’ün (Vitamin D3) albüminüri üzerine etkisinin retrospektif olarak değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1306
D vitamininin olası pleotropik etkileri, nükleer VDR varlığının saptanması ile anlaşılmıştır. VDR sisteminin diyabetik nefropatiye bağlı proteinüride önemli fizyolojik etkilere sahip olduğu bulunmuştur. Çalışmamızda D vitamininin diyabetik nefropatili (evre 1-4 KBY) hastalarda albuminüri düzeyi ve kardiyak morfoloji üzerine etkisi değerlendirilmiştir. 25(OH) D3 düzeyi normal olan 25 diyabetik nefropatili hastanın verileri ile 25(OH) D3 düzeyi düşük (<20 ng/mL) olup, 3 ay boyunca haftalık 50.000 ünite D vitamini replasmanı yapılmış 51 diyabetik nefropatili hastanın replasman öncesi ve sonrası verileri kaydedildi. Vitamin D düzeyi normal olan grupta albuminüri düzeyi daha düşük olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Vitamin D düzeyi normal olan grupta sol ventrikül kitle indeksi daha düşük saptandı (p<0.05). Vitamin D düzeyi düşük olan grubun replasman öncesi ve replasman sonrası verileri karşılaştırıldığında albuminüri düzeyinde (p<0,001) ve sol ventrikül kitle indeksinde (p=0,005) azalma, ejeksiyon fraksiyonunda (p=0,005) ve fraksiyonel kısalmada (p=0,005) artış saptandı. Sonuç olarak diyabetik nefropatili hastalarda D vitaminin düşük olduğu tespit edildi. D vitamini replasmanı ile albuminüri düzeyinde ve sol ventrikül kitle indeksinde azalma olduğu gösterildi. Vitamin D replasmanı renin anjiotensin aldosteron sistemini suprese ederek ve proinflamatuar yolakların uyarılmasını engelleyerek albuminüri düzeyini azaltabilir. Ayrıca bu etki ile kardiyovasküler olaylarda da azalmaya neden olabilir.
The probable pleiotropic effect of vitamin D has been understood after the investigating the VDR. It has been showed that VDR system has significant physiologic effects on proteinuria in diabetic nephropathy. In our study, we aimed to determine the effect of vitamin D on the level of albuminuria and on the cardiac morphology among the patients with diabetic nephropathy (stage 1-4 CRF). The data of 25 diabetic nephropathy patients with normal 25(OH) D3 level is recorded. Before and after the treatment of 50.000 IU/week vitamin D of last three months for 51 diabetic nephropathy patients with lover (<20 ng/ml) 25(OH) D3 levels was recorded. The albuminuria was lower in patients that had standard vitamin D level but it is not statistically significant (p>0.05). Left ventricular mass index was lower in patients that had normal Vitamin D level (p<0.05). When we compared the data before and after the treatment of patients those who had low vitamin D level, the level of albuminuria (p<0,001) and left ventricular mass index (p=0,005) were decreased, ejection fraction (p=0,005) and fractional shortening (p=0,005) were increased. In conclusion, the level of vitamin D was low among the patients with diabetic nephropathy. It was found that albuminuria and left ventricular mass index were increased after the vitamin D treatment. Vitamin D treatment might decrease the albuminuria by the suppression on the renin angiotensin aldosterone system and the inhibiting the induction of pro-inflammatory pathways. The treatment may reduce the cardiovascular events.
Vitamin D
Diyabetik Nefropati
Albuminüri
Sol Ventrikül Kitle İndeksi
Diabetic Nephropathy
Albuminuria
Left Ventricular Mass Index
Diyabetik nefropatili hastalarda kolekalsiferol’ün (vitamin D3) albüminüri üzerine etkisinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1331
2018-02-27T01:00:28Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Akdere, Gonca
2018-02-26T11:57:48Z
2018-02-26T11:57:48Z
2016
Akdere, G. Yeni tanı tip 1 diyabetli hastalarda D vitamini düzeyi ve organ spesifik otoimmun bozukluklarla ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1331
D vitamininin immün sistem üzerindeki etkilerinden yola çıkarak tip 1 diyabetes mellitus ve diğer organ spesifik otoimmun bozuklukların patogenezinde D vitamininin rolü olabileceği öne sürülmüştür. Çalışmamızda D vitamini eksikliğinin yeni tanı tip 1 diyabet oluşumundaki rolü ve tip 1 diyabetle birlikte görülebilen otoimmun tiroid hastalıkları (OTH), çölyak hastalığı, Addison, vitiligo ve atrofik gastritin D vitamini düzeyi ile ilişkisi değerlendirildi. 50 yeni tanı tip 1 diyabet ve 60 sağlıklı kontrol olgusu yanı sıra eski tanı 50 tip 1 diyabet olgusunun da verileri incelenmiştir. Yeni tanı almış tip 1 diyabetik olgularda D vitamini eksikliği %88 sıklık göstermektedir. Bu hastaların %30’unda pernisiyöz anemi zeminine işaret eden anti pariyetal hücre antikoru (APA) pozitifliği, %24’ünde OTH, %10’unda çölyak zeminine işaret eden anti doku transglutaminaz IgA antikor pozitifliği ve %2’sinde vitiligo varlığı belirlenmiştir. 25(OH)D düzeyi, özellikle APA pozitif yeni tanı tip 1 diyabetiklerde APA negatif olanlara göre istatistiksel boyutta da belirgin olarak daha düşük bulunmuştur. D vitamini eksikliğinin sağlıklı kontrol olgularında %66,7, eski tanı tip 1 diyabetiklerde %84 sıklık gösterdiği belirlenmiştir. Tip 1 diyabetiklerin tümü ele alındığında OTH varlığı %25, APA pozitifliği %28, anti doku transglutaminaz IgA pozitifliği %10, vitiligo sıklığı %2 bulunmuştur. OTH ve çölyak zemininin tip 1 diyabetiklerde sağlıklı kontrol olgularına göre daha sık olduğu saptanmıştır. Vitamin D düzeyi; tip 1 diyabetiklerde sağlıklı kontrol olgularına göre; tüm olgularda ise OTH olanlarda olmayanlara göre ve hem OTH olan hem de APA pozitifliği olanlarda her iki koşulu da taşımayanlara göre, daha düşük bulunmuştur.
Based on the effects of Vitamin D on immune system it has been suggested that vitamin D may play a role in the pathogenesis of type I diabetes mellitus (T1D) and other organ specific autoimmune disorders. In our study, we aimed to show the effect of Vitamin D deficiency in the development of newly diagnosed T1D and other autoimmune disease that may associated with T1D as autoimmune thyroid disease (ATD), celiac disease, Addison’s disease, vitiligo and atrophic gastritis. In addition 50 newly diagnosed T1D patients and 60 healthy controls, we evaluated the data of the formerly diagnosed 50 T1D patients. The frequency of vitamin D deficiency in newly diagnosed T1D patients was found 88%. 30% of these patients were anti parietal cell antibody (APA) positive which is marker for pernicious anemia, 24% of had ATD, 10% of was positive for anti-tissue transglutaminase IgA which is marker for celiac disease and 2% of had vitiligo. Levels of 25(OH)D were statistically significantly lower in newly diagnosed T1D patients with positive APA than patients with negative APA. Frequency of vitamin D deficiency was 66.7% in healthy controls and 84% in formerly diagnosed T1D patients. When we considered all T1D patients, we found the frequency of ATD was 25%, frequency of positive APA was 28%, frequency of positive anti-tissue transglutaminase IgA was 10 % and frequency of vitiligo was 2 %. We found that ATD and predisposition of celiac disease were much frequent in T1D patients than healthy controls. Vitamin D levels were found lower; in patients with T1D than healthy controls; in all patients and healthy controls, subjects with ATD than subjects without ATD, in subjects with both ATD and APA positive than subjects with both were negative.
tur
D Vitamini
Tip 1 Diyabetes Mellitus
Otoimmun Tiroid Hastalığı
Çölyak Hastalığı
Atrofik Gastrit
Vitamin D
Type I Diabetes Mellitus
Autoimmune Thyroid Disease
Celiac Disease
Atrophic Gastritis
Yeni tanıtip 1 diyabetli hastalarda D vitamini düzeyi ve organ spesifik otoimmun bozukluklarla ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1364
2018-02-28T01:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Sırmatel, Pınar
2018-02-27T05:25:36Z
2018-02-27T05:25:36Z
2016
Sırmatel, A.P Lenfomalı Hastalarda Otolog Hematopoetik Kök Hücre Nakli Sonrası Malign Olmayan Geç Yan Etkiler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1364
Hematopoetik kök hücre nakli (HKHN) şifa sağlayan bir tedavi seçeneği olarak pek çok hematolojik hastalıkta kullanılmaktadır. Nakil uygulamalarındaki ve destek tedavi alanındaki gelişmeler nakil sonrası uzun dönem hayatta kalan hasta sayısında artışa neden olmuştur. Nakil sonrası takip sürelerinin uzaması ile geç yan etkiler konusunda bilgi birikimi de artmaktadır. Çalışmamızda merkezimizde otolog HKHN yapılmış olan ve nakil işlemi en az 1 yıl önce gerçekleştirilen lenfomalı hastalarda malign olmayan geç yan etkiler araştırıldı. Hastalar rutin kontrollerine geldikleri dönemde ya da gerektiğinde kontrole çağırılarak immün yeniden yapılanma, göz, akciğer, kardiyak, karaciğer, böbrek ve endokrin açıdan değerlendirildi. Değerlendirmeler nakil sonrası median 5.yılda yapıldı. İmmün sistem açısından yapılan değerlendirmede mutlak lenfopeni 9 (%26), CD4 lenfopeni 12 (%38), CD8 lenfopeni 1 (%2.9) ve hipogamaglobulinemi 21 (%60) hastada saptandı. Göz komplikasyonu olarak sadece katarakt (%14.2) gözlendi. Dört (%11.4) hastada obstrüktif, 8 (%22.9) hastada restriktif ve 3 (%8.6) hastada miks tipte solunum fonksiyon testi anormalliği saptandı. Aşikar kalp yetmezliği olan sadece 1 hasta mevcuttu ancak 4 (%11.4) hastada proBNP yüksekliği gözlendi. Hemodiyaliz gerektiren böbrek yetmezliği bir hastada gelişmişti. Erkek hastaların %53’ü impotans tarifledi. En sık endokrin patoloji hipotroidi olarak gözlendi ve hastaların %8.7’ sinde saptandı. Beş (%14.2) hastada osteoporoz saptandı. Otolog HKHN sonrası malign olmayan geç dönem yan etkilere ilişkin yeterli veri bulunmamaktadır. Çalışmamızda kontrol grubu bulunmaması bir kısıtlılık olmakla birlikte otolog HKHN’nin geç dönem etkileri konusunda önemli veriler elde edilmiştir.
Hematopoeetik stem cell transplantation (HSCT) is used as a treatment option that many hematologic diseases healing. Developments in the field of transport applications in the treatment and support has led to an increase in the number of patients with long-term survivors after transplantation. Knowledge about late side effects with prolonged follow-up period after transplantation is increasing. In this study, autologous HSCT performed at our center and transfer operation carried out at least 1 year ago lymphoma patients, non-malignant late side effects were investigated. Patients in the period they become routine checks or call of necessary, immune, eyes, lungs, heart, liver, kidneys and endocrine function was assessed. Evaluations were a median of 5 years after transplantation. Nine (26%) absolute lymphopenia, 12 (38%) CD4 lymphopenia, 1 (2.9%) CD8 lymphopenia and 21 (60%) hipogamaglobine were found. Eye complications just cataract (14.2%) was observed. Four (11.4%) with obstructive, 8 (22.9%) with restrictive and 3 (8.6%) with mix type pulmonary function abnormalities were detected. Only 1 patient had heart failure but there were 4 (11.4%) patients with high-proBNP values. In a patient developed renal failure in need of dialysis. 53% of male patients described impotence. The most frequently endocrine pathology observed as hypothyroidism and was found in 8.7% of patients. Five (14.2%) patients had osteoporosis. After autologous HSCT are no adequate data on non-malignant late effects. Even the lack of a control group was a limitation of our study, we found significant datas on late effects of autologous HSCT with lymphoma.
tur
Lenfoma
Otolog Hematopoetik Kök Hücre Nakli
Geç
Malign Olmayan
Yan Etki
Lymphoma
Autologous Hematopoietic Stem Cell Transplantation
Late
Non-Malignant Effects
Lenfomalı hastalarda otolog hematopoetik kök hücre nakli sonrası malign olmayan geç yan etkiler
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1335
2018-02-27T01:00:58Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Tatlıpınar, Hamide Eda
2018-02-26T11:57:57Z
2018-02-26T11:57:57Z
2016
Tatlıpınar, H.E. İmmun Trombositopenili hastaların klinik seyir ve tedavi yanıtı yönünden değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1335
İmmun trombositopeni (İTP), trombosit antijenlerine karşı otoantikorların neden olduğu kazanılmış bir trombositopenidir. İTP, asemptomatik yetişkinlerde trombositopeninin en sık görülen nedenlerinden biridir. İTP tanısı öncelikle trombositopeni yapan diğer nedenlerin dışlanması ile konmaktadır. Birinci basamak tedavi glukokortikoid ve intravenöz immunglobulin (IVIG), ikinci basamak tedavi, splenektomi ve rituksimab, üçüncü basamak tedavi ise trombopoetin (TPO) reseptör agonistleridir. Çalışmamızda, tedavi ve takibi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları ABD, Hematoloji BD tarafından yapılan 118 İTP’li hastanın tanı anındaki demografik özellikleri, kanama bulguları, muayene bulguları, tedavi endikasyonları, uygulanan tedaviler ve tedavi yanıtları, tedavilerin etkinlikleri ve yan etkileri retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastaların 42’si erkek (%35,6) ve 76’sı kadın (%64,4) olup, teşhis anında ortalama tanı yaşları 39,9±20,76 (6-92) yıl idi. Hastalarda en sık saptanan kanama bulguları ekimoz ve peteşi idi. 21’inde (%20,6) en az bir otoimmun markır pozitifliği vardı. Hastaların 95’ine (%81,2) kemik iliği biyopsisi yapılmıştı. Verilerine ulaşılan 117 hastanın 95’inde (%81,2) İTP tanısı sırasında tedavi gerekti. 22 (%18,8) hasta tedavisiz izlendi.118 hastadan 41 (%35,3) hastaya splenektomi endikasyonu konuldu. 30 (%25,4) hastaya splenektomi yapıldı. Splenektomi yapılan 30 hasta ile splenektomi yapılmayan 87 hasta arasında remisyon açısından fark saptanmadı (P >0.05). Splenektomi yapılanlarda ilaçsız ve ilaçlı remisyon açısından istatistiksel anlamlı fark saptandı. (Fisher’s Exact test ile p <0.0001). Splenektomi yapılan ve remisyonda olan 30 hastanın 22’si ilaçsız takipte iken 8’i ilaçlı takipte idi. Sistemde verilerine ulaşılan 117 hastanın 88’i (%75,2) ilaçsız remisyonda ve 29’u (%24,8) ise ilaçlı kronik İTP olarak takiplidir.
Immune thrombocytopenia (ITP), is an acquired thrombocytopenia caused by autobodies against thrombocyte antigens. ITP, is one of the most causes of thrombocytopenia in asymtomatic patients. ITP is diagnosed by exculusion of other causes of thrombocytopenia. The first line therapy is glucocorticoid and intravenous immune globulin (IVIG), the second line therapy is splenectomy and rituximab and the the third line therapy is thrombopoietin (TPO) receptor agonists. In our study, 118 patients with ITP that treated and followed by Eskisehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Department of Internal Medicine, Department of Heamatology, were evaluated by retrospectively in terms of demographic specialities, bleeding symptoms, physical examination symptoms, treatment indications, medical treatments and response, efficacy and side effects of treatment. 42 of patients (%35,6) were male and 76 of patients (%64,4) were female. At the time of diagnosis, mean of diagnosis age was 39,9±20,76 (6-92) year. The most common bleeding symtoms were ecchymose and petechia. In 21 of patients, at least an autoimmune marker was positive. To 95 of the patients bone marrow biopsy was done. 95 of 117 patients whose data was accessed required theraphy during ITP diagnosis. 22 (%18,8) patients were followed without threatment. 41 of 118 patients (%35,3) had an indication of splenectomy. 30 (%25,4) patients were underwent splenectomy. Between 30 patients who underwent splenectomy and 87 patients without splenectomy no statistical meaningful difference was established (P >0.05). In patients with splenectomy, no statistical meaningful difference was established in terms of remission of containing medicine or unmedicated remission ( with Fisher’s Exact test p <0.0001). 22 of 30 patients with splenectomy and under remission were followed without medication and 8 of 30 patients were followed under medication. 88 (%75,2) of 117 patients whose date were accessable are under remission without medication and 29 (%24,8) of 117 patients are chronic ITP with medication.
tur
İmmun Trombositopeni
Yetişkin
İmmune Thrombocytopenia
Adult
Treatment
İmmun trombositopenili hastaların klinik seyir tedavi yanıtı yönünden değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1557
2018-06-09T00:01:02Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Karadavut, Mürsel
2018-06-08T05:29:16Z
2018-06-08T05:29:16Z
2017
Karadavut, M. Tip II Diabetes Mellitus'lu Hastalarda Diyabetik Nefropati Progresyonu ile Renalaz Gen Polimorfizminin ve Kan Düzeyinin İlişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1557
Diyabetik nefropati son dönem böbrek yetmezliğinin en sık nedenidir ve sıklığı giderek artmaktadır. Renalaz temelde böbrek tarafından üretilen, katekolaminleri metabolize eden hipertansiyon, kardiyovasküler hastalıklar, kronik böbrek hastalığı başta olmak üzere çeşitli hastalıklarla ilişkisi saptanan yeni keşfedilmiş bir FAD bağımlı amin oksidazdır. Çalışmanın amacı; tip 2 diyabetik hastalarda nefropati progresyonu ile renalaz enziminin polimorfizm ve kan düzeyi ile ilişkisini araştırmaktır. Bu amaçla çalışmamızda 3 renalaz gen polimorfizmini (rs2576178, rs10887800 ve rs2296545) ve serum renalaz düzeyini normoalbuminürik olan 74, mikroalbüminürik olan 28 ve makroalbuminurik-aşikâr nefropatik olan 52 hasta olmak üzere toplamda 154 tip 2 diyabet hastasında, 48 diyabeti olmayıp böbrek hastalığı olan hastada ve 50 sağlıklı gönüllüde inceledik. Çalışma sonucunda renalaz gen polimorfizmleri için gruplar arasında genotip dağılımı, alel frekansı ve tahmini rölatif risk açısından istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Gruplar arasında serum renalaz düzeyi açısından fark saptanmadı (p>0,05). Renalaz polimorfizmleri ile sistolik ve diyastolik kan basıncı arasında fark saptanmadı. Serum renalaz düzeyleri ile, serum renalaz düzeyine etki edebilecek klinik ve biyokimyasal faktörler dışlandığında, renalaz polimorfizmleri arasında ilişki saptanmadı. Serum renalaz düzeyleri ile sistolik ve diyastolik kan basıncı da dahil olmak üzere değerlendirilen klinik ve biyokimyasal parametreler arasında ilişki saptanmadı. Sonuç olarak tip 2 diyabetli hastalarda, hastaların tansiyon arteriyel değerleri normotansif iken, diyabetik nefropati progresyonu ile renalaz gen polimorfizmleri ve serum renalaz düzeyi arasında ilişki saptanmamıştır.
Diabetic nephropathy is the most common cause of end-stage renal failure and it’s frequency is increasing. Renalase is a newly discovered FAD-dependent amine oxidase that is mainly associated with kidney diseases such as hypertension, cardiovascular diseases, and chronic kidney disease, which metabolise catecholamines. Purpose of the study is to investigate the relationship between nephropathy progression and renalase enzyme polymorphism and blood levels in type II diabetic patients. For this purpose, we studied three renalase gene polymorphisms (rs2576178, rs10887800 and rs2296545) and observed patients with serum renalase levels of normoalbuminuric (74), microalbuminuric (28) and macroalbuminuric-apparent nephrophathic (52) with a total of 154 type II diabetic patients, 48 non-diabetic patients with kidney diseases, and 50 healthy volunteers. As a result of the study, no statistically significant differences detected in renalase gene polymorphisms (p> 0,05) between the groups in terms of genotype distribution, allele frequency and estimated relative risk. No difference detected between the groups in terms of serum renalase levels (p> 0,05). Also, no difference detected between renalase polymorphisms and systolic and diastolic blood pressures. No correlations detected between renalase polymorphisms when serum renalase levels and clinical and biochemical factors affecting serum renalase levels were excluded. There was no correlation between serum renalase levels and clinical and biochemical parameters including systolic and diastolic blood pressures. In conclusion, in patients with type II diabetes, no correlations detected between diabetic nephropathy progression and renalase gene polymorphisms and serum renalase levels when blood pressure arterial values were normotensive.
tur
Renalaz
Diyabetik Nefropati
SDBY
Polimorfizm
Renalase
Diabetic Nephropathy
Polymorphism
ESRD
Tip II diabetes mellitus’lu hastalarda diyabetik nefropati progresyonu ile renalaz gen polimorfizminin ve kan düzeyinin ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1637
2019-01-31T01:07:11Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Özkan, Buğra
2019-01-30T08:19:09Z
2019-01-30T08:19:09Z
2017
Özkan, B. İç Hastalıkları kliniğinde terapötik plazma değişimi yapılan hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1637
Terapötik plazma değişimi (TPD) plazmadan yüksek molekül ağırlıklı maddelerin uzaklaştırılmasını sağlayan bir işlemdir.Terapötik plazma değişimi işlemi iç hastalıkları pratiğinde birçok hastalıkta yaygın olarak kullanılmaktadır.Bu işlem ile ilgili son yıllarda farkındalığın ve ulaşılabilirliğin artmasına bağlı olarak güncel kılavuzlar yayımlanmaktadır.Bunlardan en genel geçer ve kapsamlı olanı Amerikan Aferez Cemiyeti (ASFA)’nin yayımladığı kılavuzdur. Bu çalışmada, iç hastalıkları kliniğinde herhangi bir nedenle terapötik plazma değişimi yapılan hastaların demografik verilerini, altta yatan hastalıklarını, biyokimyasal parametrelerini, replasman sıvısının volümü ve tipini, işlem sırasında ve sonrasında gelişen komplikasyonları, ek tedavileri, diyaliz ihtiyacı olup olmadığını, seans sayılarını retrospektif olarak belirleyerek klinik pratikte geliştirilebilecek yönleri ortaya koyabilmek amaçlandı. Çalışmaya 2007 ve 2016 yılları arasında 117 hasta dahil edildi. Tüm olguların 63 (%53,8)’ü kadın, 54 (%46,2)’ü erkekti. Tanı anında hastaların yaş ortalaması 52,15 ± 16,8 (20-88) yıl idi.En sık TPD endikasyonu TTP ve ANCA ilişkili vaskülit idi.TTP tanılı hastaların başvuru anındaki laboratuvar verileri ile mortalite arasındaki ilişkiye bakıldığında ALP ve mortalite arasında anlamlı bir ilişki bulundu (p<0,01). ANCA ilişkili vaskülit hastalarında ise klor ve hematokrit ile mortalite arasında anlamlı bir ilişki bulundu (p<0,05). Mortaliteyi tahmin etmede kullanım amacıyla, bu laboratuvar verilerinin teyidi için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Sonuç olarak; TPD, çok az yan etki ile faydalı, kolay ve etkili bir hayat kurtaran tedavi yöntemidir.
Therapeutic plasma exchange (TPE) is a process which allows removal of high molecular weight substances from the plasma. Therapeutic plasma exchange is widely used in many diseases in the practice of internal medicine. In recent years, up-to-date manuals have been published in accordance with the increased awareness and accessibility of this process. The most common and most comprehensive of these is the The American Society for Apheresis (ASFA) publication. The aim of this study was; to evaluate the demographic data, underlying diseases, biochemical parameters, volume and type of replacement fluid, complications during and after the procedure, additional treatments, need for dialysis and number of sessions retrospectively for patients who underwent therapeutic plasma exchange for any reason in the internal medicine clinic and to reveal the aspects that can be improved in clinical practice. Between 2007 and 2016, 117 patients were included in the study. Of all cases, 63 (53,8%) were female and 54 (46,2%) were male. At the time of diagnosis, the mean age of the patients was 52,15 ± 16,8 (20-88) years. The most common indication for TPE was TTP and ANCA-associated vasculitis. There was a significant correlation between ALP and mortality (p<0,01) when the relation between the laboratory data and the mortality was evaluated. There was a significant correlation between chlorine and hematocrit and mortality in patients with ANCA associated vasculitis. For the purpose of estimating mortality, further work is needed to confirm the validity of these laboratory data. As a result; TPE is a useful, easy and effective life saving treatment with few side effects.
tur
Terapötik Plazma Değişimi
TTP
ANCA İlişkili Vaskülit
Mortalite
Therapeutic Plasma Exchange
ANCA-associated Vasculitis
Mortality
İç hastalıkları kliniğinde terapötik plazma değişimi yapılan hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1894
2021-03-10T01:06:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Özel, Gamze Serin
2021-03-09T12:26:48Z
2021-03-09T12:26:48Z
2019
SERİN ÖZEL,G. Antitrombotik ilaç kullanımının gastrointestinal kanama üzerine etkisi Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1894
Günümüzde mortalite ve morbiditenin en önemli nedenlerden biri arteriyel ve venöz trombozdur. Trombüs oluşumunu engellemek için her geçen gün antitrombotik ilaç kullanımı artmaktadır. Antitrombotik ilaçların en bilinen ve korkulan yan etkisi kanamadır. Bu retrospektif çalışmada GİS kanaması ile başvurup antitrombotik tedavi alan(grup-1) ve almayan (grup-2)hastaların klinik, laboratuvar ve endoskopik özellikleri,yoğun bakım ihtiyacı,eritrosit replasman tedavisi,hastanede kalış süresi,tekrar kanama,izlemde gelişen morbidite ve mortalite oranların saptanması ve her iki grubun karşılaştırılması; mortalite ve morbiditeyi etkileyen faktörlerin saptanması ve bu bulguların literatür verileri ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya Ocak 2014 ve Ocak 2018 tarihleri arasında GİS kanaması başvuran 290 grup-1,209 grup-2 olmak üzere toplam 499 hasta alınmıştır. Çalışmaya kronik karaciğer hastalığına ve/veya portal hipertansiyona bağlı varis kanaması geçiren hastalar dahil edilmemiştir.Olguların grup-1’de %62.3’ü, grup-2’de %58.9’ü erkek olup; yaş ortalamaları grup 1’de 74±7.5, grup 2’de 70±10.5 olarak bulunmuştur.Antitrombotik tedavi endikasyonu olarak en sık koroner arter hastalığı saptanmıştır.Hastane başvuru yakınması grup-1’de hemotekezya,grup-2’de hematemez olarak bulunmuştur. Her iki grupta da en sık üst GİS endoskopik bulgu olarak eroziv gastrit tespit edilmiştir. Grup-1 de %62, grup -2 de %38 olgunun başvuru anında yoğun bakım ihtiyacı saptanmıştır(p<0.05). Hastanede kalış süresi her iki grupta da ortalama 6 gündür(grup 1’de 6±2, grup-2’de 6±1).Taburculuk sonrası yeniden kanama grup-1’de %9.6,grup-2’de %5.2 oranında görülmüştür(p>0.05). Çalışmanın primer sonlanım noktası olan 1 aylık mortalite oranı grup-1’de %9 grup- 2’de %5.6 olarak saptanmıştır ve iki grup arasında istatiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmamıştır(p>0.05).Mortalite gelişimi ile Charlson Komorbidite İndeksi,başvuru Rockall ve endoksopik Rockall skoru ile paralellik göstermiştir(p<0.05).
Thrombos is the most important cause of the mortality and morbidity, consequently using anti-thrombotic drugs is increasin every passing day.The most known side effects of antithrombotic drugs is bleeding.We wanted to point out the clinical, laboratory, endoscopic results and compare the parameters, and also we wanted to determine; need of intensive care, erythrocyte suspension replacement, lenght of hospitalization, re-bleeding and among the patients presenting with GİS bleeding, which also divided into two groups according to the use of antithrombotic therapy; who does use antithrombotic therapy (group-1) who does not use antithrombotic therapy (group-2).We have aimed to point out and compare; the mortality and morbidity rates which occurs during the folllow up.We have also aimed to determine the parameters and compare these parameters with literature data which are affecting mortality and morbidity.A total of 499 patients, 290 of whom in group-1 and 209 of them group-2, were admitted to the study between 2014 and 2018 with GIS bleeding.(Without varicose vein hemorage). 62.3% of the patients in group1, 58.9% in group-2 were male and the mean age was 74±7.5 years in group-1 and 70±10.5 years in group-2.The most common indication for antithrombotic treatment was coronary artery disease.Complaints of hospital admissions were found in group-1 as hematochezia and group-2 as hematemesis.Erosive gastrits was the most common upper endoscopic finding in both groups. The mean hospital stay was 6 days in both groups(at group-1 6±2,at group-2 6±1).Re-bleeding after discharge was seen in 9.6% in group-1 and 5.2% in group-2 (p>0.05).The primary endpoint of the study, onemonth mortality rate was 9% in group-1 and 5.6% in group-2 and there was no statistically signifanct difference between the two groups (p>0.05).Mortality development was correlated with Charlson Comorbidity Index, admission Rockall and endoscopic Rockall score (p <0.05).
tur
Gis Kanama
Antitrombotik İlaçlar
Mortalite
Gis Bleeding
Antithrombotic Drugs
Antitrombotik ilaç kullanımının gastrointestinal kanama üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1905
2021-03-10T01:06:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Demirtaş, Gülsüm Akyol
2021-03-09T12:28:54Z
2021-03-09T12:28:54Z
2019
Akyol Demirtaş, G. Romatoloji Bakış Açısı ile Üveit Hastalarının Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1905
Çalışmamızda; üveitli hastaların enfeksiyon dışı etyolojik nedenlerini araştırmayı, romatolojik hastalıkların tanısında üveitin önemini ortaya koymayı ve üveitli hastalarda hangi sistemik tedavilerin seçildiğini belirlemeyi amaçladık. Bu çalışma, 01.10.2015 - 01.10.2017 tarihleri arasında izlenen 120 üveit hastasının dosyalarının incelenmesi ile gerçekleştirildi. Polikliniğimizde bulunan Romatoloji takip formları ve hastane elektronik sistemi kullanılarak, hastaların demografik özellikleri, üveit ile ilişkili klinik bulguları ve tedavi bilgileri tespit edildi. Elde edilen verilerin istatistiksel anlamlılığı Pearson Ki-Kare testi, Fisher’s Exact testi, T testi ve Mann Whitney U testleri ile değerlendirildi. P>0,05 anlamsız, P<0,05 anlamlı olarak kabul edildi. Çalışmamızda; Behçet hastalığı grubunda hem posterior üveit hem de panüveit görülme sıklığının, Spondiloartropatiler grubunda anterior üveit görülme sıklığının, Ankilozan Spondilit ve HLA B27 ilişkili spondiloartropati tanısı almış olan hastalarda anterior üveit görülme sıklığının, Behçet hastalığı olan üveit hastalarında oral aft ve papülopüstüler deri lezyonu görülme sıklığının ve Spondiloartropatisi olan üveit hastalarında inflamatuvar vasıflı bel ağrısı, topuk ağrısı ve artrit görülme sıklığının istatistiksel olarak anlamlı olduğunu tespit ettik (p<0,05). Sistemik kortikosteroid tedavinin, katarakt ve glokom gelişimi açısından dikkatli ve kontrollü kullanılması gerektiği, ayrıca biyolojik ajanların, üveitin tedavisi için randomize, kontrollü, prospektif klinik çalışmalara gereksinim duyduğu sonucuna vardık.
In our study, we aimed to investigate the non infectious etiologic causes of uveitis patients and to determine the importance of uveitis in the diagnosis of rheumatologic diseases and to determine which systemic treatments were chosen in patients with uveitis. This study was performed by examining the files of 120 uveitis patients followed between 01.10.2015 - 01.10.2017. The rheumatology follow-up forms and hospital electronic system in our polyclinic were used to determine the demographic characteristics of the patients, the clinical findings associated with uveitis, and treatment information. Statistical significance of the obtained data was evaluated by Pearson ki-square test, Fisher’s Exact test, T test and Mann Whitney U tests. P> 0.05 was not significant, P <0.05 was considered significant. In our study, we found that; the incidence of posterior uveitis and panuveitis in Behçet’ s disease group, the incidence of anterior uveitis in the spondyloarthropathies group, the incidence of anterior uveitis in patients with Ankylosing Spondylitis and HLA B27 associated spondyloarthropathy, the incidence of oral apthous and papulopustuler skin lesions in uveitis patients with Behçet’ s disease and the incidence of inflammatory back pain, heel pain and arthritis in uveitis patients with Spondyloarthropathy were statistically significant (p<0,05). We concluded that systemic corticosteroid therapy should be used carefully and controlled for the development of cataract and glaucoma, and that biological agents require randomized, controlled, prospective clinical trials for the treatment of uveitis.
tur
Üveit
Romatoloji
Romatolojik Bakış Açısı
Uveitis
Rheumatology
Rheumatological Perspective
Romatoloji bakış açısı ile üveit hastalarının değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1897
2021-03-10T01:06:57Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Akay, Olga Meltem
2021-03-09T12:27:08Z
2021-03-09T12:27:08Z
2005
http://hdl.handle.net/11684/1897
Çalışmaya yeni kronik miyeloproliferatif bozukluk tanısı konan, yaş ortalaması 54 15 (28-79) olan 20’si kadın 16’sı erkek toplam 36 olgu (23 KML, 8 PCRV, 5 ET) alındı.
İlk başvuru sırasında tam kan sayımı, PT, aPTT, fibrinojen, tam kanda luminesans ve PRP’de optik agregasyon yöntemi ile trombosit fonksiyonları ve ristosetin kofaktör (Rcof) ölçümü yapıldı. Agonist olarak ADP, AA, Ristosetin, Kollajen kullanıldı. Trombositler; en az bir agonist ile indüklenen trombosit agregasyon veya ATP salınım değeri referans aralığının altında ise hipoaktif, üstünde ise hiperaktif olarak değerlendirildi.
Spesifik tedavi rejimleri başlandıktan sonra takip edilen 17 olguda tam kan sayımı, koagulasyon testleri, trombosit agregasyon testleri ve Rcof ölçümü tekrarlandı.
Luminesans yöntem ile tedavi öncesi olguların 13/36’sı hiperfonksiyon, 13/36’sı miks, 9/36’sı hipofonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken 1/36 olgu normal idi. Aynı yönten ile tedavi sonrası olguların 12/17’si hipofonksiyon, 2/17’si hiperfonksiyon, 2/17’si miks tip trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken, 1/17 olgu normal idi.
Optik yöntem ile tedavi öncesi olguların 15/36’sı hipofonksiyon, 7/36’sı miks, 4/36’sı hiperfonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken 10/36 olgu normal idi. Aynı yönten ile tedavi sonrası olguların 14/17’si miks, 2/17’si hiperfonksiyon, 1/17’si hipofonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken, trombosit fonksiyonları normal olan olgu saptanmadı.
Sonuç olarak;
1) Kronik miyeloproliferatif hastalıklı olgularda tanı anında hipofonksiyon, hiperfonksiyon veya miks agregasyon defektleri sık olarak görülmektedir ve bu defektleri saptamada luminesans yöntem optik yöntemden daha değerlidir. Bu nedenle KMPH’li hastalarda tanı anında antiagregan tedavi başlama kararı için luminesans yöntem ile trombosit fonksiyonlarının araştırlmasını önermekteyiz.
2) Kronik miyeloproliferatif hastalıklarda görülen trombosit fonksiyon bozuklukları hastalık bazında değerlendirildiğinde KML’de hipofonksiyon, PCRV ve ET’de hiperfonksiyonun hakim olduğu saptanmıştır.
3) Kronik miyeloproliferatif hastalıklarda uygulanan tedavi rejimleri sonrası hastalığın kontrol altına alınması ile trombositlerde hipofonksiyon ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle tanı anında antiagregan tedavi gerekli olan hastaların klinik seyrinde, uygulanan tedaviler sonucu antiagregan tedaviye ihtiyaç kalmayabilir ve antiagregan tedaviye devam edildiği taktirde hastalar kanama riski ile karşı karşıya kalabilirler.
4) KML tedavisinde standart bir ajan olan imatinib mesilat kullanımı sonrası hastalarda trombosit hipofonksiyonu gelişmektedir. Bu nedenle KML’li hastalarda antiagregan tedaviyi, hiperkoagulabilite olmadıkça önermemekteyiz.
tur
Kronik Miyeloproliferat
Trombosit
Kronik miyeloproliferatif hastalıklarda trombosit fonksiyonları ve uygulanan tedavi rejimlerinin etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1904
2021-03-10T01:05:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Temel, Tuncer
2021-03-09T12:28:17Z
2021-03-09T12:28:17Z
2005
http://hdl.handle.net/11684/1904
Solid malignensili hastalarda hiperkoagülabiliteye yatkınlık olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilitenin tromboelastografi ile değerlendirilmesidir.
Çalışmaya antikanser tedavi almayan 73 hasta; 27 GIS, 26 akciğer ve 20 diğer malignensili hasta ve kontrol grubu olarak 16 sağlıklı birey alındı. Tüm bireylerde trombosit sayımı, PT, aPTT, fibrinojen ve D-Dimer düzeyleri ölçüldü. Pıhtılaşma zamanı, pıhtı oluşum zamanı ve maksimum pıhtı sertliği tromboelastografi ile integ, exteg, fibteg ve apteg metodları kullanılarak değerlendirildi. Integ yöntemi ile intrensek yol, exteg yöntemi ile ekstrensek yol, fibteg yöntemi ile fibrinojen düzeyi ve apteg yöntemi ile hiperfibrinolizis incelendi. Hiperkoagülabilite pıhtılaşma ve pıhtı oluşum zamanı için normal labaratuar değerlerinin altındaki maksimum pıhtı sertliği için normal labortuar değerlerinin üzerindeki değerler olarak tanımlandı.
