2024-03-29T15:24:48Z
http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/oai/request
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/369
2016-04-13T00:00:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-04-12T09:08:47Z
urn:hdl:11684/369
Yenidoğan ve çocuk yoğun bakım ünitelerinde kolistin (colistimethate) kullanımı
Özer, Emine Pınar
Tekin, A. Neslihan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Kolistin
Nozokomiyal Enfeksiyon
Colistin
Neonatal
Child
Nosocomial Infections
Yenidoğan
Çocuk
Yoğun bakım ünitelerinde son yıllarda enterik bakteri, panresistant Acinetobacter ve P.aeruginosa infeksiyonlarının insidansının artmasıyla birlikte eski bir Polimiksin grubu antibiyotik olan ve nefrotoksik yan etkisi olan kolistin tekrar kullanıma girmiştir. Bu çalışmada Ocak 2011-Mart 2014 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi ve Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’ nde kolistin tedavisi alan hastaların retrospektif olarak demografik özelliklerini, kolistinin etkinliğini ve olası yan etkilerini belirlemeyi amaçladık. Kolistin kullanılan 25 yenidoğan (ortalama gestasyonel yaş 31,4+4,7 hafta), 50 çocuk hastanın (ortalama yaş 55,2 ± 54,1 ay) kolistin öncesi ve sonrası 7. güne ait CBC, CRP, elektrolitler (Na, K, Ca), BUN, kreatinin, ALT, AST değerleri ve üreyen mikroorganizmalar değerlendirildi. Tedavi süresi en az 7 gün olan hastalar çalışma kapsamına alındı. Kolistin tedavisi 5 mg/kg/gün 2 doz şeklinde uygulanmıştır. Yenidoğan hasta grubunda en sık Klebsiella pneumonia (%30) ve Acinetobacter baumannii (%23,8) izole edilmiştir. Kolistin tedavisinin tam kan sayımı, karaciğer ve böbrek fonksiyon testlerinde istatistiksel olarak anlamlı değişiklik oluşturmadığı saptanmıştır. Çocuk hasta grubunda en sık izole edilen mikroorganizmalar Acinetobacter baumannii (%24) ve Klebsiella pneumonia (%20) olup kolistin sonrası kreatinin ve AST değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede artış bulunmuştur (p<0.05). AST ve kreatininde artışın olduğu hastalarda bu değerlerin tedavi öncesinde de yüksek olması dikkat çekicidir. Sonuç olarak yenidoğanlarda kolistin kullanımının dirençli Gram negatif bakterilerin neden olduğu ciddi enfeksiyonlarda güvenilir olduğu düşünülmüştür. Çocuk hastalarda ise kolistinin renal ve hepatik sorunu olan hastalarda sorun oluşturabileceğini ve tedavi sırasında izlenmeleri gerektiğini ortaya koymuştur.
Due to an increase in the incidence of infections for Enteric bacteria, panresistant Acinetobacter and P. aeruginosa in intensive care units in the last years, re-use of colistin which is an old antibiotic with nephrotoxic side effect has increased. In this retrospective study, we aimed to evaluate the efficacy and possible side effects of colistin in patients who were hospitalized in Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty Neonatal and Pediatric Intensive Care Units between January 2011-March 2014. Before treatment and after 7 days of colistin usage values for CBC, CRP, electrolytes (Na ,K, Ca), BUN, creatinine, ALT, AST, microbiological cultures were evaluated for 25 neonatal (mean gestational age 31,4+4.7 weeks) and 50 children patient (mean age 55.2±54.1 months). This study includes the patients that has a treatment period at least 7 days. Colistin treatment was introduced as 5mg/kg/day in 2 doses. Klebsiella pneumonia (30% versus 20%)) and Acinetobacter baumannii (23.8% versus 24%) were the most common pathogens isolated in neonatal group and pediatric group. Colistin treatment does not make any significant change in CBC, liver and kidney function tests in newborns. In pediatric age group the values of creatinine and AST were increased after colistin treatment and the difference was significant (p<0.05). The patients in this group also had high values before treatment. We concluded that colistin use in severe infections caused by resistant Gram-negative bacteria in newborns is safe but renal and hepatic functions must be monitored in children with hepatic and renal problems.
2016-04-12T09:08:47Z
2016-04-12T09:08:47Z
2015-05-29
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/369
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/532
2016-07-26T00:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-07-25T12:55:31Z
urn:hdl:11684/532
Süt çocukluğu döneminde nöbet nedeni ile yatırılarak izlenen hastaların değerlendirilmesi
Arslanoğlu, Büşra Duygu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Süt Çocuğu
Konvülziyon
Epilepsi
Nöbet
Infant
Convulsion
Epilepsy
Seizure
Bu çalışmada; hastanemiz Süt Çocuğu Servisi’ne Ocak 2008 – Ocak 2013 tarihleri arasında konvülziyon nedeniyle başvuran ve yatırılarak takip edilen 1-24 ay yaş aralığındaki hastaların ve konvülziyon özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Süt Çocuğu Servisi’ne yatırılarak izlenen 2730 hastanın 193’ü konvülziyon geçirme nedeni ile yatırılmıştı (%7,1). Konvülziyon geçiren hastaların yaş, cinsiyet, ailede epilepsi, akraba evliliği öyküsü, perinatal özellikleri, nöromotor gelişimleri, nörolojik muayene, santral sinir sistemi enfeksiyonu, kafa travması (amnezi ya da bilinç kaybının gerçekleştiği travmalar), aşılama, gibi özellikleri sorgulandı. Hastaların % 50,8’i erkek, %49,2’i kız, ortalama başvuru yaşı 7,6 ±6,5 ay idi. Hastalar, ateşin varlığına göre ateşli ve ateşsiz konvülziyon olmak üzere iki gruba ayrıldı. Febril konvülziyon sıklığı %21,8, epilepsi sıklığı %10,9 saptanırken tek konvülziyon geçiren, tetkikleri normal olan 58 hasta (%30,1) takibe alındı. West sendromu literatürle uyumlu olarak en sık görülen süt çocuğu epileptik sendromu (%17,1) olarak bulundu. Hastaların %3,6’sında semptomatik konvülziyon saptandı. Metabolik hastalıklar konvülziyon etyolojilerimiz arasında %2,5 oranında bulundu. 7 hastamızda (%3,6) konvülziyon nedeni inme olarak tespit edildi. Sturge Weber sendromu, sinüs ven trombozu, apne katılma nöbeti, ensefalit, karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi diğer konvülziyon nedenleri arasında yer aldı. 2,5 aylık bir hastada intraventriküler papillom tespit edildi. Febril ve afebril konvülziyonlar karşılaştırıldığında etyoloji, konvülziyonun başlangıç yaşı, ortalama konvülziyon sayısı, ailede febril konvülziyon öyküsü, baş çevresi ölçümü ve hastanede yatış süreleri açısından anlamlı fark vardı. Sonuç olarak çalışmamızda süt çocukluğu döneminde konvülziyon etyolojisinde febril konvülziyon, infantil spazm, idyopatik epilepsi ve inme en sık nedenler olarak saptandı. Nonepileptik nedenlerin ayrımı ve etyolojik nedenlerin saptanmasının prognozun belirlenmesinde önemli olduğu düşünüldü.
In this study it was aimed to evaluate the convulsion characteristics of the patients in the age range of 1-24 month old who were hospitalized and followed in our Infancy Service due to convulsion between January 2008 and January 2013. Patients who suffered convulsion were questioned with some characteristics such as age, sex, epilepsy in the family, intermarriage history, prenatal characteristics, neuro-motor developments, neurologic examinations, central nervous system infections, head traumas (traumas in which amnesia or unconsciousness occurred), vaccinations, % 50,8 of the patients was male and %49,2 female and the age average at the admittance was 7,6 ±6,5 months. Based on the presence of the fever, patients were categorized into two groups; febrile convulsion and non febril convulsion. While frequency of the febrile convulsion was determined as %21,8 and the frequency of the epilepsy as %10.9, 58 (%30.1) patients who suffered single convulsion and normal in analysis were followed up. West syndrome was determined as the most seen infancy epileptic syndrome (%17.1) in accordance with the litterateur. Symptomatic convulsion was determined in %3,6 of the patients. Metabolic diseases were found as %2.5 among the convulsion etiology. Convulsion cause was determined as stroke in 7 patients (%3,6). Intravenous papilloma was identified in a 2.5 month years old patient. When the febrile and non febril convulsions were compared, there were statistically significant differences regarding to the etiology, beginning age of the convulsion, average convulsion number, history of the febrile convulsion in the family, measurement of the head circumference and duration at the hospital. As a result, in our study febrile convulsion, infantile spasm, idiopathic epilepsy and stroke were the most determined causes at convulsion etiology in the infancy period. It was thought that differing the non epileptic causes and determining the etiological causes are important to identify the prognosis.