Solid malignensi gruplarında pıhtı oluşum zamanında azalma ve maksimum pıhtı sertliğinde artma saptandı. Bu farklılık kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiki derecede anlamlı bulundu (p<0,001).
Trombosit sayısı ve fibrinojen düzeyleri ile pıhtı oluşum zamanı arasında negatif korelasyon mevcutken maksimum pıhtı sertliği ile pozitif korelasyon saptandı (p<0,01). Hemoglobin ve hematokrit düzeyleri ile pıhtı oluşum zamanı arasında pozitif korelasyon izlenirken maksimum pıhtı sertliği ile negatif korelasyon saptandı (p<0,01).
Akciğer malignensili hastalarda diğer gruplar ile karşılaştırıldığında exteg ve apteg yöntemlerinde pıhtı oluşma zamanında azalma ve maksimum pıhtı sertliğinde artma saptandı (p<0,05). Trombosit sayısı ve fibrinojen düzeylerinde akciğer malignensili grupta diğer gruplar ile karşılaştırıldığında artma saptandı (p<0,01).
Çalışmamızdan elde ettiğimiz bulgular ile; TEG ile solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilitenin saptanması ve izlenmesinin etkin bir şekilde yapılabileceği sonucuna varıldı. Solid malignensili hastalarda tromboembolik olay riskinin artmış fibrinojen düzeyleri ve trombosit sayısı, azalmış hemoglobin ve hemotokrit düzeyleri ile korele olduğu saptandı. Akciğer malignensili hastaların diğer malignensi gruplarına oranla artmış tromboembolik olay riski taşıdığı görüldü. Solid malignensilerde koagülasyon sisteminin tüm basamaklarında hiperkoagülabiliteye yatkınlığa neden olan bozukluklar olduğu saptandı. Tromboelastografinin solid malignensili hastalarda tarama testi olarak kullanılabileceği sonucuna varıldı .
tur
Solid Malignensili
Hiperkoagülabilite
Tromboelastografi
Solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilite ve hiperkoagülabilitenin tromboelastografi ile değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1814
2021-03-05T01:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Son, Osman
2021-03-04T10:21:55Z
2021-03-04T10:21:55Z
2006
http://hdl.handle.net/11684/1814
Son, O. Tip1 Diabetes Mellituslu Hastalarda Karbohidrat Sayım Yönteminin
İrdelenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve
Metabolizma Bilim Dalı Tıpta Yandal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2006. Diabetes
Control and Complications Trial (DCCT)’den çıkan sonuçlar Diabetes Mellitus
(DM)’un tedavisinde tıbbi beslenme tedavisi yaklaşımının önemini ortaya
koymuştur. DCCT’nin önerdiği tıbbi beslenme tedavilerinden biri de karbohidrat
sayım yöntemi olup, son yıllarda ilgi çekmeye başlamıştır. Karbohidrat (Kh) sayım
yönteminde; yiyeceklerdeki karbohidratların hastalara öğretilmesi ve yiyecek
alımında esneklik sağlanması ile günlük beslenme planının yapılması, sıkı kan
şekeri kontrolünü sağlayabilmek yanısıra yaşam kalitesine de olumlu katkılar
getirmektedir. Biz bu çalışmada Kh sayım yönteminin, Tip1 DM’lu hastalarda
tedavinin başarısına etkileri yanısıra yaşam kalitesi üzerine olan etkilerini irdelemeyi
amaçladık. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve
Metabolizma Bilim Dalı Diyabet Polikliniğine müracaat eden 37 Tip 1 DM’lu
hastanın 22’si Kh sayım yöntemi ile 15 olgu ise kontrol grubu olarak multipl doz
intensif insulin tedavisi ve standart diyabetik diyet uygulanarak 6 ay boyunca yakın
takibe alınmıştır. Karbohidrat sayım yöntemi uygulayan ve multipl doz intensif
insulin tedavisi ile birlikte standart diyabetik diyet uygulayan hastaların çalışma
başlangıcı ve 6 ay sonraki dönemde vücut ağırlığı, Vücut Kitle İndeksi, vücut
kompozisyonu Body Compositıon Analyzer (TBF-300M) cihazı kullanılarak, HbA1c
ve fruktozamin düzeyleri Indicates Roche / 911 Hitachi cihazı ve lipid parametreleri
ımmunometrik kemiluminesans yöntemi ile ölçülmüştür. Hastalara [ MEDİCAL
OUTCOMES STUDY 36-ITEM SHORT FORM (MOS SF- 36 ) ] 36 soruluk kısa bir
sağlık araştırması ve yaşam kalitesi ölçeği uygulanarak yaşam kaliteleri
değerlendirilmiştir. İstatiksel yöntem olarak; t- testi, ki-kare testi ve Mann-Whitney
U testi kullanılmıştır. Diyabetli bireylerde yeme fleksibilitesi sağlayan ve yaşam
kalitesini arttıran bu yöntemin başarısı diyabetli bireyin bu yöntemi ne kadar
algılayabildiğine bağlıdır. Çalışmamızda Kh sayan grupta, standart diyabetik diyet ve
multipl doz intensif insülin tedavisi uygulayan gruba göre glisemik kontrol
göstergelerinde anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Karbohidrat sayan grubun
vücut ağırlığı ve vücut kompozisyonunda olumsuz bir bulgu saptanmamıştır.
Bununla birlikte Kh sayan grupta hipoglisemi sıklığı azalırken, yaşam kalitesi
belirgin artış göstermiştir. Sonuç olarak diyabetik bireylere esnek bir yeme planı
sunan Kh sayım yöntemi, işlerliği olan, hastayı hastalığı ve tedavisi konusunda daha
bilinçli ve aktif kılan bir yöntemdir.
Son, O. Investigation of Carbohydrate Counting Technique in Type1 Diabetes
Mellitus Patients. Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine,
Medical Speciality Thesis in Department of Endocrinology and Metabolism,
Eskişehir, 2006. Results of DCCT study confirms the importance of medical
nutrition therapy in the treatment of DM. One of the nutrition therapy plans proposed
by DCCT is carbohydrate counting technique; which is receiving attention in recent
years. In the carbohydrate counting technique; which provides flexibility in the
feeding and improves the patients’ quality of life and tight blood glucose control;
daily feeding can be planned according to the ingredients of foods by the patients.
The aim of this study is investigating the effect of carbohydrate counting technique
on the efficacy of the treatment and on the quality of life in type1 DM patients. Of
37 type1 DM patients admitted to the Eskişehir Osmangazi University Faculty of
Medicine, Department of Endocrinology, Diabetes Clinic, 22 patients were followed
up for 6 month with carbohydrate counting technique and 15 patients were followed
as a control group with multiple dose intensive insülin therapy and standard diabetic
diet. At the beginning of the study and after six months weight, body mass index,
body composition was analyzed by using Body Composition Analyzer (TBF-300 M).
HbA1c and fruktozamin levels were counted by Indicates Roche/911 Hitachi and
lipid parameters by immunometric cemiluminescans technique in both carbohydrate
counting technique and standart diabetic diet- multiple dose intensive insülin therapy
groups. Quality of life of patients was evaluated by a medical research and life
quality measurement method containing 36 short questions [ Medical Outcomes
Study 36 Item Short Form (MOS –SF 36)]. Statistical analyses was made by using ttest,
ki-square test and Mann –Whitney U test. The success of the technique; which
provides eating flexibility and increases the quality of life, depends on the diabetic
patient’s skill in understanding the tecnique. In our study there was not a statistically
meaningful difference between the measures of glycemic control of carbohydrate
counting technique group and standart diabetic diet – multiple dose intensive insulin
therapy group; also there was no negative effects of this technique in the body weight
and in body composition of patients in carbohydrate counting technique group. On
the other hand, the frequency of hypoglycemia was decreased and there was an
improvement in the quality of life of the patients. As a result, carbohydrate counting
technique providing a flexible eating plan for the diabetic patients, is a current
therapy that not only makes the patient active, but also improves his awareness of the
disease and of the therapy.
tur
Tip1 Diabetes Mellitus
Diyabet Tedavisi
Karbohidrat Sayım Yöntemi
Tip1 diabetes mellituslu hastalarda karbohidrat sayım yönteminin irdelenmesi.
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1935
2021-03-10T01:06:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Güvenir, Sultan
2021-03-09T13:50:26Z
2021-03-09T13:50:26Z
2006
http://hdl.handle.net/11684/1935
Kronik renal yetmezlikli hastalarda statinlerin pleiotropik etkileri.
Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi ç Hastalıkları Anabilim
Dalı/Nefroloji Bilim Dalı Uzmanlık tezi, Eskisehir 2006. Kronik renal yetmezlikli
hastalarda artmıs oksidatif stres, kronik inflamasyon ve endotel disfonksiyonu gibi
ek risk faktörlerine baglı olarak aterosklerotik kalp hastalıgı sıklıgı normal
populasyondan daha fazladır. Biz çalısmamızda diyaliz hastalarında HMG Co A
redüktaz inhibitörü olan atorvastatinin lipid düsürücü etkilerinden farklı olarak,
pleiotropik etkileri olarak adlandırılan, oksidatif stres, inflamasyon ve endotel
disfonksiyonu üzerine olan etkilerini arastırmayı amaçladık. Çalısmaya kronik renal
yetmezlikli diyaliz tedavisi uygulanan LDL kolesterol düzeyi 130 mg/dl üzerinde
olan 21 hasta dahil edildi. Hastaların 12’si HD, 9’u PD tedavisi alıyordu.17 hastaya
10mg/gün, 3 hastaya 20mg/gün, 1 hastaya 40 mg/gün atorvastatin tedavisi 6 ay
süreyle uygulandı ve LDL kolesterol düzeyi 100 mg/dl’nin altına düstükten sonra ox
LDL, MDA, CRP, HsCRP, IL-6, Fibrinojen, NO, vWF ag, FV ve homosistein
degerleri çalısıldı. Oksitatif stres parametresi olarak çalıstıgımız oksidize LDL
düzeyinde anlamlı bir azalma görülürken diger bir oksidatif stres parametresi olan
MDA, inflamasyon parametresi olarak çalıstıgımız CRP, HsCRP, IL-6, Fibrinojen,
endotel disfonksiyonu parametresi olarak çalıstıgımız NO, vWF ag, FV ve
homosistein düzeyinde anlamlı bir degisiklik görülmedi. Akut faz reaktanı olarak
kabul edilen ve inflamasyon göstergesi olan platelet ve sedimantasyon degerlerinde
ise anlamlı bir azalma görüldü.
Pleiotropic effects of statins on CRF patients. Eskisehir Osmangazi
University Faculty of Medicine. Department of Internal Medicine/Division of
Nephrology, Thesis of specialization, Eskisehir 2006. Because of the high
incidence of oxidative stres, chronic inflammation and endothelial dysfunction; the
risk of atherosclerotic heart disease is higher in CRF patients than normal
population. The aim of this study is investigating pleiotropic effects of atorvastatin,
an HMG CoA reductase inhibitor, on dialysis patients. We included 21 dialysis
patients to study which had a level of LDL above 130 mg/dl. 12 of these 21 patients
had hemodialysis treatment and 9 had PD. We gave 10 mg/day atorvastatin to 17
patients, 20 mg/day to 3 patients and 40 mg/day to 1 patient for 6 months. After
decreasing LDL level under 100 mg/dl, we measured oxLDL, MDA, CRP, HsCRP,
IL-6, Fibrinogen, NO, vWF ag, FVIII and homosistein levels. There was a
statistically significant decrease in ox LDL levels which was an oxidative stres
parameter but the same significance could not be seen in MDA, there wasn’t a
statistically significant change in CRP, HsCRP, IL-6, Fibrinogen studied as
inflammation parameter and NO, vWF ag, FVIII and homosistein levels studied as
endothelial dysfunction parameters. In addition, there was also a significant decrease
on platelet counts and sedimentation rates, known as acute phase reactants.
tur
Entotel Disfonksiyonu
Oksidatif Stres
Diyaliz
Torvastatin
Kronik renal yetmezlikli hastalarda statinlerin pleiotropik etkileri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3078
2022-06-10T00:00:16Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Üsküdar, Hava
2022-06-09T08:25:27Z
2022-06-09T08:25:27Z
2005
http://hdl.handle.net/11684/3078
Multiple myelomada anjiogenezis artmaktadır. Dolaşan endotel hücreleri anjiogenezisin bir markırıdır. Tümör gelişimi ve vaskülarizasyonda önemli rol oynamaktadır. Çalışmamızda Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Bilim Dalında yeni tanı alan veya relaps olan multiple myelomlu 24 olguda ve 10 sağlıklı kontrolde istirahat CEC ve CEP düzeyleri ile aktive CEC ve CEP düzeylerini araştırdık.
Çalışmaya alınan 24 multiple myelom hastasının 12’si erkek 12’si kadındı. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası 7 hastanın aktive, istirahat CEC ve CEP düzeyleri MIgG1 FITC, MIgG1PE, CD45 PerCp, CD105 FITC, CD34 PE, CD146 FITC, CD133PE monoklonal antikorları kullanılarak akım sitometride (FACS Calibur BD) 3 renkli olarak analiz edildi. VEGF, VCAM ve sCD146 düzeyleri ELİSA yöntemi ile bakıldı. Tedavi öncesi CEC ve CEP düzeyleri kontrol grubuna göre yüksekti ve tedavi sonrası CEC ve CEP düzeylerinde tedavi öncesi ile karşılaştırıldığında düşme saptandı.
Sonuç olarak; multiple myelomlu yeni tanı ve relaps olgularının periferik kanında CEC, CEP düzeyleri artmaktadır ve düzeylerine bakılarak hastalığın aktivasyonu ve tedavi etkinliğinin belirlenmesi mümkündür.
tur
Multiple Myelomada
ELİSA Yöntemi
CEC ve CEP Düzeyleri
Multiple myelom hastalarında dolaşan endotel hücreleri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3090
2022-06-10T00:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Akay, Olga Meltem
2022-06-09T12:54:34Z
2022-06-09T12:54:34Z
2005
http://hdl.handle.net/11684/3090
Çalışmaya yeni kronik miyeloproliferatif bozukluk tanısı konan, yaş ortalaması 54 15 (28-79) olan 20’si kadın 16’sı erkek toplam 36 olgu (23 KML, 8 PCRV, 5 ET) alındı.
İlk başvuru sırasında tam kan sayımı, PT, aPTT, fibrinojen, tam kanda luminesans ve PRP’de optik agregasyon yöntemi ile trombosit fonksiyonları ve ristosetin kofaktör (Rcof) ölçümü yapıldı. Agonist olarak ADP, AA, Ristosetin, Kollajen kullanıldı. Trombositler; en az bir agonist ile indüklenen trombosit agregasyon veya ATP salınım değeri referans aralığının altında ise hipoaktif, üstünde ise hiperaktif olarak değerlendirildi.
Spesifik tedavi rejimleri başlandıktan sonra takip edilen 17 olguda tam kan sayımı, koagulasyon testleri, trombosit agregasyon testleri ve Rcof ölçümü tekrarlandı.
Luminesans yöntem ile tedavi öncesi olguların 13/36’sı hiperfonksiyon, 13/36’sı miks, 9/36’sı hipofonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken 1/36 olgu normal idi. Aynı yönten ile tedavi sonrası olguların 12/17’si hipofonksiyon, 2/17’si hiperfonksiyon, 2/17’si miks tip trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken, 1/17 olgu normal idi.
Optik yöntem ile tedavi öncesi olguların 15/36’sı hipofonksiyon, 7/36’sı miks, 4/36’sı hiperfonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken 10/36 olgu normal idi. Aynı yönten ile tedavi sonrası olguların 14/17’si miks, 2/17’si hiperfonksiyon, 1/17’si hipofonksiyon şeklinde trombosit fonksiyon bozukluğu gösterirken, trombosit fonksiyonları normal olan olgu saptanmadı.
Sonuç olarak;
1) Kronik miyeloproliferatif hastalıklı olgularda tanı anında hipofonksiyon, hiperfonksiyon veya miks agregasyon defektleri sık olarak görülmektedir ve bu defektleri saptamada luminesans yöntem optik yöntemden daha değerlidir. Bu nedenle KMPH’li hastalarda tanı anında antiagregan tedavi başlama kararı için luminesans yöntem ile trombosit fonksiyonlarının araştırlmasını önermekteyiz.
2) Kronik miyeloproliferatif hastalıklarda görülen trombosit fonksiyon bozuklukları hastalık bazında değerlendirildiğinde KML’de hipofonksiyon, PCRV ve ET’de hiperfonksiyonun hakim olduğu saptanmıştır.
3) Kronik miyeloproliferatif hastalıklarda uygulanan tedavi rejimleri sonrası hastalığın kontrol altına alınması ile trombositlerde hipofonksiyon ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle tanı anında antiagregan tedavi gerekli olan hastaların klinik seyrinde, uygulanan tedaviler sonucu antiagregan tedaviye ihtiyaç kalmayabilir ve antiagregan tedaviye devam edildiği taktirde hastalar kanama riski ile karşı karşıya kalabilirler.
4) KML tedavisinde standart bir ajan olan imatinib mesilat kullanımı sonrası hastalarda trombosit hipofonksiyonu gelişmektedir. Bu nedenle KML’li hastalarda antiagregan tedaviyi, hiperkoagulabilite olmadıkça önermemekteyiz.
tur
kan sayımı
Rcof
KML tedavisi
hiperkoagulabilite
Kronik miyelopoliferatif hastalıklada trombosit fonksiyonları ve uygulanan tedavi rejimlerinin etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3091
2022-06-10T00:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Temel, Tuncer
2022-06-09T12:55:12Z
2022-06-09T12:55:12Z
2005
http://hdl.handle.net/11684/3091
Solid malignensili hastalarda hiperkoagülabiliteye yatkınlık olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilitenin tromboelastografi ile değerlendirilmesidir.
Çalışmaya antikanser tedavi almayan 73 hasta; 27 GIS, 26 akciğer ve 20 diğer malignensili hasta ve kontrol grubu olarak 16 sağlıklı birey alındı. Tüm bireylerde trombosit sayımı, PT, aPTT, fibrinojen ve D-Dimer düzeyleri ölçüldü. Pıhtılaşma zamanı, pıhtı oluşum zamanı ve maksimum pıhtı sertliği tromboelastografi ile integ, exteg, fibteg ve apteg metodları kullanılarak değerlendirildi. Integ yöntemi ile intrensek yol, exteg yöntemi ile ekstrensek yol, fibteg yöntemi ile fibrinojen düzeyi ve apteg yöntemi ile hiperfibrinolizis incelendi. Hiperkoagülabilite pıhtılaşma ve pıhtı oluşum zamanı için normal labaratuar değerlerinin altındaki maksimum pıhtı sertliği için normal labortuar değerlerinin üzerindeki değerler olarak tanımlandı.
Solid malignensi gruplarında pıhtı oluşum zamanında azalma ve maksimum pıhtı sertliğinde artma saptandı. Bu farklılık kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiki derecede anlamlı bulundu (p<0,001).
Trombosit sayısı ve fibrinojen düzeyleri ile pıhtı oluşum zamanı arasında negatif korelasyon mevcutken maksimum pıhtı sertliği ile pozitif korelasyon saptandı (p<0,01). Hemoglobin ve hematokrit düzeyleri ile pıhtı oluşum zamanı arasında pozitif korelasyon izlenirken maksimum pıhtı sertliği ile negatif korelasyon saptandı (p<0,01).
Akciğer malignensili hastalarda diğer gruplar ile karşılaştırıldığında exteg ve apteg yöntemlerinde pıhtı oluşma zamanında azalma ve maksimum pıhtı sertliğinde artma saptandı (p<0,05). Trombosit sayısı ve fibrinojen düzeylerinde akciğer malignensili grupta diğer gruplar ile karşılaştırıldığında artma saptandı (p<0,01).
Çalışmamızdan elde ettiğimiz bulgular ile; TEG ile solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilitenin saptanması ve izlenmesinin etkin bir şekilde yapılabileceği sonucuna varıldı. Solid malignensili hastalarda tromboembolik olay riskinin artmış fibrinojen düzeyleri ve trombosit sayısı, azalmış hemoglobin ve hemotokrit düzeyleri ile korele olduğu saptandı. Akciğer malignensili hastaların diğer malignensi gruplarına oranla artmış tromboembolik olay riski taşıdığı görüldü. Solid malignensilerde koagülasyon sisteminin tüm basamaklarında hiperkoagülabiliteye yatkınlığa neden olan bozukluklar olduğu saptandı. Tromboelastografinin solid malignensili hastalarda tarama testi olarak kullanılabileceği sonucuna varıldı .
tur
Adenozin Difosfat
Akut Myeloid Lökemi
Tromboelastografi
Solid malignensili hastalarda hiperkoagülabilite ve hiperkoagülabilite ve hiperkoagülabilitenin
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3097
2022-06-10T00:00:36Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Güvenir, Sultan
2022-06-09T13:35:34Z
2022-06-09T13:35:34Z
2006
http://hdl.handle.net/11684/3097
Kronik renal yetmezlikli
hastalarda artmıs oksidatif stres, kronik inflamasyon ve endotel disfonksiyonu gibi
ek risk faktörlerine baglı olarak aterosklerotik kalp hastalıgı sıklıgı normal
populasyondan daha fazladır. Biz çalısmamızda diyaliz hastalarında HMG Co A
redüktaz inhibitörü olan atorvastatinin lipid düsürücü etkilerinden farklı olarak,
pleiotropik etkileri olarak adlandırılan, oksidatif stres, inflamasyon ve endotel
disfonksiyonu üzerine olan etkilerini arastırmayı amaçladık. Çalısmaya kronik renal
yetmezlikli diyaliz tedavisi uygulanan LDL kolesterol düzeyi 130 mg/dl üzerinde
olan 21 hasta dahil edildi. Hastaların 12’si HD, 9’u PD tedavisi alıyordu.17 hastaya
10mg/gün, 3 hastaya 20mg/gün, 1 hastaya 40 mg/gün atorvastatin tedavisi 6 ay
süreyle uygulandı ve LDL kolesterol düzeyi 100 mg/dl’nin altına düstükten sonra ox
LDL, MDA, CRP, HsCRP, IL-6, Fibrinojen, NO, vWF ag, FV ve homosistein
degerleri çalısıldı. Oksitatif stres parametresi olarak çalıstıgımız oksidize LDL
düzeyinde anlamlı bir azalma görülürken diger bir oksidatif stres parametresi olan
MDA, inflamasyon parametresi olarak çalıstıgımız CRP, HsCRP, IL-6, Fibrinojen,
endotel disfonksiyonu parametresi olarak çalıstıgımız NO, vWF ag, FV ve
homosistein düzeyinde anlamlı bir degisiklik görülmedi. Akut faz reaktanı olarak
kabul edilen ve inflamasyon göstergesi olan platelet ve sedimantasyon degerlerinde
ise anlamlı bir azalma görüldü.
eng
Entotel Disfonksiyonu
Oksidatif Stres
Diyaliz
Atorvastatin
Kronik renal yetmezlikli hastalarda statinlerin pleiotropik etkileri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3099
2022-06-10T00:00:10Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Son, Osman
2022-06-09T13:42:45Z
2022-06-09T13:42:45Z
2006
http://hdl.handle.net/11684/3099
Diabetes
Control and Complications Trial (DCCT)’den çıkan sonuçlar Diabetes Mellitus
(DM)’un tedavisinde tıbbi beslenme tedavisi yaklaşımının önemini ortaya
koymuştur. DCCT’nin önerdiği tıbbi beslenme tedavilerinden biri de karbohidrat
sayım yöntemi olup, son yıllarda ilgi çekmeye başlamıştır. Karbohidrat (Kh) sayım
yönteminde; yiyeceklerdeki karbohidratların hastalara öğretilmesi ve yiyecek
alımında esneklik sağlanması ile günlük beslenme planının yapılması, sıkı kan
şekeri kontrolünü sağlayabilmek yanısıra yaşam kalitesine de olumlu katkılar
getirmektedir. Biz bu çalışmada Kh sayım yönteminin, Tip1 DM’lu hastalarda
tedavinin başarısına etkileri yanısıra yaşam kalitesi üzerine olan etkilerini irdelemeyi
amaçladık. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve
Metabolizma Bilim Dalı Diyabet Polikliniğine müracaat eden 37 Tip 1 DM’lu
hastanın 22’si Kh sayım yöntemi ile 15 olgu ise kontrol grubu olarak multipl doz
intensif insulin tedavisi ve standart diyabetik diyet uygulanarak 6 ay boyunca yakın
takibe alınmıştır. Karbohidrat sayım yöntemi uygulayan ve multipl doz intensif
insulin tedavisi ile birlikte standart diyabetik diyet uygulayan hastaların çalışma
başlangıcı ve 6 ay sonraki dönemde vücut ağırlığı, Vücut Kitle İndeksi, vücut
kompozisyonu Body Compositıon Analyzer (TBF-300M) cihazı kullanılarak, HbA1c
ve fruktozamin düzeyleri Indicates Roche / 911 Hitachi cihazı ve lipid parametreleri
ımmunometrik kemiluminesans yöntemi ile ölçülmüştür. Hastalara [ MEDİCAL
OUTCOMES STUDY 36-ITEM SHORT FORM (MOS SF- 36 ) ] 36 soruluk kısa bir
sağlık araştırması ve yaşam kalitesi ölçeği uygulanarak yaşam kaliteleri
değerlendirilmiştir. İstatiksel yöntem olarak; t- testi, ki-kare testi ve Mann-Whitney
U testi kullanılmıştır. Diyabetli bireylerde yeme fleksibilitesi sağlayan ve yaşam
kalitesini arttıran bu yöntemin başarısı diyabetli bireyin bu yöntemi ne kadar
algılayabildiğine bağlıdır. Çalışmamızda Kh sayan grupta, standart diyabetik diyet ve
multipl doz intensif insülin tedavisi uygulayan gruba göre glisemik kontrol
göstergelerinde anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Karbohidrat sayan grubun
vücut ağırlığı ve vücut kompozisyonunda olumsuz bir bulgu saptanmamıştır.
Bununla birlikte Kh sayan grupta hipoglisemi sıklığı azalırken, yaşam kalitesi
belirgin artış göstermiştir. Sonuç olarak diyabetik bireylere esnek bir yeme planı
sunan Kh sayım yöntemi, işlerliği olan, hastayı hastalığı ve tedavisi konusunda daha
bilinçli ve aktif kılan bir yöntemdir.
eng
Tip1 Diabetes Mellitus
Diyabet Tedavisi
Karbohidrat Sayım Yöntemi
Tip 1 diabetes mellituslu hastalarda karbohidrat sayım yönteminin irdelenmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1944
2021-03-11T01:00:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Garip, Şahin
2021-03-10T06:53:26Z
2021-03-10T06:53:26Z
2006
Şahin, G. Diyaliz hastalarında N-asetilsistein’in endotel disfonksiyonu üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Bilimdalı Tıpta Yandal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2006
http://hdl.handle.net/11684/1944
Kronik Böbrek yetmezliği K/DOQI evre 5 hastalarında, endotel disfonksiyon ve oksidatif strese bağlı olarak kardiyovasküler etkilenme sonucunda kardiyovasküler hastalık insidensinde artış vardır. N- asetilsistein, özellikle endotel disfonksiyon, oksidatif stres ve ateroskleroz gibi kardiyovasküler hastalıklar üzerinde önemli etkilere sahiptir. Biz hemodiyalize giren (serum kreatinin klirensi <15 ml/dakika, yaşları 40 +/-12 olan 16 erkek, 14 kadın) 30 üremik hasta ve 13 sağlıklı kontrol (yaşları 35 +/- 9 olan 5 erkek ve 8 kadın) gruplarında çalıştık. NAC 2X600mg kullanımından önce ve 5 hafta sonra ön kolda iskeminin 5 dakika sonrasında oluşan ve sublingual gliserintrinitrat 0.4 mg cevabını endotele bağlı vazodilatasyonla olan reaktif hiperemi (orta dilatasyon akımı FMD) brakial arterden ölçüldü. Ölçümler yüksek rezolüsyonlu ultrasonografi ve Doppler ultrasonagrafi ile yapıldı. Delta FMD(mm)=(FMD damar çapı-bazal damar çapı) ve Delta GTN (mm)=(GTN damar çapı-bazal çapı). %FMD=(Delta FMD/bazal damar çapı)*100 ve %GTN= (Delta GTN/bazal damar çapı)*100. DeltaFMD hemodiyaliz hastalarında kontrol hastalarına göre daha düşüktü (0,28+/-0,17’ye 041+/-0,11, p<0.05). % FMD hemodiyaliz hastalarında kontrol grubuna göre düşüktü (7,5+/5,05’e 11,33+/-2,95, p<0.05). Delta GTN cevabı her iki grupta benzer bulundu (0,74+/-0,27’ye 0,83+/-0,15, p>0.05). %GTN cevabı iki grupta benzer bulundu (19,5+/-8,81’e 23,63+/-6,38, p>0.05). NAC verilmesinden sonra delta FMD hemodiyaliz hastalarında anlamlı olarak gelişti (041+/-0,11 p<0.001, bazali 0,28+/0,17). %FMD hemodiyaliz hastalarında anlamlı olarak gelişme gösterdi (10,59+/3,22 p<0.01’e bazal 7,9+/-5,05). Delta GTN cevabı etkilenmedi (0,74+/-0,27’e 0,75+/-0,22, p>0.05). %GTN cevabı etkilenmedi (19,5+/-8,81’e 19,65+/-7,08 p>0.05). Sonuçta hemodiyaliz hastalarında endotele bağlı vazodilatasyonda azalma ile karakterize endotelyal disfonksiyon vardır. NAC ile antioksidan tedavi endotel disfonksiyonu düzeltir. Diyaliz hastalarında uzun süreli klinik çalışmalarla NAC’ın kardiyovasküler olaylarda etkisi gösterilmelidir
tur
N-asetilsistein
Endotel Disfonksiyon
Diyaliz hastalarında N-asetilsistein’in endotel disfonksiyonu üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2008
2021-03-12T01:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yorulmaz, Goknur
2021-03-11T06:52:11Z
2021-03-11T06:52:11Z
2007
http://hdl.handle.net/11684/2008
Diyabet Poliklinik Materyalinin Retrospektif Degerlendirilmesi.
Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi ç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Tıpta Uzmanlık Tezi Eskisehir, 2007 Diabetes Mellitus seyrini degerlendirmek
amacıyla, ESOGÜTF (Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi)
Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı poliklinigine 1989-2005
yılları arasında müracat 3198 diyabetik hastanın degerlendirilmesi yapılmıstır.
Hastaların yası, cinsiyeti, vücut kitle indeksi, diyabet baslama yası ve baslangıç
biçimi, diyabet süresi, diyabet tipi ve tedavisi, takip sıklıgı ve süresi, aile öyküsü, iri
dogum ve sigara öyküsü, diyabete iliskin akut komplikasyonlar ve retinopati,
nöropati ve nefropati gibi spesifik komplikasyonlar ve diyabet seyrinde sık
karsılasılan durumlar (dislipidemi, kardiyovasküler hastalık, hipertansiyon,
kolelitiazis, hepatik steatoz, karaciger enzim anormallikleri, osteoporoz, tiroid
anormallikleri) degerlendirilmis ve bunların birbiriyle iliskileri arastırılmıstır. Hasta
grubumuzun %9.4’ ü tip 1, %85.7’si tip 2, %4.9’u gestasyonel diyabetik hastalardan
olusmaktadır. Tip 2 diyabetik hastaların %41.2’sinin tesadüfen tanı aldıgı tespit
edilmistir. Genel olarak glisemisi kontrolsüz olanlarda ve takip dısı hastalarda akut
metabolik komplikasyonlarla karsılasılmıstır. Tüm spesifik komplikasyonların
gelisimi birbiri ile ve diyabet süresi ile paralellik göstermistir. Mikrovasküler
komplikasyonlar gliseminin kötü olması ve diyabet süresinin uzun olmasından
etkilenirken, makrovasküler komplikasyonların bu durumdan bagımsız oldugu
görülmüstür. Tip 2 diyabetik hastalarda en sık OAD(%45) kullanıldıgı, tüm diyabetik
hastaların %53.2’sinde steatoz, %22.4’ünün tiroid sorunu ve erkeklerin %54.3’ünde,
kadınların %54.4’ünde osteoporoz oldugu görülmüstür.
Sonuç olarak, diyabetes mellitus özellikle arastırılmalıdır ve daha iyi seyri için
düzenli takip önemlidir.
Retrospective evaluation of the material of diabetes polyclinic. Eskisehir
Osmangazi University (ESOGU) Faculty of Medicine, Medical Speciality Thesis in
Department of Internal Medicine. Eskisehir, 2007. In order to evaluate progress of diabetes
mellitus (DM), in patients attended to outpatient clinic in ESOGU, Medical School, Division
of Endocrinology between 1989-2005, 3198 patients with diabetes were reviewed. The
characteristics (age, sex, body mass index, age and manner of beginning of diabetes, duration
of diabetes, type of diabetes and its treatment, duration and frequency of following, family
history for diabetes, macrosomic baby and smoking history, acute and all specific
complications of diabetes such as retinopathy, neuropathy and nephropathy and a number of
problems including dyslipidemia, cardiovascular diseases, hypertension, cholelithiasis,
hepatic steatosis and abnormalities of liver enzymes, osteoporosis, thyroid abnormalities) of
these patients and relations of these characterizations were investigated. Of our patients, 9.4
% were type 1 DM, 85.7% were type 2 DM and 4.9 % were gestational DM. 41.2 % of Type
2 diabetics were diagnosed coincidentally. In general, acute metabolic complications were
usually seen in patients who had uncontrolled glycemia or haven’t come to controls regularly.
Progression of all specific complications were corraleted with each other and with duration of
diabetes as well. Microvascular complications had been affected by uncontrolled glycemia
and long duration of disease although macrovascular complications had been found
independent from these states. The most common treatment type of Type 2 diabetic patients
with a frequency of 45 % were oral antidiabetic agents (OAD). In all diabetic patients, 53.2
% had steatosis, 22.4 % had thyroid pathology. 54.3 of male patients and 54.4 % of the
females had osteoporosis. In conclusion, DM must be investigated specially and regular
follow up is important for better prognosis.
tur
Komplikasyonlar
Diabetes Mellitus
Diyabetik poliklinik materyalinin retropektif değerlendirlmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2034
2021-03-12T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Cantürk, Zerrin
2021-03-11T07:49:02Z
2021-03-11T07:49:02Z
2007
http://hdl.handle.net/11684/2034
Son yıllarda malignansiler üzerine etkilerinin ortaya çıkmasından dolayı bor
bileşiklerine olan ilgi gittikçe artmaktadır. Bor bileşiklerinin kanser hücreleri üzerinde
proteozom inhibitörü olarak çalıştığı birçok çalışmada gösterilmiştir (13). Çalışmamızda
sağlıklı insan lenfositleri ve HL-60 (lösemi) hücreleri üzerinde borik asit ve sodyum tetra
borat (boraks) bileşiklerinin etkilerini ayrı ayrı MTT, Neutral Red, Akış hücremetre ve
Geçirimli elektron mikroskobunu kullanarak değerlendirdik. Sitotoksik etkilerini saptamak
için 100, 250, 500, 1000 μM konsantrasyonlarda hücrelerimize borik asit veya sodyum
tetra borat verdik ve bunun için MTT yöntemini kullanıldık. Borik asitte 500 μM’da % 50,
sodyum tetra boratta ise ölü hücre oranının % 40’ lara ulaştığını bulduk. Diğer taraftan
kontrol olarak kullandığımız sağlıklı insan lenfositlerinde bu oran en yüksek dozda bile %
20’ leri geçmemektedir. Lizozomal aktivite açısından etkileri görebilmek için de
hücrelerimizi nötral kırmızısı boyasıyla boyadık. Aynı konsantrasyonlarda her iki bileşikte
de % 10 kadar lizozomal aktivitede bir azalış saptadık. Sağlıklı insan lenfositlerinde ve
lösemi hücrelerinde borik asit ve sodyum tetra boratın apoptotik etkisini akridin oranj ile
akış hücremetrede değerlendirdik. Borik asitin 1000 μM olan konsantrasyonunda sağlıklı
lenfositlerde % 2,5, HL-60 hücrelerinde % 8,8 apoptotik etki bulduk, sodyum tetra boratta
ise 1000 μM da sağlıklı lenfositlerde % 3,1, HL-60 hücrelerinde ise % 4,9 apoptotik etki
bulduk. Bor bileşiklerinin akut lösemi hücreleri üzerindeki ince yapı değişikliklerini
saptayabilmek için transmission (geçirimli) elektron mikroskobunda inceledik. Borik asit
500 μM konsantrasyonunda hem akut lösemi hücrelerinde hem de lenfositlerde çift
nukleus ve mikronukleus oluşturdu. Akut lösemi hücrelerinde mitokondrilerin boyutlarında
büyüme, kristalarında deformasyonlar ortaya çıktığını saptadık.
Bizim sonuçlarımıza göre, sağlıklı lenfositlerle akut lösemi hücrelerini
kıyasladığımızda bor bileşikleri lösemi hücrelerine daha etkilidir ve bu toksik etkiyi
mitokondriler üzerinden göstermektedir.
Recently, as the effects of malignancies have come out, the attention on boron
compounds has been taken and is gradually increasing. There are experiments in which
boron compounds work as a proteosom inhibitor on cancer cells (13). In our study, we
investigated the effects of boric acid and sodium tetra borate on MTT, Neutral Red, Flow
cytometry, transmission electron microscope methods on acute leukemia cell lineage and
healthy human lymphocyte. We used MTT method to evaluate cytotoxic effect by
following the one night incubation of leukemic cells in 100, 250, 500, 1000 μM
concentrations with boric acid and sodium tetra borate. We found that in boric acid at 500
μM there were dead cells at the rate of % 50 and in sodium tetra borate at the rate of % 40.