2016-07-25T12:55:31Z
2016-07-25T12:55:31Z
2015
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/532
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/578
2016-08-09T00:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-08-08T09:18:39Z
urn:hdl:11684/578
Çölyak hastaları ve kardeşlerinde IL-15 gen polimorfizminin araştırılması
Kara, Yalçın
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Çölyak Hastalığı
IL-15
Gen Polimorfizmi
Celiac Disease
Gene Polymorphisms
Çölyak hastalığı (ÇH) genetik olarak
yatkın bireylerde, gluten içeren gıdaların alınması ile ortaya çıkan, kalıcı intolerans
ile karakterize, immun mekanizma ile oluşan bir enteropatidir. IL-15, çölyak
hastalığında, gluten ile tetiklenen immün reaksiyondan sorumlu, anahtar
proinflamatuvar sitokindir. Bu durumdan yola çıkarak, IL-15 genindeki bazı genetik
değişikliklerin, çölyak hastalığının riskini arttırdığını düşündük. Bu çalışmada
birincil amaç olarak, IL-15 gen polimorfizminin, çölyak hastaları ve sağlıklı
kardeşlerinde hastalık oluşturma etkisi araştırılmıştır. Ġkincil olarak da, IL-15 gen
polimorfizminin, çölyak hastalığının prezentasyonuna etkisini değerlendirmeyi
amaçladık. Çalışmaya 90 çölyak hastası (49K/41E, median yaş:11) 38 çölyak
hastalarının sağlıklı kardeşleri (20K/18E, median yaş:8) ve 99 sağlıklı kontrol
(66K/33E, median yaş:13) dahil edilmiştir. Çalışmaya katılanların, demografik
özellikleri, tanı anındaki belirti ve bulguları, eşlik eden hastalık, ailede çölyak
hastalığı öyküsü, histopatolojik evreleme, serolojik belirteçleri ve HLA doku tipleri
kaydedilmiştir. Önceden belirlenmiş olan, IL-15‟in rs2857261, rs10519613,
rs1057972 polimorfizmleri PCR yöntemiyle çalışılmıştır. rs2857972
polimorfizminde GG genotipi, rs1057972 polimorfizminde TT genotipi, çölyak
ailelerde kontrol grubuna oranla yüksek tespit edilmiştir [sırasıyla, % 41-%23
(p=0008), %36-%11 (p=0,001) ]. Çölyak hastalarının 75‟inin (%83), çölyak
hastalarının sağlıklı kardeşlerinin 23‟ünün (%61) HLADQ2‟si pozitif saptanmıştır.
Gruplar HLA-DQ2 durumlarına göre karşılaştırıldığında, homozigot HLA-DQ2
pozitif olanlarda, rs2857972 polimorfizminde GG genotipini odds oranı, çölyak
hastalarında, sağlıklı kardeşlerden 1,5 kat daha yüksek tespit edilmiştir.
Heterozigotlarda ise, rs1057972 polimorfizminde TT genotipinin odds oranı, sağlıklı
kardeşlerde kontrol grubuna oranla 2,5 kat yüksek olduğu görülmüştür. Hastalık
prezentasyonu ile IL-15 gen polimorfizmi arasında bir ilişki saptanmamıştır. Sonuç
olarak, bazı özel IL-15 gen polimorfizmleri, çölyak hastalarında, kontrol grubuna
oranla yüksek tespit edilmiştir. IL-15‟in çölyak hastalığındaki etkisinin, HLA-DQ2
pozitifliğine bağlı olduğu görülmüştür
Celiac disease is an immune mediated enteropathy which is
triggered by gluten consumption in genetically susceptible individuals and
characterized with lifelong gluten intolerance. Interleukin-15 (IL-15) is a potent
proinflammatory cytokine that is considered a key component in the immune
reaction triggered by gluten. In light of these findings we hypothesized that
variations in the gene encoding IL-15, may influence the risk of celiac disease. The
primary aim of this study was to evaluate the influence of IL-15 gene polymorphisms
on celiac disease development, in celiac patients and their siblings. Our secondary
aim was to evalute the effect of possible IL-15 polymorphisms on clinical
presentation of celiac disease. The study was enrolled-with 90 celiac disease patient
(49 female/ 41 male, median years of age:11), their 38 siblings (20 female/18 male,
median years of age:8) and 99 healty controls (66 female/33 male, median years of
age:13). Their demographic findings, initial symptoms and signs, the presence of
celiac disease in their family, histopathological grade-serological markers and HLA
types were recorded. Previously defined IL-15 gene polymorphisms rs2857261,
rs10519613, rs1057972 were analysed through PCR. There was a significantly
higher frequency of GG genoytype in rs2857972 polymorphisms and TT genotype
in rs1057972 polymorphism in celiac families compared to control groups [% 41 vs
%23 (p=0008), %36 vs %11 (p=0,001) respectively] .75 (%83) of celiac disease
patient and 23 (%61) of siblings were HLADQ2 pozitif. When startified according
to their HLADQ2 status, rs2857972 GG polimorphism was found to be 1,5 times
prominet in celiac patients compared to tehir siblings at homozygous state, whereas
rs1057972 TT genotype was found to be 2,5 times prominet in celiac siblings at
heterozygous state. There was no assocation between IL-15 gene polymorphisms and
clinical presentation of celiac disease. As a result, some special IL-15 polymorhisms
are more prominent in celiac families than healty controls. However the impact of
IL-15 gene polymorphism on celiac disease development is dependent on HLADQ2
status.
2016-08-08T09:18:39Z
2016-08-08T09:18:39Z
2015
physicsThesis
Kara Y. Çölyak Hastaları ve KardeĢlerinde IL-15 Gen Polimorfizmi, EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2015.
http://hdl.handle.net/11684/578
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/587
2016-08-09T00:00:54Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-08-08T09:19:26Z
urn:hdl:11684/587
Kalp yetersizliği gelişen ventriküler septal defektli hastaların beyin kan akımlarının transkraniyal doppler ultrason yöntemi ile değerlendirilmesi ve serum NT-proBNP düzeyi ile ilişkisi
Taşar, Nurdan Öztürk
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Ventriküler Septal Defect
Kalp Yetersizliği
Beyin Kan Akımı
NT-proBNP
Ross Skoru
Ventricular Septal Defect
Cerebral Blood Flow
Heart Failure
NTproBNP
Ross Score
Ventriküler septal defekt (VSD)’de kalp yetersizliği (KY) oluştuğunda kompanzatuvar mekanizmalar devreye girerek, beyin ve kalp gibi vital organların perfüzyonunu sürdürmeye çalışırlar. Bu çalışmada, KY oluĢan ve oluşmayan VSD’li hastalarda transkraniyal Doppler (TKD) ultrasonografi (USG) yöntemi ile defektin ve KY’nin beyin kan akımına (BKA) olan etkisi, yetersizlik tedavisinin BKA üzerine etkisi, serum NT-proBNP düzeyi ile olan ilişkisi araştırıldı. Çalışmaya yaşları 0-36 ay arasında (3,8 ± 0,7), 13 KY olan, 27 KY olmayan VSD’li olgu ve kontrol grubuna 25 sağlıklı çocuk alındı. Olguların ekokardiyografi (EKO) ile sol ventrikül sistolik fonksiyonları; TKD USG yapılarak BKA hızları ölçüldü. Serum NT-proBNP düzeyi çalışıldı. KY olan olguların, antikonjestif tedavi başlandıktan bir ay sonra ölçümleri tekrarlandı. KY olan VSD’li grubun BKA hızı kontrol grubundan düşük olmasına rağmen, çalışma ve kontrol gruplarının BKA hızlarında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p>0,05). Ancak tedavi ile sağ ve sol maksimum BKA hızlarında anlamlı derecede artıĢ saptandı (sırasıyla p:0,004; p:0,004). NT-proBNP düzeyi ile sağ ve sol maksimum BKA hızları arasında negatif korelasyon saptandı (sırasıyla r:-0,39; p:0,013 ve r:-0,32; p:0,043). Ayrıca defekt çapı/vücut yüzey alanı oranı ve pulmoner kan akımı/sistemik kan akımı (Qp/Qs) oranı ile bazı BKA hızı parametreleri arasında negatif korelasyon saptandı. Sonuç olarak; BKA hızları çalışma grupları arasında istatistiksel olarak farklılık göstermese de, BKA hızının tedavi ile artması ve defekt çapı, Qp/Qs oranı ve NT-proBNP düzeyi ile negatif korelasyon göstermesi, VSD ve KY’nin oluşturduğu hemodinamik durumun, beyin kan akımı üzerine etkisi olduğunu göstermiştir.
Heart Failure (HF) is responsible for clinic of Ventriculer Septal Defect (VSD). When HF occur compensator mechanism try to maintain perfusion of brain and heart which are vital organs. In this study, effects of defect and HF on cerebral blood flow (CBF), treatment of heart failure and CBF relation and association between NT-proBNP on child patients with VSD who have progressed HF and non-HF by transcranial doopler. In this study, 13 child with HF and 27 child have no HF with VSD aged 0-36 months (3,8 ± 0,7) were included. Control group were consist of 25 healthy children for study. For all cases, left ventricule sistolic function was assessed by ecocardiography (ECO) and cerebral blood flow was measured by TCD ultrasound. Also, NT-proBNP level was studied. All measurements of cases with HF were determined after one month later anticongestive treatment. Although no difference was found between the patient and control groups for CBF (p>0,05), right and left maximum CBF were significantly increased with treatment (p:0,004; p:0,004 respectively). NT- proBNP level was found negative correlated with right and left maximum CBF (r:-0,39; p:0,013 ve r:-0,32; p:0,043 respectively). In addition, negative correlation was found between defect diameter /body surface area, pulmonar blood flow/sistemic blood flow (Qp/Qs) and some CBF parameters. As a result, although no difference was found between study groups for CBF, increasing CBF with treatment and defect diameter were found negative correlated with Qp/Qs and NT-proBNP level, so VSD and hemodynamic status related with heart failure have effects on CBF.