On the other hand, in healthy human lymphocytes used as a controller this rate did not
reach % 20s even in the highest concentration. In terms of lysosomal activity to see the
effects we dyed the cells with the neutral red by following the one night incubation of boric
acid and sodium tetra borate in 100, 250, 500, 1000 μM concentrations. We detected a
decrease % 10 in both compounds in the same concentrations and in the lysosomal activity.
We evaluated the apoptotic effect of boric acid and sodium tetra borate to lymphocyte and
leukemic cell line by flow cytometry using acridine orange methods. Apoptotic effect was
found boric acid 1000 μM concentration % 2,5 in normal lymphocyte, 1000 μM
concentration % 8,8 HL-60 cell lines and sodium tetra borate 1000 μM concentration %
3,1 normal lymphocyte, 1000 μM concentration % 4,9 HL-60 cell lines respectively. We
examined the boron compounds by means of transmission electron microscope method to
detect their effects on the acute leukemia cells. We observed that boric acid in 500 μM
concentration caused the double nucleus and micronucleus formation in both acute
leukemia cells and lymphocytes. We determined that an expanding in the dimension of
mitochondrium and a deformation in cristas appeared.
According to our results, boron compounds show a toxic effect on the acute
leukemia cells with comparing normal lymphocyte and this effect is via with the
mitochondrial pathway.
tur
Hl-60
Borik Asit
Sodyum Tetra Borat
Akridin Oranj
Geçirimli Elektron Mikroskobu
Bor bileşiklerinin lösemi hücrelerine ve normal lenfositlere olan etkisinin hücre kültüründe ve transmission (geçirimli)elektron mikroskobunda incelenmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2013
2021-03-12T01:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Temiz, Gökhan
2021-03-11T06:58:06Z
2021-03-11T06:58:06Z
2007
http://hdl.handle.net/11684/2013
Helikobakter pilori
(HP) enfeksiyonunun direkt veya apoptozise ikincil olarak hücre proliferasyonuna neden
olabileceği öne sürülmektedir. Yaşam boyu süren bu artmış döngü ise mutasyonel
değişiklikler için majör bir risk faktörüdür ve gastrik kanser gelişim hızındaki artışın nedeni
olabilir. Biz çalışmamızda HP pozitif olarak saptanan hastalarda eradikasyon tedavisi öncesi
ve sonrasında gastrik hücrelerde görülen apopitozis ve proliferasyon arasındaki ilişkileri
araştırdık. Çalışmamıza endoskopi endikasyonu konmuş, endoskopik patolojik bulgusu olan
ve hem korpus hem de antrum biopsi örneklerinde HP pozitif olan 26 hasta ve kontrol grubu
olarak endoskopik bulguları normal olan ve HP negatif olan 9 olgu alındı. HP pozitif hastalara
14 gün süreyle Lansoprazol+Klaritromisin+Amoksisilin tedavisi verildikten sonra 6 hafta
süreyle lansoprazol ile idame tedavisi verildi ve kontrol endoskopileri yapıldı. Biyopsi
örneklerinin histopatolojik değerlendirmesi Sydney klasifikasyonuna göre yapıldı.
Değerlendirmelerde gastrik hücrelerin proliferasyonu PCNA (Proliferating Cell Nuclear
Antigen) ekspresyonu, apoptosis değerlendirilmesi ise Bcl-2α ve Bax ekspresyonu ile yapıldı.
Tedavi sonrasında korpus ve antrum lokalizasyonunda Sydney klasifikasyon skorunda anlamlı
bir azalma gözlendi. HP infeksiyonu olan hastalarda PCNA, Bcl-2α ve Bax ‘ın birbirinden
bağımsız olarak ekspresse edildikleri; tedavi sonrası eradikasyon sağlananlarda özellikle hem
korpus hem de antrumda Sydney klasifikasyonu ile Bcl-2α arasında pozitif ilişki olduğu;
antrumda ise Bax ekspresyonunun negatifleştiği saptandı. HP pozitif malignite şüphesi olan
olgularda prekanseröz lezyon saptanmasa bile immünhistokimyasal boyaların Sydney
klasifikasyon skoruna üstünlüğü olmadığı; eradikasyon sonrası yüksek skorlu hastaların
aralıklı kontrollerinin yapılmasının gerektiğini göstermektedir.
It has been thought that
Helicobacter pylori infection may cause to cell proliferation either directly or secondary to
apoptosis. This increased turn over of cell motion is a major risk factor for mutational
changes and may be the reason for increased cancer development rate. In this study, we aimed
to evaluate the apoptosis and gastric cell proliferation before and after the eradication therapy
for Helicobacter pylori. We included 26 patients who were pozitive for Helicobacter pylori
and 9 healthy subjects who were negative. 26 patients were took eradication therapy which
was included Lansoprazole + Claritromycine + Amoxicillin for 14 days and then these
patients were took Lansoprazole therapy for 6 weeks. Biyopsi örneklerinin histopatolojik
değerlendirmesi Sydney klasifikasyonuna göre yapıldı. Histopathological evaluation of
biopcy specimens were made according to Sydney classification. Proliferation rates of gastric
cells were evaluated with PCNA expression (Proliferating Cell Nuclear Antigen) and the
apopitotic rates of gastric cells were evaluated with Bcl-2α and Bax expression. After
treatment we found a significant decrease on Sydney classification score in corpus and antrum
In addition, we found that in patients who have HP infection PCNA, Bcl-2α ve Bax were
expressed independently from each other also we found that after eradication there was a
positive correlation between Sydney classification score and Bcl-2α both in corpus and
antrum localizations but the expression of Bax had been negative in antrum. We didn’t find
any correlation between H.pylori and PCNA levels which is an indicator of cell proliferation.
In conclusion, according to these findings we thought that in the patients who have a
malignancy risk even in the absence of precancerous lesions, Sydney classification score has a
great importance. For this reason, patients who have high Sydney classification scores must
be followed-up regularly for the risk of malignancy.
tur
Helikobakter Pilori Enfeksiyonu
Eradikasyon Tedavisi
Proliferasyon
Apopitozis
Helikobakter pilori enfeksiyonunun gastrik hücre proliferasyonu ve apopitozis üzerine etkileri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3797
2022-07-23T00:00:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Kasifoğlu, Timucin
2022-07-22T13:24:07Z
2022-07-22T13:24:07Z
2007
http://hdl.handle.net/11684/3797
AAA için tanı kriterlerini
tam olarak karşılayan 256 AAA hastasının (128 erkek ve 128 kadın, ortalama yaş 27.2±6.3)
dosyaları geriye dönük olarak değerlendirildi. İnflamatuar bel ağrısı, tekrarlayan artrit ve
entesit öyküsü veya klinik bulguları olan hastalar belirlendi ve çalışma kriterlerinin ileri
değerlendirilmesi için çağrıldı. Fizik muayene ve radyolojik bulguları karşılaştırmak için
kontrol grubunu 41 ankilozan spondilit hastası oluşturdu. Değerlendirilen 256 hasta içinde
toplam 70 hastada artrit veya entesit öyküsü vardı. Bunların 55’ne ulaşıldı ve çalışma için
uygun olup olmadıklarını değerlendirmek üzere çağrıldı. 18 hastada direkt radyografi ve MRI
ile sakroiliit tespit edildi. Sakroiiliti olan hastalar HLA-B27 sonuçlarına göre iki gruba ayrıldı.
Tüm HLA-B27 pozitif hastalar erkekti ve AAA için aile öyküleri vardı. Direkt radyografi ile
sakroiliit dereceleri evre 3-4 olduğu için bu hastalara sakroiliak MRI çekilmedi. 17 HLA-B27
negatif hastanın direkt radyografilerinde evre 0, 1, 2 sakroiliit gösterildi ve sakroiliiti
doğrulamak için sakroiliak MRI çekildi. On hastada MRI ile sakroiliit saptandı. Bunlardan 5
tanesi erkekti. MEFV mutasyonları araştırıldı ve beş hasta M694V için homozigot, dokuz
hasta heterozigot, bir hasta M694V/M680I için birleşik heterozigot ve bir hasta
V726A/M680I için birleşik heterozigot pozitif olarak bulundu. İki hastada MEFV muatasyon
analizi yapılamadı. Sonuç olarak, AAA hastalarında sakroiliit beklenenden daha sık görülen
bir klinik bulgudur. HLA-B27 pozitif AAA hastalarında sakroiliit olabilir. Sakroiliitli
hastalarda M694V’nin homozigot veya heterozigot varlığı AAA hastalarında beklenenden
daha sıktır. Sakroiliiti ve eklem bulguları olan hastalarda AAA öncelikli olarak
düşünülmelidir. Bu hastalarda alınacak iyi bir öykü AAA tanısının erken konulmasını
sağlayacak, kolşisin tedavisinde gecikmeyi önleyecektir.
The files of 256 (128 male and 128 female, mean age 27.2±6.3) FMF
patients who fulfilled the relevant diagnostic criteria for FMF were evaluated retrospectively.
Patients with history or clinical findings of inflammatory low back pain, recurrent arthritis
and enthesitis were determined and called for furher evaluation of study criteria. Control
group consisted of 41 ankylosing spondylitis patients to compare physical and radiological
findings. A total of 70 patients had either arthritis or enthesitis among 256 evaluated patients.
55 of them were reached to call them to evaluate whether they were appropriate fort he study
or not. Sacroiliitis was detected in 18 patients by direct radiography or MRI. Patients with
sacroiliitis were divided into two groups according to their HLA-B27 results. All of the HLAB27 positive patients were male, and all of them had family history of FMF. The degree of
sacroiliitis were evaluated as grade 3-4 by direct radiography, therefore sacroiliac MRI was
not performed the these patients. Direct radiographies of 17 HLA-B27 negative patients
showed grade 0, 1, 2 sacroiliitis and to confirm sacroiliitis , sacroiliac MRI had performed.
Ten patients had sacroiliitis by MRI. Five of them were males. MEFV mutation was
investigated, and five patients were homozygote for M694V, nine patients were heterozygote,
one patient was M694V/M680I compound heterozygote an done patient was V726A/M680I
compound heterozygote. MEFV gene mutation analysis couldn’t be performed in two
patients. In conclusion, sacroiliitis in FMF patients, is a clinical finding seen more frequently
than expected. Sacroiliitis can be seen in HLA-B27 positive FMF patients. Homozygote and
heterozygote M694V mutation in patients with sacroiliitis is more frequent than expected in
FMF population. FMF should be firstly in differantial diagnosis of patients with sacroiliitis
and arthritis. A detailed and good anamnesis of these patients will ensure early diagnosis of
FMF and prevent the delay in colchicine theraphy.
tur
Ailesel Akdeniz Ateşi
Sakroiliit
Hla-B27
Spondiloartropati klinik bulguları olan ailesel Akdeniz ateşi (AAA) hastalarında, sakroiliit sıklığı, klinik ve radyolojik bulgular üzerine HLA-B27 antijeninin etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1952
2021-03-11T01:00:11Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Güven Barış, Cansu
2021-03-10T07:01:30Z
2021-03-10T07:01:30Z
2007
Cansu, GB. Romatoid artrit hastalarında adiponektin düzeyi ile hastalık etkinliği ve akut faz yanıtının ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2007
http://hdl.handle.net/11684/1952
Eklem ve eklem dışı organ hasarı ile
seyreden, yangısal, otoimmün bir hastalık olan Romatoid Artrit (RA) hastalarında, anti
inflamatuvar etkileri olduğu bilinen adiponektin ile hastalık etkinliği ve akut faz yanıtı
arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
Amerikan Romatoloji Birliği (ACR) tanı ölçütlerine uyan 27 RA hastası ile yine ACR
tanı ölçütlerine uyan 20 osteoartrit hastası (hastalıklı kontrol) çalışmaya alındı. Hastalık
modifiye edici ilaç (DMARD) kullanan RA hastaları çalışmadan dışlandı. RA hastalarında
başlangıçta (0. ay) ve sağaltımın 3. ayında akut faz reaktanları, hastalık aktivite skoru-28
(DAS-28) ve antropometrik değerlendirmeler ile adiponektin düzeylerine bakıldı.
3. ay değerlendirmemizde adiponektin düzeylerinin anlamlı düzeyde arttığını, ancak
adiponektinin hem 0. hem de 3. ay değerlerinin akut faz yanıtıyla ve hastalık etkinliğiyle
korele olmadığını saptadık. Beklendiği gibi akut faz yanıtı ve DAS-28 sağaltım altında
anlamlı düzeylerde azaldı.
Adiponektin düzeylerindeki bu anlamlı artışların olası nedeni olarak çalışmamızda
değerlendirmemiş olsak da RA tedavisinde kullandığımız ilaçlara (kortokosteroid,
metotreksat) bağlı olarak ortaya çıkmış insülin direncindeki azalmanın etkili olmuş
olabileceğini düşünmekteyiz.
tur
Romatoit Artrit
İnsülin Direnci
Romatoid artrit hastalarında adiponektin düzeyi ile hastalık etkinliği ve akut faz yanıtının ilişkisi.
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1790
2021-03-04T01:00:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Kırlı, İsmail
2021-03-03T12:59:43Z
2021-03-03T12:59:43Z
2008
http://hdl.handle.net/11684/1790
Diyalize giren, son dönem böbrek yetmezlikli (SDBY) hastalarda normal populasyona göre 25(OH)D3 düzeyi düşüktür. Plazma 25(OH)D3 düzeyi, D vitamini metabolizmasını değerlendirmede önemli bir göstergedir. Biz çalışmamızda, hemodiyaliz (HD) ve periton diyalizi (PD) uygulanan SDBY’likli hastalarda diyaliz yöntemlerinin serum 25(OH)D3 düzeyine etkilerini değerlendirdik. Çalışmaya 39 PD (yaş: 48.89 ± 13.75 yıl), 49 HD (yaş: 60.22 ± 13.69 yıl) hastası ve 33 sağlıklı kontrol ( yaş: 52.36 ± 6.32 yıl) alındı. HD süresi ortalama 30,38 ± 21,81 ay, PD süresi ortalama 26,35 ± 24,04 aydır. HD ve sağlıklı kontrol grubunda serumdan, PD grubunda serumdan ve periton sıvısından 25(OH)D3 düzeyi çalışıldı. 25(OH)D3 düzeyleri, kontrol grubunda 26.63 ± 10.89 nmol/L, HD grubunda 21.65 ± 12.38 nmol/L, PD grubunda 13.46±9.41 nmol/L ( p<0.001). Periton sıvısında ise 28.53 ± 7.66 nmol/L bulundu. En düşük serum 25(OH)D3 düzeyi PD grubunda bulundu. Ayrıca PD grubunda kan ve PD sıvısı 25(OH)D3 düzeyi karşılaştırıldı. PD hastalarında diyalizat sıvısında, seruma göre 25(OH)D3 düzeyi yüksek saptandı (p<0.001). PD hastalarında hemodiyaliz hastalarına göre kan 25(OH)D3 düzeylerinin düşük olması, PD hastalarında periton sıvısında ise yüksek olarak bulunması periton diyalizi hastalarındaki serum 25(OH)D3 düşüklüğünün nedeninin periton sıvısından kayıp olduğunu düşündürmüştür
In patients with end-stage renal disease (ESRD), 25hydroxyvitamin D3 (25(OH)D3) level is known to be lower compared to that of normal population. Plasma 25(OH)D3 level is an important indicator for evaluating D vitamin metabolism. In the present study, we evaluated the influences of dialysis methods over serum 25(OH)D3 level in patients with ESRD who are treated with hemodialysis and peritoneal dialysis. Thirty-nine peritoneal dialysis (PD) (age: 48.89 ± 13.75 years), 49 hemodialysis (HD) patients (age 60.22 ± 13.69 yrs), and 33 healthy controls (age 52.36 ± 6.32 yrs) were included in the present study. While mean HD period was 30.38 ± 21.81 month, mean PD period was 26.35 ± 24.04 month. Serums of HD, PD, and healthy controls were examined in terms of 25(OH)D3, iPTH, other biochemical laboratory tests; and additionally, 25(OH)D3 level of peritoneal fluid was analyzed in PD group. 25(OH)D3 levels for control, HD, and PD groups were as follows; 26.63 ± 10.89 nmol/L, 21.65 ± 12.38 nmol/L, and 13.46±9.41 nmol/L ( p<0.001), respectively. Same value was 28.53 ± 7.66 nmol/L for peritoneal fluid. The lowest 25(OH)D3 level was found to be in PD patients. Moreover, blood and PD fluid 25(OH)D3 levels were compared in PD group. The 25(OH)D3 level in dialysate patients was higher than that of serum in PD patients (p<0.001). The significantly lower blood levels in PD patients compared to those of hemodialysis cases, were thought to be due to 25(OH)D3 loss from peritoneal fluid.
tur
Kronik Böbrek Yetmezliği
25(OH)D3
Periton Diyalizi
Hemodiyaliz
Kronik böbrek yetmezlikli hastalarda 25(OH)d3 düzeyi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3655
2022-07-07T00:00:56Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Çelik, Mustafa
2022-07-06T10:28:59Z
2022-07-06T10:28:59Z
2008
http://hdl.handle.net/11684/3655
Tip 2 diyabetli hastalarda ateroskleroz başlıca morbidite ve mortalite nedenlerinden birisidir. Biz çalışmamızda tip 2 DM’li hastalarda ADMA düzeylerinin makrovasküler hastalık ve inflamasyon belirleyicileri ile ilişkisini belirlemeyi amaçladık. Çalışmamıza Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Bölümüne başvuran aterosklerotik vasküler hastalığı olan 50 ve olmayan 50 olmak üzere toplam 100 tip 2 diyabetli hasta ve 31 sağlıklı kontrol alınmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, kan basıncı değerleri, diyabet süresi, tedavi tipleri kaydedilmiştir. Ayrıca karotis arter intima-media kalınlığı ölçülmüştür. Hastalardan açlık kan örneklerinden HbA1c, açlık kan şekeri, C-peptid, kreatinin, Lipid parametreleri, hsCRP, fibrinojen, sedimentasyon, homosistein (tHcy) ve ADMA çalışılmıştır. Hastalarda ADMA düzeylerinin sağlıklı kontroller ve makrovasküler hastalığı olan ve olmayan diyabetiklerdeki düzeyleri ve tHcy, inflamasyon belirleyicileri ve makrovasküler hastalık ile bağlantısı değerlendirilmiştir. Hastalarda makrovasküler komplikasyonu olan grupta (0.52±0.23 umol/L), makrovasküler komplikasyonu olmayan gruba (0.39±0.16 umol/L) ve kontrol (0.32±0.13 umol/L) grubuna göre ADMA düzeyi anlamlı (p<0.05 umol/L) düzeyde yüksek bulunmuştur. Ayrıca tüm diyabetli hastalar ile kontrol grubu karşılaştırıldığında ADMA düzeyi diyabetliler grubunda (0.45±0.21 umol/L), kontrol grubuna (0.32±0.13 umol/L) göre çok önemli düzeyde (p<0.001) yüksek bulunmuştur. Makrovasküler komplikasyonu olan grupda tHcy’in, ADMA’nın temel belirleyicilerinden birisi olduğu görülmüştür. ADMA ile inflamasyon belirleyicileri arasında ise anlamlı ilişki saptanmamıştır. Sonuç olarak tip 2 diyabetlilerde ADMA düzeylerinin makrovasküler hastalık ile ilişkisi vardır. Ancak bu ilişki inflamasyondan bağımsızdır.
Atherosclerosis is one of the most important
causes of mortality and morbidity among patients with type 2 diabetes. We aimed to
determine the relation of ADMA levels to atherosclerotic vascular disease and
inflammation markers in type 2 diabetes. We included 50 type 2 diabetic patients
with atherosclerosis, 50 type 2 diabetic patients without atherosclerosis and 31
healthy control subjects in our study. We recorded the age, sex, blood pressure
levels, duration of disease, treatment types of the patients. Also carotid artery intima
media thickness of the patients were measured. Fasting blood samples were drawn
and HbA1c, fasting blood glucose, C-peptide, creatinine, lipid levels, hsCRP,
fibrinogen, erythrocyte sedimentation rate, homocysteine (tHcy) and ADMA levels
were studied. We evaluated ADMA levels in healthy controls, patients with
macrovascular complications and patients without macrovascular complications.
Also we evaluated the relationship between ADMA levels and tHcy, inflammation
markers and macrovascular disease. ADMA levels were significantly higher in
patients with macrovascular complications (0.52±0.23 umol/L) than the patients
without macrovascular complications (0.39±0.16 umol/L) and control group
(0.32±0.13 umol/L). In addition, when we compared all of the diabetic patients with
control group, we found that ADMA levels were significantly higher than the control
group (0.45±0.21 umol/L versus 0.32±0.13 umol/L ). We found that homocysteine
level was an important determinant of ADMA in the presence of macrovascular
complications. We could not find any relationship between ADMA and inflammation
markers. In conclusion, there is a relationship between ADMA and macrovascular
disease in type 2 diabetes but this relation is independent of inflammation.
tur
ADMA
Mellitus
İnflamasyon
Makrovasküler Hastalık
Tip 2 Diyabetli Hastalarda Serum Asimetrik Dimetil Arjinin (ADMA) Düzeylerinin Makrovasküler hastalık ve inflamasyon belirleyicileri ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3906
2022-07-28T00:00:51Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Doğan, İbrahim
2022-07-27T08:10:45Z
2022-07-27T08:10:45Z
2009
Doğan, İ. Hemadiyaliz tedavisi altındaki kronik renal yetmezlikli hastalarda serum asimetrik dimetilarginin’in (ADMA) klinik ve laboratuar sonuçları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Nefroloji Bilim Dalı. Eskişehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/3906
Kronik Böbrek Hastalığı’nda (KBH) mortalitenin en önemli nedeni
aterosklerotik vasküler komplikasyonlardır. Bizim bu çalışmadaki amacımız hemodiyaliz
tedavisi altındaki KBH olan hastalarda serum ADMA düzeyleri ile hipervolemi,
hipertansiyon, aterosklerozis ve kardiyovasküler olaylar arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
Çalışmaya en az 6 aydır hemodiyaliz tedavisi alan KBH’lı 120 hasta ve 23 sağlıklı kontrol
grubu alındı. Hastaların yaş, cinsiyet, kan basınçları, hemodiyaliz tedavi süreleri, vücut kitle
indeksleri kaydedildi. Hastaların yandaş hastalıkları, kullandığı ilaçlar, sigara alışkanlıkları
not edildi. Hastaların karotis arter intima-media kalınlığı (KİMK) ve ekokardiyografik
ölçümleri alındı. Hastaların ADMA düzeyleri ile birlikte inflamasyon belirteçleri olan CRP,
hsCRP, homosistein düzeyleri çalışıldı. Hasta ve kontrol grubu arasında ADMA, inflamasyon
belirteçleri, ekokardiyografik bulgular ve KİMK değerleri karşılaştırıldı. Hastalar
hipervolemik ve normovolemik olarak 2 gruba ayrıldı. KBH etyolojisine göre diyabetik ve
nondiyabetik gruplara ayrılarak kendi aralarında aynı değişkenler karşılaştırıldı. Hasta
grubunda ADMA, CRP, hsCRP, KİMK ölçümleri kontrol grubuna göre ileri düzeyde anlamlı
yüksek saptandı(p<0.001). (ADMA, hasta grubunda 0.444 umol/L (0.300-0.649), kontrol
grubunda 0.050 umol/L (0.050-0.246)) Yapılan korelasyon analizinde ADMA düzeylerinin
inflamasyon belirteçleriyle ilişkisi saptanmadı. KBH’da ADMA’nın inflamasyondan bağımsız
olarak ateroskleroz ve kardiyovasküler riskle ilişkili olduğu saptandı. Hipervolemik grupta
ADMA düzeyi (0.69 ± 0.57 umol/L), normovolemik gruptan (0.41 ± 0.044 umol/L) ileri
düzeyde anlamlı yüksek saptandı ve korelasyon analizlerinde bu yüksekliğin inflamasyondan
bağımsız olduğu bulundu. Diyabetik grupta homosistein ve ADMA düzeyi nondiyabetik
gruba göre daha yüksekti fakat bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Sonuç
olarak KBH’da ADMA düzeyleri ile endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, hipervolemi
arasında ilişki vardır.
The most important cause of mortality in Chronic Renal Disease (CRD) is
atherosclerotic vascular complications. Our aim in this study was to identify the relation
between serum ADMA levels and hypervolemia, hypertension, atherosclerosis and
cardiovascular events in patients with chronic renal disease undergoing hemodialysis
treatment. 120 patient with CRD undergoing hemodialysis treatment at least 6 months and 23
healthy persons were included. Age, sex, blood pressure, period of hemodialysis treatment
and body mass index of patients were registered. Accompying diseases, drugs and smoking
habits were also recorded. Intima-media thickness of carotid artery (CIMT) and
echocardiographic measurements has done. ADMA and CRP, hsCRP, homocystein levels
were measured as signs of inflammation. ADMA, signs of inflammation, echocardiographic
measurements and CIMT were compared between patient and control groups. The patient
group was divided in two subgroups as normovolemic and hypervolemic. Also we made
another classification depending to the etiology of CRD as diabetic and nondiabetic and
compared same variables. ADMA, CRP, hsCRP, CIMT measurements were higher in patient
group than in control group and the difference was statistically significant(p<0.001). ADMA
levels in patient group is 0.444umol/L(0.300-0.649), in control group is 0.050umol/L(0.050-
0.2461). There was no relation between ADMA levels and inflammation signs in correlation
analysis. ADMA has a relation with atherosclerosis and cardiovascular risk independent from
inflammation in CRD. ADMA levels were higher in hypervolemic group(0.69±0.57) than
normovolemic group(0.41±0.044) and the difference is statistically significant, also was
independent from inflammation in correlation analysis. Homocystein and ADMA levels were
higher in diabetic patient group, but this difference wasn’t statistically significant(p>0.05).
There is a relation between ADMA and endothelial dysfunction, atherosclerosis and
hypervolemia in CRD.
tur
Adma
Hipervolemi
Kronik Böbrek Hastalığı
Aterosklerozis
Hemadiyaliz tedavisi altındaki kronik renal yetmezlikli hastalarda serum asimetrik dimetilarginin'in (ADMA) klinik ve laboratuar sonuçları
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2090
2021-03-12T01:02:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Üsküdar Teke, Hava
2021-03-11T12:45:03Z
2021-03-11T12:45:03Z
2009
Teke Üsküdar, H. Yeni tanı veya relaps lenfomalı hastalarda otoantikor sıklığı ve serum sitokin düzeylerinin prognostik belirteçler ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Hematoloji Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/2090
Çalışmamızda yeni tanı veya relaps olmuş, tedavi almamış lenfomalı hastaların serum sitokin düzeylerini ve otoantikorların pozitiflik sıklığı ile sitokin düzeylerinin otoantikorlar ve prognostik belirteçler ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya, yeni tanı ve/veya relaps olmuş 38’i Non-Hodkgin (NHL) ve 16’sı Hodgkin lenfoma (HL) hastası olmak üzere toplam 54 hasta ve 26 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hem hasta hem de kontrol grubunda IL-1ß, IL-2, IL-4, IL-6, IL-10, IL-13, IL-17, INF-, GM-CSF ve TNF- sitokinleri ve ACA-IgG, IgM düzeyleri serumda çalışıldı. Hastaların ayrıca otoantikorları çalışıldı. Bakılan tüm sitokinlerin düzeyleri lenfomalı hasta grubunda kontrole göre daha yüksek saptandı. IL-6, INF- ve TNF- düzeyleri lenfoma hastalarında kontrole göre anlamlı derecede yüksekti (p=0,000, p=0,001, p=0,05). Hem NHL hem de HL hasta grubunda en az bir otoantikor pozitifliğinin sıklığı %50 iken, NHL grubunda en sık %27 oran ile direkt coombs pozitifliği, HL grubunda ise %36 ile lupus antikoagülan pozitifliği saptandı. B semptomu pozitif olan lenfomalı hastalarda IL-6, INF- ve TNF- düzeyleri daha yüksek saptandı. Tiroglobulin antikor pozitifliği olan lenfomalı hastalarda serum INF- düzeyleri, direkt coombs pozitifliği olan hastalarda ise serum IL-6 düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki saptandı (p=0,0031, p=0,004). Yüksek uluslararası prognostik indeks (IPI) değeri olan NHL hastalarında IL-6 ve TNF- düzeyleri anlamlı derecede yüksek (P=0,011, P=0,003) saptandı ve mortalite ve relaps oranı ile de yüksek bir ilişki saptandı. Bulgularımıza göre; 1) Lenfomalı hastalarda otoantikor pozitiflik sıklığı %50 civarındadır. 2) Hem NHL hem HL hastalarında tedavi öncesi IL-6, INF- ve TNF- düzeyleri yüksektir. 3) IL-6; lenfopeni ve B semptomlarından sorumlu en önemli sitokindir. 4) NHL’li hastalarda IL-6, HL’li hastalarda IL-1ß, INF-, IL-2 ve IL-4 relaps izlemi açısından kötü prognozla ilişkili sitokinlerdir.
In our study we aimed to investigate the serum cytokine levels and frequency of autoantibody positivity and the association of serum cytokine levels with autoantibodies and prognostic markers in newly diagnosed or relapsed untreated lymphoma patients. Newly diagnosed and/or relapsed 38 NHL and 16 HL totally 54 patients and 26 healthy controls were included in the study. IL-1ß, IL-2, IL-4, IL-6, IL-10, IL-13, IL-17, INF-, GM-CSF ve TNF- cytokines and ACA-IgG, IgM levels were studied in serum of both patient and control group. Autoantibodies were also studied. All cytokine levels were higher in lymphoma patient group compared with control. IL-6, INF- and TNF- levels were significantly higher than control in lymphoma patients (p=0,000, p=0,001, p=0,05). Frequency of least one autoantibody positivity was 50% in both NHL and HL group. Direct coombs positivity was the most frequent in NHL group with 27%. Lupus anticoagulant positivity was the most frequent in HL group with 36%. IL-6, INF- and TNF- levels were higher in lymphoma patients with positive B symptoms. There was a significant relationship between serum INF- levels and thyroglobuline antibody positivity and direct coombs positivity and serum IL-6 levels in lymphoma patients (p=0,0031, p=0,004). IL-6 and TNF- levels were significantly high in NHL patients with high IPI (P=0,011, P=0,003). There was also a high relationship between mortality and relaps rate. According to our findings; 1) Autoantibody positivity is about 50% in lymphoma patients. 2) Pretreatment IL-6, INF- and TNF- levels are higer in both NHL and HL patients. 3) IL-6 is the most important cytokine responsible with lymhopenia and B symptoms. 4) IL-6 in NHL patients, IL-1ß, INF-, IL-2 and IL-4 in HL patients are the cytokines related with poor prognosis while following relaps.
tur
Non-Hodgkin
Hodgkin
Otoantikor
Sitokin
Prognoz
Yeni tanı veya relaps lenfomalı hastalarda otoantikor sıklığı ve serum sitokin düzeylerinin prognostik belirteçler ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3617
2022-07-05T00:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Keskin, Müge
2022-07-04T06:15:46Z
2022-07-04T06:15:46Z
2010
http://hdl.handle.net/11684/3617
VEGF ve basicFGF gibi anjiogenik faktörlerin anahtar rol oynadığı anjiogenezis, CRC'de progresyon ve metastatik yayılım ile ilişkili olarak hastaların sağkalımında önemli bir faktördür. Çalışmamızda FOLFİRİ-bevacizumab kombine tedavisi alan metastatik kolorektal kanserli (mCRC) hastalarda serum VEGF ve bFGF tedavi başlangıcı ve tedavi sırasındaki serum düzeylerinin tedaviye yanıt ve progresyon değerlendirilmesinde belirleyici olup olmadığını araştırdık. Bölümümüzde tedavi olan 33 mCRC'li hastada serum VEGF ve bFGF düzeyleri tedaviye başlangıçta (0.) ve hastaların FOLFİRİ-bevacizumab tedavileri sırasında 4., 8., 12. kür öncesi progrese oluncaya kadar izlendi. Serum VEGF ve bFGF düzeyleri ELİSA yöntemi ile tayin edildi. Çalışmamızda hastalardaki tedavi öncesi serum VEGF ve bFGF düzeyleri sağlıklı kontrollere göre anlamlı yüksekti (p<0.001). Tedavi öncesi serum bFGF yüksek olanlarda anlamlı PSK kısa (p:0.026), LDH'ı yüksek olanlarda ise GSK daha kısa (p:0.039) olarak bulundu. Tedavi sırasındaki bFGF düzeyleri tedaviye yanıt ile ilişkili olduğu bulundu. Rektum kanserli hastalarda tedavi öncesi serum VEGF düzeyi normal düzeyde (<147.79) olan hastaların GSK'ı anlamlı uzundu (27.93 aya karşın 23.27 ay, P:0.026). Çok değişkenli analizde PSK için VEGF, KT'ye yanıt, tümör lokalizasyonu ve GSK için ise VEGF, KT'ye yanıt, hastanın opere olup olmamasının prognozu göstermede önemli faktörler olduğunu saptadık. Serum VEGF düzeyinin mCRC'de PSK ve GSK'ı belirleyen faktörlerden biri olduğu saptandı. Tedavi öncesi serum VEGF düzeyi yüksek olan mCRC'li hastalarda bevacizumab tedavisi ile istatistiksel olarak anlamsız da olsa daha uzun PSK elde edildiği gözlendi. Tedavi öncesi yüksek serum VEGF düzeyi bevacizumab tedavisi verilecek mCRC'li hastalardaki tedaviye cevabı belirlemede önemli olabilir, bu bulgunun daha kapsamlı, prospektif çalışmalarla desteklenmesi gereklidir
VEGF and basicFGF (bFGF) as angiogenic factors have key roles in angiogenesis. The process is an important component in patient survival with respect to progression and metastatic spread in colorectal cancer. In this study, we measured the VEGF and bFGF levels of patients with metastatic colorectal cancer (mCRC) receiving FOLFIRI-bevacizumab, at the beginning and while taking the treatment. Thus, we aimed to determine whether factor levels decisive or not in evaluating the response to treatment and progression. Levels of VEGF and bFGF were monitored from the beginning (0th day) and while taking FOLFIRI-bevacizumab treatment before 4th, 8th and 12th regimens till progressed, in 33 mCRC patients treated in our department. Serum levels of VEGF and bFGF were measured using enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA). In our study, serum VEGF and bFGF levels in patients before treatment were significantly higher than the healthy controls (p<0.001). We found that patients before treatment with high bFGF levels have significantly short PFS (p:0.026). Besides, patients have significantly shorter overall survival with high LDH levels before treatment (p:0.039). It was found that bFGF levels during the treatment are associated with the response to treatment. In rectal cancer patients with normal pre-treatment VEGF levels (<147.79pg/ml) had significantly longer overall survival (27.93 vs 23.27 months, p:0.026). In a multivariate analysis, we determined that while estimating PFS; VEGF, response to treatment, tumor localization were important factors and in addition to that while estimating overall survival VEGF, response to treatment and whether the patients were operated, were found to be as important factors. Serum VEGF is one of the factors that determine PFS and overall survival in mCRC. We observed that PFS tends to be longer with bevacizumab treatment in mCRC patients with high pre-treatment VEGF levels, it was not statistically significant. High serum VEGF levels before treatment can be an important issue in response to treatment while planning bevacizumab treatment in mCRC patients. This should be supported with more comprehensive and prospective studies
tur
Anjiogenezis
Metastatik Kolorektal Kanser
VEGF,
BFGF
Bevacizumab,
LDH
Metastatik kolorektal kanserli hastalarda serum VEGF ve basicFGF düzeylerinin hastaların tedaviye yanıt ve progresyonsuz sağkalımlarını belirlemedeki değeri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2079
2021-03-12T01:02:38Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Çeler, Özgen
2021-03-11T10:49:11Z
2021-03-11T10:49:11Z
2010
Çeler, Ö. Diyabetes mellituslu hastaların takibinde postprandial hiperglisemi için optimal zamanın belirlenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/2079
Kardiyovasküler hastalık (KVH), Tip2 DM’li hastalarda en sık ölüm nedenidir. Postprandial hiperglisemi, KVH için açlık glukozundan daha önemli bir göstergedir. Postprandial hiperglisemi tepe noktasının ölçüm zamanı konusunda fikir birliği yoktur. Bizim bu çalışmada amacımız, bazal HbA1c, fruktozamin, açlık ve tokluk döneminde glisemi, insulin sekresyonu, trigliserit, SYA düzeylerini ölçerek postprandial hiperglisemi için en uygun zamanı saptamaktır. Çalışmamız, diyet ve metformin alan 15 hasta, hızlı etkili insulin analoğu kullanan 15 hasta, glinid alan 15 hasta, 15 sağlıklı kontrol grubu olmak üzere 4 grubu içermekteydi. Kan örnekleri 12 saatlik açlığı takiben (0.dk) ve her hasta için bireysel koşullarına uygun kahvaltıdan sonra 60, 90 ve 120. dk’da alındı. Kontrol grubunda glisemi 90. dk’da ve insulin SYA’ın en baskılı olduğu 60.dk’da tepe yaptı. Glinid kullanan hasta grubunda glisemi ve insülinemi düzeyleri 90.dk da tepe yaptı (60. ve 120. dk arasında fark yoktu). Diyet ve metformin alan hasta grubunda glisemi ve insülinemi düzeyleri 60. dakikada tepe yaparken insulin grubunda glisemi 60 ve 90. dk da tepe yaptı. Her iki grupta da SYA 120. dk da en düşüktü. Tüm gruplarda TG düzeyi postprandial
dönemde arttı ve 2. saatte en yüksek düzeye çıktı. Sonuç olarak, postprandial glukoz düzeyleri genel glisemik kontrolün daha iyi bir göstergesidir ve HbA1c ile açlık glukoz düzeyinden daha iyi korelasyon gösterir. Sonuçlarımız, diyabetli hastalarda postprandial kan şekeri tepe değerinin ölçümü için en uygun zamanın yemeğin bitiminden 1 saat sonra olduğunu göstermektedir. Gestasyonel DM’li kadınların glisemik kontrolü için fikir birliği sağlanan postprandial 1. saat glukoz ölçümü tüm diyabetik hastalar için önerilebilir.