2016-08-08T09:19:26Z
2016-08-08T09:19:26Z
2015
physicsThesis
Taşar, NÖ. Kalp yetersizliği gelişen ventriküler septal defektli hastaların beyin kan akımlarının transkraniyal Doppler ultrason yöntemi ile değerlendirilmesi ve NT-proBNP düzeyi ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2015.
http://hdl.handle.net/11684/587
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/657
2016-10-21T00:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-10-20T07:52:55Z
urn:hdl:11684/657
Akut lenfoblastik lösemi (ALL) ve akut myeloid lösemi (AML) hastalarında febril nötropenide serum endocan düzeyi
Alıncak, Eylem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
ALL
AML
Febril Nötropeni
Çocuk
Endocan
Febrile Neutropenia
Children
Febril nötropenik lösemi hastalarında enfeksiyon
varlığını ve prognozu belirlemede çeşitli laboratuar parametrelerinin yararlı olduğu
gösterilmişse de maliyeti yüksek bu parametrelerin çoğunun rutin kullanıma girmesi
uygun bulunmamıştır. Endocan anjiogenezis, lenfogenezis ve kanser gelişimde rol
alan anahtar moleküllerden biri olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada, hastanemizde
mayıs 2012 – nisan 2013 tarihleri arasında takip edilen pediatrik febril nötropenik
hastalarımızın atak başlangıcında kantitatif endocan değerleri ölçülerek febril
nötropenik hastalarda enfeksiyon ve mortalite varlığını doğru ve güvenilir bir şekilde
göstermekte endocan’ ın katkısını değerlendirmek amaçlandı. Çalışmamıza 1 ay ile
18 yaş arası ALL ve AML tanılarıyla takip edilen ve febril nötropeni atağı geçiren
toplam 20 hastada 33 febril nötropeni atağı ile kontrol grubu olarak nötropenisi ve
ateşi olmayan 33 ALL ve AML hastaları ile enfeksiyonu olmayan 24 sağlıklı hasta
dahil edildi. Febril nötropeni etyolojisinde atakların 15’inde (%45) bakteriyel
enfeksiyon ve 4’ ünde (%12) invaziv fungal hastalık saptanırken geri kalan 14 ünde
(%43) ise herhangi bir etken gösterilememiş olup idiyopatik febril nötropeni olarak
kabul edildi. Çalışmaya alınan hastalardan febril nötropenik atak gelişen 3 hasta(%9
) eksitus oldu. Serum endocan düzeyleri ferbil nötropenisi olan hasta grubunda 0.094
ile 0.943 ng/ml arasında değişmekte olup, medyan 0.241 ng/ml idi. Febril nötropenisi
olan hasta grubunda medyan serum endocan düzeyi kontrol grubuna göre anlamlı
yüksek saptanırken (p<0.01), febril nötropenisi olmayan lösemi hastaları ile sağlıklı
kontrol grubunda serum endocan düzeyleri arasında fark saptanmadı (p>0.05). Sonuç
olarak; Çalışmamızda serum endocan seviyelerinin febril nötropeninin
tanımlanmasında bir gösterge olarak kullanılabileceği gösterilmiştir. Serum endocan
düzeylerinin seri olarak takip edilmesi, enfeksiyon nedenli veya hastalığa bağlı ateş
tablosunun ayırdedilmesinde yararlı olduğunu göstermektedir.
Although various laboratory parameters have been shown to be useful in determining
the existence of infection and the prognosis in febrile neutropenic patients, none of
these expensive markers are appropriate for routine use. Endocan is a sulfate
proteoglycan which is encoded by a single gene and plays important roles in
inflammation, angiogenesis, and tumor metastasis. The aim of this study was to
determine diagnostic and prognostic value of endocan in febrile neutropenic patients
by taking the Endocan levels at the beginning of the attack from the pediatric febrile
neutropenia patients seen between May 2012 and April 2013 at our hospital. 20
previously diagnosed ALL and AML patients with 33 febrile neutropenia attacks
between the age of 1 month and 18 years are included, as control group 33
previously diagnosed ALL and AML patients without febrile neutropenia and 24
healthy children are included. In 15 (%45) patients bacterial infection, in 4 (%12)
patients invasive fungal infection is determined and in 14 (%43) of the patients, no
infectious agent is shown and are accepted as idiopathic febrile neutropenia. 3 of the
febrile neutropenic patients died during the trial. The serum endocan levels in febrile
neutropenic patients are found between 0.094 and 0.943 ng/ml, with median 0.241
ng/ml. The median serum endocan levels in febrile neutropenic patients is higher
compared to control group(p<0.01). No difference is found between the median
serum endocan levels of the patients without febrile neutropenia and control group
(p>0.05). As result, it is shown that serum endocan levels can be used to determine
febrile neutropenia. It is shown that following the serum endocan levels is useful to
separate the fever caused by infection and the fever related to the illness.
2016-10-20T07:52:55Z
2016-10-20T07:52:55Z
2013
physicsThesis
Alıncak E. Akut lenfoblastik lösemi (ALL) ve Akut myeloid lösemi (AML) hastalarında febril nötropenide serum endocan düzeyi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/657
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/658
2016-10-21T00:00:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2016-10-20T07:53:01Z
urn:hdl:11684/658
Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kardiyak fonksiyonların doku doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmesi
Köşger, Pelin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hipertansiyon
Doku Doppler Ekokardiyografi
Miyokard Performans İndeksi
Ventrikül Fonksiyonları
Hypertension
Tissue Doppler Echocardiography
Myocardial Performance İndex
Çalışmamızda hipertansif ebeveynlerin
normotansif çocuklarında (HENÇ) ileride gelişebilecek hipertansiyonun öngörücüsü
sayılabilecek, sol ventrikül yapı ve fonksiyonel değişikliklerinin belirlemesi
amaçlanmıştır. Bu amaçla sol ventrikül yapı ve fonksiyonları M-mode, pulse wave
Doppler (PWD) gibi konvansiyonel ekokardiyografi yöntemleri ile beraber doku
Doppler görüntüleme (DDG) ile değerlendirildi. Septal ve lateral mitral anulus doku
doppler miyokard performans indeksi (MPI) verilerinin etkinliği ve birbirine
üstünlüğü olup olmadığı araştırıldı. Çalışmaya ebeveynlerinin en az birinde
hipertansiyon öyküsü olan 92 çocuk ile, ebeveynlerinde hipertansiyon öyküsü
bulunmayan (NENÇ) 90 çocuk dahil edildi. Cinsiyet, yaş, kilo, boy ve vücut kitle
indeksi (VKİ) açısından gruplar arasında fark yoktu (p > 0.05). HENÇ grubunda
ortalama sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri NENÇ grubuna göre daha
yüksek tespit edildi (sırasıyla p = 0.003, p = 0.001, p < 0.001). HENÇ grubunda
interventriküler septum ve sol ventrikül arka duvar kalınlığı ile rölatif duvar kalınlığı
(RDK) NENÇ grubuna göre daha fazla saptandı. (sırasıyla p = 0.029, p = 0.016, p =
0.041). Doku Doppler görüntüleme ile septal ve lateral mitral anulus izovolümetrik
gevşeme zamanı (IVGZ) ve myokard performas indeksi (MPI) daha yüksek,
(sırasıyla p < 0.001, p < 0.001,p = 0.001, p = 0.001,) ejeksiyon zamanı daha kısa (p =
0.015, p < 0.02), septal izovolümetrik kasılma zamanı (IVKZ) daha uzun tespit
edildi (p < 0.002). Hem lateral hem de septal MPI ile sistolik kan basıncı arasında
pozitif, ejeksiyon fraksiyonu arasında negatif korelasyon saptandı (sırasıyla p =
0.042, p = 0.025, p = 0.032, p = 0.044). Septal ve lateral MPI Alıcı İşlem
Karakteristikleri (ROC) eğrisi analizleri arasında fark tespit edilmedi ( p > 0.05).
Sonuç olarak, hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında klinik hipertansiyon
bulguları oluşmadan önce sol ventrikülde morfolojik değişikliklere eşlik eden sistolik
ve diyastolik fonksiyon bozuklukları olduğu doku Doppler görüntüleme ile
gösterilmiştir.