Cardiovascular Disease (CVD) is the most common cause of mortality in patients with type 2 diabetes. Postprandial hyperglycemia is particularly deleterious to vascular function and a stronger predictor of CVD than elevation of fasting glucose. There is no consensus about timing of postprandial hyperglycemia measurement. Our aim was to determine the optimal time for estimating postprandial hyperglycemia by measuring fasting and postprandial glycemia, insulin secretion, triglyceride and free fatty acids (FFAs). Basal HbA1c and fructosamine levels were measured, also. Our study included 4 groups; 15 patients on diet or plus metformine, 15 patients using rapid acting insulin analogues, 15 patients having glinides, and 15 healthy controls. Blood samples were withdrawn after 12 h of fasting (min 0) and following breakfast composed of foods proper for each patient, at 60th, 90th and 120th minutes. In control group glycemia peak occured at 90th minute and insulin level peak at 60th minute, when the levels of FFA was lowest. In the group of patients using glinide, glycemia (there was no difference between 60th and 120th minutes) and insulinemia levels peaked at 90th minute. In the group of patients on diet and metformin, glycemia and insulinemia levels peaked at 60th minute, whereas glycemia has peaked at 60th and 90th minutes at insulin group. FFA levels were lowest at 120th minutes in both groups. FFAs were decreasing postprandially in all groups and triglycerides were increasing and reaching a maximum level at 2nd hour. In conclusion, postprandial glucose levels are better predictors of overall glycemic control and are correlated better with HbA1c than fasting glucose levels. Our results indicate that measurement of plasma glucose 1h after the end of a meal generally approximates the peak value in patients with diabetes and provides a reasonable assessment of postprandial hyperglycemia. Consensus regarding measurement of 1-h post meal glucose concentration for glycemic control for women with gestational diabetes mellitus can be recommended for all of diabetic patients.
tur
Kardiyovasküler Hastalık
Diyabetes mellituslu hastaların takibinde postprandial hiperglisemi için optimal zamanın belirlenmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3486
2022-06-23T00:00:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Efe, Serdar
2022-06-22T11:35:24Z
2022-06-22T11:35:24Z
2009
Efe, S. Kronik Karaciğer Hastalığında İnsülin Direnci. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Gastroenteroloji Bilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi. Eskişehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/3486
Resistin yağ dokudan salınan bir adipositokin olup
insülin direnci ve obesiteyle ilişkilendirilmektedir. Bizim amacımız siroz hasta grubunda sık
gözlenen insülin direnci ve DM gelişimi üzerine resistinin olası etkisini saptamaktır. Endokrin
hastalık öyküsü olan, hepatosellüler karsinom tanılı, açlık kan glukozu 126 mg/dl’ nin
üzerinde, glukoz metabolizması üzerine etki edebilecek ilaç kullanan hastalar çalışma dışı
bırakılarak, 46 siroz hastası ve 19 kişiden oluşan sağlıklı kontrol grubunun resistin düzeyleri
ve insülin direnci göstergeleri ( HOMA, QUICKI, açlık insülin ve glukoz/insülin oranları )
ölçüldü. Deri kıvrım kalınlığı yöntemiyle vücudun dört kadranından alınan ölçümler Durnin
ve Womersley’in tablolarına yerleştirilerek vücut yoğunluğu ve vücut yağ yüzdeleri
hesaplanarak obes hastalar belirlendi. Hasta ve kontrol grubundan obesitenin insülin direnci
üzerindeki etkisinin ortadan kaldırılması amacıyla obesitesi olan hastalar çıkarılarak tüm
istatistiksel çalışmalar yeniden yapıldı. Gruplar arasında anlamlı farklılık saptanan tüm
paremetreler ayrıca Child Pugh evresine göre 3 gruba ayrılarak subgruplar arası farklılıklar
incelendi. Sirotik grupta insülin direnci belirteçleri ve resistin sağlıklı kontrol grubuna göre
anlamlı derecede yüksek saptandı. Aynı zamanda hastalık evresi arttıkça resistin seviyesinin
de artış göstermesi, KC sentez fonksiyonunun göstergesi olan albumin değeriyle negatif, PT
değeriyle pozitif korelasyon göstermesi siroz hastalığında resistinin prognostik bir faktör
olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Siroz hastalığı olanlarda yaş, cinsiyet ve etyolojik
subgruplar arasında resistin açısından anlamlı fark saptanmadı. Bununla birlikte hasta
grubunda HOMA indeksine göre insülin direnci olanlarda resistin artışı izlenmedi. Sirozlu
hastalarda resistin ile CRP arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. Sonuç olarak resitinin
siroz hasta grubunda insülin direncine katkısının olmadığı ancak inflamasyon ile bağlantılı
olduğu anlaşılmıştır. Sirozlu hastalarda resistinin olası metabolik rolünün saptanması için iyi
planlanmış yeni çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
Resistin is adipocytokin released from fat tissue and
related with insulin resistance and obesity. Our aim was to find out the probable affect of
resistin to development of insulin resistance and DM in patients with cirrhosis. Patients with
endocrinologic disease, hepatocellüler carsinoma, fasting blood glucose levels over 126
mg/dl, having drugs effecting glucose metabolism were excluded, and 46 patients with
cirrhosis and 19 healty people were included. Resistin levels and signs of insulin resistance
(HOMA, QUIKI, fasting insulin and glucose/insulin ratio) were measurements of four
quadrant of body was done by skinfold tecnique and the results were placed to Durnin and
Womersley’s table; body dancity and body fat percentage were calculated and obes patients
were determined. To exclude the effect of obesity on insulin resistance, patients control group
and all statistical analyses were done again. Parameters which showed statistically significant
difference were also seperated according to Child Pugh Stage and differences of subgroups
were analysed. Insulin resistance signs were higher in cirrhotic patient group and the
difference was statistically significant. Resistin level was higher in late stages of disease.
There was a negative correlation with albumin levels and positive correlation with PT as the
indicator of liver synthase function. And this correlation shows that resistin can be used as a
prognostic tool in cirrhosis. In cirrhotic group there wasn’t a statistically significant difference
in age, gender and etiology between subgroups. Also resistin levels didn’t raised according to
HOMA index in patient group. There was a positive correlation between resistin and CRP in
patients with cirrhosis. As a results; resistin didn’t effect insulin resistance in patient group
but there was a relation with inflammation. There is a need for studies about the probable
effect of resistin in cirrhotic patients.
tur
İnsülin Direnci
Siroz
Resistin
Kronik karaciğer hastalığında insülin direnci
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3715
2022-07-20T00:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Salgür, Füsun
2022-07-19T07:27:15Z
2022-07-19T07:27:15Z
2010
Salgür, F. Behçet Hastalarında Baş Ağrısı Sıklığı Özellikleri ve Transkraniyal Dopler ile Değerlendirme Bulguları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3715
Behçet hastalığı (BH), multisistemik tutuluma yol açan vaskülitik bir hastalık olup, hastalarda baş ağrısı en sık görülen nörolojik bulgudur. Transkraniyal dopler ultrasonografi (TKD) ise görsel uyarılara karşı gelişen kan akım değişikliklerini değerlendirmek amacı ile kullanılan bir tetkiktir. Bu çalışmada, Behçet hastalarında görülen baş ağrısı sıklığı ve baş ağrısı tipilerini belirlemek yanında, hastaların bir kısmında TKD ile serebral reaktiviteyi değerlendirdik. Çalışmaya Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu (UABHÇG) tanı ölçütlerine göre BH tanısı almış 113 hasta, 40 adet sağlıklı kontrol grubu alındı. Hastalara uygulanan anket formlarının sonuçlarına göre, baş ağrısı olan Behçet hastalarının ve sağlıklı kontrol grubunun, Uluslarası Başağrısı Derneği, Başağrısı Sınıflama Alt Kurulunun belirlediği Başağrısı Bozukluklarının Uluslarası sınıflandırılması kriterlerine göre, baş ağrısı tipleri uzman bir nörolog tarafından belirlendi. 62 Behçet hastasına ve 40 sağlıklı kontrol grubuna, hastanemiz Nöroloji bölümünce TKD yapıldı ve yine uzman bir nörolog tarafından değerlendirildi. Behçet hastalarının 89 (%78.8)’unda baş ağrısı mevcuttu. Bu hastaların 48 (%54)’inde gerilim tipi baş ağrısı ve 33 (%37)’ünde migren tipi baş ağrısı tespit edildi. Yapılan TKD sonuçlarına göre, Behçet hastalarında serebrovasküler direncin daha düşük olduğu tesbit edilmişse de, hastalarda baş ağrısı olup olmadığına bakılmaksızın serebrovasküler reaktivitenin korunmuş olduğu görüldü. Sonuç olarak, Behçet hastalarında baş ağrısı sıklığı sağlıklı kontrol grubuna göre yüksek saptanırken, hastalarda gerilim tipi baş ağrısı daha sıktı. TKD sonuçlarına göre ise Behçet hastaları ve kontrol grubunda ve baş ağrısı olan ve olmayan gruplar arasında serebral reaktivitenin bozulduğunu gösteren bir bulgu saptanmadı.
tur
Behçet Hastalığı
Transkraniyal Dopler Ultrasonografi
Serebral Reaktivite
Baş Ağrısı
Behçet hastalarında baş ağrısı sıklığı,özellikleri ve transkraniyal dopler ile değerlendirme bulguları
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2117
2021-03-12T01:01:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Cansu, Döndü Üsküdar
2021-03-11T13:01:17Z
2021-03-11T13:01:17Z
2010
Cansu Üsküdar, D. Ankilozan spondilitli hastalarda klinik ve radyolojik açıdan hastalık sonlanımını yansıtabilecek belirteçlerin değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ġç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı Yan Dal Uzmanlık Tezi, EskiĢehir, 2010
http://hdl.handle.net/11684/2117
Ankilozan spondilit (AS), aksiyel iskeleti ve periferik eklemleri tutan kronik, ilerleyici, inflamatuvar bir hastalıktır. Hastalık aktivitesini, progresyonunu ve prognozunu tam olarak hastalık durumunu tanımlamak zordur. Bu çalıĢma ile Türk AS hastalarında klinik, radyolojik ve eklem dıĢı tutulumu yansıtabilecek hastalıkla iliĢkili veya iliĢkisiz belirteçleri belirlemeyi amaçladık. 1984 Modifiye Newyork sınıflandırma ölçütlerine uyan 102 AS hastası çalıĢmaya alındı. Klinik özellikler, sosyal statü ve tedavi rejimlerini içeren bilgiler kaydedildi. Veriler hastalar tarafından anket doldurularak toplandı. Temel fizik muayeneleri yapıldı ve metrolojik indeksler ölçüldü. Eritrosit sedimentasyon hızı (ESH), C-reaktif protein (CRP) düzeylerine bakıldı. HLA-B27 pozitifliği değerlendirildi. Tüm radyolojik değiĢiklikler skorlandı. Radyolojik hasar (Bath Ankilozan Spondilit Radyoloji Ġndeksi, BASRI) ve fonksiyonel yetersizlik (Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel Ġndeks, BASFI) AS için sonlanım ölçütü olarak alındı. Hastalık süresi, erkek cinsiyet, renal taĢ varlığı yüksek radyolojik skorla iliĢkili bulundu. Yüksek ESH düzeyi ve yüksek hastalık aktivite indeksi yüksek BASFI skoru ile iliĢkili bulundu. CRP düzeylerinin yüksekliği ve kalça tutulumu hem yüksek BASFI hem de yüksek BASRI skoru ile iliĢkili idi. AS sonlanımı için en önemli bağımsız belirleyici kalça tutulumu olarak saptandı. Böylece bu risk faktörlerine sahip bireyler saptandığında erken ve agresif tedavi ile fonsiyonel durum iyileĢitirilebilir ve hastalığın yaratabileceği hasar durdurulabilir veya geciktirilebilir.
Ankylosing spondylitis (AS) is a chronic progressive inflammatory disorder affecting the axial skeleton and peripheral joints. It is difficult to define the disease activity, progression and prognosis of AS. Our aim in this study was to define the markers which can associated with the clinical, radiological and extraarticular manifestations of the disease. One hundred and two patients with AS who fulfilled the 1984 Modified Newyork Criteria for diagnosis of AS were included for this study. Information regarding predictor variables, including clinical features, social statu and treatment regimens were recorded. Data were corroborated using questionnaries completed by the study patients. Physical examination was done and metrological indexes were measured. Erythrocyte sedimentation rate (ESR) and Creactive protein (CRP) levels were recorded. HLAB-27 positivity were evaluated. Full sets of radiographs were scored. Radiological damage (Bath Ankylosing Spondylitis Radiology Index, BASRI) and functional disability (Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index, BASFI) were used to outcome measure of AS. The results showed that disase duration, male sex, renal stone occurrence were associated with higher radiological score. Hihger ESR levels and higher disease activity score were associated with high BASFI scores. Hihger CRP levels and hip involvement were both associated with high BASRI and BASFI scores. Radiological hip involvement was the most important independently factor for outcome in AS. Thus, when individuals with these risk factors can be detected earlier and more aggresive therapies may improve functional outcome and the damage of the disease may be prevented or delayed.
tur
Sonlanım noktası
Basrı
Basfı
Kalça tutulumu.
Ankilozanspondilit
Ankilozan spondilitli hastalarda klinik ve radyolojik açıdan hastalık sonlanımını yansıtabilecek belirteçlerin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3851
2022-07-27T00:00:52Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Uçan, Bekir
2022-07-26T10:27:51Z
2022-07-26T10:27:51Z
2010
Uçan, B. Hipotiroidi Olgularında Plazma Visfatin/Pre-B-cell Colony-Enhancing Faktör Düzeyleri, Tiroid otoimmunitesi ve Aterosklerozla İlişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı/ Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3851
Hashimito tiroiditi, kronik otoimmün tiroidit olup hipotiroidizmin en sık nedenidir.
Hipotiroidizmde obezite, dislipidemi, hipertansiyon, metabolik anormallikler
nedeniyle kardiyovasküler hastalık riski artmakta, otoimmünite ile ilişkili
inflamasyon ateroskleroz sürecini hızlandırmaktadır. Visfatin, TNF-a, IL-6 viseral
yağ dokusundan salgılanan, insülin direnci, dislipidemi, inflamasyon, ve ateroskleroz
patogenezinde rol oynayan adipositokinlerdir. Bu çalışmadaki amacımız Hashimoto
tiroiditine bağlı hipotiroidililerde tiroid otoantikorları, lipid profili, visfatin, IL-6,
TNF-α, okside-LDL ve ateroskleroz arasındaki ilişkiyi incelemektir. Çalışmaya
Haziran 2009 - Ocak 2010 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran Hashimoto
tiroiditine bağlı hipotiroidi tanısı alan, randomize olarak seçilen 35 hasta (32 K/3 E,
ortalama yaş 43.8 ± 9.6 yıl) hasta ve 18 (17 K/1 E, ortalama yaş 43.3 ± 5.2 yıl)
sağlıklı kontrol olgusu alındı. Hastalarda tedavi öncesi antropometrik ölçümler,
karotis intima media kalınlığı (KİMK) ölçümü, serum anti-Tg, anti-TPO, hsCRP,
homosistein, lipid profili, lipoprotein a, ApoA, ApoB1, beta-2 mikroglobulin,
insülin, glukoz, Visfatin, IL–6, TNF-α, okside-LDL düzeyleri çalışıldı. L-tiroksin
tedavisi sonrası ve sağlıklı kontrol grubunda aynı kan parametreler ölçüldü.
Hipotiroidililerde plazma Visfatin, okside-LDL, IL-6 ve TNF-α düzeyleri sağlıklı
kontrol grubuyla ve tedavi sonrası düzeyleri arasında istatiksel fark saptanmadı.
Hastalarda KVH risk faktörlerinden sistolik ve diastolik kan basıncı, HOMA-IR
indeksi, trigliserid, Apo B ve ApoB/ApoA, homosistein, beta-2 mikroglobin, KİMK
kontrollerden yüksek bulundu. Hastalarda anti-Tg antikoru ile ox-LDL, kolesterol,
homosistein ve proteinüri arasında pozitif ilişki bulundu.
Sonuç olarak, Hashimoto tiroiditli hipotiroidililerde geleneksel olmayan KVH
risk faktörlerinin arttığını, buna ateroskleroz bulgusu olan KİMK’daki artışın eşlik
ettiğini, otoimmuniteyle ateroskleroz arasında anti-Tg antikorunun köprü görevi
yapabileceğini düşünmekteyiz.
Uçan, B. Plasma Visfatin/ Pre-B-cell Colony Enhancing Factor levels in hypothyroid
patients and relationship of these levels with thyroid autoimmunity and
atherosclerosis. Visfatin/pre-B-cell enhancement factor is an adipocytokine, which is
found in the visceral fat tissue and enhances the growth of precursor of B cells
through showing synergy with IL-7 and stem cell factors. Other cytokines released
from the adipose tissue are TNF-α, and IL-6, which has been shown to be related
with pathogenesis of insulin resistance, diabetes, dyslipidemia, inflammation and
atherosclerosis. Our aim was to determine the relationship of plasma visfatin/ Pre-B cell Colony Enhancing Factor levels with thyroid autoimmunity, and atherosclerosis.
The study was performed randomly on 35 patients (32 women/ 3 men, mean age 43.8
± 9.6 years) diagnosed with Hashimoto thyroiditis and 18 healthy controls (17
women/ 1 men, mean age 43.3 ± 5.2 years) attending our outpatient clinic between
June 2009 and January 2010. Before therapy anthropometric levels, carotid intima
media thickness (CIMT) , serum anti-Tg, anti-TPO, hsCRP, homocystein, lipo(a),
ApoA, ApoB1, beta-2 microglobulin, insulin, glucose, Visfatin, IL–6, TNF-α,
oxidized-LDL levels and lipid profile was measured. Plasma visfatin oxidized -LDL,
IL-6, and TNF-α levels did not differ from the control group before and after therapy
in hypothyroid patients, statistically. The cardiovascular risk factors like systolic and
diastolic blood pressure, HOMA-IR index, triglyceride, Apo B and ApoB/ApoA,
homocystein, beta-2 microglobulin, CIMT were found to be elevated in the patients.
Ox-LDL, cholesterol, homocystein and proteinuria levels were positively correlated
with anti-Tg levels.
Conclusionally, we think that nontradiotional CVD risk factors are elevated in
hypothyroid Hashimoto thyroiditis patients and as a atherosclerosis indicator CIMT
increase accompanies it and anti-Tg antibody is a bridge between autoimmunity and
atherosclerosis.
tur
Hipotiroidizm
Ateroskleroz
Visfatin
Otoimmünite
Hipotiroidi olgularında plazma Visfatin/pre-b-cell colony-enhancing faktör düzeyleri, tiroid otoimmünitesi ve aterosklerozla ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3840
2022-07-27T00:00:53Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Serindağ, Berran
2022-07-26T06:24:32Z
2022-07-26T06:24:32Z
2010
Serindağ B, Baş-boyun kanserli hastalarda anjiojenez belirteçleri ve tedavi üzerine etkileri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3840
Larinks yassı hücreli kanseri yüksek ölüm ve
morbidite oranına sahip olup dünyada yılda 500.000 yeni olguya rastlanmaktadır. Larinks
kanserinde lokal kontrolü sağlamaya yönelik pek çok tedavi seçeneği bulunmasına karşın bir
kısım primer ve pek çok metastatik kanser halen tedaviye dirençlidir. Çalışmamızda tümörlü
dokudan elde edilen örneklerdeki CD105, VEGF gibi anjiojenenezde rol oynayan belirteçlerin
ve tümöral dokunun BT perfüzyon parametrelerinin (BV, BF, MTT) tedavi üzerine etkileri
araştırıldı. Olgulara standart DCF kemoterapi tedavisi 21 gün arayla 2 kür verildi. Tedavi
sonrası fizik inceleme,endoskopik inceleme ve radyolojik çalışmalarla tedavi cevapları
belirlendi. Çalışmamızda CD105, VEGF pozitifliği ve BT perfüzyon parametreleri (BV, BF,
MTT) ile kemoterapi cevabı arasında anlamlı fark bulunmadı.
Thesis of Medical speciality.
Squamous larynx cancer has high mortality and morbidity rates, worldwide incidence is
500.000 new patients per year. Although there are many theraupatic modalities for obtaining
local control in Larynx cancer, some part of primary and most metastatic forms of larynx
cancer is still refractory to the therapy. The effect on therapy of markers obtained from
tumoral tissues as CD 105 and VEGF, which plays a role in angiogenesis, and grades of
perfusion parameters for CT ( BV, BF, MTT ) was investigated. Two cures of standart DCF
chemotherapy regimen was underwent to patients with 21 day intervals. Response to theraphy
was determined by ENT specialist physical examination and radiologic investigations. İn our
study no significant difference between CD 15, VEGF positivitity, perfusion parameters for
CT ( BV, BF, MTT ) and response to chemotherapy was determined.
tur
Anjiojenezis
Baş-Boyun Kanser
Cd105
Vegf
Bt Perfüzyon
Baş-boyun kanserli hastalarda anjiojenez belirteçleri ve tedavi üzerine etkileri / Baş-boyun kanserli hastalarda anjiojenez belirteçleri ve tedavi üzerine etkileri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3855
2022-07-27T00:01:09Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Aydemir, Burcu
2022-07-26T11:29:22Z
2022-07-26T11:29:22Z
2010
Aydemir, B. Multıple myelom tanısı ile takip edilen olguların retrospektif değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3855
Multiple Myelom, plazma hücrelerinin başlıca kemik iliğinde, nadiren de diğer organ ve sistemlerde artışı ve anormal immünglobulin üretimi ile karakterli malign ve monoklonal bir plazma hücre hastalığıdır. Bu çalışmada, multiple myelom tanısı ile kliniğimizde takip ettiğimiz hastaların epidemiyolojik özelliklerine, tanı anındaki laboratuar bulgularına, Durie-Salmon ve yeni uluslaarası evreleme sistemine göre evresine, radyolojik özelliklerine, klasik sitogenetik ve moleküler sitogenetik analizine, tedavi ve tedaviye alınan yanıtlara, progresyonsuz sağkalım sürelerine bakılması amaçlandı. 1990-2010 yılları arasında Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Kliniği'ne başvuran 160 MM tanılı hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların ortalama yaşı 62.9 ± 11,1; E/K oranı 1.1 olarak saptandı. Hastaların ortalama yaşam süresi 7 yıl; 5 yıllık sağkalım %54.3 (±0,07) ve 10 yıllık sağkalım % 16.6 (±0,12) olarak bulundu. 13. kromozomda delesyon olan ve olmayan hastalar arasında progresyonsuz sağkalım süreleri yönünden yapılan karşılaştırmada anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Çalışmadaki 134 myelomlu hastanın Durie-Salmon evreleme sistemine göre; 28'i (%20,9) evre II A, 43'ü (%32,08) evre IIIA ve 63'ü (%47,01) evre IIIB, Uluslar arası evreleme sistemine (ISS) göre; 41'i (%30,5) evre 2, 93'ü (% 69,5 ) evre 3 olarak bulundu. Olgularda birinci basamakta kullanılan VAD, MP ve VCAP-VCMP tedavi rejimlerinin, tedaviye alınan yanıtlar yönünden karşılaştırılmasında, VAD protokolü MP'ye üstün bulundu. Çalışmada 7'si (%46,7) erkek, 8'i (%53,3) kadın; ortalama yaşı 57,86±8,48 olan 15 hastaya otolog hematopoetik kök hücre nakli uygulandı. Tanı sonrası erken dönemde OHKHT uygulanan hastalar progresyonsuz sağkalım yönünden, otolog nakil uygulanmayıp kombine kemoterapi alan hastalara göre üstün bulundu (p<0,05). İdame tedavide siklofosfamid ya da talidomid alan hasta gruplarının, almayan gruba göre progresyonsuz sağkalımlar yönünden üstün olduğu saptandı (p<0,05). Sonuç olarak, MM tedavisinde kombine tedavilerle ve yüksek doz tedavi desteğinde OHKHT ile yaşam sürelerinin daha da uzatılabileceğini düşünmekteyiz
Multiple myelom is a malign and monoclonal plasma cell disorder characterized by plasma cell proliferation and abnormal immunoglobulin production mainly in bone marrow, and rarely in other organs and systems. In this study we aimed to evaluate patients with multiple myelom, followed in our clinic, in regard to epidemiologic features, laboratory findings at the time of diagnosis, stage of their diseases according to Durie-Salmon and new international staging system, radiographic findings, classical cytogenetic and molecular cytogenetic analysis, treatment and responses to treatment, and survival time without progression. 160 MM patients attended to Osmangazi University Medical Faculty Haematology Clinic between years 1990 and 2010 were evaluated retrospectively. Mean age was 62.9±11.1 and male: female ratio was 1.1. Mean survival time was 7 years; 5 years survival rate was %54.3 (±0,07) and 10.7 years survival rate was %16,6 (±0,12). There were no significant differences when patients who have deletion on chromosome 13 and who do not have were compared in regard to survival time without progression (p>0,05). With using Durie-Salmon staging system, of the 134 myeloma patients 28 (%20,9) were stage II A, 43 (%32,08) were stage IIIA and 63 (%47,01) were stage IIIB, whereas with International Staging System (ISS) 41 (%30,5) were stage 2 and 93 (%69,5) were stage 3. When first line therapies with VAD, MP and VCAP-VCMP treatment regimens were compared in regard to response to treatment, VAD protocol was found to be superior to MP. Autologous hematopoetic stem cell transformation was performed in 7 male (%46.7) and 8 (%53,3) female patients (total 15 patients), with mean age 57,86±8,48. After diagnosis, early OHSCT performed patients were superior than patients received combined chemotherapy, in whom autologous transplantation was not performed, in regard to survival time without progression (p<0,05). Survival time without progression in patient groups who did not receive cyclophosphamide or thalidomid as maintenance therapy was superior than who did not received this maintenance therapy (p<0,05). In conclusion, we suggest that in MM treatment, survival time can be prolonged with combined treatments and OHSCT with the support of high dose therapy.
tur
Multiple Myelom
Başlangıç Tedavisi
İdame Tedavi
Otolog
Hematopoetik Kök Hücre Transplantasyonu
Multıple myelom tanısı ile takip edilen olguların retrospektif değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3476
2022-06-23T00:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Uğurlu, İrem
2022-06-22T10:34:06Z
2022-06-22T10:34:06Z
2010
Ugurlu,İ. Metabolik sendromlu hastalarda serum osteokalsin düzeylerinin metabolik parametreler ve inflamasyon ile iliskisi. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Đç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskisehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3476
Kronik inflamauvar bir süreç olan metabolik sendromun (MS)
etyopatogenezinde büyük oranda yağ dokusu rol almakla birlikte yakın zamanda
yapılan bazı çalısmalarda iskeletin de kemik kaynaklı bir protein olan osteokalsin
(OK) aracılığıyla bu sürece katkısının olduğu bildirilmektedir. Bu çalısmada MS
komponentlerine sahip postmenopozal kadınlarda serum OK düzeylerinin nasıl
değistiği ve OK’nin metabolik ve inflamatuvar parametreler ile iliskisi arastırıldı.
Çalısmaya Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Đç Hastalıkları
Polikliniklerinde MS saptanan 35 postmenapozal kadın alındı. Herhangi bir nedenle
Đç Hastalıkları polikliniklerine basvuran, MS’u olmayan 16 postmenapozal kadından
da kontrol grubu olusturuldu. Vücut ağırlığı (VA), boy, bel ve kalça çevreleri
ölçüldü, vücut kitle indeksleri (VKĐ) hesaplandı. Kemik mineral dansiteleri (KMD)
ölçüldü. Tüm bireylerden alınan venöz kan örneklerinden sedimentasyon, fibrinojen,
high sensitif C reaktif protein (hsCRP), glukoz, insülin, C-peptid, trigliserid (TG),
düsük dansiteli lipoprotein kolesterol (LDL-C), yüksek dansiteli lipoprotein
kolesterol (HDL-C), albümin, kreatinin, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz (ALP),
parathormon (PTH) düzeyleri çalısıldı. Homeostasis model assessment of insulin
resistance (HOMA-IR) hesaplandı. MS olan grupta serum median OK düzeyleri
(5.37 ng/ml), MS olmayan gruba göre (9.28 ng/ml) daha düsük idi (p<0.01). Hasta
grubunda serum OK ile HOMA-IR (r=-0.359, p<0.05) ve insülin düzeyleriyle (r=-
0.386, p<0.05) negatif korelasyon saptandı. Hasta grubunda serum OK düzeyleri ile
inflamasyon markerleri arasında bir iliski saptanmadı. Bununla birlikte hem kontrol
hem de hasta+kontrol grubunda serum OK düzeyleriyle hsCRP düzeyleri arasında
negatif korelasyon saptandı (sırasıyla r=-0.541; r=-0.282, p<0.05). Sonuç olarak OK;
glukoz metabolizması ve vücut yağ dokusu üzerinde etkili gibi görünmektedir.
Ayrıca OK, inflamatuvar süreçlerde de rol alan bir protein olabilir. OK’nin bir
inflamasyon belirleyicisi, MS’de tanı kriteri olarak kullanılıp kullanılamayacağı
farklı klinik modellerin olusturulduğu çalısmalarla arastırılmalıdır.
In etiopathogenesis of metabolic syndrome (MS),
which is a chronic inflammatory process, adipose tissue is of great importance, however
in several recent studies it has been reported that skeleton also contributes to the process
through osteocalcin (OC), which is a bone-based protein. In this study we investigated
how serum OC levels changed in postmenopausal women who have MS components and
association of OC with metabolic and inflammatory parameters. The study was
conducted with 35 postmenopausal women reported to have MS in Internal Diseases
outpatient departments of Eskisehir Osmangazi University, Faculty of Medicine. A
control group comprised 16 postmenopausal women with no MS who applied to
Internal Diseases outpatient departments for any reason. Body weight (BW), length,
waist and hip was measured, body mass index (BMI) was calculated, and bone mineral
density (BMD) was measured for each patient. Erythrocyte sedimentation rate,
fibrinogen, high sensitive C reactive protein (hsCRP), glucose, insulin, C-peptid,
triglyceride (TG), low density lipoprotein cholesterol (LDL-C) , high density lipoprotein
cholesterol (HDL-C), albumin, creatinin, calcium, phosphorus, alkaline phosphatase
(ALP), parathormone (PTH) levels were studied. Homeostasis model assessment of
insulin resistance (HOMA-IR) was calculated. Serum median OC levels (5.37 ng/ml)
were significantly lower in the group with MS than the group with no MS (9.28 ng/ml)
(p<0.01). In the patient group a negative correlation was determined between serum OC
and HOMA-IR (r=-0.359, p<0.05) and insulin levels (r=-0.386, p<0.05), but no relation
was found between serum OC levels and inflammation markers. In addition, negative
correlation was found between serum OC levels and hsCRP levels in both control group
and patient + control group (r=-0.541; r=-0.282, p<0.05, respectively). In conclusion, it
appears that OC is effective on glucose metabolism and body adipose tissue. Moreover,
OC could be a protein that also plays role in inflammatory processes. Further studies in
which various clinical models are formed are needed to find out whether OC is an
indicator for inflammation and whether it might be used as diagnosis criteria.
tur
Osteokalsin
Metabolik Sendrom
İnflamasyon
Osteocalcin
Metabolic Syndrome
İnflammation
Metabolik sendromlu hastalarda serum osteokalsin düzeylerinin metabolik parametreler ve inflamasyon ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3866
2022-07-27T00:01:01Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Onbaşı, Kevser
2022-07-26T13:36:01Z
2022-07-26T13:36:01Z
2011
Onbaşı, K. Diyabetes mellituslu hastalarda postprandial dönemin koagülasyon kaskadına etkisinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/3866
Tip 2 DM’li hastalarda morbidite ve mortalitenin en önemli sebebi
kardiyovasküler hastalıklardır. Postprandiyal hipergliseminin yeterince kontrol
edilmemesi ateroskleroz gelişimine katkıda bulunan bir faktördür. Postprandiyal kan
şekerinde dalgalanmalar kan koagülasyon sisteminde değişikliklere yol açarak
tromboza eğilim yaratmaktadır. Amacımız, çeşitli antidiyabetikler (metformin,
insülin sekretegog ve insülin) ile tedavi altındaki tip 2 DM’lilerde ve sağlıklı
kişilerde açlık ve postprandial dönemde D-Dimer, β-Tromboglobülin (β-TG), P Selektin, Plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAI-1), Protrombin fragman 1-2 (PTF 1-
2) gibi koagülasyon parametrelerinin nasıl etkilendiklerinin değerlendirilmesiydi.
Kan örnekleri 12 saatlik açlığı takiben (0.dk) ve her hasta için bireysel koşullarına
uygun kahvaltıdan sonra 60, 90 ve 120. dk’da alındı. Açlıkta diyabetiklerde
fibrinojen ve P-selektin düzeyleri ve sadece insülin grubunda D-Dimer düzeyleri de
yüksekti. Sağlıklı kişilerde postprandiyal dönemde P-selektin, PAI-1 ve PTF 1-2
düzeyleri artış gösterdi. İnsülin sekretegogu kullananlarda PAI-1 düzeyleri toklukta
sağlıklı bireylerdeki gibi artış gösterdi. Metformin kullananlarda toklukta PTF 1-2 ve
PAI-1 düzeyleri artış gösterdi. Diyabet süresi uzun, daha yaşlı bireylerden oluşan ve
glisemisi en kontrolsüz olan insülin kullananlarda açlıktaki fibrinojen, P-selektin ve
D-Dimer düzeyleri sağlıklılardan daha yüksekti ve postprandiyal dönemdeki D Dimer ve PTF 1-2 düzeyleri yüksek bulundu ve toklukta PAI-1 artışı gözlendi. Tüm
gruplarda postprandiyal PAI-1 artışı ve β-TG düzeylerinde kademeli düşüş gözlendi.
Retinopatisi olan hastalarda fibrinojen ve D-Dimer düzeyleri retinopatisi
olmayanlara göre daha yüksekti. Sonuç olarak, postprandial dönem hem sağlıklı
kişilerde, hem de diyabetiklerde koagülasyona zemin hazırlar.
Cardiovascular Diseases (CVD) are the most
common causes of mortality and morbidity among patients with type 2 diabetes.
Poorly controlled postprandial hyperglycemia contributes to the development of
atherosclerosis. Fluctuations of the postprandial glucose levels bring changes in the
coagulation system and propensity to thrombosis. Our aim was to determine the
change of plasma coagulation parameters like D-Dimer, β-Thromboglobulin, P Selectin, Plasminogen activator inhibitor-1, Prothrombin fragments 1-2 in
comparison to the fasting levels among healthy controls and type 2 diabetic patients
under treatment of various agents (metformin, insulin secretagog agents and insulin).
Blood samples were withdrawn after 12 h of fasting (min 0) and following breakfast
composed of foods proper for each patient, at 60th, 90th and 120th minutes. The
fasting levels of fibrinogen, D-Dimer and P-Selectin were high in diabetics. An
increase in the levels of P-Selectin, PAI-1 and PTF 1-2 at the postprandial phase was
observed in healthy persons. Patients receiving insulin secretagog therapy showed
an increase in the postprandial levels of PAI-1 like healthy controls. Patients
receiving metformin showed an increase in the postprandial levels of PAI-1 and PTF
1-2. Poorly controlled, older patients with longer diabetes duration had been
receiving insulin and these mentioned patients’ levels of fibrinogen, D-Dimer and P Selectin were high in the fasting state and showed an increase in PAI-1 at the
postprandial phase. Postprandial levels of PTF 1-2 and D-Dimer were high in insulin
treated patients . β-TG levels showed a decrease at the postprandial phase among
whole groups. Levels of fibrinogen and D-Dimer were higher among patients with
retinopathy. In conclusion, postprandial glucose elevations lay the groundwork for
postprandial coagulation tendency among diabetics as well as healthy persons.
Key Words: Diabetes Mellitus, Postprandial hyperglycemia, D-Dimer, Beta-
Thromboglobulin, P-Selectin, Plazminogen activator inhibitor-1,
Prothrombin fragments 1-2, Coagulation
tur
Diyabetes Mellitus
Postprandial Hiperglisemi
D-Dimer
Beta-Tromboglobülin
P-Selektin
Plazminojen Aktivatör İnhibitör-1
Protrombin Fragman 1-2
Koagülasyon
Diyabetes mellituslu hastalarda postprandiyal dönemin koagülasyon kaskadına etkileri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3161
2022-06-14T00:01:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yorulmaz, Göknur
2022-06-13T10:42:32Z
2022-06-13T10:42:32Z
2011
Yorulmaz, G. Hiperparatiroidili hastalarda trombosit fonksiyonunun değerlendirilmesi. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı, Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/3161
Paratiroid
bezleri normal serum kalsiyum konsantrasyonunun sağlanmasında görevli yapılardır.