In our study, left ventricular structural and
functional changes are intended to identify that can be considered as predictors of
hypertension in normotensive children of hypertensive parents (NCHP) may develop
hypertension in the future. For this purpose, the left ventricular structure and function
were evaluated by conventional echocardiography methods such as M-mode, pulsed
wave Doppler (PWD) along with tissue Doppler imaging (TDI). These were
investigated the effectiveness of septal and lateral mitral annular tissue Doppler
myocardial performance index (MPI) data and whether there is one another
superiority. Ninety-two children with history of hypertension at least one of their
parents and 90 children without a history of parental hypertension (NCNP) were in
included study. Gender, age, weight, height and body mass index showed no
statistical difference between the groups (p>0.05). The mean systolic and diastolic
blood pressure values were higher in the NCHP group (respectively p = 0.003, p =
0.001, p < 0.001). Interventricular septum and left ventricular posterior wall
thickness and relative wall thickness (RWT) were higher in the NCHP group
(respectively p = 0.029 and p = 0.016, p = 0.041). Septal and lateral mitral annular
isovolumetric relaxation time (IRT) and myocardial performances index (MPI) with
TDI were higher (p <0.001, p <0.001, p = 0.001, p = 0.001), ejection time was
shorter (p = 0.015, P <0.02), septal isovolumetric contraction time (IVCT)
determined longer (p <0.002). There was positive correlation between both the lateral
and septal MPI with systolic blood pressure and a negative correlation with ejection
fraction (p = 0.042, p = 0.025, p = 0.032, p = 0.044). There was no differences
between Receiver Operator Characteristic (ROC) curve analysis of septal and lateral
MPI (p> 0.05). As a result, systolic and diastolic dysfunction that accompanied by
morphological changes in left ventricul were shown by TDI in normotensive
children of hypertensive parents, even if there are not signs of clinical hypertension.
2016-10-20T07:53:01Z
2016-10-20T07:53:01Z
2014
physicsThesis
Köşger P. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kardiyak fonksiyonların doku Doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Tıpta Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/658
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/881
2017-01-05T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-04T06:12:46Z
urn:hdl:11684/881
2002-2012 yılları arasında neonatoloji yoğun bakım ünitesinde saptanan fungal ajanlar ve klinik değerlendirilmesi
Soydemir, Şirin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
İnvaziv Fungal Enfeksiyon
Candida
Yenidoğan
Invasive Fungal Infection
Neonatology
İnvaziv fungal enfeksiyonlar, özellikle uzun süre
yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde yatan erken doğmuş veya düşük doğum ağırlıklı
bebeklerde görülebilen önemli hastane enfeksiyonlarından birisidir. Bu
enfeksiyonların çoğu Candida türleri ile ortaya çıkar. Genellikle yenidoğanlarda
yaygın kandida sepsisi şeklinde seyreder ve mortalitesi yüksektir. Bu çalışmada
2002-2012 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan steril bölge kültürlerinde mantar üremesi
olan hastaların klinik ve mikrobiyolojik olarak retrospektif değerlendirilmesi
amaçlandı. Hastalar Mikrobiyoloji labaratuar kayıtlarından tespit edilip, demografik,
mikrobiyolojik ve klinik verileri dosyalarından geriye dönük olarak incelendi.
Çalışma süresince toplamda 260 hastada fungal ajan tespit edildi. Bunlardan 172’si
steril vücut bölgelerinde mantar üremesi olan grup 1, 88’i kolonizasyon olan grup 2
idi. Hastaların tümünün Candida enfeksiyonu açısından en az bir risk faktörü vardı.
En sık rastlanan risk faktörleri önceden antibiyotik kullanımı (%93.1), total
parenteral nutrisyon (%60), mekanik ventilasyon (%56.9), önceki enfeksiyon
(%38.8), resüsitasyon (%25.4), umbilikal katater (%21.2), santral venöz katater
(%18.1) idi. İnvaziv enfeksiyonda en sık izole edilen tür C.albicans (%77.3). Nonalbicans
C. türleri arasında en sık görülen C.parapsilosis (%5.8) ve C.glabrata
(%5.8) idi. Hastaların hepsinde altta yatan hastalık mevcuttu. İnvaziv kandida
enfeksiyonlu hastalarda mortalite oranı %23.2 saptandı. Gestasyon haftası ve doğum
ağırlığının düşük olması, asfiksi, RDS, surfaktan tedavisi, NEC, mekanik ventilatör,
umbilikal ve santral katater, TPN, resüsitasyon, azol profilaksisi mortaliteyi arttıran
istatistiksel olarak anlamlı risk faktörleri idi. C.albicans ve non-albicans Candida
türleri arasında mortalite oranları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulunamadı (p>0.05). Non-albicans C.türlerinde C.albicans ile karşılaştırıldığında
invaziv girişimlerin daha çok uygulandığı ve RDS, BPD, NEC, ROP ve surfaktan
tedavisi gibi prematürite sorunlarının anlamlı yüksek görüldüğü tespit edildi.
Invasive fungal agents are one of the most important
nosocomial infections in those premature or low-birth-weight infants who have long
been hospitalized in Neonatology Intensive Care Unit. Most of such infections are
due to Candida species. They mostly appear to be common candida sepsis in
neonatals and mortality of the sepsis is high. The aim of this study was to
retrospectively assess clinical and microbiological results from those patients who
had proved positive fungal proliferation on sterile field culture and who had been
hospitalized in Neonatology İntensive Care Unit of medical faculty of Eskişehir
Osmangazi University between 2002-2012. Patients was picked up from
microbiological laboratory registration book. Demographic, clinical and
microbiological datas of the patients in the registration book were noted down.
During the period of the study, fungal agents were seen in 260 patients. Fungal
agents had proliferated on sterile body areas in 172 of 260. İn 88 of 260 there was
colonization. All of the patients had at least one risk factor with regard to Candida
infection. The most frequent risk factors were previous antibiotic use (%93.1), total
parenteral nutrition (%60), mechanical ventilation (%56.9), previous infection
(%38.8), resuscitation (%25.4), umbilical catheter (%21.2), central catheter (%18.1).
The most isolated species on cultivation was C.albicans (%77.3). The most frequent
non-albicans C. species were C. Parapsilosis (%5.8) and C. Glabrata (%5.8). All the
patients had underlying disease. Mortality rate in those who had invasive candida
infection was %23.2. Gestation week, low-birth-weight, asphyxia, RDS, surfactant,
NEC, mechanical ventilator, umbilical and central catheter, TPN, resuscitation, azole
prophylaxis were all statistically significant risk factors. There was no difference
between C.albicans and non-albicans C. species mortality rates (p>0.05). After being
compared with C. albicans, invasive procedures were more applied to those who had
non-albicans C species. Premature problems such as RDS, BPD, NEC, ROP and
surfactant use in the non-albicans C. group were significantly high.
2017-01-04T06:12:46Z
2017-01-04T06:12:46Z
2012
physicsThesis
Soydemir Ş. 2002-2012 yılları arasında Neonatoloji Yoğun Bakım Ünitesi’nde saptanan fungal ajanlar ve klinik değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013.
http://hdl.handle.net/11684/881
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/927
2017-01-17T01:00:39Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-16T08:16:34Z
urn:hdl:11684/927
Hipertansif ebeveynlerin normatansif çocuklarında homosistein düzeyleri
Acısu, Fatma Keleş
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Esansiyel Hipertansiyon
Kan Basıncı
Homosistein Düzeyi
Essential Hypertension
Blood Pressure
Homocysteine Levels
Çocukluk çağı hipertansiyonu erişkin dönemdeki kardiyovasküler sistem hastalıkları, kronik böbrek yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar için önemli bir risk faktörüdür. Hipertansiyonun patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır; etyolojide genetik ve çevresel birçok etken sorumlu tutulmuştur. Aile öyküsü, çocukluk çağında görülen esansiyel hipertansiyonda (EHT) önemli bir risk faktörü olarak gösterilmektedir. Hipertansif ebeveynlerin çocuklarının normotansif ebeveynlerin çocuklarına oranla daha yüksek kan basıncına sahip oldukları gösterilmiştir. Erişkinlerde ve çocuklarda hipertansiyon ile homosistein yüksekliğinin birlikteliğini ortaya koyan çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmada ise ailesinde EHT olan normotansif çocuklarda, hipertansiyon klinik olarak ortaya çıkmadan önce homosistein düzeylerinde değişiklik olup olmadığı araştırıldı. Bu amaçla 5-20 yaşları arasında ailesinde EHT olan 79 normotansif çocuk ile kontrol grubu olarak ailesinde EHT olmayan 72 normotansif çocuk çalışmaya alındı. KB değerleri tüm olgularda normal sınırlar içinde olmakla birlikte; 10 yaşından sonra ailesinde EHT olan çocuklarda kontrol grubundan yüksek saptandı (p<0.05). Plazma homosistein düzeyleri 5-9 yaş arası çocuklarda ailesinde EHT olan grup ile kontrol grubu arasında farklı değildi (p>0.05). Ailesinde EHT olan 10 yaş üzeri çocuklarda total homosistein (tHcy) düzeyleri kontrol grubundan yüksek saptandı (p<0.001). Ailesinde EHT olan çocuklarda tHcy düzeyleri ile sistolik ve diyastolik kan basınçları pozitif ilişkili (p<0.001), vitamin B12 ve folik asit düzeyleri ile negatif ilişkili bulundu (p<0.01). Sonuç olarak; çalışmamızda hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kan basıncı kontrol grubundan yüksek saptandı. Ayrıca bu çocuklarda hipertansiyon gelişmeden önce homosistein düzeyleri yüksek bulundu. Bu nedenle hipertansiyon başlamadan ve end organ hasarı meydana gelmeden önce ailesinde EHT olan çocuklarda homosistein düzeyi bakılmasının önemli olabileceği düşünülmüştür.
Childhood hypertension is a significant risk factor for cardiovascular diseases, chronic kidney failure and cerebrovascular diseases in adult ages. The pathogenesis of hypertension (HT) still remains unknown and it may result from complex interactions between many genetic and environmental factors. Family history is seen as an important risk factor for childhood essential hypertension. There are some studies showing adult and childhood hypertension in association with high homocysteine level. In this study, normotensive children with hypertensive parents have been examined about whether their plasma homocysteine levels were changed before hypertension clinically appeared. For this purpose, ranging in age from 5 to 20 years, 79 normotensive children with hypertensive parents and 72 normotensive children with non-hypertensive parents as control group have been included. With both groups having normal blood pressure (BP); after 10 years-old, children with hypertensive parents had higher BP than control group (p<0.05). Comparing 5-9 years old children with hypertensive parents to 5-9 years old children with non-hypertensive parents, plasma homocysteine levels were not different (p>0.05). In children older than 10 years old, plasma homocysteine levels in children with hypertensive parents were higher than control group (p<0.001). In the children with hypertensive parents, plasma homocysteine levels had positive relationship with systolic and diastolic BP (p<0.001) and had negative relationship with vitamin B12 and folic acid levels (p<0.01). After all, in this study, normotensive children with hypertensive parents have had higher BP levels than children with non-hypertensive parents. Also, in these children, homocysteine levels have been found high before they got HT. Therefore, it has been thought important to examine homocysteine levels before HT starts and end organ damage occurs.
2017-01-16T08:16:34Z
2017-01-16T08:16:34Z
2014
physicsThesis
Acısu Keleş, F. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında homosistein düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi. Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2014.
http://hdl.handle.net/11684/927
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/954
2017-01-28T01:00:33Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:36Z
urn:hdl:11684/954
Ekzojen obezitesi olan hastalarda total oksidatif stres ve total antioksidan kapasite düzeyleri; probiyotiklerin bu düzeylere etkisi
İpar, Necla
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Obezite
Antropometrik Ölçüm
TOS
TAK
Probiyotik
Obezite, enerji alınımının enerji harcanmasını aştığı
durumlarda vücutta aşırı yağ depolanması ile karakterize morbidite ve mortalite oranı
yüksek olan kronik inflamatuar bir hastalıktır. Alınan enerjinin azaltılması ve
aktivitenin arttırılması temeline dayanan standart tedavide başarı oranı düşük olup,
çocukluk çağı obezitesi büyük oranda erişkin dönemde de devam etmektedir. Standart
tedaviye ek olarak başka destek tedavilerinin bulunması yararlı olacaktır. Bu çalışma
ekzojen obezitesi olan hastalarda standart tedaviye ek olarak verilecek probiyotik
tedavisinin antropometri, biyokimyasal parametreler, sedimentasyon, CRP, TOS ve
TAK düzeyleri üzerine etkinliğini araştırmak amacı ile yaşları 5 ile 18 arasında 77
ekzojen obez ve kontrol grubu olan 40 sağlıklı çocukta yapıldı. Hastalar iki gruba
ayrılarak bir gruba diyet, diğer gruba diyet+probiyotik tedavisi verildi ve bir ay sonra
tekrar değerlendirildi. Hastalarda TOS değeri kontrol grubuna göre önemli derecede
yüksek bulundu. Diyet grubunda tedavi sonrası hastaların %64.2’si kilo verdi. Tüm
antropometrik ölçümlerde, sedimentasyon düzeyinde anlamlı azalma, TAK düzeyinde
anlamlı artma gözlendi. Diyet+probiyotik grubunda hastaların %71.4’ü kilo verdi. Bu
grupta da tüm antropometrik ölçümlerde, total kolesterol, LDL-K ve TOS düzeylerinde
anlamlı derecede azalma saptandı. Diyet+probiyotik verilen obez hasta grubunda tedavi
sonrası VA, VKİ ve CKK’da azalma oranının diyet verilen gruba göre önemli derecede
yüksek, TOS düzeylerinin ise önemli derecede düşük olduğu görüldü. Bu çalışmadan
elde edilen sonuçlar, hastaların tek hekim tarafından iyi aydınlatılarak yakın takibinin
tedavide etkin olduğunu, diyet+probiyotik verilen grupta antropometrik ölçümler ve
total oksidatif stres düzeyinde daha fazla azalma olduğunu göstermiştir. Başka
çalışmalarla da desteklenmesi durumunda ekzojen obez hastalarda standart tedaviye ek
olarak probiyotik tedavisinin de verilebileceği düşünülmüştür.
2017-01-27T13:14:36Z
2017-01-27T13:14:36Z
2013
physicsThesis
İpar, N. Ekzojen obezitesi olan hastalarda total oksidatif stres ve total antioksidan kapasite düzeyleri; probiyotiklerin bu düzeylere etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/954
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/958
2017-01-28T01:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:50Z
urn:hdl:11684/958
Tip 1 dm tanısı ile izlenen çocuk ve adölesan hastalarda karaciğer laboratuvar bulguları
Göbüt, Nur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Tip 1 DM
NAFLD
Hepatik Glukojenoz
Lipid
Obezite
Obesity
Type 1 DM
Hepatic Glycogenosis
Tip
1 diabetes mellitus‟lu (DM) hastalarda gözlenen karaciğer hastalığı bulguları
karaciğer transaminazlarında yükselme, karaciğerde glikojen birikimi, non-alkolik
yağlı karaciğer hastalığı (NAFLD) ve hepatomegali olarak tanımlanmaktadır.
Araştırmamıza yaşları 2-18 yıl arasında değişen 93 kız, 95 erkek 188 tip 1 DM‟li
çocuk ve adölesan dahil edildi. 10 hastada (%5) yüksek ALT düzeyi (ALT≥40),
ultrasonografi ile 45 hastada (% 24) hepatosteatozis, hepatosteatozisli yedi hastada
yüksek ALT düzeyi, yüksek ALT düzeyi olanların 7‟sinde hepatosteatozis saptandı.
ALT düzeyi yüksek seyreden bir hastada biyopsi ile hepatik glukojenoz gösterildi.
109 hastada HbA1c >7,5 idi. Ġyi ve kötü glisemik kontrolü olanlar arasında
hepatosteatozis sıklığı ve ALT düzeyleri farklı değildi. 19 hastada (% 10) obezite,
obezlerin % 47‟sinde hepatosteatozis saptandı. Obezlerde hepatosteatozis sıklığı ve
ALT düzeyleri daha yüksek idi. Obezlerde günlük insülin dozu yüksek iken, vücut
kitle indeksi (VKĠ) ile günlük insülin dozu arasında pozitif korelasyon saptandı.
Hepatosteatozisli hastalarda VKĠ ve ALT düzeyleri daha yüksek iken, trigliserid
(TG), HDL-C, HbA1c düzeyleri farklı değildi. Yüksek ALT düzeyi olanlarda vücut
ağırlığı (VA), VKĠ, AST ve TG düzeyleri daha yüksek, HDL-C düzeyi düşük
saptandı. Hipertrigliseridemi saptanan hastalarda (n=34) ALT düzeyleri yüksek iken,
hepatosteatozis sıklığı farklı değildi. HDL-C düşüklüğü olanlarda (n=9), ALT
düzeyleri daha yüksek idi. Sonuç olarak, tip 1 DM‟li çocuklarda artmış yüksek ALT
düzeyleri ve NAFLD sıklığı olduğu saptanmıştır. Bu karaciğer hastalığı bulgularına
direkt olarak glisemik kontrolün etkisi saptanmazken, obez hastalarda; bu bulguların
daha sık olması ve kullanılan insülin dozunun daha yüksek olması; diabet
hastalığının tedavisinde birbirleri ile yakın ilişkili olan beslenme ve anabolizan bir
hormon olan insülinin bu karaciğer hastalığı bulgularının ortaya çıkmasında etkili
olduğunu düşündürmüştür.
Liver findings in patients diagnosed
with type 1 diabetes mellitus (DM) are defined with elevated liver transaminase,
hepatic glycogenosis, non-alcoholic fatty liver disease (NAFLD) and hepatomegaly.
A hundred eighthy-eight patient with type 1 DM (93 female and 95 male; aged
between 2 and 18 years) were included in this study. In 10 patients (%5), ALT levels
were high (ALT≥40). Hepatosteatosis was determined in 45 patients (%24) by using
ultrasonography. Seven patients with hepatosteatosis had elevated ALT levels and
seven patients with elevated ALT levels, hepatosteatosis were determined. One
patient with persistent elevated ALT had biopsy proven hepatic glycogenosis. HbA1c
levels were more than % 7.5 in 109 of the patients. The frequencies of
hepatosteatosis and elevated ALT levels were not different between patients with
good and bad glycemic control. Hepatosteatosis was found in 19 obese patients (%
10). In obese patients, the frequencies of elevated ALT levels and hepatosteatosis
were higher. The daily insulin dosage was higher in obese patients than non obese
patients. A positive correlation was determined between body mass index (BMI) and
daily insulin dosage. BMI and ALT levels were higher in patients with
hepatosteatosis than in patients without hepatosteatosis. However, TG, HDL-C,
HbA1c levels showed no significant difference between in these groups. On the other
hand; BMI, AST and TG levels in patients with elevated ALT levels were found to
be higher, HDL-C levels were found to be lower. While ALT levels in patients with
hypertriglyceridemia (n=34) were high; the frequency of hepatosteatosis was not
different. ALT levels were higher in the 9 patients with low level of HDL-C. In
conclusion, children with DM have higher frequency of hepatic disease findings,
such as NAFLD and elevated ALT levels. The glycemic control is not directly
effective on these findings. However, the high frequency of these findings and higher
dosage of insulin usage in obese diabetics suggest that the role of the nutrition and
the anabolic effect of the insulin may be closely related with a high frequency of
liver findings in diabetic children.