Primer hiperparatiroidi(PHPT) bezlerin hiperfonksiyonuna bağlı olarak kemik,
böbrek, kardiyovasküler ve nörolojik bulgular ile seyrederken, sekonder
hiperparatiroidide serum kalsiyum düzeyindeki düşmeye paratiroid bezinin fizyolojik
bir cevabı söz konusudur. PHPT’ de koagülasyon ve fibrinoliz yollarında bazı
bozukluklar tespit edilmiştir. Parathormonun trombosit fonksiyonlarına olan etkisi
ile ilgili olarak litaratürde çelişkili çalışmalar bulunmaktadır. Çalışmamızda
parathormonun trombosit fonksiyonları üzerine olan etkilerini primer ve sekonder
hiperparatiroidili hasta grupları üzerinde değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmaya
primer hiperparatiroidisi olan 25 ve sekonder hiperparatiroidisi olan 25 hasta olmak
üzere 50 hasta ve 25 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hastaların trombosit fonksiyonları
trombositten zengin plasmada trombosit agregasyon testi ile epinefrin, ADP,
kollajen, ristosetin ile indüklenen agregasyon yanıtı ve -80 derecede saklanmış hasta
serumundan P selektin düzeylerine bakılarak değerlendirildi. Primer hiperparatiroidi
ve sekonder hiperparatiroidi ile kontrol grubunu karşılaştırdığımızda trombosit
fonksiyonları açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Hastaların parathormon
değerleri ile de agregasyon parametreleri ve P selektin arasında korelasyon
saptanmadı. Primer hiperparatiroidi veya parathotmon yüksekliğinin trombosit
fonksiyonları üzerine etkisi olmadığı sonucuna vardık.
Parathyroid glands are responsible for the maintainence of normal serum calcium
levels. In primary hiperparathyroidism(PHPT) renal, cardiovascular, neurological
findings can be seen whereas secondary hyperparathyroidism is a physiological
response to decreased serum calcium levels. Coagulation and fibrinolysis defects
were observed in PHPT and many researches were performed on this subject. There
are conflicting results of studies which interest about the effects of parathormone on
platelet function. Our aim was to determine the effects of parathormone on platelet
functions in primary and secondary hyperparathyroidism. In our study 25 patients
with primary hyperparathyroidism and 25 patients with secondary
hyperparathyroidism were included in study. 25 healty person served as the control
group. Platelet functions of the subjects were evaluated by using platelet rich plasma
and platelet aggregation tests with epinephrine, ADP, collagen, ristosetin. Also P
selectin levels were evaluated in the subjects’ serum which were preserved in -80 C.
When the effect of parathormone on platelet functions were evaluated there was no
significant difference between the groups of primary and secondary
hyperparathyroidism and the control group. There was no correlation between
parathormone levels and aggregation parameters and also P selectin levels. In
conclusion, primary hyperthyroidism or elevated parathormon levels does not have
an effect on platelet functions.
Key Words: Hyperparathyroidism, platelet function, P selectin
tur
Hiperparatiroidi
Trombosit Fonksiyonu
P Selektin
Hiperparatiroidili hastalarda trombosit fonksiyonunun değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3954
2022-07-29T00:00:56Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Özenç, Fatma
2022-07-28T11:50:44Z
2022-07-28T11:50:44Z
2010
http://hdl.handle.net/11684/3954
Demir desteği, hemodiyaliz (HD) hastalarında anemi tedavisinin önemli bir bileşenidir. Bununla birlikte bu hasta grubunda IV demir tedavisinin oksidatif stresi artırarak endotel disfonksiyonuna neden olduğuna ve kardiovasküler riski artırdığına dair endişeler mevcuttur. Biz bu çalışmada HD yapılan KBY olan hastalarda IV demir sükroz tedavisinin endotel disfonksiyonu (ED) üzerine akut ve subakut etkisini incelemeyi amaçladık. Çalışmaya 15 HD hastası ile böbrek fonksiyonları normal 16 DEA olan kontrol grubu alındı. Her iki grupta hb, serum demiri, total demir bağlama kapasitesi (TDBK), transferrin saturasyonu, ferritin değerleri ve lipit profili çalışıldı. Ayrıca sonografik yöntemle brakial arterde entotel bağımlı vasodilatasyon (FMD) ve nitrogliserin-induced dilatasyon (NID) ölçüldü, biyokimyasal ED göstergelerinden olan NO ve asimetrik dimetilarginin (ADMA) değerleri ölçüldü. Her iki gruba da 200mg IV demir sükroz verildikten 4 saat sonra ve haftada 200 mg olacak şekilde toplam 5 hafta IV demir sükroz (1000mg) verildikten 1 hafta sonra (6. hafta) brakial arterde sonografik vasodilatasyon parametreleri tekrar ölçüldü, 6. haftada kan tetkikleri tekrarlandı. Hasta ve kontrol grubunda IV demir sükroz tedavisi ile hb ve ferritin düzeyinde istatistiksel anlamlı bir artış sağlandı (p<0.001). Tedaviden önce HD hastalarında FMD kontrol grubuna göre önemli oranda düşüktü (%6,25 vs.%10.53 p<0.05). IV demir sükroz tedavisi hasta ve kontrol grubunda 4.saat ve 6. haftada sonografik FMD ve NID değerlerini etkilemedi. Biyokimyasal NO ve ADMA değerlerinde de anlamlı değişiklik saptanmadı. Bizim çalışmamıza göre HD hastaları böbrek fonksiyonları normal olan insanlara göre bozulmuş endotel fonksiyonuyla birliktedir. Bununla birlikte HD hastalarında yüksek dozda ve tekrarlayan IV demir sükroz tedavisinin endotel üzerine akut ve subakut dönemde zararlı etkileri olmayıp bu hasta grubunda bu açıdan güvenle kullanılabilir.Anahtar Kelimeler: Hemodiyaliz, IV demir sükroz, oksidatif stres, endoteldisfonksiyonu
Evaluation of intravenous iron treatment on endothelial dysfunction in hemodialysis patients. Iron assistance is an important issue of anemia treatment in hemodialysis patients. There is concern about IV iron treatment to trigger endothelial dysfunction by stimulating oxidative stress and there by increases the cardiovascular risk. The aim of our study was to investigate the acute and subacute effect of IV iron sucrose treatment on endothelial dysfunction. Our study group consisted of 15 hemodialysis patients and 16 patients with iron deficiency anemia but with normal renal function . Hb, serum iron, total iron binding capacity (TIBC), transferin saturation, ferritin levels and lipid profile were measured in the groups. Also endothelial dependent vasodilatation (FMD) and nitrogliserin-induced dilatation (NID) in the brachial arteries were measured by ultrasonographic methods. Also the biochemical ED indicators like NO and ADMA were measured. Ultrasonografic vasodilatation parameters in the brachial arteries were measured in the groups after 4 hours of giving 200 mg IV iron sucrose and after giving IV iron sucrose (1000 mg) for 5 weeks (200 mg per week). The second measure was done at the sixth week after giving totale 1000 mg for 5 weeks. The whole blood measurements were repeated at sixth week. Hb and ferritin levels were statistically elevated after IV iron sucrose treatment (p<0.001). FMD levels were statistically low in the HD group in comparison to the control group (% 6.25 vs. % 10.53, p<0.05). IV iron sucrose therapy did not affect the ultrasonographic FMD and NID levels at the fourth hour and sixth week. NO and ADMA levels also did not change significantly. According to our study we can say that HD patients endothelial functions are detoriated in comparison to people with normal renal function. High and repeated doses of IV iron sucrose treatment in the hemodialysis patients has no deterioting effect on the endothelial either acute or subacutely and can be used safely.Key Words: Hemodialysis, IV iron sucrose, oxidative stres, endothelial dysfunction.
tur
Hemodiyaliz
IV Demir
Endotel Disfonksiyon
Hemodiyaliz hastalarında IV demir tedavisinin entodel disfonksiyonu üzerine etkilerinin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3972
2022-07-29T08:24:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Hamarat, Hatice
2022-07-29T08:03:14Z
2022-07-29T08:03:14Z
2010
http://hdl.handle.net/11684/3972
İnflamatuvar barsak hastalığı (İBH), ülseratif kolit (ÜK) ve Crohn hastalığı (CH)'nı içeren gastrointestinal kanalın kronik inflamatuvar bir hastalığıdır. İBH'nın daha az oranda görülen diğer bir formu ise indetermine kolittir. Bu çalışmada, 1990?2009 yılları arasında İBH tanısı alan hastaların sosyo-demografik özellikleri ve klinik özellikleri ile verilen tedavilerin retrospektif olarak incelenmesi amaçlandı. Hastaların yaş ortalaması, kadın-erkek oranı, sigara kullanımı, hastalığın tipi, hastalığın yerleşim yeri tespit edildi. Hastalarda gelişen lokal ve sistemik komplikasyonlar, uygulanan tedavi tipleri ve cerrahi tedavi nedenleri değerlendirildi. Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Kliniğinde 1990 ile 2009 yılları arasında 144 ÜK, 73 CH ve 20 İK hastası takip edildi. İBH tanısının 1990'dan 2009'a kadar olan sürede artış gösterdiği ve 2005-2009 yılları arasında CH tanısının ÜK'e göre anlamlı düzeyde arttığı saptandı.ÜK'li hastaların tanı anındaki yaş ortalaması 37 yıl idi. Hastaların %49,7'sinde rektosigmoid ve inen kolon tutulumu, %31,5'inde pankolit tablosu mevcuttu (p<0.01).ÜK hasta grubunda sistemik komplikasyon olarak bir hastada eritema nodosum, üç hastada sakroileit, üç hastada primer sklerozan kolanjit, bir hastada da malign dönüşüm görüldü. Crohn hastalığı tespit edilen hastaların yaş ortalaması 35 yıl idi. Hastaların %34'ünde kolon, %64,2'sinde ince barsak tutulumu saptandı. CH grubunda sistemik komplikasyon olarak dört hastada üveit, beş hastada sakroileit görüldü. 165 hasta monotedavi (5-ASA), 19 hasta kombine tedavi alıyordu. Sonuç olarak çalışmamızda son yıllarda İBH tanı sıklığının arttığı;özellikle ÜK'li hastalarda hastalık aktivite değerlendirmesinde klinik ve akut faz yanıtının yeterli olduğu; kolonoskopik değerlendirmelerin her aktivasyon döneminde yapılmasının gerekmediği gösterilmiştir. Bulgularımız İBH'lı hastaları remisyona sokma ve remisyon idame tedavisinde halen klasik yaklaşımın önemli olduğunu; literatür verileri eşliğinde biolojik ajanlarında endikasyon doğduğunda kullanılmasının gerektiğini desteklemektedir.
Inflammatory bowel disease (IBD) is a chronic gastrointestinal illness including ulcerative colitis (UC) and Crohn?s disease (CD). A less common form of IBD is indetermine colitis. In this study, we aimed to investigate social?demographic and clinical features and management strategies in patients diagnosed as IBD between 1990-2009, retrospectively.Mean ages, female/male ratios, smoking, types of the diseases, localizations of the disease were determined. Local or systemic complications, treatment strategies and causes of surgical treatments were evaluated. In Gastroenterology Clinic of Eskişehir Osmangazi University Medical Hospital 144 patients with UC and 73 patients with CD and 20 patients with İK underwent clinical observation between 1990-2009. IBD diagnosis has been increased from 1990 to 2009 and CD has been significantly increased compared to UC. Mean age in patients with UC was 37 years. 49,7% of patients had rectosigmoid and desenden colon involvement, 31,5% patients had pancolitis (p<0.01). Erithema nodosum in one patient, sacroileitis in 3 patients, primary sclerosing cholangitis in 3 patients, and malign transformation in one patient was determined as systemic complications in UC patient group. Mean age was 35 years in patients with CD. Involvement of colon and small intestine was determined in 34% and 64,2% patients, respectively. Üveitis in 4 patients, sacroileitis in 5 patients were determined as systemic complications in CD group. 165 patients were treated by monotherapy (5-ASA), 19 patients were given combination therapy. As a result; in our study we have showed that IBD diagnosis has recently been increased, while clinical evaluation and acute phase response are adequate for disease activity assessment, especially in UC. Colonoscopic evaluation is not necessery in all activation periods. Our results supports that therapy for obtaining remission and maintenance therapy are still the classical aproaches in patients with IBD while biological agents can be used when indicated in view of the data in the literature.
tur
İnflamatuvar Barsak Hastalığı
Ülseratif Kolit
Crohn Hastalığı
Ulcerative Colitis
Crohn Disease
ESOGÜ Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Kliniğinde inflamatuvar barsak hastalığı tanısı ile takip edilen hastaların retrospektif değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3600
2022-07-02T00:00:49Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Tomuş, Nargüler Aksu
2022-07-01T05:54:45Z
2022-07-01T05:54:45Z
2011
Aksu Tomuş, N. ESOGÜ Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümünde 2000-2009 Yılları Arasında Başvuran Üst GİS Kanamalı Hastaların Analizi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/3600
Upper Gastrointestinal System (GIS) Bleeding is a serious situation which has mortality and morbidity in high rate. In this study, it is aimed to search the patients‟who applied to our hospital with upper gastrointestinal system bleeding complains demographic characteristics, application complaints, hemodynamic symtoms, comorbid diseases, history of drug usage, endoscopic symptoms, to collect current datas abaut the applied treatment modalities, to compare with literature, and the factors which affects the patients‟ mortality and morbidity. This study has been done retrospectively on 1097 Upper
GIS Bleeding patients who‟s applied to EskiĢehir Osmangazi University Medical Faculty in Gastroenterology Department between January 2000- December 2009.
Patiens‟ files have been scanned from the hospital archives. The average of patients‟ ages are 59 ± 15.6,% 67.2 of them are males,% 37.8 are females.The most frequently applied reasons have been hematemesis and melena with %46.9 . During the application %9.02 of patiens have been shocked. %54.8 of the patients have had a comorbid disease with them and in it the most frequently encountered disease has been high bood pressure with %31.5. %42.3 patients have been using NSAII and ASA. The patients who have been done OGD, as the reason of Upper GIS Bleeding %32.6 duodenal ulcer, %25.6 gastric ulcer, %20.4 varsity, %9.7 erosive gastritis have been detected. Duodenal ulcer has been detected mostly in males, gastric ulcer and varsity have been detected mostly in females. After endoscopy, the patients‟ Rockall scores have been counted. And more and more the score increase; transfusion needs, recurrent bleeding rate, mortality, getting under control of bleeding time and time of being in intensive care have been detected to increase. As a conclusion; in our study the most important risk factors in Upper GIS bleeding are age, gender, extintion of corombid disease, history of NSAII/ ASA usage, extintion of shock and Rockall score‟s level.
Üst gastrointestinal sistem (GiS) kanaması mortalite ve morbiditesi yüksek olan acil bir durumdur. Bu çalışmada hastanemize üst GiS kanama nedeni ile başvuran hastaların demografik özellikleri, başvuru şikayetleri, hemodinamik bulguları, komorbid hastalıklar, ilaç kullanım öyküleri, endoskopik bulgular, uygulanan tedavi yöntemleri ile ilgili güncel veri elde etmek, literatürle karşılaştırmak, hastaların mortalite ve morbiditelerini etkileyen faktörleri araştırmak amaçlanmıştır. Bu çalışma Ocak 2000-Aralık 2009 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümüne başvuran 1097 üst GiS kanamalı hasta üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Hastaların dosyaları hastane arşivinden tarandı. Hastaların yaş ortalaması 59 ± 15.6 olup, % 67.2 si erkek % 37.8 i kadın idi. Hastaların en sık başvuru nedeni %46.9 ile hematemez ve melena idi. Başvuru anında hastaların % 9.02 si şok tablosu içerisindeydi. Hastaların % 54.8 ine eşlik eden komorbid bir hastalık vardı ve bunlar içinde en sık rastlanan hastalık % 31.5 oranı ile hipertansiyon idi. %42.3 hasta NSAii ve ASA kullanmaktaydı. ÖGD yapılan hastalarda üst GiS kanama nedeni olarak en sık %32.6 oranında duodenum ülseri, % 25.6 gastrik ülser, % 20.4 varis ve % 9.7 eroziv gastrit saptandı. Duodenal ülser en sık erkeklerde, gastrik ülser ve varis kadınlarda yüksek oranda saptandı. Hastaların endoskopi sonrası Rockall Skorunu hesaplandı ve . Rockall Skoru arttıkça transfüzyon ihtiyacı, tekrarlayan kanama oranı, mortalite, kanamanın kontrol altına alınma süresi ve yoğun bakımda yatış süreleri arttığı gözlendi. Sonuç olarak çalışmamızda üst GiS kanamalarında en önemli risk faktörleri yaş, cinsiyet, şok mevcudiyeti, komorbid hastalık varlığı, NSAii/ ASA kullanım öyküsü, Rockall skorunun yüksek olmasıdır.
tur
Endoskopi
Mortalite
Üst Gastrointestinal Sistem Kanaması
ESOGÜ Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümüne 2000-2009 yıllar arasında başvuran üst gastrointestinal kanamalı hastaların analizi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3677
2022-07-08T00:00:51Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Sarıoğlu, Nurdan Derya
2022-07-07T05:44:01Z
2022-07-07T05:44:01Z
2011
Sarıoğlu, N. D. Kronik böbrek yetmezlikli hastalarda osteoporozun belirlenmesinde standart KMD ölçümlerinin güvenilirliği ve yeni bir alternatif olarak radius ölçümleri ile karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3677
Kronik böbrek hastalarında tanı yöntemlerinin gelişmesi ile erken tanının daha sık konulması ve diyaliz tedavisindeki gelişmeler bu hastalarda ortalama yaşam beklentisinin daha uzun olmasını sağlamıştır. Bunun sonucunda diyaliz hastalarında kalça ve vertebra kırıkları ile ilişkili yaşam kalitesini etkileyen çeşitli sorunlar daha sık yaşanmaktadır. Diyaliz hastalarında osteoporotik kırık insidansının genel populasyona göre çok daha yüksek olması sonucu gelişen morbidite ve mortalite artışını azaltmak için, kırık riskinin önceden belirlemesi ve önlemler alınması gereklidir. Çalışmaya yaş ortalaması 56.7±12.5 olan 145 kronik böbrek hastası ve 52.5±82 olan 45 kontrol hastası alınmıştır. Hastaların demogrofik özelliklerinin kaydedilmesi ve biyokimyasal tetkiklerinin çalışılmasının ardından DEXA ile lomber vertebra, femur boynu, proximal radius, mid-radius ve distal radius bölgelerinden KMD ölçümü yapılmıştır. Hasta grubunda PTH ile femur boynu, mid-radius ve distal radius T skor ölçümleri arasında negatif korelasyon bulunmuş (sırasıyla r=-0.248, p<0.05; r=0.177, p<0.05; r=-0.264, p<0.05), lomber vertebra ve proximal radius ölçümleri arasında ilişki bulunmamıştır. Ayrıca evre 1-5 KBH ve kontrol grubu arasında KMD ölçümleri karşılaştırıldığında, gruplar arasında sadece distal radius T ve Z skor açısından farklılık olduğu görülmüştür. Evre 5 KBH ında distal radius T skoru 2.08±1.41 olup evre 1 ve 3 KBH ından ve kontrol grubundan düşüktür, distal radius Z skoru -1.24±1.22 olup evre 3 KBH ve kontrol grubundan düşüktür. KBH seyrinde gelişen sekonder hiperparatiroidizm kortikal kemik dansitesinde azalma ve trabeküler kemikte artış meydana getirmektedir. Bu nedenle KBH da DEXA ile KMD değerlendirilmesinde distal radius ölçümlerinin alınması kemik yoğunluğunun değerlendirilmesinde daha güvenilir bir yöntem olarak durmaktadır. Böylece osteoporoza yönelik gerekli önlemlerin alınması ile kırık insidansında oluşacak azalma, hemodializ hastalarında kırığa bağlı oluşan morbidite ve mortalitenin azalmasını sağlayacaktır.
. İn chronic kidney disease, development of diagnostic methods provides more frequent of early diagnosis and development of dialysis treatment has a longer average life expectancy in these patients. As a result of hip and vertebral fractures in dialysis patients is associated with the various problems affecting the quality of life are most frequent. The incidence of osteoporotic fractures in dialysis patients is much higher than the general population caused by the increase in morbidity and mortality, to reduce fracture risk and identify measures to be taken in advance. This study includes 145 patients with chronic kidney disease at the mean age of 56.7±12.5 and 45 control group at the mean age of 52.5±82. Record demographic characteristics and working biochemical examinations of patients and then, at the lumbar spine, femoral neck, proximal radius, mid-radius and distal radius BMD was measured regions. In the patient group, we found a negative correlation between PTH and measurements of T-score at the femoral neck, distal radius, midradius (r =- 0.248, p<0.05; r =- 0.177, p <0.05; r =- 0.264, p <0.05). The relationship was not found between measurements of lumbar spine and proximal radius. In addition, BMD measurements of stage 1-5 CKD and compared with the control group, only the distal radius between the groups were different in terms of T and Z scores. Distal radius T score in stage 5 CKD was -2.08 ± 1.41 and was lower than when stage 1 and 3 CKD and the control group, distal radius Z score was -1.24 ± 1.22 and lower than stage 3 CKD and the control group. Developing in the course of secondary hyperparathyroidism in CKD gives rise reduction in cortical bone density and increase trabecular bone. Therefore, the evaluation of distal radius BMD measurements by DEXA in CKD to be a more reliable method of assessing bone density remains. Thus, taking the necessary measures for osteoporosis will occur with a reduction in the incidence of fractures, fracture-induced morbidity and mortality in hemodialysis patients would be decreased.
tur
Osteoporoz
Kronik Böbrek Hastalığı
Kemik Mineral Dansitesi Ve Radius
Kronik böbrek yetmezlikli hastalarda osteoporozun belirlenmesinde standart KMD ölçümlerinin güvenilirliği ve yeni bir alternatif olarak radius ölçümleri ile karşılaştırılması
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3489
2022-06-23T00:00:45Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Şahin, Melisa
2022-06-22T11:40:17Z
2022-06-22T11:40:17Z
2012
Şahin, M. Erişkin nefrotik sendromlu hastalarda kalıtsal trombofili risk faktörleri ve renal ven trombozu sıklığının araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3489
Nefrotik sendromda tromboembolik olaylar sık görülür. Bu durum
nefrotik sendroma bağlı edinsel hiperkoagülabilite ile ilişkili olabilir. Bununla
birlikte herediter trombofilinin de eşlik etmesi, özellikle de kombine herediter
trombofilinin bulunması trombotik olayların gelişiminde rol oynar. Renal ven
trombozu nefrotik sendromda sık karşılaşılan bir tromboembolik hadisedir.
Çalışmaya yeni tanı almış 51 idiyopatik nefrotik sendromlu hasta ve yaş, cinsiyet
uyumlu 20 sağlıklı kontrol grubu dahil edilmiştir. Hasta grubu ve kontrol grubu
biyokimyasal özellikler, trombofili ile ilişkili koagülasyon testleri ve herediter
trombofili ile ilişkili genetik mutasyonlar olan Faktör V Leiden mutasyonu,
protrombin gen mutasyonu ve metilen tetrahidrofolat redüktaz gen mutasyonu
açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Hasta grubu ve kontrol grubunda
subklinik veya klinik renal ven trombozu sıklığını araştırmak için renal ven doppler
ultrasonografisi yapılmıştır. 51 hastadan 6’sında (% 11.8) (4’ü semptomatik, 2’si
subklinik olmak üzere) tanı anında tromboembolik komplikasyon saptanmıştır, RVT
insidansı % 3.9 bulunmuştur. Tromboembolik komplikasyon izlenen hastaların
tamamında herediter trombofiliyi destekleyen genetik mutasyonlar saptanmıştır.
Semptomatik olan 4 hastanın 3’ünde ve asemptomatik olan 2 hastanın 1’inde birden
fazla genetik mutasyon bulunmuştur. Tromboembolik komplikasyon gelişen ve
gelişmeyen hastalar arasında protein C aktivitesi, serbest protein S düzeyi,
antitrombin III düzeyi, plazma fibrinojen, serum albümin, lipid profili ve 24 saatlik
idrarda protein atılımları bakımından farklılık tespit edilmemiştir. Nefrotik
sendromda edinsel faktörlerin yanı sıra kalıtsal trombofili de tromboembolik
olayların ortaya çıkışında rol oynar, trombüsün nedeni edinsel faktörlerle
açıklanamadığında kalıtsal trombofili risk faktörlerinin araştırılması faydalı olacaktır.
Thromboembolic phenomena are
common in nephrotic syndrome. This situation may be associated with the acquired
hypercoagulability due to nephrotic syndrome. The coexistence of inherited
thrombophilia, especially the presence of combined hereditary thrombophilia, plays
an important role in thrombotic events. Renal vein thrombosis is also common in
nephrotic syndrome. In this study newly diagnosed 51 patients with idiopathic
nephrotic syndrome and 20 healthy individuals as control group were included.
Patients and control group were compared in terms of biochemical features, the
coagulation tests related with thrombophilia, and the genetic mutations related with
hereditary thrombophilia such as Factor V Leiden, prothrombin gene mutation and
methylen tetrahydrofolate reductase gene mutation. To search for clinical or
subclinical renal vein thrombosis, doppler ultrasound was performed in both patients
and control group. In 6 of 51 patients (% 11.8) (4 symptomatic and 2 subclinical)
thromboembolic complications were present at the time of diagnosis of nephrotic
syndrome. The incidence of RVT was % 3.9. In all patients with thromboembolic
complications, the genetic mutations of hereditary thrombophilia were present. In 3
of 4 patients with symptomatic thromboembolic event and in 1 of 2 patients with
asymptomatic thrombosis more than one genetic mutation had found. Among
patients with and without thromboembolic phenomena, protein C activity, free
protein S, antithrombin III, plasma fibrinogen, serum albumin, lipid profile and 24
hour urine protein were found to be similar. The coexistence of inherited
thrombophilia in addition to acquired factors in nephrotic syndrome may facilitate
thromboembolic complications, if the cause of thrombosis cannot be explained by
the acquired factors, screening for hereditary thrombophilia may be beneficial.
tur
Nefrotik Sendrom
Hiperkoagülabilite
Kalıtsal Trombofili
Renal Ven Trombozu
Nephrotic Syndrome
Hypercoagulability
Hereditary Thrombophilia
Renal Vein Thrombosis
Erişkin nefrotik sendromlu hastalarda kalıtsal trombofili risk faktörleri ve renal ven trombozu sıklığının araştırılması
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3407
2022-06-22T00:00:46Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yaşar Bilge, Nazife Şule
2022-06-21T06:26:53Z
2022-06-21T06:26:53Z
2012
Yaşar Bilge, NŞ. Romatoid artrit hastalarında serum adiponektin düzeylerinin insülin direnci ve inflamatuar göstergelerle ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3407
Kronik inflamatuar bir otoimmün
hastalık olan Romatoid Artrit (RA) hastalarında, anti inflamatuar etkileri olduğu
savunulan adiponektin ile hastalık aktivitesi, akut faz yanıtı ve insülin direnci
arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Amerikan Romatoloji
Birliği (ACR) tanı ölçütlerine uyan 65 RA hastası ile yine ACR tanı ölçütlerine uyan
30 osteoartrit hastası (hastalıklı kontrol) çalışmaya alındı. Hasta ve kontrol grubunda
Diabetes Mellitus’u olan ve buna yönelik oral antidiyabetik ilaç ya da insülin
kullananlar, obeziteye yönelik ilaç kullanan hastalar ile hastalık modifiye edici ilaç
(DMARD) kullanan RA hastaları çalışmadan dışlandı. RA hastalarında başlangıçta
(0. ay) ve tedavinin 3. ayında vücut kitle indeksi (VKİ), akut faz reaktanları, hastalık
aktivite skoru-28 (DAS-28), açlık kan şekeri, insülin ve adiponektin düzeylerine
bakıldı. 3. ay değerlendirmemizde adiponektin düzeylerinin anlamlı düzeyde
arttığını, ancak adiponektinin hem 0. hem de 3. ay değerlerinin akut faz yanıtıyla ve
hastalık etkinliğiyle korele olmadığını saptadık. Beklendiği gibi akut faz yanıtı ve
DAS-28 tedavi altında anlamlı düzeylerde azaldı. İnsülin direncinde görülen azalma
istatiksel olarak anlamlı değildi, ancak 0. ayda adiponektin ile korelasyon
göstermezken 3. ayda ters korelasyon göstermekteydi. Adiponektin düzeylerinde
artış ve insülin direncinde azalmanın, RA tedavisinde kullandığımız kortikosteroid
ve metotreksata bağlı olarak ortaya çıktığını düşünmekteyiz
The aim of this study was to
investigate the relationship between disease activity, acute phase response, insulin
resistance and adiponectin levels, known to have antiinflammatory effects, in
Rheumatoid Arthritis (RA) which is a chronic, inflammatory, autoimmune disease.
Sixty-five patients with RA and thirty patients with osteoarthritis (OA) who fulfilled
the American College of Rheumatology (ACR) classification criteria for each
disease were included for this study. Patients who have a previous history of diabetes
mellitus or recieving oral anti-diabetic agents, insulin, anti-obesity drugs or disease
modifying anti-rheumatismal drugs were excluded. Body mass index, acute phase
reactants, DAS-28, fasting blood glucose, insulin levels and adiponectin levels were
measured at the beginning (0. month) and 3th month of the therapy in RA patients.
Adiponectin levels at the third month of the therapy were significantly increased
compared with baseline levels. However there was no correlation between
adiponectin levels and disease activity or acute phase reactans in both baseline and
third month of the therapy. Acute phase response and DAS-28 were decreased at the
end of the 3rd month, as expected. The decrease in insulin resistance was statistically
non-significant. There was no correlation between adiponectin levels and insulin
resistance at the begining of the therapy but there was an inverse correlation at the
end of 3rd month. We believe that the cause of elevation in adiponectin levels and
the decrease in insulin resistance are the results of corticosteroid and methothrexate
therapy used in treatment of RA.
tur
Romatoid Artrit
Adiponektin
İnsülin Direnci
DAS-28
Rheumatoid Arthritis
Diponectin
İnsulin Resistance
DAS-28
Romatoid artrit hastalarında serum adiponektin düzeylerinin insülin direnci ve inflamatuar göstergelerle ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3404
2022-06-22T00:00:48Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yağcı, Eren
2022-06-21T06:21:55Z
2022-06-21T06:21:55Z
2012
Yağcı, E. Philadelphia Kromozomu Negatif Kronik Miyeloproliferatif Hastalık Tanısı İle Takip Edilen Olguların Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3404
Kronik miyeloproliferatif hastalıklar pluripotent hematopoetik kök
hücredeki bozukluk nedeni ile oluşan, hematopoetik hücre dizi öncü hücrelerinin
düzensiz proliferasyonu sonucu granülosit, eritrosit veya trombosit sayısında artış ile
karakterize klonal hematolojik hastalıklardır. Bu çalışma da Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı
tarafından 1987-2011 tarihleri arasında uygun kriterlere göre tanısı konulmuş 190 Ph
kromozomu negatif kronik miyeloproliferatif hastalıklı olgu değerlendirildi. 92 (%
48,5) PV, 71 (% 37,3) ET ve 27 (% 14,2) AMM olgusu dahil edildi. Retrospektif
çalışma ile olguların klinik ve laboratuar özellikleri, trombohemorajik ve diğer
komplikasyonları, JAK 2 mutasyonu ve diğer sitogenetik anormallikleri, kemik iliği
morfolojik bulguları, uygulanan tedavi rejimleri ve yaşam süreleri değerlendirildi. En
sık görülen komplikasyonlar tromboembolik olaylar (% 70,6) ve kanama (% 25,7)
idi. Lösemik dönüşüm (% 2,6) ve sekonder miyelofibrozis (% 0,5) daha nadir idi.
Trombotik risk faktörleri değerlendirildiğinde, % 69,8 ile hipertansiyon en sık tespit
edilen risk faktörüydü. JAK 2 mutasyonu 63/85 hastada pozitif saptandı (% 74,1).
PV’de % 87,5 ET’de % 63,2 AMM’de % 57,1 oranında pozitif saptandı. 46 olguya
sitogenetik inceleme yapıldı ve % 20 sitogenetik anomali saptandı. 59 olgu
ekokardiyografi ile değerlendirildi ve % 90’ında patolojik bulgu mevcuttu. 47 olguda
üst gastrointestinal sistem endoskopik inceleme yapıldı ve % 89,4’ünde patolojik
bulgu saptandı. Uygulanan tedavi seçenekleri değerlendirildiğinde; hidroksiüre ET
ve PV’li olgularda en sık kullanılan ajan iken, androjen preparatları AMM’li
olgularda en sık kullanılan ajandı. Kaplan-Meier sağ kalım analizi yapıldığında
ortalama sağ kalım süresi PV’de 238±27 ay, ET’de 178±11 ay, AMM’de 120±18 ay
idi. AMM’li hastalarda PV (p<0.01) ve ET’li (p<0.05) hastalardan anlamlı olarak
daha kısa sağkalım süreleri saptandı.
Chronic myeloproliferative disease is a clonal hematopoietic disease due to
pluripotent hematopoietic stem cell disorders that is characterized by proliferation of
hematopoietic progenitor cells such as granulocytosis, erythrocytosis or
trombocytosis. Between 1987-2011, 190 patients with ph negative chronic
myeloproliferative disease whose were approved in Eskişehir Osmangazi University
Faculty of Medicine, Department of Hematology were evaluated. 92 (48,5%) with
PV, 71 (37,3%) with ET and 27 (14,2%) with AMM were included in this study.
Clinic and laboratory properties, trombohemoragic and other complications, JAK 2
mutation and other cytogenetic abnormalities, bone marrow examination, therapy
and survival time were considered. Thromboembolism (70,6%) and hemorrhage
(25,7%) were the most common complications. Leukemic progression (2,6%) and
secondary myelofibrosis (0,5%) were uncommon. The most common risk factor of
thrombotic complications was hypertension (69,8%). 63 out of 85 patients (74,1%)
had JAK 2 mutations. PV, ET, AMM had 87,5%, 63,2%, 57,1% had positive JAK 2
mutations, respectively. 46 patients were analysed with cytogenetic and cytogenetic
abnormalities were 20%. 59 patients were evaluated with echocardiography and 90%
patients had abnormalities. 49 patients were recognized with gastrointestinal
endoscopy and 89,4% had abnormalities. Hydroxyurea was the most common drug
for treatment of ET and PV, and androgen agent was the most common drug for
treatment of AMM while investigating therapy protocols. Mean survival time was
238±27, 178±11, 120±18 months for PV, ET, AMM, respectively. Patients with
AMM had significantly lower survival time than patients with PV (p<0.01) and ET
(p<0.05).
tur
Miyeloproliferatif Hastalılar
Komplikasyonlar
Sitogenetik
Sağkalım
Myeloproliferative Disease
Complications
Cytogenetic
Survival
Philadelphia kromozomu negatif kronik miyeloproliferatif hastalık tanısı ile takip edilen olguların değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2845
2022-03-08T01:00:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Büyükkör, Mustafa
2022-03-07T13:31:45Z
2022-03-07T13:31:45Z
2012
http://hdl.handle.net/11684/2845
tur
ESOGÜ Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nda mide kanseri nedeni ile takip edilen hastaların özellikleri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3593
2022-07-02T00:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Durdu, Murat
2022-07-01T05:42:34Z
2022-07-01T05:42:34Z
2012
Durdu, M. Vaskülit tanısı ile takip edilen hastaların klinik ve laboratuvar özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3593
Vaskülitler kan damar duvarında inflamasyon, nekroz
ve granülom oluşumu ile karakterize heterojen bir hastalık grubudur.
Damarlarda oluşan bu inflamasyon ve nekrozdan dolayı tutulan damarların
beslediği dokularda iskemi, tıkanma, anevrizma ve bazen de rüptür gelişimi
görülebilmektedir. Bu çalışma da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Romatoloji Bilim Dalı tarafından 1998-
2011 tarihleri arasında uygun kriterlere göre tanısı konulmuş 148 vaskülit
tanılı hasta değerlendirildi. 55 (%37.2) büyük çaplı damar vaskülitli, 7 (%4.7)
orta çaplı damar vaskülitli, 77 (%52) küçük çaplı damar vaskülitli ve 9 (%6.1)
sekonder vaskülitli olgu çalışmamıza dahil edildi. Retrospektif çalışma ile
olguların klinik ve laboratuar özellikleri, demografik verileri, tanı yöntemleri,
uygulanan tedavi rejimleri, yaşam süreleri ve ACR tanı kriterlerine
uygunlukları değerlendirildi. Takayasu arteriti hastalarında üfürüm, temporal
arteritli hastalarda ise baş ağrısı en sık klinik bulguydu. PAN hastalarında
non-spesifik bulgular ön plandaydı bu sebeple tanıda en fazla gecikme
yaşanan gruptu. HSP hastalarında karın ağrısı, WG hastalarında ise
hemoptizi ve kanlı burun akıntısı en sık görülen klinik bulgular idi. Sekonder
vaskülit tanılı hastalarda en sık ilaca bağlı (propiltiourasil’e bağlı) vaskülitler
görüldü. HSP tanısında IgA yüksekliği, , C-SS tanısında IgE yüksekliği
mevcuttu. WG ve ilaca bağlı vaskülitlerde ANCA(+)’liği en sık görülen pozitif
serolojik tetkiklerdi. Uygulanan tedavi rejimleri değerlendirildi. İzole kutanöz
vaskülitli hastalarda tedavi seçeneği olarak steroid kullanılırken, sistemik
tutulumun olduğu vaskülit hastalarında steroid ve diğer immünsupresif ajan
kombinasyonu en sık kullanılan tedavi seçeneğiydi. ACR tanı kriterlerlerine
uygunluk değerlendirildiğinde, hastaların %76.8’i ACR tanı kriterlerini
karşılıyordu
Vasculitis are a group of diseases characterized with
inflammation, necrosis and granulomas in blood vessels. Ischemia, stenosis,
aneurysm and sometimes ruptures may occure in tissues perfused by
affected vessels because of this inflammation and necrosis. Between years
1998-2011, 148 vasculitis patients diagnosed with appropriate criteria were
assessed in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine Division of
Internal Medicine Branch of Romatology. There were 55 (37.2%) cases of
large vessel vasculitis, 7 (4.7%) medium size vessel vasculitis, 77 (52%)
small size vessel vasculitis and 9 (6.1%) cases of secondary vasculitis
included in this study. Clinical and laboratory features, demographical data,
diagnostic methods, treatment modalities, survival rates and correspondence
to ACR diagnostic criterias were assessed retrospectively. The most
common clinical evidence in Takayasu arteritis was murmur and in patients
with temporal arteritis was headache. Patients with PAN mostly had nonspesific clinical signs and for this reason was the latest diagnosed group.