2017-01-27T13:14:50Z
2017-01-27T13:14:50Z
2012
physicsThesis
Göbüt, N. Tip 1 DM tanısı ile izlenen çocuk ve adölesan hastalarda karaciğer laboratuvar bulguları. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/958
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/959
2017-01-28T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-01-27T13:14:53Z
urn:hdl:11684/959
Eskişehir kırka yöresinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki çocuklarda kan bor düzeyinin ölçülmesi
Ulusoy, Hüseyin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Kırka
Çocuk
Bor Düzeyi
Children
Boron Level
Bor canlılarda önemli görevleri olan eser elementtir. Ancak bu eser element ile ilgili çocuklarda yapılmış araştırmalar sınırlıdır. Çalışmamızda Eskişehir Kırka beldesinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki 7-14 yaş arasındaki çocukların kan bor düzeyinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Çalışma Kırka yöresinde aileleri tarafından onay verilen 7-14 yaş arası 329 çocuk ve Kırka yöresi dışında yaşayan kontrol grubundaki 90 çocukta yapılmıştır. Çalışmaya alınanlardan 1 ml venöz kan örnekleri alındı. Örnekler çalışma günü kapalı fırınlarda yakıldı, Kimyasal işlemler sonrasında kan bor düzeyi ölçümü kolorimetrik spektrofotometri ile yapıldı. Çalışma sonucu veriler SPSS 15.0 ve SigmaStat 3.5 paket programları kullanılarak analiz edildi. Çalışmada toplam 429 çocuğun kan bor düzeyi ölçüldü. Tüm çocukların kan bor düzeyinin 0,2-2,22 mg/L arasında değiştiği, Kırka bölgesindeki çocukların kan bor düzeyinin ortalama 0,85 ± 0,35 mg/L, ortanca 0,78mg/L olduğu, kontrol grubunda yer alan 90 çocuğun kan bor düzeyinin ortalama 0,79 ± 0,34 mg/L, ortanca 0,75 mg/L olduğu saptandı. Kırka bölgesinde yaşayan çocuklarda kan bor düzeyi normal düzeylerde bulunmasına rağmen, kontrol grubundaki çocuklarla karşılaştırıldığında daha yüksek saptandı. Ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı(p>0,05). Kan bor düzeyi cinsiyet ile ilişkili bulunmadı( p>0,05). Kırka köylerinden olan Karaören köyünde yaşayan çocukların kan bor düzeyinin ortanca 1,04 mg/L ile en yüksek yine Kırka köylerinden olan Kümbet köyündeki çocukların kan bor düzeyinin ortanca 0,71 mg/L ile en düşük olduğu saptandı. Bu iki yerleşim yeri arasında kan bor düzeyi açısından istatistiksel olarak fark saptandı(p<0,05). Kırka bölgesindeki çocukların kan bor düzeyinin kontrol grubundaki çocuklara göre hafif yüksek olması çevreden bora maruz kalmaya bağlı olabileceği düşünüldü.
Boron is an important and essential trace element in living organism. Clinical studies about the boron during childhood are limited. The aim of our study was to evaluate blood boron levels in school-childen aged between 7 to 14 years-old, living in environ of boron mine in Eskisehir, Kırka. Study group consist of 329 children aged between 7 to 14 years old, living in Kırka area, and 90 children living in the out of Kırka region (serve as control group), with their parental consent. Blood samples (1 ml per child) were taken. The blood samples were put in a closed oven for heating. After chemical analysis. Blood boron level was measured by colourimetric spectrophotometry. Statistical analysis has been performed with SPSS 15.0 and SigmaStat 3.5 package programs. In our study period, blood samples of 429 children have been evaluated. Blood boron levels varies between 0.2 to 2.22 mg/L in whole study group. The mean and median blood boron levels in Kırka region was 0.85 ± 0.35 mg/L and 0.78 mg/L, respectively. The mean and median blood boron levels in control group (n=90) was 0.79 ± 0.34 mg/L and 0.75 mg/L, respectively. While the blood boron levels in Kırka area are in the normal ranges, they are slightly higher than control groups, however without statistical difference (p>0.05). Blood boron levels are also not related with gender difference (p>0.05). Highest blood boron levels (median 1.04 mg/L) have been observed in Karaoren village area in Kırka, and lowest levels have been observed in Kümbet village area as media 0.71 mg/L. Blood boron levels were significantly higher in Karaören village area than the Kümbet village area (p<0.05). Slightly higher blood boron levels which observed in Kırka area might be related with an exposure of boron from the environment.
2017-01-27T13:14:53Z
2017-01-27T13:14:53Z
2012
physicsThesis
Eskişehir Kırka yöresinde bor madeni çevresinde yaşayan ilköğretim çağındaki çocuklarda kan bor düzeyinin ölçülmesi EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/959
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1063
2017-07-13T00:00:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-07-12T05:26:21Z
urn:hdl:11684/1063
10-24 yaş arası adölesan ve genç erişkinlerde meningokok taşıyıcılığı sıklığı, serogrup dağılımı ve taşıyıcılık ile ilişkili risk faktörleri ile belirlenmesi
Tekin, Rahmi Tuna
TR180364
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Niesseria Meningitidis
Taşıyıcılık
Carriage
İnvazif meningokok enfeksiyonları tüm dünyada menenjit ve sepsisin en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Meningokok enfeksiyonlarında taşıyıcılık oranlarının ve serogrupların belirlenmesinin invaziv enfeksiyon epidemiyolojisi ile yakın ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç Bu amaç ile ile ile ülkemizde adölesan ve genç erişkinlerde nasofaringeal Neisseria meningitidis taşıyıcılığı sıklığının belirlenmesi ve izolatların serogrup tayinin yapılması planlandı. Çalışmaya 12 ilden 13 merkez dahil edildi ve her merkez nüfus sayısı doğrultusunda,10-24 yaş arasında, her yaştan eşit sayıda erkek ve kadın olacak şekilde toplam 1518 olgu aldı. Olguların boğaz sürüntüsü alındı ve taşıyıcılık risk faktörleri açısından anket uygulandı. Sonuç olarak 1518 olgunun 96’sında (%6,3) taşıyıcılık saptanmış olup serogrup A taşıyıcılığı oranı %0.3, serogrup B taşıyıcılığı %0.6, NG taşıyıcılık oranı %0.9, serorgup W taşıyıcılık oranı %4.2, serogrup Y taşıyıcılık oranı ise %0.3 olarak saptandı. Risk faktörleri içinde yer alan dershaneye gidip gitmediği, yurt ya da evde kalma öyküsü, yurt ya da öğrenci evinde kalmanın, askerlik durumu, son 1 yıl içerisinde aynı evde yaşayan kişilerden ya da kendisinin Ümre/Hac ya da Suudi Arabistan’a seyahat öyküsü, sigara kullanımı, kafe-sinema-bar-stat-alışveriş merkezi gibi toplu taşıma yerlerine gidiş sıklığı, son 3 ay içerisinde üst solunum yolu enfeksiyonu geçirme öyküsü olarak saptandı. Bu çalışma ile ülkemizde taşıyıcılık oranının %6,3 olduğunu, sanılınanın aksine bizim ülkemizde de taşıyıcılık adölesan pikinin var olduğunu, taşıyıcıların ise %66.6 oranında en sık serogrup W olduğunu, son 1 yıl içerisinde aynı evde yaşayan kişilerden ya da kendisinin Ümre/Hac ya da Suudi Arabistan’a seyahat öyküsü olmanın (p:0.04) ve son 3 ay içerisinde üst solunum yolu enfeksiyonu geçirmenin (p:0.013) taşıyıcılık için istatistiksel olarak anlamlı şekilde risk oluşturduğunu göstermektedir.
Invasive meningococcal infections are one of the most important reasons of meningitis and sepsis worldwide. Identification of the carriage rate and serogroup of meningococcal infection have been shown to be closely related to epidemiology of invasive infections. In this study, nasopharyngeal carriage of Neisseria meningitidis and serogroup determination in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and in adolescents and young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned. young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned.young adults was planned. The study involved 13 centers in 12 province, according to resident number each center received a total of 1518 cases in equal number of men and women between 10-24 years of age. Throat swabs was taken and a questionnaire for the carriage risk factorswas conducted. As a result, 96 of 1518 patients (6.3%) carrier determined as serogroup A carrier rate of 0.3%, serogroup B carriers 0.6%, NG carrier rate of 0.9%, serogroup W carriage rate is 4.2%, serogroup Y carriage rate is 0.3% respectively. Risk factors determined as to be in a classroom, stay in dormitory or student residence, military status, living in a home with people who traveled Umran / Hajj or Saudi Arabia last year, smoking, the frequency of bar-cafe-theater-stadium-mall visits and medical history of upper respiratory infections in the last 3 months. This study shows 6.3% carrier rate, contrary to the common blief adolescent carrier peak, with the carrier rate of 66.6% the most common serogroup is W, living in a home with people who traveled Umran / Hajj or Saudi Arabia last year (p = 0.04) and medical history of upper respiratory infections in the last 3 months (p = 0.013) statistically significant risk factors for carriage in our country.
2017-07-12T05:26:21Z
2017-07-12T05:26:21Z
2016
physicsThesis
Tekin, RT. 10-24 yaş arası adölesan ve genç erişkinlerde meningokok taşıyıcılığı sıklığı, serogrup dağılımı ve taşıyıcılık ile ilişkili risk faktörleri ile belirlenmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1063
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1105
2017-08-22T00:00:40Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-08-21T12:19:02Z
urn:hdl:11684/1105
Sigara içen ve/veya maruz kalan çocuklarda karotis intima media kalınlığı ve karotis arter duvar sertliğinin kontrollerle karşılaştırılması
Bozdağ, Özkan
ID185967
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Sigara
Ateroskleroz
Karotis İntima-Media Kalınlığı
Arter Duvar Sertliği
Smoking
Atherosclerosis
Carotis Intima-Media Thickness
Arterial Stiffness
Sigara içmek kadar pasif
içicilik de önemli sağlık problemlerine neden olmaktadır. Karotis intima-media
kalınlığı (KİMK) ve arter duvar sertliği (ADS) ateroskleroz riskinin belirlenmesinde
kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmada sigara içen ve maruz kalan çocuklarda
KİMK ve arter duvar sertliği kontrollerle karşılaştırılarak sigaranın subklinik
ateroskleroz üzerine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada yaşları 14-17 arasında değişen,
2358 adölesana anket yoluyla ulaşıldı. Çalışmaya gönüllülük esasıyla katılan 802
çocuktan idrar ve kan örnekleri alınarak, kan lipidleri, açlık kan şekeri, insülin ve
idrar kotinin düzeyleri çalışıldı. Katılımcılar idrar kotinin düzeylerine göre üç gruba
ayrıldı; kotinin değeri 300’ün üzerinde ölçülenler; sigara içenler (n:117), 300’ün
altında ölçülenler; pasif içiciler (n:118) ve ölçülemeyecek kadar az olanlar sigaraya
maruz kalmayanlar (n:120). Dışlama kriterleri uygulandıktan sonra, 355 katılımcının
KİMK, nabız dalga hızı ve augmentasyon indeksi ölçüldü. Gruplar arasında, yaş,
cinsiyet, boy, vücut ağırlığı, sistolik ve diyastolik kan basınçları açısından
istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. KİMK ve arter duvar sertliği
parametreleri yaş ve cinsiyete göre değişim göstermedi (p>0.05). Her iki karotis
arterden alınan minimum, ortalama ve maksimum KİMK değerleri ile arter duvar
sertliği parametrelerinin hepsi, sigara içen grupta diğerlerine (p<0.001), pasif
içicilerde de maruz kalmayanlara göre anlamlı yüksek saptandı (p<0.001). Evdeki
tüm bireylerin sigara içtiği ortamda yaşayan pasif içicilerin karotis intima-media
kalınlıklarından sağ KİMK ortalama, sol KİMK ortalama, maksimum, minimum
değerleri ve arter duvar sertliği değişkenlerinden nabız dalga hızı diğer gruplara göre
anlamlı olarak artmış saptandı (p <0,05). Bu çalışma, sigara kullanımı ve pasif
içiciliğin, çocukluk çağında subklinik ateroskleroza neden olabileceğini göstermiştir.
Cigarette smoking leads serious health problems furthermore passive smoking
is also hazardous. Carotid intima media thickness (CIMT) and arterial stiffness are
come into use to identify atherosclerosis risk and an early warning of myocardial
infarction and stroke. In our study, CIMT and arterial stiffness in smoking and
passive smoking group compare with non-smokers to clarify subclinical
atherosclerosis. We reached 2358 adolescents, aged 14-17 years, by questionnaires.
802 blood and urine samples from volunteers were collected for serum cholesterols,
fasting glucose, insulin and urine cotinine. Participants divided into 3 groups
according to cotinine results; cotinine value above 300 grouped as smokers (n:117),
under 300 as passive smokers (n:118) and immeasurable values as non-smokers
(n:120). After carry out the exclusion criterias, CIMT, pulse wave velocity and
augmentation index evaluated in 355 participants respectively. There’s no
statistically significant difference between groups by age, sex, body weight, height,
BMI, systolic and diastolic blood pressures. CIMT and arterial stiffness did not differ
among age and sex (p>0.05). CIMT measurements obtained from both left and right
carotis artery, all of the mean, minimum and maximum scale assesements showed
CIMT thickens in passive smokers compare to non-smokers and similar relation
found between smokers to other groups (p<0.001). Arterial stiffness parameters also
increases among groups (p<0.001). In passive smoking group, children have
statistically significant thicker right mean, left minimum, mean and maximum CIMT
if the both parents and siblings smokes compare with just one smoker in the house
(p<0.001). These results indicate ,even in the early ages, smoking is a major risk
factor for subclinical atherosclerosis and passive smoking is as vital as first hand
smoking.
2017-08-21T12:19:02Z
2017-08-21T12:19:02Z
2017
physicsThesis
Bozdağ Ö. Sigara İçen ve/veya Maruz Kalan Çocuklarda Karotis İntima Media Kalınlığı ve Karotis Arter Duvar Sertliğinin Kontrollerle Karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1105
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1106
2017-08-22T00:00:07Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2017-08-21T12:19:04Z
urn:hdl:11684/1106
Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde nöbet nedeni ile izlenen olguların 5 yıllık değerlendirilmesi
Gündüz, Murat
TR107172
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Yenidoğan
Konvülziyon
Epilepsi
Nöbet
Neonatal
Convulsion
Epilepsy
Seizure
Bu çalışmada; yenidoğan yoğunbakım ünitesi’ne Ocak 2010-Ocak 2015 tarihleri arasında, nöbet nedeniyle başvuran ve yatırılarak takip edilen 0-28 gün aralığındaki vakaların demografik özellikleri ve etiyolojik nedenlerinin belirlenmesi amaçlandı. Yenidoğan yoğunbakım ünitesi’ne yatırılarak takip ve tedavileri yapılan 972 vakanın 100’üne (%10.2), yenidoğan nöbeti tanısı konmuştu. Nöbet geçiren vakaların yaş, cinsiyet, ailede epilepsi, akraba evliliği öyküsü, prenatal, natal, postnatal özellikleri, nöromotor gelişimleri, nörolojik muayeneleri, etiyolojilerini aydınlatmak amaçlı kan, idrar, Beyin Omurilik Sıvısı tetkikleri, Elektroensefalogram, ve Beyin Tomografisi, Transfontanel Ultrasonografi ve kraniyal MR gibi görüntüleme çalışmaları vaka dosyalarından derlenip incelendi. Vakaların % 53’ü erkek, %47’si kız, ortalama nöbet geçirme yaşı 6.1± 6.7 gün olarak saptandı.Vakalarımızda en sık görülen iki nöbet tipi sırasıyla subtle (%41), miyoklonik (%23) iken, nöbetlerin kontrolü için en sık kullanılan iki antiepileptik ilaç fenobarbital (%77.8) ve fenitoin (%51.5)’di. Nöbet etiyolojilerine bakıldığında Hipoksik-iskemik ensefalopati %41 sıklıkla en sık nöbet nedeni olurken, MSS malformasyonları %16 sıklıkla 2. sırada yer almaktaydı. Epilepsi gelişen vakalarda en sık etiyolojik nedenler sırasıyla Hipoksik iskemik ensefalopati %27, Merkezi Sinir Sistemi malformasyonları %21.6 ve İntrakraniyal kanamalar %18.9 şeklindeydi. Yenidoğan nöbeti nedeniyle takip ettiğimiz vakalarımızda normal nöromotor gelişim %23, sekel %44 ve mortalite %21 olarak gözlendi. Epilepsi sıklığı tüm vakalar arasında %37 olarak bulundu. Vakaların nörokognitif fonksiyonları AGTE ile değerlendirildi ve %28'inde yaşıtlarına göre göre gelişim geriliği saptandı. Sonuç olarak prenatal, natal, postnatal süreçler ve etiyolojik nedenin belirlenmesi prognozun öngörülmesine katkıda bulunmaktadır.
The purpose of this study is to determine the demographic features and etiologic causes of neonatal intensive care unit cases between 0-28 days, who were admitted and followed up for convulsions between January 2010 and January 2015. Newborn seizure was diagnosed in 100 of the 972 cases (10.2%) where follow-up and treatment were done in the newborn intensive care unit. Blood, urine, brain spinal fluid tests, electroencephalogram and brain tomography, transfontanel ultrasonography and cranial MR imaging to elucidate the etiology of neuromotor development, neuromotor development, neurological examination, age, gender, family history of epilepsy and cross cousin marriage, perinatal, natal and postnatal characteristics were compiled from the case files. 53% of the cases was male, 47% was female and mean age of seizure was 6.1 ± 6.7 days. Two of the most common seizure types in our cases were subtle (41%) and myoclonic (23%), respectively, while the two most commonly used antiepileptic drugs for seizure control were phenobarbital and phenytoin. Hypoxic-ischemic encephalopathy was the most frequent cause of seizure in 41% of the cases, and SSS malformations were the second most frequent cause of seizure etiology. In epilepsy cases, the most common etiologic causes were hypoxic ischemic encephalopathy in 27%, central nervous system malformations in 21.6% and intracranial hemorrhages in 18.9%. In cases followed up for neonatal seizures, normal neuromotor development was detected as 23%, sequela as 44% and mortality as 21%. The frequency of epilepsy was 37% among all cases. The neurocognitive functions of the cases were assessed with AGTE and 28% had a developmental retardation according to their peers. In conclusion, it was thought that prenatal, natal, postnatal processes and etiologic reasons in neonatal convulsions could contribute to foresee the prognosis.