Stomach ache in HSP, hemoptysis and bloody rhinorea in WG were the most
common findings. Drug induced (due to propiltiouracil) vasculitis were the
most frequent in patients with secondary vasculitis. Elevation of IgA in HSP
and IgE in C-SS was present in diagnosis. ANCA positivity was the most
common serological test in WG and drug induced vasculitis. Treatment
modalities were assessed. Steroid was administered to patients with
insulated cutaneous vasculitis and the most common treatment option for
patients with sistemic vasculitis was a combination of steroid and other
immunsuppressive agents. 76.8% of the patients fulfil the ACR criteria
tur
Vaskülitler
Takayasu Arteriti
Sekonder Vaskülitler
Vasculitis
Takayasu Arteritis
Secondary Vasculitis
Vaskülit tanısı ile takip edilen hastaların klinik ve laboratuvar özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3957
2022-07-30T00:01:10Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Temel, Tuncer
2022-07-29T05:23:27Z
2022-07-29T05:23:27Z
2010
http://hdl.handle.net/11684/3957
Günümüzde; görüntüleme yöntemlerin yaygın olarak kullanılmasına paralel olarak tanı konulan karaciğer kitleli olgu sayısında artış gözlenmektedir. Çalışmanın amacı karaciğer kitlesi saptanan bireylerin klinik ile laboratuar özelliklerinin değerlendirilmesi ve görüntüleme yöntemlerinin ayırıcı tanıdaki etkinliklerinin saptanmasıdır. Bu çalışma 01.01.2005-15.09.2009 tarihleri arasında kliniğimize başvuran ve karaciğer kitlesi saptanan 224 hastada retrospektif olarak gerçekleştirilmiştir. Yaş, cinsiyet, tanı anında semptomatik olma, tümör belirteçleri, viral hepatit serolojileri, tanıda kullanılan görüntüleme yöntemleri değerlendirildi. Malign karaciğer kitlesi saptanan olgular daha ileri yaştaki bireylerden oluşmaktaydı, erkek cinsiyet oranı yüksekti ve hastaların büyük çoğunluğu tanı anında semptomatikti. Malign karaciğer kitlesi saptanan hastaların tümör belirteç düzeyleri benign karaciğer kitlesi saptanan olgularla karşılaştırıldığında; AFP, CEA ve CA 19.9 düzeylerinin anlamlı derecede yüksek olduğu belirlendi. Benign ve malign karaciğer kitlelerinin ayrımında USG'nin tanısal etkinliği %84, BT'nin tanısal etkinliği %82, MRI'ın tanısal etkinliği %90 olarak saptandı. Hepatoselüler karsinomlu olgularda en önemli etyolojik faktörünün kronik viral hepatitler olduğu belirlendi. HCC'li olguların çoğu yeni tanı almış, ileri evre kronik karaciğer parankim hastalıklı bireylerdi. Benign ve malign karaciğer kitleleri arasında ayırıcı tanıda; hasta yaşı, cinsiyeti, semptom varlığı, tümör belirteçleri düzeyi ve görüntüleme yöntemleri etkin kriterler olarak görünmektedir. HCC gelişiminin önlenmesi için ülkemizde, toplum taraması, aşılama, enfekte bireylerin tedavisi ve bulaşın önlenmesine yönelik etkin toplum sağlığı uygulamalarına ihtiyaç olduğunu; kronik viral hepatitli ve sirotik hastaların HCC gelişimi açısından mutlaka düzenli takip programları ile izlenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Nowadays; parallel to the widespread useage of imaging modalities, there is an increase in the number of patients diagnosed as having a liver mass. Aim of this study is to investigate clinical and laboratory proporties of patients with liver mass and the efficacy of imaging modalities in the differantial diagnosis. Study was performed retrospectively at 224 patients who applied to our clinic with the diagnose of liver mass between 01.01.2005-15.09.2009. Age, sex, being symptomatic at the time of diagnosis, tumor markers, viral hepatitis serology and imaging modalities used in the diagnosis were invastigated. Malignant liver mass determined patients were older, percentage of male sex was higher and most of the patients were symptomatic at the time of diagnosis. Levels of AFP, CEA and CA 19.9 were meanigfuly higher at malignant liver mass determined patients when compared with benign liver mass determined patients. The diagnostic accuracy of USG was 84%, CT was %82 and MRI was 90% at the differantial diagnosis of malignant and benign liver masses. Most leading ethiologic factor of HCC was chronical viral hepatitis. Most of the patients with HCC were newly diagnosed, advanced stage chronical liver parenchymal disease cases. Age, sex, being symptomatic at the time of diagnosis, levels of tumor markers and imaging modalities are seemed to be efficient criterions in the differantial diagnosis of benign and malignant liver masses. We thought that; for preventation of HCC development, there is a need of efficient public health practice in our country for community scanning, vaccinization, treatment of infected patients and preventation of viral transmission; cirhotic and chronical viral hepatitis infected patients must be chased for devolepment of HCC with reguler folow-up programs.
tur
Karaciğer Kitleleri
Tümör Belirteçleri
Görüntüleme Yöntemleri
Liver Masses
İmaging Modalities
Karaciğer kitle lezyonlarının değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2859
2022-03-09T01:00:48Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yağız, Onur
2022-03-08T08:34:15Z
2022-03-08T08:34:15Z
2013
http://hdl.handle.net/11684/2859
Yağız, O. Obezitede trombosit fonksiyonları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir,
2013. Obezite, ateroskleroza yol açarak kardiyovasküler mortalite ve morbidite için
risk oluĢturur. Aterosklerozun patogenezinde ve progresyonunda inflamatuvar
markerlar da rol sahibidir. Obezitede aterotrombotik olay sıklığındaki artıĢ, vasküler
sistemde koagülasyon ve fibrinoliz arasında varolan fizyolojik dengenin bozulması
ile tetiklenen pekçok faktörün iĢe karıĢtığı bir ortamda geliĢir. ÇalıĢmamızda obez
olgularda trombosit agregasyonunun ve p-selektin ile trombosit aktivasyonunun
çalıĢılması ve obeziteye eĢlik eden değiĢtirilebilir aterosklerotik risk faktörlerinden
hipertansiyon (HT), dislipidemi (DL), sigara varlığının ve risk faktörü sayısının
trombosit fonksiyonlarına etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. ÇalıĢmaya 84
obez ve benzer yaĢ grubunda 15 sağlıklı kontrol olgusu ( K grubu) alındı. Obez
olgular risk faktörü bulunmayan, 1 risk faktörlü (16 DL,3 HT,2 sigara), 2 risk
faktörlü (12 sigara+DL, 6 DL+HT, 3 HT+sigara) ve 3 risk faktörlü 21’er kiĢilik dört
grupta sırasıyla A, B,C,D olarak toplandı. Diyabet, endokrin kökenli obezite, son 6
ayda doğum veya gebelik öyküsü, hormon replasmanı veya oral kontraseptif
kullanımı olanlar çalıĢmaya alınmadı. Obezitenin artmıĢ inflamatuvar belirteçlere
sahip, insulin direnci ile donanmıĢ bir zemin oluĢturduğu ve p-selektin ile temsil
edilen trombosit aktivasyonunun ve ADP ile indüklenen trombosit agregasyonunun
arttığını da belirlediğimiz obezite ortamının bir bütün olarak değerlendirildiğinde
aterosklerotik olaylara hazır ve açık olduğu kanısına varılmıĢtır.
Yağız, O. Platelet Functions in Obesity. Eskişehir Osmangazi University
Medical Faculty, Department of İnternal Medicine Medical Specialty Thesis,
Eskişehir, 2013. Obesity is a risk factor for cardiovascular morbidity and mortality,
leading to atherosclerosis. Atherothrombotic events associated with obesity develop in
an environment with physiological imbalance that exists between coagulation and
fibrinolysis in the vascular system is triggered by many factors. We aimed to study
platelet agregation and platelet activation which is represented by p-selectin and to
investigate the effects modifiable cardiovascular risk factors including hypertension,
smoking, dyslipidemia associated with obesity, presence and number of risk factor
assessment of the of platelet functions . The study is performed with 84 obese and 15
gender and age matched healthy control subjects. Obese subjects divided four
categories with 21 persons. There was no risk factor in Group A, in Group B there
was one risk factor (16 dislipidemia, 3-hypertension, 2 smoking), In Group C there
was 2 risk factors (12 smoking + dislipidemia, 6 dislipidemia + hypertension, 3
hypertension + smoking), and in Group D there was 3 risk factors respectively.
Diabetes, endocrine causes of obesity, a history of the last 6 months of birth or
pregnancy, usage of oral contraceptives or hormone replacement therapy were
excluded from the study. It has been concluded that; because of the obesity could
cause increased inflammatory markers, insulin resistance, increased platelet
activation represented by p-selectin and ADP-induced platelet aggregation, it can
tend to atherosclerotic events.
tur
Obesite
Trombosit
Fonksiyonu
P-Selektin
Obesity
Platelet Functions
P-Selectin
Obezitede trombosit fonksiyonları
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2872
2022-03-09T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Karaman, Elanur
2022-03-08T13:23:04Z
2022-03-08T13:23:04Z
2013-02
http://hdl.handle.net/11684/2872
Karaman E. Evaluating patients with acute arthritis of gout in terms of demographic, clinical, and laboratory parameters. EskiĢehir Osmangazi University Medical Faculty Department of Internal Medicine Medical Specialty Thesis, EskiĢehir, 2012. Arthritis of gout is a metabolic disease which progresses with acute and chronic attacks, and which is characterized by deposition of monosodium urate of supersaturated extracellular fluid in kidney and connective tissue. The aim of this study was to evaluate clinical findings during attacks, comorbid diseases, laboratory parameters and demographic and dietary features of the patients with gout arthritis. This is a prospective study in which standard study forms were filled in by 118 patients (age >18) with gout arthritis who were admitted to Osmangazi School of Medicine Rheumatology and Internal Diseases Departments between November 2011 and October 2012. Ages of patients ranged from 23 to 83 years old with a mean of 57.8. Out of 118 patients 105 were male (89%) and 13 of them were female (11%), and so incidence was 8 fold higher in male then female. It was determined that: 34.7% of the patients had obesity, the most important comorbid disease was hypertension (53.4%). Initial attacks most frequently occurred at first metatarsophalangeal joints; after a mean of 3 attacks an accurate diagnosis can be made. 82.7% of the patients had podagra and 23.7% had tophaceous (tophus?). It was determined that patients were mostly diagnosed gout artrhritis in the presence of clinical findings and hyperuricemia (72.9%), and compliance with ACR criteria was 87%. In laboratory tests, mean serum uric acid level was determined to be 8.41% ± 1.87 mg/dL. During the attack, %88.3 of patients were found to hyperuricemia. In conclusion, although effective treatment methods for gout arthritis are available, its diagnosis is difficult and so physicians may overlook it and diagnosis could be made at late stages. Since comorbid diseases are frequently associated with arthtritis of gout, presence of comorbidity should be taken into account. It is important to raise awareness among medical doctors for gout arthritis, which has a high prevalence in society, to avoid complications at later stages with early diagnosis and treatment.
Karaman, E. akut gut artritli hastaların demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ġç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012. Gut artriti; akut ve kronik artrit atakları ile seyreden süpersatüre olmuş ekstrasellüler sıvılardaki monosodyumürat (MSÜ) kristallerinin böbrek ve bağ dokusunda birikmesi ile karakterize metabolik bir hastalıktır. Bu çalışma ile akut gut artriti olan hastaların; demografik özelliklerinin, atak sırasındaki klinik bulgularının, eşlik eden hastalıkların, diyet özelliklerinin ve laboratuvar parametrelerinin değerlendirilmesi hedeflenmiştir. 2011 Kasım ayından, 2012 Ekim ayına kadar, Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji ve Ġç Hastalıkları kliniklerine başvuran, 18 yaş üzerinde, 118 akut gut artritli hastalara standart çalışma formu doldurularak yapılan, prospektif bir çalışmadır. Çalışmamızda hastaların yaşları 2383 yıl arasında olup ortalama yaşın 57.8 olduğu, 105‟inin (% 89) erkek, 13‟ünün (% 11) kadın olduğu ve erkeklerde akut gut artritinin 8 kat fazla olduğu görüldü. Hastaların %34.7‟sinin obez, en önemli komorbid durumun (%53.4) hipertansiyon olduğu saptandı. Ġlk atağın en sık (%78,8) 1. metatarsofalengeal eklemde gerçekleştiği, hastalara ortalama 3. atakta tanı konduğu, hastaların %82.7‟sinde podogra, % 23.7‟sinde tofüs olduğu görüldü. Hastalara gut artriti tanısının en sık, klinik bulgu ve hiperürisemi varlığında konduğu (%72.9) ve gut artriti tanısı için Amerikan Romatoloji Derneği (ACR) kriterleri uyum oranı %87 olarak saptandı. Laboratuar incelemesinde ise serum ürik asit değeri ortalama 8.41 ± 1.87 mg/dL olarak görüldü. Atak sırasında hastaların %83‟ünde hiperürisemi saptandığı görüldü. Sonuç olarak; gut artriti etkin tedavisinin olmasına rağmen, zor tanı konulan bir hastalıktır ve hekimler tarafından sıklıkla gözden kaçırılarak tanı geç dönemde konulabilmektedir. Önemli komorbid durumlarla birlikteliği olan gut artritli hastalarda, komorbid durumların varlığı değerlendirilmelidir. Toplumda sık görülen bir durum olan gut artritinin hekimler arasındaki farkındalığının arttırılması, erken tanı ve tedavi ile ilerleyen dönemde oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilmesi açısından önem kazanmaktadır
tur
Gut Artriti
Hiperürisemi
Gout Arthritis
Hyperuricemia
Akut gut artritli hastaların demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2873
2022-03-10T01:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Karakaş, Yusuf
2022-03-09T07:22:14Z
2022-03-09T07:22:14Z
2012
http://hdl.handle.net/11684/2873
Karakas, Y. Kronik böbrek hastalığında 25 (OH)D3 düzeylerinin belirlenmesi ve kolekalsiferol tedavisinin endotel disfonksiyonu üzerine etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir.2013.Kardiyovasküler olaylar KRY hastalarında oldukça fazladır. KRY hastalarında düşük 25(OH)D3 düzeylerinin olduğu bilinmektedir. Vitamin D düzeyi düşük KRY hastalarında oksidatif strese ve endotel disfonksiyonuna bağlı KAH insidansı artmıştır. Biz çalışmamızda KRY hastalarında vitamin D tedavisinin endotel disfonksiyonu üzerine etkisini belirlemeye çalıştık. Endotel fonksiyonları doppler ile değerlendirildi. Beş dakikalık ön kol iskemisi sonrası reaktif hiperemi, endotel bağımlı dilatasyon ve endotel bağımsız dilatasyon, sublingual nitrogliserin verilmesi sonrası dilatasyon değerlerine bakıldı.Vitamin D düzeyi <30 mmol/L olanlar düşük olarak kabul edildi.Vitamin D düzeyi düşük hasta ve kontrol grubuna 8 hafta boyunca haftada 1 kez 50.000 IU vitamin D verildi. Tedavi öncesi ve sonrası FMD, NID, KIMK, değerleri ölçüldü. Ortalama 25(OH)D3 düzeyleri kontrol grubunda 34,26±8,7, hasta grubunda 30,0±13,4 nmol/L olarak tespit edildi.Karşılaştırıldığında, hastalarda %FMD 6,46±5,49 kontrolde 15,99±8,19, hastalarda %NID 13,02±6,5 kontrolde 25,48±12,98, hastalarda KIMK sol 0,79±0,15 – sağ 0,78±0,14 ile kontrolde sol 0,6±0,09 – sağ 0,59±0,09 olarak tespit edildi ve hasta ve kontrol grubu arasında FMD, NID, KIMK sağ/sol değerleri arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı. En düşük vitamin D değerinin hasta grubunda olduğu görüldü. 25(OH)D3 düzeyi düşük hastalarda replasman sonrası %FMD’nin anlamlı arttı.Tedavi öncesi 5,68±4,99’den tedavi sonrası 11,28±5,9’e çıktı artış istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,01). Vitamin D tedavisiyle KIMK sağ/sol ve NID değerleri arasında anlamlı fark olmadı. Sonuç olarak diyaliz hastalarında 25(OH)D3 düzeylerinin daha düşük olduğu ve KIMK değerinin daha yüksek olduğu tespit edildi. Kolekalsiferol tedavisiyle, öncelikle diyaliz hastalarında endotel disfonksiyonunu iyileştirebileceği ve KAH sıklığını azaltabileceği gösterildi. Yalnız bunu destekleyen uzun dönem klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Karakas,Y. Effect of 25-hydroxyvitamin D3(cholecalciferol) on endothelial dysfunction in dialysis patients.Eskisehir Osmangazi University, Faculty of Medicine Department of Internal Diseases Speciality in Medicine Thesis, Eskisehir,2013. Cardiovascular event(CVE) are high in CKD compared to the general population. In patients with CKD, 25-hydroxyvitamin D3 low level is known. 25(OH)D3 deficiency patients with CKD have higher incidence of CVE due to the oxidative stress and endothelial dysfunction (ED). Our aim in this study, was to investigate the effect of 25(OH)D3 deficiency and supplementation on ED in patients with CKD who are treated with dialysis. Patients on dialysis and healthy controls were evaluated for ED by using Doppler ultrasound of brachial artery. Reactive hyperemia following 5 minutes forearm ischemia was accepted as endothelium-dependent vasodilatation(FMD) and compared to endotheliumindependent vasodilatation in response to sublingual glyceril trinitrate (NID). Also, in all the participant CIMT was measured. FMD was performed before and after 8 weeks of oral cholecalciferol medication in 25(OH)D3 deficiency patients and healthy controls. Patients on dialysis had a lower FMD% of 6.46 (±5,49) versus 15.99 (±8.19) and GTN% of 13.02 (±6.5) versus 25.48 (±12.98) of the controls. Patients on dialysis had higher CIMT left of 0.79 (±0.15) versus 0.60 (±0.09) and right (0.78±0.14 versus 0.59 (±0.09) than the controls. Level of p<0.05.The lowest 25(OH)D3 level was in dialysis patients. In 25(OH)D3 deficiency patients with CKD, after cholecalciferol administration, %FMD was significantly enhanced in dialysis patients at an average of 5.68 (±4.99) versus 11.28 (±5.91) of the controls. Response to CIMT left, CIMT right and %GTN was unaffected. These results show a significantly lower levels of 25(OH)D3 in the blood of dialysis patients compared to that of the controls. Also an increased level CIMT is shown with the dialysis patients.So cholecalciferol treatment could improve the ED and increases the level of FMD in patients on dialysis. The cholecalciferol supplement to dialysis patients may also prevent CVE, but this needs more long term clinical studies.
tur
Vitamin D
Chronic Kidney Disease
Endothel Dysfunction
Kronik Böbrek Yetmezliği
Endotel Disfonksiyonu
Kronik böbrek hastalığında 25(oh) d3 düzeylerinin belirlenmesi ve kolekalsiferol tedavisinin endotel disfonksiyonu üzerine etkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2853
2022-03-09T01:00:23Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Kiraz, Tuba
2022-03-08T07:43:51Z
2022-03-08T07:43:51Z
2013-07
http://hdl.handle.net/11684/2853
Kiraz, T. Kronik böbrek hastalığında eritropoietin kullanımı ve endotel disfonksiyonu ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İç Hastalıkları A.D. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013. Anemi; kronik böbrek hastalığının sık görülen bir komplikasyonu olup yaĢam kalitesini olumsuz etkiler. Böbrek yetmezliğinde aneminin en sık nedeni eritropoietin (EPO) yetersizliğidir. Kronik böbrek yetmezliğinde (KBY) mortalitenin en önemli nedeni aterosklerotik vasküler komplikasyonlar olup endotel hasarı ile iliĢkilendirilmektedir. Vasküler bütünlüğü değerlendirilmek için geliĢtirilmiĢ metodlardan biri de dolaĢan endotel hücre (CEC) ve endotelyal progenitor hücre (EPC) ölçümüdür. Bu çalıĢmada KBY hastalarında anemi tedavisinde kullanılan EPO’nun; endotel disfonksiyonu üzerine etkisini CEC ve EPC değerlendirerek incelemeyi amaçladık. ÇalıĢmaya yaĢ ortalaması 54.5±8.3 olan 55 HD hastası ve 42.1±6,0 olan 20 sağlıklı kontrol alınmıĢtır. Hastalar en az son 3 aydır EPO alan ve Hb>10gr/dl (n=20), en az son 3 aydır EPO almayan ve Hb>10gr/dl (n=20), Hb<10gr/dl olduğu için EPO baĢlanan (n=15) olmak üzere 3 grupta değerlendirilmiĢtir. EPO baĢlanan grupta bazal, 2. hafta ve 8. hafta olmak üzere 3 kez kan değerleri incelenmiĢtir. Endotel hücre markerı olarak Mouse IgG2 FITC, Mouse IgG1 PE, CD105 FITC, CD34 PE, CD146 FITC, CD133 PE ve CD45 Per Cp kullanılmıĢ ve Becton Dickinson Facs Calibur cihazında flow sitometrik olarak incelenmiĢtir. CD34+, CD105- hücreler; istirahat CEC, CD34+, CD105+ hücreler; aktive CEC, CD133+ hücreler; istirahat EPC, CD133+, CD146+ hücreler ise aktive EPC olarak değerlendirilmiĢtir. Hasta gruplarının arasında ve hastalar ile sağlıklı kontrol arasında CEC ve EPC açısından fark saptanmamıĢtır. 3. grupta bazal / 2. hafta ve 8. hafta CEC / EPC düzeyleri açısından farklılık gözlenmemiĢtir. Ġstirahat ve aktive CEC ile albümin arasında negatif korelasyon (sırasıyla r=-0,270, p=0,046; r=-0,312, p=0,019) saptanmıĢtır. EPO ile CEC / EPC arasında korelasyon saptanmamıĢtır. HD hastalarında terapotik dozda kullanılan EPO ile endotel bütünlüğünü değerlendirmede kullanılan CEC / EPC düzeyleri arasında iliĢki saptanmamıĢtır. Farklı EPO dozlarının uygulandığı, CEC ve EPC miktarlarının yanısıra proliferasyon ve mobilizasyon özelliklerinin de değerlendirildiği daha uzun süreli izlemlerde EPO ile endotel disfonksiyon arasında olası iliĢki saptanabilir.
Kiraz, Tuba. The relationship between erythropoietin and endothelial dysfunction in chronic renal failure. Eskisehir Osmangazi University, Department of Internal Diseases Speciality in Medicine Thesis, Eskisehir, 2013. Anemia; is a common complication of chronic kidney disease (CKD). Most common cause of anemia in CKD is erythropoietin (EPO) deficiency. Most important cause of mortality in CKD is the atherosclerotic vascular complications and it is associated with endothelial damage. One of methods evaluating vascular integrity is the cytometric measurement of circulating endothelial cell (CEC) and endothelial progenitor cell (EPC) in peripheral blood. The aim of this study is to investigate the effects of EPO on endothelial dysfuncion by evaluating CECs and EPCs. Study involves 55 HD patients the average age of is 54.5±8.3 and 20 healthy controls the average age of is 42.1 ± 6.0. The patients were evaluated in three groups ; first is the ones having EPO therapy at least last 3 months and Hb>10gr/dl (n=20), second; not having EPO for at least the last 3 months and Hb>10gr/dl (n=20), and third is the ones started EPO treatment during the study because Hb<10gr/dl (n=15). Blood values of the 3. group was investigated three times; basal, 2. week and 8. week . As a marker of endothelial cell, Mouse IgG2 FITC, Mouse IgG1 PE, CD105-146 FITC, CD34-133 PE and CD45 Per Cp were used and analysed as flow cytometric in device Becton Dickinson FACS Calibur.CD34 +, CD105- cells were evaluated as resting CEC; CD34 +, CD105 + cells as activated CEC; CD133 + cells as resting EPC and CD133 +, CD146 + cells as activated EPC. There was no difference in the patient groups and between the patients and healthies in CEC and EPC. In 3. group was not observed any difference in CEC/EPC levels at basal / 2. and 8. weeks. A negative correlation was identified between resting / active CEC and albumin (respectively r=-0,270, p=0,046; r=-0,312, p=0,019). There is not any correlation between EPO and CEC/EPC. Any correlation is not available between the therapeutic doses of EPO used in HD patients and CEC / EPC levels used to evaluate the endothelial integrity. The possible relationship between endothelial dysfunction and EPO can be detected through long-term follow-up by using different doses of EPO and evaluating proliferation and mobilization properties as well as the amount of CEC and EPC.
tur
Chronic Kidney Disease
Anemia
Erythropoietin
Circulating Endothelial Cell
Kronik Böbrek Hastalığı
Anemi
Eritropoietin
Dolaşan Endotelyal Hücre
Kronik böbrek hastalığında eritropoietin kullanımı ve endotel disfonksiyonu ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2377
2022-01-21T01:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Karaman, Elanur
2022-01-20T06:08:40Z
2022-01-20T06:08:40Z
2013-03
http://hdl.handle.net/11684/2377
Karaman E. Evaluating patients with acute arthritis of gout in terms of demographic, clinical, and laboratory parameters. EskiĢehir Osmangazi University Medical Faculty Department of Internal Medicine Medical Specialty Thesis, EskiĢehir, 2012. Arthritis of gout is a metabolic disease which progresses with acute and chronic attacks, and which is characterized by deposition of monosodium urate of supersaturated extracellular fluid in kidney and connective tissue. The aim of this study was to evaluate clinical findings during attacks, comorbid diseases, laboratory parameters and demographic and dietary features of the patients with gout arthritis. This is a prospective study in which standard study forms were filled in by 118 patients (age >18) with gout arthritis who were admitted to Osmangazi School of Medicine Rheumatology and Internal Diseases Departments between November 2011 and October 2012. Ages of patients ranged from 23 to 83 years old with a mean of 57.8. Out of 118 patients 105 were male (89%) and 13 of them were female (11%), and so incidence was 8 fold higher in male then female. It was determined that: 34.7% of the patients had obesity, the most important comorbid disease was hypertension (53.4%). Initial attacks most frequently occurred at first metatarsophalangeal joints; after a mean of 3 attacks an accurate diagnosis can be made. 82.7% of the patients had podagra and 23.7% had tophaceous (tophus?). It was determined that patients were mostly diagnosed gout artrhritis in the presence of clinical findings and hyperuricemia (72.9%), and compliance with ACR criteria was 87%. In laboratory tests, mean serum uric acid level was determined to be 8.41% ± 1.87 mg/dL. During the attack, %88.3 of patients were found to hyperuricemia. In conclusion, although effective treatment methods for gout arthritis are available, its diagnosis is difficult and so physicians may overlook it and diagnosis could be made at late stages. Since comorbid diseases are frequently associated with arthtritis of gout, presence of comorbidity should be taken into account. It is important to raise awareness among medical doctors for gout arthritis, which has a high prevalence in society, to avoid complications at later stages with early diagnosis and treatment.
Karaman, E. akut gut artritli hastaların demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ġç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, EskiĢehir, 2012. Gut artriti; akut ve kronik artrit atakları ile seyreden süpersatüre olmuĢ ekstrasellüler sıvılardaki monosodyumürat (MSÜ) kristallerinin böbrek ve bağ dokusunda birikmesi ile karakterize metabolik bir hastalıktır. Bu çalıĢma ile akut gut artriti olan hastaların; demografik özelliklerinin, atak sırasındaki klinik bulgularının, eĢlik eden hastalıkların, diyet özelliklerinin ve laboratuvar parametrelerinin değerlendirilmesi hedeflenmiĢtir. 2011 Kasım ayından, 2012 Ekim ayına kadar, Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji ve Ġç Hastalıkları kliniklerine baĢvuran, 18 yaĢ üzerinde, 118 akut gut artritli hastalara standart çalıĢma formu doldurularak yapılan, prospektif bir çalıĢmadır. ÇalıĢmamızda hastaların yaĢları 2383 yıl arasında olup ortalama yaĢın 57.8 olduğu, 105‟inin (% 89) erkek, 13‟ünün (% 11) kadın olduğu ve erkeklerde akut gut artritinin 8 kat fazla olduğu görüldü. Hastaların %34.7‟sinin obez, en önemli komorbid durumun (%53.4) hipertansiyon olduğu saptandı. Ġlk atağın en sık (%78,8) 1. metatarsofalengeal eklemde gerçekleĢtiği, hastalara ortalama 3. atakta tanı konduğu, hastaların %82.7‟sinde podogra, % 23.7‟sinde tofüs olduğu görüldü. Hastalara gut artriti tanısının en sık, klinik bulgu ve hiperürisemi varlığında konduğu (%72.9) ve gut artriti tanısı için Amerikan Romatoloji Derneği (ACR) kriterleri uyum oranı %87 olarak saptandı. Laboratuar incelemesinde ise serum ürik asit değeri ortalama 8.41 ± 1.87 mg/dL olarak görüldü. Atak sırasında hastaların %83‟ünde hiperürisemi saptandığı görüldü. Sonuç olarak; gut artriti etkin tedavisinin olmasına rağmen, zor tanı konulan bir hastalıktır ve hekimler tarafından sıklıkla gözden kaçırılarak tanı geç dönemde konulabilmektedir. Önemli komorbid durumlarla birlikteliği olan gut artritli hastalarda, komorbid durumların varlığı değerlendirilmelidir. Toplumda sık görülen bir durum olan gut artritinin hekimler arasındaki farkındalığının arttırılması, erken tanı ve tedavi ile ilerleyen dönemde oluĢabilecek komplikasyonların önüne geçilmesi açısından önem kazanmaktadır.
tur
Hyperuricemia
Hiperürisemi
Gut Artriti
Akut gut artritli hastaların demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2284
2022-01-14T01:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Ruhengiz, Özdoğan
2022-01-13T11:25:51Z
2022-01-13T11:25:51Z
2019
http://hdl.handle.net/11684/2284
Kliniğimizde Renal Hücreli Karsinom (RHK) nedeniyle tedavi ve
takip ettiğimiz hastaların retrospektif olarak yaş, cins dağılımı, epidemiyolojik
özelliklerini ortaya koymak ve hastaların klinik ve patolojik parametrelerinin
hastalığın prognozuna etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. 2010 ile 2017 yılları
arasındaki patoloji sonucu RHK olarak rapor edilen 69 hasta çalışmaya dahil edildi.
Olguların 52’i erkek (% 75,4), 17’i kadındı (% 24,6), yaş ortalaması 58,6±9,7 yıl idi.
Ortalama takip süresi 39 ay olup, izlem sonunda 48 (%69) hastanın tümör nedeniyle
kaybedildiği görüldü. Evre (p<0,001), lenf nodu tutulumu (p=0,04), tanı anında
metastaz bulunması (p=0,006), laboratuar parametrelerinden ise tanı anındaki
trombosit sayısı (p=0,001), kandaki nötrofil-lenfosit oranı (p=0,015), nüks-metastaz
sırasındaki lökosit sayısı (p=0,004), kalsiyum (p<0,001) ve LDH (p=0,02) değeri
prognoza etki eden faktörler olarak belirlendi. Hedefe yönelik tedavi (HYT) almış
hastaların ortanca genel sağkalımı ve 1 yıllık genel sağkalımı HYT almamış hastalara
göre daha uzun saptanmıştır (sırasıyla 22 aya karşın 6 ay, %52,9 karşın %11)
(p=0,011). Metastazektomi yapılmış hastaların metastazektomi yapılmayanlara göre
prognozu daha iyi saptanmıştır (sırasıyla ortanca genel sağkalım 71 aya karşın 28 ay)
(p=0,013). Sonuç olarak, klinik ve patolojik evrelemenin yapılması, prognostik
parametrelerinin belirlenmesi ve uygun tedavi seçimi hastalığın yönetimi açısından
kritik öneme sahiptir
It was aimed to reveal the age and gender distribution
and epidemiological features as well as to evaluate the effects of the clinical and
pathological features on the prognosis of the disease retrospectively in patients with
renal cell carcinoma (RCC), who were treated and followed in our department. A
total of 69 patients in whom the pathological diagnosis was made as RCC between
the years 2010 and 2017 were included to the study. Of them, 52 (75,4%) were male
and 17 (24,6%) were female, with a mean age of 58,6±9,7. The mean follow-up
duration was 39 months, and 48 patients (69%) died due to tumor. The factors that
affect the prognosis of RCC were stage (p<0,001), lymph node involvement
(p=0,04), presence of metastasis at the time of diagnosis (p=0,006), and several
laboratory parameters including platelet count (p=0,001), the ratio of neutrophile to
lymphocyte (p=0,015) at the time of diagnosis, leukocyte count (p=0,004), the levels
of calcium (p<0,001) and LDH (p=0,02) at the time of recurrence or metastasis.
Median overall survival and 1-year overall survival of patients who received targeted
therapy was significantly better compared to who not received (22 months versus 6
months and 52,9% versus 11%, respectively) (p=0,011). The prognosis of patients
with metastasectomy was better compared to patients without metastasectomy
(median overall survival was 71 months versus 28 months, respectively) (p=0,013).
In conclusion, it is critically important to perform clinical and pathological staging,
identify the prognostic parameters and choose appropriate treatment for management
of disease
tur
Renal Hücreli Karsinom
Genel Sağkalım
Metastatik
Hedefe Yönelik Tedaviler
Prognoz
Renal Cell Carsinoma
Overall Survival
Metastatic
Targeted Therapy
Prognosis
2010-2017 yılları arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi tıbbi onkoloji bölümünde takip ve tedavi edilen renal hücreli karsinomlu olguların analizi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2511
2022-02-08T01:05:59Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Avcı, Tugay
2022-02-07T06:52:39Z
2022-02-07T06:52:39Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2511
Miyelodisplastik sendrom (MDS) kemik iliğindeki hematopoietik öncül hücrelerin
morfolojik ve fonksiyonel anormallikleri ile karakterize malign bir hematolojik
hastalıktır. AML ise hematopoietik sistemin proliferatif, klonal, anormal farklılaşmış
hücreleri tarafından infiltrasyonu ile karakterize hematolojik bir malignitedir.
Hastaların yaş, risk durumları, performans durumları, ek hastalıkları göz önünde
bulundurularak tedavi planlanmakta ve bazı hastalar yüksek doz tedaviyi tolere
edememektedir. Bu çalışmada yüksek doz tedavi almayan MDS ve AML tanılı
hastaların klinik ve laboratuar özelliklerinin yanı sıra aldıkları tedavilere olan
yanıtların değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmaya ESOGÜTF İç Hastalıkları
Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı’nda Ağustos 2010-Şubat 2020 tarihleri arasında
WHO 2008 AML ve MDS tanı kriterlerine göre tanısı konmuş, 18 yaş üstü, yüksek
doz tedavi almayan 120 hasta alındı. Tüm olguların 74 (%61.7)’ü erkek, 46 (%38.3)’sı
kadındı. Hastaların 63 (%52.5)’ü MDS, 57 (%47.5)’si AML tanılı hastalardı.
Hastaların 64 (%53.3)’ü azasitidin, 8 (%6.7)’i desitabin ve 48 (%40)’i ardışık
azasitidin ve desitabin tedavisi almıştı. Hastaların tanı dönemi ve HMA sonrasındaki
laboratuvar bulguları karşılaştırıldığında HMA sonrasında laboratuvar bulgularında
anlamlı derecede iyileşme mevcuttu. Hastaların 63 (%52.5)’ünde tedaviye yanıt
saptandı. MDS hastalarında sağkalım, AML hastalarına göre daha uzundu (p=0.003).
Tedaviye yanıt oranı desitabin tedavisi alan grupta diğer gruplara oranla daha yüksekti
(p=0.03). Desitabin tedavisinde azasitidine göre daha sık FEN atağı gözlendi.
Azasitidin alan hastalarda diğer gruplara oranla sağkalım daha kısaydı. Azasitidin desitabin alan grupta diğer gruplara oranla daha sık relaps/progresyon gözlenirken, son
yanıt diğer gruplara oranla daha düşüktü. AML tanısı, FEN atağı varlığı, tedavi öncesi
trombosit replasman sayısının yüksek olması mortalite riskini arttırırken, azasitidin
kür sayısında artış riski azaltmaktaydı
Myelodysplastic syndrome (MDS) is a malignant hematological disease characterized
by morphological and functional abnormalities of hematopoietic precursor cells in the
bone marrow. AML is a hematological malignancy characterized by infiltration of the
hematopoietic system by proliferative, clonal, abnormally differentiated cells.
Treatment is planned considering the age, risk status, performance status, and
additional diseases of the patients, and some patients cannot tolerate high-dose
therapy. In this study, it was aimed to evaluate the clinical and laboratory
characteristics of patients with MDS and AML who did not receive high dose therapy,
as well as their responses to the treatments they received. 120 patients over the age of
18 who were diagnosed according to WHO 2008 AML and MDS diagnostic criteria
between August 2010-February 2020 in the ESOGUMF Department of Internal
Medicine, Department of Hematology, who did not receive high-dose therapy were
included in the study. 74 (61.7%) of all cases were male and 46 (38.3%) were female.
63 (52.5%) of the patients were MDS and 57 (47.5%) were AML patients. 64 (53.3%)
of the patients received azacitidine, 8 (6.7%) decitabine and 48 (40%) consecutive
azacitidine decitabine treatment. When the laboratory findings of the patients at
diagnosis and after HMA were compared, there was a significant improvement in the
laboratory findings after HMA. Response to treatment was detected in 63 (52.5%) of
the patients. Survival in MDS patients was longer than in AML patients. Response rate
to treatment was higher in the group receiving decitabine compared to the other groups.
More frequent FEN attacks were observed in decitabine treatment than azacitidine.
Survival was shorter in patients receiving azacitidine. While relapse/progression was
observed more frequently in the azacitidine-decitabine group compared to the other
groups and the final response was lower. While the diagnosis of AML, the presence of
a FEN attack, and a high pre-treatment platelet replacement count increased the risk
of mortality, an increase in azacitidine cycle count decreased the risk
tur
Akut Miyeloid Lösemi
Miyelodisplastik Sendrom
Azasitidin
Hipometile Edici Ajanlar
Acute Myeloid Leukemia
Myelodysplastic Syndrome
Azacitidine
Decitabine
Hypomethylating Agents
Yüksek doz tedavi almayan miyelodisplastik sendrom ve akut miyeloid lösemi hastalarının değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2488
2022-02-04T01:00:48Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Demirtaş, Ezgi
2022-02-03T06:10:36Z
2022-02-03T06:10:36Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2488
Diyabetik nefropati (DN), persistan albüminüri, artmış arteryel kan basıncı,
glomerüler filtrasyon hızında (GFR) progresif bir düşüş ve kardiyovasküler morbidite
ve mortalite riskinde artış ile karakterize klinik bir sendromdur. Proteinürinin eşlik
etmediği renal fonksiyon kaybıyla giden bir fenotip olan non-albuminürik diyabetik
renal hastalığı ele aldığımız çalışmamızda; bu fenotipin oluşmasında etkisi olan
komorbiditeleri ve epidemiyolojik özellikleri araştırmayı hedefledik; bu amaçla
diyabetik böbrek hastalığı görülen 40 yaş üstü T2DM’li , eGFR<60 ml/dk/1.73 m2
olan 193 normoalbuminürik, 76 mikroalbuminürik ve 64 makroalbümünirik hastanın
yaş, cinsiyet, diyabet süresi, kliniğimizdeki takip süresi, ilk ve son ölçülen vücut kitle
indeksleri, albuminüri düzeyleri, retinopati varlığı ve derecesi, makrovasküler hastalık
varlığı ,HbA1c genel ve son takip yılındaki ortalaması, verilen tedavinin tipi (insülin
ve oral antidiyabetik, sadece insülin ya da sadece oral antidiyabetik),serum yüksek
yoğunluklu lipoprotein (HDL) , düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) ve trigliserid
düzeyleri, antihiperlipidemik kullanımı, sistolik kan basıncı (SKB) ve diyastolik kan
basıncı (DKB) ortalamaları, diyabetik ayak sorunu varlığı veya yokluğuna ilişkin bilgi
sigara kullanımı, antihipertansif tedavi yokluğu veya varlığı ve sayısı, ACEİ
(anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörü) ve ARB (anjiotensin II reseptör blokeri)
kullanımı, takip süresince ölçülen ilk kreatinin ve son kreatinin düzeylerini retrospektif
olarak karşılaştırdık. Çalışma sonucunda diyabetik renal hastalığa sahip
normoalbuminürik olgularımızın, mikro ve makroalbuminüri ile seyredenlere göre
daha yaşlı,vücut ağırlığı ve vücut kitle indeksi obezite sınırları içinde ve daha
fazla,daha iyi glisemik kontrolü olan, sigara kullanımının, retinopati sıklığı ve
ciddiyetinin, makrovasküler hastalık sıklığının ve diyabetik ayak sorununun daha az
olduğu ve serum kreatinin düzeylerinin takipte (başlangıçta ve son kontrolde) en düşük
hastalar olduğu belirlenmiştir
Diabetic
nephropathy (DN) is a clinical syndrome characterized by persistent albuminuria,
increased arterial blood pressure, a progressive decrease in glomerular filtration rate
(GFR), and an increased risk of cardiovascular morbidity and mortality. In our study
in which we discussed non-albuminuric diabetic renal disease, which is a phenotype
with renal function loss not accompanied by proteinuria; we aimed to investigate the
comorbidities and epidemiological features that affect the formation of this phenotype;
for this purpose, we retrospectively compared 193 normoalbuminuric, 76
microalbuminuric and 64 macroalbuminuric patients with T2DM over 40 years of age
with diabetic kidney disease, eGFR <60 ml / min / 1.73 m², age, gender, diabetes
duration, follow-up period in our clinic, first and last measured body mass indexes ,
albuminuria levels, presence and degree of retinopathy, presence of macrovascular
disease, HbA1c overall and average in the last follow-up year, type of treatment given
(insulin and oral antidiabetic, insulin only or oral antidiabetic only), serum high density
lipoprotein (HDL), low density lipoprotein (LDL) and triglyceride levels,
antihyperlipidemic use, mean systolic blood pressure (SBP) and diastolic blood
pressure (DBP), presence or absence of diabetic foot problems, smoking, presence or
absence of antihypertensive therapy, ACEI (angiotensin converting enzyme inhibitors)
and ARB (angiotensin receptor blokers) use, follow-up the initial and final creatinine
levels measured during the period. As a result of the study, our patients with
normoalbuminuric diabetic renal disease are older than macroalbuminuric patients,
body weight and body mass index are within the limits of obesity and had better
glycemic control, smoking, retinopathy frequency and severity, macrovascular disease
frequency and diabetic foot problem was found to be less and the serum creatinine
levels were the lowest in the follow-up period (baseline and final control) among study
patients
tur
Albuminüri
Diyabetik Nefropati
Normoalbuminürik Diyabetik Renal Hastalık
Albuminuria
Diabetic Nephropathy
Normoalbuminuric Diabetic Renal Disease
Non-proteinürik renal fonksiyon kaybı görülen tip 2 diyabetli hasta popülasyonunun özellikleri
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2535
2022-02-09T01:00:52Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Metin, Hatice
2022-02-08T08:18:40Z
2022-02-08T08:18:40Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2535
İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), Crohn Hastalığı (CH) ve Ülseratif
Kolit (ÜK) olmak üzere iki klinik başlık altında tanımlanır. Bu hastalıklar
gastrointestinal traktı etkileyen, kronik, tekrarlayıcı ve progresif olan
inflamatuar durumlardır. İnfamatuar bağırsak hastalığının etiyolojisi büyük
ölçüde bilinmemekle birlikte, son araştırmalar bireyin genetik duyarlılığının, dış
ortamının, bağırsak mikrobiyal florasının ve immun sistem yanıtının İBH
patogenezine dahil olduğunu göstermiştir. İBH’da tedavinin amacı, indüksiyon
oluşturup bunun devamını sağlamak ve komplikasyonları önlemektir. Biyolojik
ajanlar, remisyonun sağlanması ve idame ettirilmesinde çok etkilidirler. Tez
çalışmasında amacımız, 52 haftalık biyolojik ajan kullanımı sonrası hastalarda
klinik ve endoskopik remisyon oranlarının tayinidir. Bu amaçla, tez
çalışmamıza; infliximab, adalimumab, vedolizumab ve sertolizumab biyolojik
ajanlarından birini, bir yıl süre ile tedavi olarak kullanan 113 İBH olan hasta
dahil edilmiştir. Bu hastaların 68’i Crohn, 45’i Ülseratif Kolit tanılıdır. Hastalık
tanı yaşları Crohn hastalarında 30,62 (min-maks:10-66), Ülseratif kolit
hastalarında 37,80 (14-67) olarak hesaplanmıştır. Crohn hastalarının %45,6’sı
(n=31) kadın; %54,4’ü (n=37) erkektir. Ülseratif Kolit hastalarının %42,4’si
(n=19) kadın; %57,8’i (n=26) erkektir. Tez çalışmamızda 113 hastadan 83’ü
tedavi sonrası klinik remisyondaydı (%74,7). Crohn hastalarında klinik
remisyon oranı %77,2 (n=51) ve Ülseratif kolit hastalarında klinik remisyon
oranı %71,1 (n=32) olarak ölçüldü. Sonuç olarak, çalışmamızda orta ve şiddetli
inflamatuar bağırsak hastalıklarında anti-TNF tedavisinin etkin ve güvenilir
olduğu gösterilebilmiştir
Inflammatory bowel diseases (IBD) is defined under two
clinical titles as Crohn's Disease (CD) and Ulcerative Colitis (UC). These
diseases are chronic, recurrent and progressive inflammatory conditions
affecting the gastrointestinal tract. Although the etiology of inflammatory bowel
disease is largely unknown, recent research has shown that the individual's
genetic sensitivity, external environment, intestinal microbial flora, and immune
system response are involved in IBD pathogenesis. The purpose of treatment
in IBD is to create and maintain induction and prevent complications. Biological
agents are very effective in providing and maintaining remission. Our aim in
the thesis is to determine the clinical and endoscopic remission rates in
patients after 52 weeks of biological agent use. For this purpose, to our thesis;
113 patients with IBD using one of the infliximab, adalimumab, vedolizumab
and sertolizumab biological agents as a treatment for one year were included.
68 of these patients are diagnosed with Crohn and 45 with Ulcerative Colitis.
Disease diagnosis ages were calculated as 30.62 (min-max: 10-66) in Crohn's
patients and 37.80 (14-67) in ulcerative colitis patients. 45.6% (n = 31) of
Crohn's patients are women; 54.4% (n = 37) of them are men. 42.4% (n = 19)
of ulcerative colitis patients are women; 57.8% (n = 26) are men. In our thesis
study, 83 of 113 patients were in clinical remission after treatment (74.7%).
The clinical remission rate was 77.2% (n = 51) in patients with Crohn's disease
and 71.1% (n = 32) in ulcerative colitis patients. As a result, in our study, it has
been shown that anti-TNF treatment is effective and reliable in moderate and
severe inflammatory bowel diseases
tur
İnflamatuar Bağırsak Hastalığı
Crohn Hastalığı
Ülseratif Kolit
Biyolojik Ajan
Inflammatory Bowel Disease
Crohn Disease
Ulcerative Colitis
Biological Agent
İnflamatuar bağırsak hastalığı tedavisinde biyolojik ajan tedavisinin retros pektif analizi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2589
2022-02-10T01:00:14Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Sağdıç Karateke, Yasemin
2022-02-09T13:42:48Z
2022-02-09T13:42:48Z
2019
http://hdl.handle.net/11684/2589
Malign melanom(MM) yıllara göre insidansı hızla
artan yüksek metastaz riski ve mortalite ile giden bir malign neoplazmdır. Bu
çalışmada malign melanom tanılı hastalarda demografik, labaratuar özellikler ve
klinikopatolojik parametrelerle birlikte nötrofil-lenfosit oranının(NLR) prognoz ve
sağkalım üzerine etkisi araştırıldı. Çalışmamızda 2010-2017 yılları arasında
kliniğimizde takip edilen malign melanom tanılı 107 hasta retrospektif olarak
değerlendirildi. Yaş, cinsiyet, serum LDH seviyesi, nötrofil, lenfosit düzeyleri,
patolojik parametreler, BRAF mutasyonu durumu ve bunların genel sağkalım(OS) ve
hastalıksız sağkalım(DFS) üzerine etkisi ve birbirleri ile ilişkisi araştırıldı. En sık
görülen kutanöz melanom alt tipi nodüler malign melanomdu. Medyan NLR 1.97
olarak saptandı. Non-kutanöz MM olgularının hepsi BRAF negatifti. BRAF
mutasyon durumuyla diğer klinikopatolojik ve labaratuar parametreleri arasında
ilişki saptanmadı. İleri evrede non-kutanöz MM sıklığı daha fazlaydı. Yüksek NLR,
ileri evre, ileri yaş, ülserasyon varlığı ve yüksek mitoz sayısı ile anlamlı olarak
ilişkiliydi. Yüksek NLR, LDH seviyesi, artmış Breslow kalınlığı, Clark düzeyi ve
mitoz sayısı, ülserasyon varlığı, lenf nodu(LN) tutulumu anlamlı olarak daha kısa OS
süresi ile ilişkiliydi. Artmış Breslow kalınlığı, Clark düzeyi, mitoz sayısı ve LN
tutulumu anlamlı olarak daha kısa DFS süreleri ile ilişkiliydi. Cox çok değişkenli
regresyon analizinde OS üzerinde en etkili bağımsız değişken parametreler LN
tutulumu ve yüksek NLR olarak saptandı. Nodal tutulum ayrıca nüksü predikte eden
en anlamlı parametre olarak saptandı. Adjuvan IFN alan yüksek riskli erken evre
hastalar ve medikal tedavi alan metastatik hastalarda NLR’nin prediktif etkisi
saptanmadı. Klasik parametreler yanında NLR de prognozu öngördürebilecek bir
biyobelirteç gibi görünmektedir. Nodal tutulumu olan ve NLR değeri yüksek olan
hastalar klinikte daha yakından takip edilmelidir. Verilerin geniş çaplı çalışmalarla
desteklenmesine ihtiyaç vardır
Malignant melanoma(MM) is a
malignant neoplasm with high metastatic potential and mortality with a rapidly
increasing incidence by years. We aimed to investigate the effects of clinical,
pathological, labaratory parameters, neuthrophyl lymphocyte ratio(NLR), demografic
characterictics of patients on disease prognosis and survival in this study. In this
study, 107 patients with malignant melanoma who were followed up in our clinic
between 2010 and 2017, were evaluated retrospectively. Age, gender, serum LDH
level, neuthrophil, lymphocyte levels, pathological parameters, BRAF mutation
status and the relationship between each other and the effect of these parameters on
overall survival(OS) and disease free survival(DFS) were investigated. The most
common subtype of cutaneous melanoma was noduler MM. Median NLR was found
to be 1.97. BRAF mutations were not detected in any cases of non-cutaneus MM
whose mutation could be examined. No correlation was found between BRAF
mutation status and other clinical, laboratory and pathological parameters. The
incidence of non-cutaneous MM was higher in advanced stage. High NLR was
significantly associated with advanced stage, age, presence of ulceration and high
mitosis. High NLR, LDH level, increased Breslow thickness, Clark level and mitosis,
presence of ulceration, lymph node(LN) involvement were significantly associated
with shorter OS. Increased Breslow thickness, Clark level, mitosis and LN
involvement were significantly associated with shorter DFS. In multivariate analysis
the most important independent variable parameters on OS were LN involvement
and high NLR. Nodal involvement was also the most significant parameter
predicting recurrence. There was no predictive effect of NLR in high-risk early stage
patients receiving adjuvant IFN and metastatic patients receiving medical treatment.
In addition to classical parameters, NLR seems to be a biomarker that can predict
prognosis. Patients with nodal involvement and high NLR value should be observed
more closely. Data needs to be supported by larger studies
tur
Malign Melanom
Nötrofil Lenfosit Oranı
Prognostik Faktörler
Malignant Melanoma
Neuthrophil Lymphocyte Ratio
Prognostic Factors
Malign melanom tanılı hastalarda klinikopatolojik özelliklerin prognostik ve prediktif önemi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2580
2022-02-10T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Ahmadova, Könül
2022-02-09T13:26:57Z
2022-02-09T13:26:57Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2580
Kronik böbrek
hastalığı(KBH)’nda 25(OH)D3 düzeylerinin düşük olduğu bilinmektedir. Bu
hastalarda D vitamini replasmanının mortalite üzerine olumlu etkileri olduğu
gösterilmiştir. Çalışmamızda D vitamininin pleiotropik etkilerinden çok az
bilinenlerinden birisi olan trombosit belirteçleri üzerine olan etkisi değerlendirildi.
Evre 3-4 KBH, diyaliz ve Renal transplantasyon yapılan hastalarda D vitamini
replasmanı öncesinde ve sonrasında trombosit fonksiyon belirteçleri olan MPV, PDW,
PCT’ye bakıldı. 25(OH)D3 düzeyi <20 ng/mL(<50 nmol/L), Evre 3-4 KBH olan 32,
en az 3 aydır diyaliz tedavisi olan 25, renal transplantasyon yapılmış 24 hasta ve
kontrol grubu olarak 40 sağlıklı kişi alındı. D vitamini replasmanı (8 hafta süresince
haftada 1 kez 50.000 IU oral vitamin D verilen) öncesinde ve sonrasında trombosit
belirteçleri değerlendirildi. D vitamini replasmanı öncesinde ve sonrasında grup içi ve
gruplar arası karşılaştırmada MPV değeri için istatistiksel olarak anlamlı farklılık
bulunmadı. Korelasyon analizleri incelendiğinde renal transplantasyon grubunda
ΔMPV ile Δvitamin D arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde negatif yönde ilişki
(r=-0,422 p<0.05), ΔPDW ile ΔVitamin D arasında istatistiksel olarak anlamlı
düzeyde pozitif yönde ilişki saptandı. Sağlıklı kontrol grubunda Δ vitamin D ile
Δtrombosit sayısı arasında anlamlı düzeyde negatif ilişki saptandı (r=-0.493, p<0.05).
Diyaliz grubunda Δ Vitamin D ile Δ MPV arasında anlamlı düzeyde negatif yönde
ilişki saptandı (r=-0,422 p<0,05). Diyaliz ve renal transplantasyon hastalarında
özellikle D vitamini ile MPV arasında önemli düzeyde korelasyon bulunmuştur. D
vitamini eksikliğinde artan MPV nedeni ile olabilecek tromboza bağlı kardiyovasküler
olayların önlenmesinde D vitamini replasmanının ve antiagregan tedavinin faydalı
olabileceği düşünülmüştür
25(OH)D3
levels are known to be lower in patients with chronic renal disease (CKD). Vitamin D
supplementation has been shown to have beneficial effects on mortality in these
patients. In our study, we have evaluated the pleiotropic effect of vitamin D on
thrombocyte markers, which is known very little by most. The main thrombocyte
function markers (MPV, PDW and PCT) were obtained in patients which underwent
dialysis, renal transplantation and patients with grade 3-4 CKD before and after
vitamin D supplementation. 40 healthy individuals were chosen as control group and
24 patients underwent renal transplantation, 25 patients underwent dialysis for at least
3 months, 32 patients were diagnosed as grade 3-4 CKD. All of the patients above had
25(OH)D3 levels <20ng/mL (<50nmol/L). Thrombocyte markers were evaluated
before and after vitamin D supplementation (which was given 50.000 IU orally once a
week for 8 weeks). Statistically no significant difference were found between MPV
values in- and across- group comparison before and after vitamin D supplementation.
After the correlation analyses were reviewed, statistically significant negative
correlation was found (r=-0,422 p<0.05) between ΔMPV and ΔVitamin D in renal
transplantation group. Also statistically significant positive correlation was found
between ΔPDW and ΔVitamin D. In the control group with healty participants, a
statistically significant negative correlation was found (r=-0,493 p<0.05) between
ΔVitamin D and ΔThrombocyte count. In the dialysis group a statistically significant
negative correlation was found (r=-0,422 p<0.05) between ΔVitamin D and ΔMPV. A
significant correlation was found particularly between Vitamin D and MPV in dialysis
and renal transplantation patients. In order to prevent cardiovascular events due to
thrombosis caused by Vitamin D deficiency which increases MPV, it has been thought
that Vitamin D supplementation and antiaggregant therapy might be beneficial
tur
25(OH)D3(Kolekalsiferol)
Kronik Böbrek Hastalığı(KBH)
Diyaliz
Renal Transplantasyon
MPV
Chronic Renal Disease (CRD)
Dialysis
Renal Transplantation
MPV
Diyaliz, transplantasyon ve kronik böbrek hastalarında d vitamini düzeyleri ile trombosit belirteçleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2609
2022-02-11T01:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Dağdemir, Arzu Nevin
2022-02-10T13:29:49Z
2022-02-10T13:29:49Z
2019
http://hdl.handle.net/11684/2609
Adrenal
insidentalomalar, görüntüleme tekniklerininin daha çok kullanılır hale gelişi ve artan
yaşla birlikte karşımıza daha sık çıkmaktadır ve bu kitlelere doğru yaklaşım
önemlidir.Bu kitlelerin çoğunun nedeni belli değildir. Nonfonksiyonel adrenal
insidentalomaların kardiyovasküller hastalık veya metabolik sendrom riskini attırıp
arttırmadığı ya da bu hastalıklara sahip kişilerde daha sık görülüp görülmediği tartışma
konusudur. Biz çalışmamızda, yaşam tarzı ve vücut yağlanmasının nonfonksiyonel
adrenal insidentalomaların ortaya çıkışında etkisinin olup olmayacağını araştırmayı
hedefledik. Çalışmamıza nonfonksiyonel adrenal insidentaloması olan 100 kişi
alındı.Kontrol grubuna kronik hastalığı olmayan sağlıklı yaşları benzer 50 kişi alındı.
Bu grupların fiziksel aktiviteleri, sigara kullanımları sorgulandı ve antropometrik
ölçümleri yapıldı. Adrenal insidentalomalı hastalarda kadın hâkimiyeti gözlendi ve
VKİ, bel çevresi, kalça çevresi, boyun çevresi, toplam vücut yağ yüzdeleri ve kütleleri
ile sigara kullanımları sağlıklı gruba göre fazla bulundu. VKİ ‘leri ve yaşları benzer
hasta ve sağlıklı grup kıyaslandığında da hasta grubun bel çevresi ve yağ kütleleri fazla
bulundu. Ayrıca kitle boyutu ile bel çevresi, VKİ, boyun çevresi arasında da anlamlı
düzeyde pozitif ilişki tespit edildi. Elde edilen veriler nonfonksiyonel adrenal
insidentalomalı hastalarda yağlanmanın daha fazla olduğunu gösterdi ve yağlanmanın
insidentaloma oluşumunda etkili olabileceğini düşündürdü
Adrenal
incidentalomas appear more frequently with the increasing use of imaging techniques
and increasing age and the correct approach to these masses is important.The cause of
most of these masses is unclear. It is controversial whether nonfunctional adrenal
incidentalomas increase the risk of cardiovascular disease or metabolic syndrome or
are more common in people with these disease. In this study, we aimed to investigate
whether lifestyle and body fat have an impact on the occurrence of nonfunctional
adrenal incidentalomas. 100 patients with nonfunctional adrenal incidentaloma were
included in the study.The control group consisted of 50 healthy subjects with similar
ages. Physical activities and smoking of these groups were questioned and
anthropometric measurements were performed. Female dominance was observed in
patients with adrenal incidentaloma and BMI, waist circumference, hip circumference,
neck circumference, total body fat percentages and masses and smoking were found
to be higher than healthy group. When the BMI and age were similar, the waist
circumference and fat masses of the patient group were found to be high. There was
also a significant positive correlation between mass size and waist circumference, BMI
and neck circumference. Obtained data showed that patients with non-functional
adrenal incidentaloma had a higher rate of adiposity and suggested that excess fat
might be effective in the formation of incidentaloma
tur
Nonfonksiyonel Adrenal İnsidentaloma
Antropometrik Ölçümler
Vücut Yağlanması
Anthropometric Measurements
Body Fat
Nonfonksiyonel adrenal insidentalomalı hastalarda yaşam tarzı ve antropometrik parametrelerin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2591
2022-02-11T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Köse, Seda
2022-02-10T13:07:24Z
2022-02-10T13:07:24Z
2019
http://hdl.handle.net/11684/2591
Primer Sjögren Sendromlu (PSS) Hastalarda Kan Basıncının Sirkadiyen
Ritminin Değerlendirilmesi ve Ekokardiyografik Parametrelerle İlişkisi, İç
Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019. Sol ventrikül
hipertrofisi ve uç organ hasarı ile ilişkilendirilen non-dipper fenomeninin otonom
sinir sitemi anormallikleri ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Primer Sjögren
Sendromunda (PSS), hem semptomatik olarak hem de fonksiyonel testlerle
otonomik disfonksiyonu düşündüren bulgular elde edilmiştir. Bu ortak
patogenzeden yola çıkarak PSS’de kan basıncının (KB) sirkadien ritmini ve bu
durumun ekokardiyografik parametrelerle ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
Çalışmaya kan basıncının sirkadien ritmini etkileyebilecek Diyabetes Mellitus
(DM), hipertansiyon (HT) gibi klasik kardiyovasküler risk faktörü olmayan 50
PSS’li hasta ve 28 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Her iki gruba 24 saatlik
ambulatuar kan basıncı izlemi (ABPM) ve ekokardiyografik inceleme yapıldı.
Yaş ortalaması PSS grubunda 49,7±8,1 yıl, sağlıklılı kontrol grubunda ise
45,9±11,3 yıl olup benzerdi (p=0.087). PSS’li hastaların hastalık süresi 24 (4,89-
43,73) ay idi. Gruplar arasında ofis kan basıncı ölçümleri, istirahat kalp hızı
değerleri, gündüz diyastolik BP, sistolik BP ve ortalama arter basıncı (MAP), gece
diyastolik BP, sistolik BP ve MAP, gece / gündüz oranı açısından anlamlı fark
yoktu. Transtorasik ekokardiyografi bulguları hasta ve kontrol grubu arasında
benzerdi. Sol ventrikül kitle indeksi (LVMI) hem PSS hem de control grubundaki
non-dipping paternine sahip kişilerde, dipping paternine sahip kişilere gore
anlamlı olarak artmış bulundu (sırasıyla PSS 82.14±13.52 ve 56.66±23.02,
p=0.048, kontrol grubu 79.37±11.27 ve 51±12.53, p=0.047).
Non-dipping paterni normotansif kişilerde artmış sol ventrikül kitlesi ile ilişkili
bulundu. PSS’li hastalarda eşlik eden kardiyovasküler risk faktörü yok ise kan
basıncının sirkadien ritminin ve ekokardiyak parametrelerinin bozulmadığı
söylenebilir. Hem PSS’nin hem de kan basıncının sirkadien ritminin otonom
disfonksiyonla ilişkisini ve altta yatan patogenetik mekanizmaları aydınlatmak için
daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır
The non-dipper phenomenon associated with left ventricular hypertrophy and
end-organ damage is thought to be associated with autonomic nervous system
abnormalities. In Primary Sjogren's Syndrome (PSS), findings suggesting autonomic
dysfunction were obtained both symptomatically and with functional tests. Based on
this common pathogenesis, we aimed to evaluate the circadian rhythm of blood
pressure (BP) in PSS and its relationship with echocardiographic parameters.The
study included 50 patients with PSS without conventional cardiovascular risk factors
such as Diabetes Mellitus (DM), hypertension (HT) and 28 healthy control groups that
could affect the circadian rhythm of blood pressure. Both groups underwent 24-hour
ambulatory blood pressure monitoring (ABPM) and echocardiographic examination.
The mean age was 49.7 ± 8.1 years in the PSS group and 45.9 ± 11.3 years in the
healthy control group and was similar (p = 0.087). The disease duration of the patients
with PSS was 24 (4.89-43.73) months. There was no significant difference between
the groups in terms of office blood pressure measurements, resting heart rate values,
daytime diastolic BP, systolic BP and mean arterial pressure (MAP), night diastolic
BP, systolic BP and MAP, day / night ratio. Transthoracic echocardiography findings
were similar between patient and control groups. Left ventricular mass index (LVMI)
was found to be significantly increased in both PSS and control groups compared to
those with dipping pattern (PSS 82.14
± 13.52 and 56.66 ± 23.02, p = 0.048, control group 79.37 ± 11.27 and control
group respectively). 51 ± 12.53, p = 0.047). Non-dipping pattern was associated
with increased left ventricular mass in normotensive individuals. If there is no
accompanying cardiovascular risk factor in patients with PSS, it can be said that
the circadian rhythm of blood pressure and echocardiographic parameters are not
impaired. Further studies are needed to elucidate the relationship between
circadian rhythm of both PSS and blood pressure with autonomic dysfunction and
the underlying pathogenetic mechanisms
tur
Primer Sjögren Sendromu
Dipper
Non-Dipper
Otonomik Disfonksiyon
Ekokardiyografi
Ambulatuvar Kan Basıncı
Primary Sjogren's Syndrome
Autonomic Dysfunction
Echocardiography
Ambulatory Blood Pressure
Primer sjögren sendromlu hastalarda kan basıncının sirkadiyen ritminin değerlendirilmesi ve ekokardiyografik parametrelerle ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2665
2022-02-19T01:00:44Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Başkurt, Kadriye
2022-02-18T06:12:14Z
2022-02-18T06:12:14Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2665
Pankreatikobilier sistem adenokarsinomları agresif histolojik özelliklere sahip olup
lokal, bölgesel ve sistemik metastaz yapmaya eğilimli tümörlerdir. Bizler
çalışmamızda metastatik/ inoperabl pankreas ve bilier sistem adenokarsinom tanılı
hastalarda 2. basamakta uygulanan kemoterapötik ilaçların sağkalım üzerine etkileri
ve yan etki profilleri ile birlikte klinik, patolojik parametreler arasındaki ilişkileri
ortaya koymayı amaçladık. Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi Medikal Onkoloji polikliniğine 2010 ve 2019 yılları arasında
başvuran pankreatikobilier sistem kanseri tanılı en az 2 basamak kemoterapi alan ve
dosyasına ulaşılabilen 74 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların
cinsiyet dağılımı, ECOG (Eastern Cooperative Oncolgy Group) performans değeri
(PD), operabilite durumu, metastaz bölgesi, serumdaki CA 19.9 seviyesi ile birinci ve
ikinci basamakta uygulanan tedaviler belirlenerek bunların genel sağkalım (GS) ve
Progresyonsuz sağkalım (PS) üzerine etkileri araştırılmıştır. GS ve PS analizinin yanı
sıra ikinci basamak tedavilere yanıt oranları ve gelişen yan etki profilleri incelenmiştir.
Tanındaki ECOG PD’u 0 ve operabl olanların GS’ı istatistiksel anlamlı daha uzun
tespit edilmiştir. Tanı anında CA 19.9 seviyesi ile GS süreleri arasında istatistiksel
anlamlı bir fark görülmemiştir. İkinci basamakta XELOX kolunda GS’ın,
FOLFİRİNOX ve gemsitabin kombinasyon koluna kıyasla daha kısa olduğu tespit
edilmiştir. İkinci basamakta uygulanan her üç kol arasında gerek yanıt oranları gerekse
de PS açısından herhangi bir fark tespit edilmemiştir. İkinci basamak tedavilerin yan
etkilerine bakıldığında grade 2 lökopeni ve grade 3 nötropeni görülme oranı
FOLFİRİNOX ve gemsitabin kombinasyonları kollarında istatistiksel anlamlı olarak
XELOX koluna göre daha yüksek bulunmuştur. Ancak konunun açıklığa
kavuşabilmesi için daha fazla hastanın dahil edildiği çok merkezli çalışmalara ihtiyaç
vardır
Pancreaticobilary system adenocarcinomas have agressive histological features and
are prone to develop local, regional and systemic metastases. In our study, we aimed
to assess the efficacy and safety of the chemotherapeutic drugs in second line therapy
and clincal, pathological parameters of patients with advanced pancreaticobiliary
cancers. Our study was conducted in Eskisehir Osmangazi University Hospital
department of medical oncology, recruitment ran from January 2010 and the last
follow-up concluded in December 2019. 74 patient whose file informations were
available and recieved second line chemotherapy were analyzed retrospectively. The
charactheristics of patients were identfied such as, gender distribution, ECOG PS
(Eastern Cooperative Oncolgy Group) Performance Status (PS), operability status,
region if there is metastasis and serum level of CA 19.9 at the time of diagnosis. In
additon we also identified the first line and second line chemotherapies which patients
did recieve and evaluated the relation between these parameters and overall survival
(OS) as well as progression free survival (PFS). We also evaluated response rates and
the advers effect profiles of chemotherapeutic agents after the second line treatment.
Patients with ECOG PS 0 and patients with an operable state at the time of diagnosis
was assoicated with a significantly improved OS. No difference was observed in OS
according to the serum CA 19. 9 level. OS outcomes of XELOX, FOLFİRİNOX and
gemsitabine combination arms as second line therapies were evaluated and XELOX
arm was associated with a poorer OS and the difference was statistically significant.
No statistically difference was seen in PFS analyze comparing three arms as second
line therapy, similarly no difference was found in response rate. In second line setting
our study demonstrated that the rate of grade 2 leucopenia and grade 3 neutropenia
was higher in FOLFİRİNOX arm and gemsitabin combinations arm comparing to the
XELOX arm and the difference was statistically significant. In summary to clarify the
issue more large-scale and multi center studies and longer follow-up is needed
tur
Pankreatikobilier Sistem Kanserleri
İkinci Basamak Tedavi
Genel Sağkalım
Progresyonsuz Sağkalım
Pancreaticobiliary Sysetem Cancers
Second Line Therapy
Progression Free Survival
Overall Survival
Metastatik/inoperabl pankreatikobilier sistem kanserlerinde 2. basamak kemoterapilerin değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2727
2022-02-22T01:00:44Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Sezgin Yüksel, Bahar Gökçe
2022-02-21T13:35:10Z
2022-02-21T13:35:10Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2727
Akromegali, hipofiz bezindeki
somatotrop hücrelerin adenomuna bağlı growth hormonun hipersekresyonuyla
seyreden, yükselmiş morbidite ve mortalite ile giden nadir bir hastalıktır. Akromegali
ile tiroid hastalıklarının birlikteliği sıktır. Biz çalışmamızda kliniğimizde takip
ettiğimiz akromegali hastalarında guatr varlığı, nodül varlığı ve eşlik eden olası tiroid
malignitesi ilişkisini incelemeyi amaçladık. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp
Fakültesi hastanesi endokrinoloji polikliniğine başvurmuş olan akromegali tanısı
konulan hastalar çalışmamızda değerlendirdi. Retrospektif olarak toplam 119 hasta
olduğu saptandı. Hastaların hastane bilgi yönetim sistemi ve poliklinik hasta
dosyalarından bilgileri tarandı. Taranan bilgiler; hasta yaşı, cinsiyet, vücut kitle
indeksi, tanı yaşı, hipofiz adenomunun operasyon öyküsü varsa operasyon öncesi
boyutu ve varsa rezidü/nüks hipofiz adenom boyutu, tiroid bez hacmi, GH-IGF-1
değerlerinin hastanemize ilk başvurudaki ve izlemdeki en yüksek düzeyleri, IGF-1
düzeyinin son başvurusundaki düzeyleri, varsa tiroid nodül boyutları, tiroid stimülan
hormon (tsh), triiyodotironin (t3), tiroksin (t4), açlık glukoz, insülin, hbA1c, tiroid
otoantikor seviyeleri, TİİAB (tiroid ince iğne aspirasyon biyopsisi) patoloji sonuçları,
hipofiz cerrahisi sonrası hipofizer yetmezlik gelişip/gelişmediği, kullandığı tedaviler
idi. Retrospektif olarak incelenen akromegali hastalarının %58 inde (69 hasta) tiroidde
en az bir adet nodül saptandı, MNG sıklığı ise %47,9 (57 hasta) olarak gösterildi.
Hastaların yapılan tiroid ultrasonografide baskın nodülün boyutu ortalama 13,6±9,8
mm idi. Hastaların takibinde yapılan TİİAB’de 5 hastada (%4,2) tiroid malignitesi
saptandı. Bunların 5’inde de histoloji papiller tiroid karsinomu ile uyumlu geldi.
Nodüler tiroid hastalığı, akromegali hastalarında sık görülen bir durumdur. Bu sebeple
akromegali hastalarında fizik muayeneye tiroid muayenesi eklenmeli, palpabl tiroid
nodülü varlığında tiroid ultrasonografi ile görüntüleme yapılarak şüpheli nodül varlığı
durumunda TİİAB açısından değerlendirilmelidir
Acromegaly is a rare disease
with growth hormone hypersecretion due to hypophysis gland somatotrope adenoma,
associated with elevated morbidity and mortality. Acromegaly and thyroid diseases
show high co-occurrence. In our study we aimed to determine the correlation of goiter,
thyroid nodules and accompanying thyroid malignancy in acromegaly patients in our
clinic.Patients diagnosed with acromegaly in Eskişehir Osmangazi Medical Faculty
Hospital Endocrinology Clinic were reviewed for our study. 119 patients identified
retrospectively. Patients age, gender, body mass index, age at diagnosis, history of
hypophysis adenoma surgery and residue/recurrence of hypophysis adenoma size,
thyroid gland volume, GH/IGF-1 levels at first admission and peak levels during
follow-up, IGF-1 levels at last admission, dimensions of thyroid nodules, levels of
thyrotropin (tsh), triiodothyronine (t3), thyroxine (t4), fasting glucose, insulin, hbA1c,
thyroid autoantibodies, TFNAB (thyroid fine needle aspiration biopsy) pathology
results, if there was hypopituarism after hypophysis adenoma surgery, medical
treatments obtained from hospital management system and patient files. At least one
thyroid nodule was present in %58 (69 patients) of acromegaly patients. MNG was
present in %47,9 (57 patients) of patients. Median size of predominant thyroid nodule
was 13,6±9,8 mm. Thyroid malignancy was detected in 5 patients (%4,2 of patients)
during follow-up with TFNAB. Histopathology diagnosis of them was papillary
thyroid carcinoma. Nodular thyroid disease is highyly prevalent in acromegaly
patients. Fort his reason thyroid examination should be preformed during physical
examination of acromegaly patients. If a palpable nodule is detected thyroid
ultrasonography should be performed and patients should be evaluated for TFNAB in
presence of suspicious nodules
tur
Akromegali
Tiroid
Guatr
Papiller Kanser
Acromegaly
Thyroid
Goiter
Papillary Cancer
Akromegali hastalarında tiroid durumunun değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2751
2022-02-23T01:00:40Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Ülker, Gülşen
2022-02-22T11:15:43Z
2022-02-22T11:15:43Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/2751
Yoğun bakım hizmeti; bir ya da daha fazla organ
veya organ sistemlerinde oluşan yetmezliklerin tanı ve tedavisi için uygulanan hasta
bakım yöntemlerini içerir. Yoğun bakımlarda amaç, hastaların morbidite ve
mortalitelerini azaltmaktır. Çalışmamızda, yoğun bakımda takibi yapılan hastaların
İç Hastalıkları Bilim Dallarına göre yatış sıklıkları ve nedenleri, demografik
özellikleri ve yoğun bakım mortalitesini etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi
amaçlandı. 1.Aralık. 2017- 1. Aralık 2018 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Yoğun Bakım Ünitesi’ne yatırılan 691
hastanın 399’u erkek (%57,7), 292’si (%42,3) kadındı. Hastaların 361’inin (%52,2)
servise devredildiği, 303’ünün (%43,8) ex, 27’sinin (%3,9) taburcu olduğu tespit
edildi. Hastaların sıklık sırasına göre gastroenteroloji, nefroloji, hematoloji, medikal
onkoloji bölümlerine yatırıldığı tespit edildi. Hastaların yatış nedenlerine göre en sık
gastrointestinal sistem kanaması, solunum yetmezliği, akut böbrek hasarı, septik şok
tanıları ile yatırıldığı belirlendi. Bölümlere göre mortalite oranları göre sırasıyla
hematoloji (%77), medikal onkoloji (%80) ve gastroentereoloji (%19,9)
saptandı(p<0,001) Yoğun bakım yatış süresi, APACHE-II (Acute Physiology and
Chronic Health Evaluation) skoru, GKS (Glasgow Koma Skalası) ile mortalite
arasında ilişki saptandı (p꞊0,07, p<0,001, p<0,001). Enfeksiyon ile ilgili
parametrelerden Laktat, CRP (C- Reaktif Protein) ve PCT (Prokalsitonin)’nin
mortaliteyi değerlendirmede anlamlı olduğu tespit edildi (p<0,001, p<0,001,
p<0,001). Elde ettiğimiz veriler; İç Hastalıkları bilim dallarına göre yoğun bakımda
hasta yatış sıklıklarının, yatış sürelerinin ve mortalitelerinin farklı olduğunu gösterdi.
Skorlama sistemlerinin etkin kullanılmasının önemi ve takipte enfeksiyöz
belirteçlerden laktat ve CRP değerlerinin mortalite ile ilişkili olduğu saptanmıştır
Intensive care service; It includes patient care methods applied for the
diagnosis and treatment of deficiencies occurring in one or more organs or organ
systems. The purpose of intensive care is to reduce the morbidity and mortality of the
patients. In our study, the frequency and causes of hospitalization, demographic
characteristics and factors affecting intensive care mortality were evaluated
according to the Internal Medicine Departments of the patients who were followed
up in the intensive care unit. 1st of December. Between 2017 and 1. December 2018,
391 of 691 patients (57.7%) and 292 (42.3%) were female, who were hospitalized in
the Internal Medicine Intensive Care Unit of the Eskişehir Osmangazi University
Faculty of Medicine. It was determined that 361 (52.2%) of the patients were
transferred to the service, 303 (43.8%) were ex and 27 (3.9%) were discharged. It
was determined that the patients were hospitalized in gastroenterology, nephrology,
hematology, and medical oncology departments in order of frequency. It was
determined that the patients were hospitalized with the diagnosis of gastrointestinal
bleeding, respiratory failure, acute kidney damage, and septic shock most frequently
according to their hospitalization reasons. According to the mortality rates according
to the departments, hematology (77%), medical oncology (80%) and
gastroentereology (19.9%) were determined respectively (p <0.001). There was an
association between duration of ICU stay, APACHE-II (Acute Physiology and
Chronic Health Evaluation), GKS (Glasgow Coma Scale) and mortality (p꞊0.07, p
<0.001, p <0.001). Lactate, CRP (C-Reactive Protein) and PCT (Procalcitonin), one
of the parameters related to infection, were found to be significant in evaluating
mortality (p <0.001, p <0.001, p <0.001). The data we obtained; It showed that the
frequency of hospitalization, duration of hospitalization and mortality are different in
intensive care unit according to the internal medicine branches. The importance of
using scoring systems effectively and lactate and CRP values, which are among
infectious markers, were associated with mortality
tur
Yoğun Bakım
Mortalite
Enfeksiyon
İntensive Care
Mortality
İnfection
Üçüncü basmak dahiliye yoğun bakım ünitesinde 2017-201 yılları arasında yatırılan hastaların retros pektif değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4110
2022-08-04T00:01:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Alakbarova, Gullu
2022-08-03T06:29:01Z
2022-08-03T06:29:01Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/4110
İdiyopatik inflamatuvar
miyopatiler (İİM), immun aracılıklı kas hasarlanması ile giden, proksimal iskelet
kaslarının inflamasyonuna bağlı bağ dokusu hastalığıdır. İİM’ler içinde polimiyozit
(PM), dermatomiyozit (DM) en iyi bilinen ve en sık görülen tipleridir. İİM’ler kas
tutulumu dışında cilt, eklem, akciğer, özefagus ve kalp gibi organları da etkileyebilen
sistemik hastalıklardır. Bu hastalıkların en önemli ortak özelliklerinden biri de
malignite ile ilişkileridir. Çalışmamızın amacı İİM tanısı ile izlenen hastaların klinik
ve laboratuvar özelliklerini, prognoz üzerine etkili faktörleri saptamak, sonuçlarımızı
literatürdeki diğer verilerle karşılaştırmak ve hastalarımızdaki tedaviye yanıt
oranlarını belirlemekti. Bu amaçla Romatoloji bölümünde 1975 Bohan-Peter tanı
kriterlerine göre İİM tanısı konulup takip ve tedavisi yapılan 53 hasta retrospektif
olarak değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen 53 hastanın (32 kadın, 21 erkek) yaş
ortalaması 55.24±16.12 yıl, miyopati tanı yaşı ortalaması 44.45±17.62 yıl idi. Miyozit
alt gruplarının dağılımı incelendiğinde; 23 hasta (%43.4) PM, 27 hasta (%50.9) DM
ve 3 hasta (%5.7) inklüzyon cisimcikli miyozit (İCM) şeklindeydi. En sık görülen
klinik bulgu %77.2 ile halsizlik idi. Kreatin fosfokinaz (CK) düzeyi ortalaması tanı
sırasında 2792.18 U/L, tedavinin 1. ayında 1400.86 U/L idi. Tanı sırasında kas gücü
düzeyi hastaların %64.2’sinde 4/5 idi. Elektronöromiyografide (EMG) miyopati
varlığı hastaların sadece %49.1’inde saptanmışken, kas biyopsisi yapılan hasta oranı
%77.4 idi. Hastalarda steroid kullanımı %98.1, azatioprin %34 ve metotreksat
kullanımı %32.1 oranında idi. Mortalite sıklığı %13 ve malignite sıklığı benzer şekilde
%13 olarak saptandı. Malignite gelişen hastaların yaşı gelişmeyenlere göre daha
yüksek ve yine miyozit tanı yaşı da daha yüksekti (sırasıyla p<0.03 ve p<0.02). En sık
mortalite nedeni malignite idi. Bizim kohortumuzda 5 yıllık kümülatif sağkalım oranı
% 80.75, 10 yıllık sağkalım oranı % 72.68 idi. Sonuç olarak kadın baskınlığı ve PM
sıklığı, beklenen yaşam süresi ve mortalite üzerine en önemli faktörlerin ileri tanı yaşı
ve kanser varlığı olması literatüre benzer iken klinik bulgular açısından farklılıklar
saptadık. Bu farklılığın genetik faktörlerden ve hasta sayısının az olmasından
kaynaklanmış olabileceği düşünüldü
Idiopathic inflammatory myopathies (IIM) is a connective tissue disease due to
inflammation of the proximal skeletal muscles, leading to immune-mediated muscle
injury. Among IIM’s, polymyositis (PM) and dermatomyositis (DM) are the best
known and most common types. IIMs are systemic diseases that can affect organs such
as skin, joints, lungs, esophagus, and heart, as well as muscle involvement. One of the
most important common features of these diseases is their relationship with
malignancy. The aims of our study were to determine the clinical and laboratory
features of patients who were followed up with the diagnosis of IIM, to identify factors
affecting prognosis, to compare our results with other data in the literature, and to
determine the response rates of our patients to the treatment. For these purposes, 53
patients who were diagnosed with IIM according to the diagnosis criteria of Bohan Peter in 1975 in the Department of Rheumatology, were followed up and treated
retrospectively. The mean age of 53 patients (32 females, 21 males) included in the
study was 55.24±16.12 years, and the mean age of myopathy diagnosis was
44.45±17.62 years. When the distribution of myositis subgroups is examined; 23
patients (43.4%) were PM, 27 patients (50.9%) were DM and 3 patients (5.7%) were
inclusion body myopathy (ICM). The most common clinical finding was malaise with
77.2%. The mean creatine phosphokinase (CK) level was 2792.18 U/L at the time of
diagnosis and 1400.86 U/L in the 1st month of treatment. At the time of diagnosis,
muscle strength level was 4/5 in 64.2% of patients. While the presence of myopathy
in electroneuromyography (EMG) was detected only in 49.1% of patient, the rate of
patients undergoing muscle biopsy was 77.4%. Of patients, uses of steroid,
azathioprine, and methotrexate were 98.1%, 34%, and 32.1%, respectively. The
frequency of mortality was 13% and the frequency of malignancy was similarly 13%.
Patients who developed malignancy were older than those who did not, and the age of
myositis diagnosis was also higher (p<0.03 and p<0.02, respectively). The most
common cause of mortality was the malignancy. In our cohort, the cumulative 5-year
survival rate was 80.75% while the 10-year survival rate was 72.68%. In conclusion,
female dominance, frequency of PM, life expectancy, and the most important factors
on mortality are advanced age of diagnosis and presence of cancer are similar to the
literature, we found some differences in terms of some clinical findings. It was thought
that these differences might have been due to genetic factors and a low number of
patients
tur
İdiyopatik İnflamatuvar Miyopati
Malignite
Mortalite
Dermatomiyozit
Idiopathic Inflammatory Myopathy
Polymyositis
Dermatomyositis
Malignancy
İdiyopatik inflamatuvar miyopatili hastaların klinik özellikleri ve prognozu
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4111
2022-08-04T00:01:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Demirhan, Hava
2022-08-03T06:29:31Z
2022-08-03T06:29:31Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/4111
Artmış
renal taş oluşumu ankilozan spondilitin (AS) en yaygın ekstra-artiküler bulgulardan
biridir. Bu çalışmada barsak iltihabı ile böbrek taşlarının arasında bir ilişki olup
olmadığını araştırıldı. AS için 1984 Modifiye New York kriterlerini karşılayan hastalar
çalışmaya dahil edildi. Renal taş (+) olan her hastaya (n=26) karşılık gelen yaklaşık 2
renal taş (-) hasta (n=64) çalışmaya dahil edildi. Çalışma 57 erkek ve 33 kadın hastadan
oluşmaktadır. Ortalama yaş 43±10,9 yıl idi; orttalama tanı yaşı 33±10 yıl ve tanı
gecikmesi 6,2±5 yıl idi. Renal taş varlığı, USG ve/veya taş düşürme öyküsü ile renal
taş tespitine dayanıyordu. Her hastadan dışkı kalprotektin değerleri ölçüldü.
Kalprotektin düzeyi >70 μg/g olan hastalara kolonoskopi ve gerekirse kolonoskopik
biyopsi yapıldı. İnfliximab veya adalimumab alan AS hastaları çalışma dışı bırakıldı.
Renal taş varlığı erkek AS hastalarında kadın hastalara göre daha yüksekti (% 36.8’e
karşı % 15.2, p<0.02). Renal taş (+) olan 3 hastada (%11.5) kalprotektin düzeyi 70
μg/g üzerindeyken, renal taş (-) olan 9 hastada (%14) kalprotektin düzeyi yüksekti.
Aralarında anlamlı bir fark bulunmadı. Yüksek kalprotektin düzeyi olan 12 hastanın
5’inde (%41) barsak iltihabı kanıtı bulundu. Bu 5 hastada renal taş yoktu. Renal taş
(+) ve kalprotektin düzeyi yüksek olan 3 hastada barsak iltihabı bulgusu yoktu. Biz
fekal kalprotektini intestinal inflamasyonun indirek bir göstergesi olarak kabul ettik.
Kalprotektin düzeyi ile böbrek taş oluşumu sıklığı arasında bir ilişki bulamadık. Bunda
olgu sayımızın az olması ve kullanılan ilaçların intestinal mikroçevreyi etkilemiş
olması negatif sonuç almamızın nedenleri olabilir. Hasta sayısının arttırılarak tedavi
almamış hastalarda bu çalışmanın yapılması daha somut sonuçlar verecektir
Increased renal stone is one of the most common
extraarticular manifestations of ankylosing spondylitis (AS). In this study, we
investigated whether there is a relationship between intestinal inflammation and the
presence of renal stones. Patients meeting the 1984 modified New York criteria for AS
were recruited. Renal stone (-) patients (n=64) and (+) patients (n=26) were included
in the study. The study consisted of 57 male and 33 female patients. Mean age was
43±10.9 years; mean diagnosis age: 33±10 years and the diagnosis delay was 6.2±5
years. Fecal calprotectin levels were measured from each patient. Colonoscopy and, if
necessary colonoscopic biopsy were performed on those patients with having
calprotectin level >70 μg/g. AS patients who received infliximab or adalimumab were
excluded from the study. The presence of renal stone was higher in male AS patients
than in female patients (36.8% vs 15.2%, p <0.02). In 3 (11.5%) of renal stone (+)
patients, the calprotectin levels were >70 μg/g, while the calprotectin levels were high
in 9 (14%) renal stone (-) patients. The evidence of intestinal inflammation was found
in 5 patients of 12 (41 %) who had high calprotectin levels. These 5 patients had no
renal stone formation. In 3 patients who had renal stone (+) and high calprotectin
levels, there was no intestinal inflammation finding. We chose fecal calprotectin levels
as an indirect indicator of intestinal inflammation in this study. We could not find any
relationship between calprotectin levels and renal stone formation. Small sample size
of the study group and probable drug induced modification of intestinal
microenvironment might be factors for negative results. Comparisons of a large
number of treatment-naive AS patients with/without renal stone would give us more
concrete results on this subject
tur
Ankilozan Spondilit
Ürolitiyazis
İnflamatuvar Barsak Hastalığı
Ankylosing Spondylitis
Urolithiasis
İnflammatory Bowel Disease
Calprotectin
Ankilozan spondilit hastalarında ürolitiyazis gelişiminde barsak inflamasyonunun değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4112
2022-08-04T00:01:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Öntürk, Ayfer
2022-08-03T06:30:51Z
2022-08-03T06:30:51Z
2020
http://hdl.handle.net/11684/4112
HLA-B27
geninin, insanlarda Ankilozan Spondilit (AS) geliştirdiğine inanılsa da bu konu hala
tartışmalıdır. Bu çalışma, HLA-B27 negatif AS hastalarının klinik, laboratuar verileri,
radyolojik özellikleri ve tedavilerinin nasıl olduğunu değerlendirmek ve HLA-B27
pozitif AS hastaları ile karşılaştırmak amacıyla yapılmıştır. Çalışmada Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları ABD, Romatoloji BD‘da 1984
Modifiye New York sınıflama kriterlerine göre AS tanısı ile takip edilen 451 hastanın
dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların 111’i (%24,6) HLA-B27
negatifken, 340’ı (%75,4) HLA-B27 pozitifti. Hastaların cinsiyet dağılımı,
semptomların başlama yaşı, tanı yaşı, tanıda gecikme süresi, ilk ve son vizitteki
eritrosit sedimentasyon hızı ve C-reaktif protein değerleri, ilk başvuru şikayeti,
spondiloartropati bulgularından inflamatuar bel ağrısı, periferik eklem tutulumu,
entezit, daktilit, psöriazis, üveit, inflamatuar barsak hastalığı, Ailevi Akdeniz Ateşi,
nefrolityazis ve eşlik eden komorbid hastalık sıklığı, ailede spondiloartropati (SpA)
öyküsü, radyolojik bulgular ve tedaviler değerlendirildi. Bu değerlendirmede, üveit
HLA-B27 pozitif grupta, inflamatuar barsak hastalığı ise HLA-B27 negatif grupta
daha yüksek prevelans gösterdi. Ailede SpA öyküsü, HLA-B27 pozitif grupta belirgin
fazlaydı. Sakroiliak Manyetik Rezonans Görüntülemede (MRG) izlenen sakroiliit ise
HLA-B27 negatif grupta daha fazla saptandı. Diğer bakılan bulgular açısından HLA B27 ile anlamlı ilişki saptanamadı. Sonuç olarak bu çalışma, HLA-B27 negatif ve
pozitif grupların Ankilozan Spondilit hastalığındaki bulgularının benzer olduğunu ve
HLA-B27’nin çok fazla belirleyici olmadığını ortaya koymuş olup, HLA-B27 geninin
Ankilozan Spondilit hastalığına olan etkisinin yeniden değerlendirilmesi için teşvik
edicidir
Although the HLAB27 gene is believed to develop Ankylosing Spondylitis (AS) in humans, this issue is
still controversial. This study was conducted to evaluate the clinical, laboratory data,
radiological features and treatments of HLA-B27 negative AS patients and compare
them with HLA-B27 positive AS patients. In this study, 451 patients who were
followed up with the diagnosis of AS according to the modified New York
classification criteria in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine
Department of Internal Medicine, Department of Rheumatology were evaluated
retrospectively. 111 patients (24.6%) were negative for HLA-B27 and 340 patients
(75.4%) were positive for HLA-B27. Gender distribution of patients, age at onset of
symptoms, age at diagnosis, delay in diagnosis, erythrocyte sedimentation rate and Creactive protein values at first and last visit, first application complaint, inflammatory
back pain, peripheral joint involvement, enthesitis, dactylitis, psoriasis, uveitis
,inflammatory bowel disease, Familial Mediterranean Fever, nephrolithiasis and
comorbid disease, familial spondyloarthropathy (SpA) history, radiological findings
and treatments were evaluated. In this evaluation, uveitis showed higher prevalence in
HLA-B27 positive group and inflammatory bowel disease in HLA-B27 negative
group. Family history of SpA was significantly higher in HLA-B27 positive group.
Sacroiliitis observed in sacroiliac Magnetic Resonance Imaging (MRG) was higher in
HLA-B27 negative group. There was no significant relationship between HLA-B27
and other findings. In conclusion, this study showed that HLA-B27 negative and
positive groups had similar findings in Ankylosing Spondylitis, and that HLA-B27
was not much predictive, and it was encouraging to reevaluate the effect of HLA-B27
gene on Ankylosing Spondylitis
tur
Ankilozan Spondilit
HLA-B27
Klinik Bulgular
Ankylosing Spondylitis
HLA-B27
Clinical Findings
HLA-B27 (-) ankilozan spondilit hastalarının klinik özelliklerinin retrospektif değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4115
2022-08-04T00:01:28Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Yılmaz, İnsaf
2022-08-03T06:44:52Z
2022-08-03T06:44:52Z
2021
http://hdl.handle.net/11684/4115
Akut kolanjit safra
ağacının akut inflamasyonu ve enfeksiyonudur. En sık iki nedeni koledokolithiyazis
ve benign biliyer darlıktır. Drenaja ek olarak antibiyoterapi ve destek tedaviye yanıt
veren seyir yanında ciddi sepsis ve çoklu organ yetmezliği sonucunda ölümle
sonuçlanan seyir de gösterebilir. Akut kolanjitin temel tedavisi biliyer drenaj olmakla
birlikte en kısa zamanda ampirik antibiyotik başlanmalıdır. Biliyer drenaj sırasında
safra örneği alınıp kültür çalışılmalı, kültürde üreyen etken ve antibiyogramına göre
antimikrobial ajan devamına karar verilmelidir. Biz de çalışmamıza kolanjit nedeni
ile ERCP yapılmış 163 hastayı retrospektif olarak hastane kayıtlarından taradık.
Hastaların safra kültürlerinde üreyen ajanları ve bu ajanların antimikrobiyal
duyarlılıklarını; kolanjit şiddeti, mortalite, hastanede yatış süresi, akut faz reaktanları
ile ilişkisini inceledik. Çalışmamızın sonucunda tüm kolanjitli hasta populasyonunda
Escherichia Coli (E.Coli)’nin safra kültüründe en sık üreyen ajan olduğunu;
Enterococcus Faecium (Ent.Faeceum) ile kolanjit şiddeti arasında anlamlı ilişki
olduğunu; Tokyo 2018 kolanjit kriterlerine göre hesaplanan kolanjit şiddeti ve safra
kültüründe Klebsiella Oxytoca (K.Oxytoca) üremesi olmasının hastanede yatış süresi
ile ilişkili olduğunu; kolanjit şiddeti, semptom başlangıcı ile biliyer drenaj arasındaki
sürenin uzunluğu, koledokolithiyazis dışı etyoloji varlığı ve daha önce kolanjit
nedeni ile biliyer girişim öyküsünün olmasının mortalite üzerine anlamlı etkisi
olduğunu tespit ettik
Acute cholangitis is an acute inflammation and infection of the
biliary tree. The two most common causes are choledocholithiasis and benign biliary
stricture. First treatment option is biliary drainage. In addition to drainage, it may
show a course that responds to antibiotherapy and supportive treatment, as well as
severe sepsis and death resulting in multiple organ failure. Although the main
treatment of acute cholangitis is biliary drainage, empirical antibiotics should be
started as soon as possible. During biliary drainage, bile sample should be taken and
culture should be studied, and the continuation of antimicrobial agent should be
decided according to the antibiogram and the reproductive agent. In our study we
retrospectively scanned 163 patients who underwent ERCP for cholangitis from their
hospital records. We examined the frequency of agents reproducing in bile cultures of
patients and their antimicrobial susceptibility, cholangitis severity, mortality, length
of hospital stay, and their relationship with acute phase reactants. As a result of our
study, we found that in all patients with cholangitis, E. Coli was the most common
agent in bile culture; there is a significant relationship between Ent. faecium and the
severity of cholangitis; The severity of cholangitis which calculated according to the
Tokyo 2018 cholangitis criteria and the presence of K. Oxytoca growth in the bile
culture were related to the length of hospital stay; cholangitis severity, the length of
time between the onset of symptoms and biliary drainage, candida spp. reproduction
and previous history of biliary intervention due to cholangitis had a significant effect
on mortality
tur
Kolanjit
Safra Kültürü
Antibiyotik Duyarlılığı
Mortalite
Cholangitis
Bile
Culture
Antibiotic Sensitivity
Mortality
Akut kolanjit tanısı ile endoskopik retrograt kolanjio pankreotografi yapılan hastaların safra kültürlerinde üreyen mikrobiyal ajanlar, bu ajanların; antibiyotik duyarlılıkları ve hastanın klinik ve laboratuvarı ile ilişkisi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4113
2022-08-04T00:01:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Abbasova, Khatira
2022-08-03T06:43:54Z
2022-08-03T06:43:54Z
2021
http://hdl.handle.net/11684/4113
HBV enfeksiyonu çözülmüş hastalarda (hepatit B yüzey antijeni (HBsAg) negatif, hepatit B çekirdek antikoru (anti-HBc) pozitif ve hepatit B yüzey antikoru pozitif) hepatit B virüsünün (HBV) reaktivasyonunu önlemek için kemoterapi veya immünosupresif tedaviden önce antiviral profilaksinin rolü açık değildir. Bu çalışma, kemoterapi veya immünosüpresif tedavi alan resolved HBV (HBsAg-negatif, anti-HBc-pozitif ve Anti-HBs pozitif) olgularinda reaktivasyon oranını ve profilaktik antiviral tedavinin etkinliğini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. 2010-2019 yılları arasında tek bir üniversite hastanesinde kemoterapi veya immünosupresif tedavi gören HBsAg-negatif, anti-HBc-pozitif ve Anti-HBs pozitif hastaların tıbbi kayıtlarını geriye dönük olarak değerlendirdik. Hastaların %54,5’ü (n=486) erkek, %45,6’sı (n=408) kadın, yaş ortalaması 61,83±12,73’dür. Çalışmaya dahil edilen hastaların %11,5’nin (n= 103) HBV reaktivasyon riski yüksek derecede, %74,8’in (n=669) orta, %13,6 (n=122) düşük derecededir. 34 (%3,8) hastaya immünosüpresif tedavi sırasında HBV reaktivasyonu teşhisi konuldu. Tanı grupları ile HBV reaktivasyonu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardı. HBV reaktivasyonu gelişen hastaların %11,4 (n=24) hematolojik malıgnıte, %1,6 (n=7) solid organ kanserleri, %6,9 (n=2) immünosüpressif tedavi alan nefroloji, %1,5 (n=1) ve dermotolojik tanısı olan hastalarıdır (p:0,01<0,05). Toplam hasta sayısının %2,6’ı (n=23) oluşturan kök hücre nakli olanların %50’sinde (n=11) HBV reaktivasyonu gelişmiştir (p:0,01<0,05). HBV reaktivasyonu gelişen hastaların kullandığı immünosüpresif ajanların risk gruplarına göre dağılımında istatistiksel olarak anlamlı farklılık mevcut (p:0,01<0,05). Reaktivasyon gelişen yüksek risk grubu hastalarında tedavide en çok %36,8 (n=7) Rituksimab bazlı kemoterapiler, orta risk grubu hastalarda ise en %40’ı (n=6) platin grubu ajanlar kullanılmıştır. HBV profilaksisi durumu ile risk grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardır (p:0,01<0,05). Yüksek risk grubu hastalarında %86,1 (n=31) Rituksimab tedavisi görenlere profilaksi verilmişdir. Yapılan ikili karşılaştırmalar sonucunda yüksek risk grupunda Anti -HBs değerleri, düşük ve orta risk grubu değerlerine göre istatistiksel olarak anlamlı biçimde daha düşüktür (p<0,016). HBV reaktivasyonu durumuna göre HBV reaktivasyonu olmayanların Anti-HBs değerleri, HBV reaktivasyonu olanların medyan değerlerine bakıldığında daha yüksektir (p<0,05).HBV reaktivasyonu gelişen hastaların ALT, AST, GGT direkt ve total bilirubin değerlerinde zaman diliminde anlamlı derecede fark vadır (p<0,05)
In patients with resolved HBV infection (hepatitis B surface antigen (HBsAg) negative, hepatitis B core antibody (anti-HBc) positive and hepatitis B surface antibody positive) the role of antiviral prophylaxis before chemotherapy or immunosuppressive therapy to prevent reactivation of hepatitis B virus (HBV) isunclear. This study aims to evaluate the reactivation rate and the effectiveness of prophylactic antiviral therapy in resolved HBV (HBsAg-negative, anti-HBc-positive and Anti-HBs positive) cases receiving chemotherapy or immunosuppressive therapy. Between the years 2010-2019 in a single university hospital receiving chemotherapy or immunosuppressive therapy HBsAg-negative, anti-HBc-positive and anti-HBs positive patients and their medical records were retrospectively evaluated. 54.5% (n = 486) of the patients were male, 45.6% (n = 408) were female the average age was 61.83 ± 12.73. 11,5 % of the patients included in the study (n = 103) a high degree of risk of HBV reactivation, 74.8% (n = 669) medium, 13.6% (n = 122) is at a low degree HBV reactivation was diagnosed in 34 (3.8%) patients during immunosuppressive therapy. There was a statistically significant relationship between the diagnostic groups and HBV reactivation. Of the patients who developed HBV reactivation, 11.4% (n =24) hematological malignancy, 1.6% (n=7) solid organ cancers, 6.9% (n =2) nephrology receiving immunosuppressive therapy, 1.5% (n =1) and patients with a diagnosis of dermatology (p: 0.01 <0.05). HBV reactivation developed in 50% (n =11) of those with stem cell transplantation, which constitutes 2.6% (n =23) of the total number of patients (p: 0.01 <0.05). There is a statistically significant difference in the distribution of immunosuppressive agents used by patients with HBV reactivation according to risk groups (p: 0.01 <, 05). Rituximab-based chemotherapies were used the most in 36.8% (n =7) in the treatment of high-risk group patients who developed reactivation, and platinum group agents were used at most 40% (n =6) in medium-risk group patients. There is a statistically significant relationship between HBV prophylaxis status and risk groups (p: 0.01 <0,05). In the treatment of high risk patients developing reactivation most 36.8% (n =7) rituximab-based chemotherapy, while 40% of patients at intermediate risk group (n=6) kullanılmışd agents are platinum group. There is a statistically significant relationship between HBV prophylaxis status and risk groups (p: 0.01 <0,05). Prophylaxis was given to 86.1% (n=31) of high risk group patients who received rituximab treatment. As a result of paired comparisons, Anti-HBs values in the high risk group are statistically significantly lower than the low and medium risk group values (p <0.016). According to the HBV reactivation status, the Anti-HBs values of those without HBV reactivation are higher when looking at the median values of those with HBV reactivation (p <0.05). Patients with HBV reactivation show a significant difference in ALT, AST, GGT direct and total bilirubin values (p <0.05)
tur
Anti-Hbs
HBV Reaktivasyonu
Çözülmüş Hepatit B
Rituximab
HBV Reactivation
Resolved Hepatitis B
Rituximab
İmmünosüpresif tedavi veya sitotoksik kemoterapi alan, resolved hepatit b virüslü olgularda viral reaktivasyon
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4114
2022-08-04T00:01:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Isganderov, Duygu Kesebi
2022-08-03T06:44:22Z
2022-08-03T06:44:22Z
2021
http://hdl.handle.net/11684/4114
Hipofiz adenomları, adenohipofizer hücrelerden köken alan artmış komorbidite ve mortalite ile seyreden hastalıktır. Hipofiz adenomlarının hayatın en verimli çağlarında görülmesi ve önemli klinik sonuçlar doğurması ülkemizde hastalığın alt gruplarının tanı, görülme sıklığı, seyri ve tedavisinin incelenmesi önem arzetmektedir. Bizim çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji bölümüne 1980-2018 yılları arasında başvurusu olan 667 hipofiz adenomu hastası retrospektif-gözlemsel olarak değerlendirildi. Hastaların hastane bilgi yönetim sistemi ve poliklinik hasta dosyalarından bilgileri tarandı. Taranan bilgiler; hasta yaşı, cinsiyet, tanı yaşı, takip yılı, başvuru şikayeti, adenomun boyutu, yerleşimi, hipofiz adenomunun tanı anında ve tedavi sonrası hormon düzeyleri, varsa kullanılan medikal tedavi çeşidi, hipofiz adenomunun operasyon sayısı ve şekli, medikal yada cerrahi tedavi öncesi ile sonrası adenom boyutu ve varsa rezidü/nüks hipofiz adenom boyutu, kiazma basısı, postop hormon aktivitesi, adenoma yönelik varsa RT öyküsüydü. Tüm adenomların 171’inin (%25.6) nonfonksiyonel adenom, 356’sının (%53,4) prolaktinoma, 121’inin (%18.1) akromegali, 16’sının (%2.4) Cushing hastalığı ve 3’ünün (%0.4) TSHoma olduğu görüldü. Radyolojik olarak adenomlar 340 (%51.1) mikroadenom, 195 (%29.1) makroadenom, 132 (%19.8) invazif- makroadenom olarak saptandı. Tanıdaki gecikmenin hayat kalitesinde azalma, sakatlık, ek hastalıklara zemin hazırlama, mortal seyir gösterme gibi önemli sorunlara neden olacağı unutulmamalıdır. Sonuç olarak özenle yapılan muayeneden alınan bilgiler doğrultusunda ilgili laboratuar ve radyolojik tetkiklerin istenmesi bizi erken tanıya götürecektir
Pituitary adenomas arise from adenohypophyseal cells and progress with increased comorbidity and mortality. It is important to examine the diagnosis, prevalence, course and treatment of the subgroups of the disease in our country because pituitary adenomas are seen in the most productive periods of life and have important clinical results. In our study, 667 pituitary adenoma patients who applied to Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty Hospital Endocrinology Department between 1980-2018 were evaluated retrospectively and observationally. The information of the patients was scanned from the hospital information management system and outpatient clinic patient files. Scanned information; age, gender, age of diagnosis, follow-up year, application complaint, size, location, hormone levels at the time of diagnosis and after treatment, type of medical treatment used, number and type of operation of pituitary adenoma, before medical or surgical treatment and post-adenoma size and if any, residual/recurrent pituitary adenoma size, chiasma compression, postoperative hormone activity, history of RT for adenoma. 171 (25.6%) were nonfunctional adenomas, 356 (53.4%) were prolactinomas, 121 (18.1%) were acromegaly, 16 (2.4%) were Cushing disease and 3 (0.4%) were TSHoma. 340 (51.1%) microadenomas, 195 (29.1%) macroadenomas, 132 (19.8%) invasive macroadenomas were detected. It should be kept in mind that delay in diagnosis will cause important problems such as decrease in quality of life, disability, preparing the ground for additional diseases, and showing a mortal course. As a result, the information obtained from the careful examination and the request for the relevant laboratory and radiological tests will lead us to early diagnosis
tur
Hipofiz Adenomu
Prolaktinoma
Akromegali
Nonfonksiyonel Adenom
Pitutary Adenoma
Prolactinoma, Acromegaly
Non-Functioning Adenoma
Hipofiz adenomlarının klinik, laboratuar ve medikal olarak retrospektif değerlendirilmesi
physicsThesis
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3635
2022-07-05T00:01:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_192
Nalbant Avcı, Sevil
2022-07-04T13:24:55Z
2022-07-04T13:24:55Z
2021
http://hdl.handle.net/11684/3635
Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı’nda takip ve tedavisi yapılan, Ocak 2008-Aralık 2018 tarihleri arasında, WHO 2008 Hodgkin lenfoma (HL) tanı kriterlerine göre tanı alan hastaların; demografik, histopatolojik, prognostik özelliklerini belirlemeyi ve bu belirteçlerin sağkalım üzerindeki ilişkisini ortaya koymayı amaçladık. Bu amaçla 130 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların %61.5’i (n=80) erkekti, yaş ortalaması 46.5±15.8 (20-89) yıldı. Tanı sırasında hastaların %21.6’sı erken evre, %78.6’sı ileri evreydi. En sık tanı evre Ⅱ’de (%34.6) konulmuştu. Hastalardan %93.1’i klasik HL, %6.9’u nodüler lenfosit predominant HL tanısı almıştı, %48.62’sı nodüler sklerozan HL (NSHL), %15.7’si mikst selüler HL, %3.3’ü lenfositten fakir HL ve %7.9’u lenfositten zengin HL tanılıydı. NSHL tüm hastalarda, kadınlarda ve erkeklerde en sık görülen alt gruptu. Çalışmamızda NSHL’nın 20’li ve 40’lı yaşlarda pik yaptığı görüldü. Hastaların tanı anında %67.7’sinde B semptomu mevcuttu ve en sık görülen B semptomu ateş idi. %43.8’inde ekstranodal (EN) tutulum mevcuttu ve en sık dalak tutulumu (%30) olduğu görüldü 1. basamak tedavide hastaların %99.2’si ABVD aldı. Toplam 18 hastada (%13.8) relaps görüldü. Evrelere göre genel sağkalım (OS) ve relapssız sağkalımlara (RFS) bakıldığında evre Ⅰ’de en yüksek, evre Ⅳ’te en düşüktü. Tüm hastalara göre bakıldığında 5 yıllık OS %88.7, 5 yıllık RFS %83.9, 10 yıllık OS %82.2, 10 yıllık RFS %82.4 olarak bulundu. Prognostik faktörlerin değerlendirilmesinde tek değişkenli analizde yaş (p=0.001), EN tutulum (p=0.007), kemik iliği tutulumu (p=0.05), ECOG performans skoru (p<0.001), B semptom varlığı (p=0.049), hemoglobin (p<0.0001), albümin (p<0.0001), alkalen fosfataz (ALP) (p=0.0001) prognostik faktörler olarak bulundu. Çok değişkenli analizde yaş (p<0.001), albümin (p=0.041), ALP (p=0.005), lökosit sayısı (p=0.028) prognostik faktörler olarak saptandı
In our study, the patients who were followed up and treated in Eskişehir Osmangazi University Department of Internal Diseases, Department of Hematology, and diagnosed according to WHO 2008 Hodgkin lymphoma (HL) diagnostic criteria between January 2008 and December 2018; We aimed to determine the demographic, histopathological and prognostic features and to reveal the relationship of these markers on survival. For this purpose, 130 patients were evaluated retrospectively. 61.5% (n = 80) of the patients were male, the mean age was 46.5 ± 15.8 (20-89) years. At the time of diagnosis, 21.6% of the patients were early stage and 78.6% were advanced. The most common diagnosis was made in stage Ⅱ (34.6%). Of the patients, 93.1% were diagnosed with classical HL, 6.9% were diagnosed with nodular lymphocyte predominant HL, 48.62% were nodular sclerosing HL (NSHL), 15.7% mixed cellular HL, 3.3% lymphocyte poor HL and 7.9% it was lymphocytic HLA diagnostics. NSHL was the most common subgroup in all patients, women and men. In our study, it was observed that NSHL peaked in the 20s and 40s. 67.7% of the patients had B symptom at the time of diagnosis and the most common B symptom was fever. 43.8% had extranodal (EN) involvement and the most common (30%) was found to be splenic involvement. 99.2% of the patients received ABVD in the first line treatment. Relapse occurred in 18 patients (13.8%). Looking at overall survival (OS) and relapse-free survival (RFS) by stages, it was the highest in stage Ⅰ and the lowest in stage Ⅳ. Considering all patients, 5-year OS was 88.7%, 5-year RFS was 83.9%, 10-year OS was 82.2%, 10-year RFS was 82.4%. In univariate analysis in the evaluation of prognostic factor age (p = 0.001), EN involvement (p = 0.007), bone marrow involvement (p = 0.05), ECOG performance score (p <0.001), presence of B symptoms (p = 0.049), hemoglobin (p <0.0001), albumin (p <0.0001), alkaline phosphatase (ALP) (p = 0.0001) were found as prognostic factors. In multivariate analysis, age (p <0.001), albumin (p = 0.041), ALP (p = 0.005), leukocyte count (p = 0.028) were determined as prognostic factors
tur
Hodgkin Lenfoma
Klinik Özellikler
Prognostik Faktörler
Hodgkin Lymphoma
Clinical Features
Prognostic Factors
Hodgkin lenfomalı hastalarımızın klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi
physicsThesis