2017-08-21T12:19:04Z
2017-08-21T12:19:04Z
2017
physicsThesis
Gündüz, M. Yenidoğan Servisinde Nöbet Nedeni ile İzlenen Olguların 5 Yıllık Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1106
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1247
2018-01-10T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-01-09T07:45:17Z
urn:hdl:11684/1247
Tekrarlayan hışıltılı süt çocuklarında mycoplasma pneumoniae ve clamidia pneumoniae etkenlerinin sıklığı ve atopi ilişkisi
Bozan, Gülçin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hışıltı
Mycoplasma Pneumoniae
Chlamydia Pneumoniae
API (Astım Prediktif Indeks)
Wheezing
API (Asthma Predictive Index)
Hışıltılı çocuklarda; etyolojide en sık neden solunum yolu enfeksiyonlarıdır. Solunum yolu virüsleri (özellikle RSV) ve Chlamydia Pneumonia ve Mycoplasma Pneumonia gibi bazı bakteriler insanlarda alt solunum yollarına ulaştıklarında doku hasarı ve enflamasyonu başlatarak geçici hava yolu aşırı duyarlılığına ve hışıltıya neden olabilmektedir. Atipik etkenlerin astım ile ilişkisi olduğu gösterilmiş ve niteliği sıklıkla tartışma konusu olmuştur. Erken çocukluk döneminde de astımın ilk bulgusu da çoğunlukla hışıltıdır. En az bir hışıltı atağı veya tekrarlayan hışıltısı olan çocuklarda astım riskini saptamak için major ve minör kriterler düzenlenerek astım prediktif indeks (API) oluşturulmuştur. Tekrarlayan hışıltısı olan süt çocuklarında atopi ile atipik bakteri enfeksiyonlarının ilişkisini araştırmak amacıyla; 2 yaş altı kriterlerimize uygun 58’i erkek 32’ si kız hasta çalışmaya alındı. Yapılan değerlendirmelerin sonucunda 56 hastada (%62.2) API pozitif, 34 hasta da (%37.8) negatif olarak değerlendirildi. Hastalardan alınan kan örneklerinde M. Pneumonia ve C. Pneumoniae için ELISA ve PCR yöntemi ile enfeksiyon varlığı araştırıldı. Her iki enfeksiyonun incelenmesi sonucunda hayatın ilk yılına göre, 2. yılında (12-24 ay arası) anlamlı derecede daha fazla enfeksiyon saptandı. Ancak hastaların her iki enfeksiyonun varlığı ve API pozitifliği yönünden karşılaştırması yapıldığında istatistiksel olarak herhangi bir anlamlı sonuca ulaşılamadı. Sonuç olarak; API bağımsız olarak 0-2 yaş grubundaki hışıltılı çocuklarda subgrup analizi yapıldığında özellikle 1-2 yaş aralığında bu etkenlerin varlığı istatistiksel olarak anlamlı saptandı. Bu gruptaki hışıltılı çocuklarda; bu iki mikroorganizmanın varlığı akılda tutulmalıdır. Her iki enfeksiyon ajanı için de hayatın 2. yılında istatistiksel olarak anlamlı bir artış olduğunu ve bu hastaların tekrarlayan hışıltı atakları geliştirebileceğini saptadık.
In wheezy children; the etiology of respiratory tract infections are the most common cause. Respiratory viruses (particularly RSV) and Chlamydia Pneumonia and Mycoplasma Pneumonia as some bacteria temporary airway launching the underlying tissue damage and inflammation when they get into the respiratory tract in humans can cause hypersensitivity and wheezing. Atypical infections have been shown to be associated with asthma and nature has been often the subject of debate. The first symptoms of asthma in early childhood is often wheeze. At least one wheezing episode or recurrent wheezing with asthma risk in children to determine the major and minor criteria for organizing asthma predictive index (API) was created. Recurrent wheeze and atopy in infants in order to investigate the relationship between atypical bacterial infections; 2 years of age in accordance with our criteria 58 male 32 female patients have enrolled in the study. As a result of evaluation in 56 patients (62.2%) API positive in 34 patients (37.8%) were assessed as negative. In blood samples taken from patients ELISA and PCR for M. Pneumonia and C. Pneumoniae the presence of infection with it was investigated. According to both infections at the examination of the first year of life, in year 2 (12-24 months) were significantly more infections. However, when both patients, the infection and the comparison made in terms of positivity AP could not reach any statistically significant results. As a result; API is independently performed subgroup analysis in children with wheezing in the 0-2 age group, especially in the presence of these factors was statistically significant in the 1-2 age range. wheezy children in this group; The presence of these two microorganisms should be kept in mind. Both infection agent is also a statistically significant increase in life and 2. years we found that these patients can develop recurrent wheezing.
2018-01-09T07:45:17Z
2018-01-09T07:45:17Z
2016
physicsThesis
Bozan, G. Tekrarlayan hışıltılı süt çocuklarında Mycoplasma Pneumoniae ve Chlamydia Pneumoniae etkenlerinin sıklığı ve atopi ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1247
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1309
2018-02-09T01:00:07Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-02-08T11:55:56Z
urn:hdl:11684/1309
Preterm bebeklerin ilk gün snappe-II skorları ile serum inflamatuar sitokin profilinin prognoz üzerine belirleyiciliğinin NTISS skoru ile değerlendirilmesi
Yorgancı, Burçin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Sitokin
Skorlama
Fetal İnflamatuar Yanıt
Prematürelik Morbiditeleri
Cytokine
Scoring
Fetal Inflammatory Response
Morbidity
Prematur
Preterm doğumu tetikleyen başlıca nedenler arasında antenatal enfeksiyonlar ve fetomaternal yüzdeki inflamasyon yer alır. Neonatal mortalite ve morbiditenin erken dönemde belirlenebilmesi için çeşitli skorlama sistemleri geliştirilmiştir. “Score for Neonatal Acute Physiology-Perinatal Extension-II (SNAPPE-II) yenidoğanlarda yaşamın ilk 12 saatine ait verileri kullanarak mortalite riskini belirleyen bir skorlamadır. Neonatal Therapeutic Intervention Scoring System (NTISS) ise hastalık ciddiyetini belirlemede kullanılan bir göstergedir. Bu çalışmada erken postnatal dönemde bakılan proinflamatuvar sitokin düzeyleri ile SNAPPE-II ve NTISS skorlarının birbirleriyle ve neonatal mortalite ve morbiditelerle ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Yenidoğan Yoğunbakım Ünitesine Nisan 2013-Şubat 2014 tarihleri arasında yatırılan gestasyonel yaşı <34 hafta olan bebekler çalışmaya alındı. Tüm hastalardan postnatal 1. ve 4. günlerde alınan venöz kan örneğinden IL-1β, IL-2, IL-6, IL-8, IL-10, TNF-α, IFN-γ, GM-CSF düzeyleri çalışıldı. Hastaların prenatal ve postnatal klinik özelliklerinin yanı sıra SNAPPE-II ve 1.,7., 14. gün NTISS skorları kaydedildi. NEK, BPD, ROP, Klinik ve Kesin sepsis birlikte değerlendirildiğinde mortalite belirlemede en yüksek risk faktörünün Kesin sepsis olduğu ve bu vakalarda mortalite riskinin kesin sepsis olmayan gruba gore 32 kat arttığı gösterilmiştir. Sitokinlerden IL-6 ve IL-8’in SNAPPE ve NTISS skorlamasıyla birlikte kullanımının, sadece skorlama veya sadece sitokin kullanımına kıyasla BPD, Klinik Sepsis ve Kesin Sepsis belirleme gücünün istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı. Sonuç olarak pretermlerde morbidite ve mortalite tayin etmede sitokin ve skorlamaların birlikte kullanımının, hem prognoz hemde erken tanı ve tedavi yaklaşımı sağlamak açısından yararlı olabileceği düşünülmektedir.
Antenatal infections and inflammations in the fetomaternal site are the most common reasons of preterm delivery. Several scoring systems developed in order to predict the mortality and morbidity in earlier period. Score for Neonatal Acute Physiology-Perinatal Extension II (SNAPPE-II) is a scoring system which uses the data obtained during the first 12 hours of postnatal period in order to predict the mortality rates. Neonatal Therapeutic Intervention Scoring System (NTISS) is another scoring system indicates severity of the treatment. In this study, we aimed to compare proinflammatory cytokine levels with SNAPPE-II and NTISS with SNAPPE-II in terms of their relationship with mortality and morbidity. Fourty patients who admitted to Eskisehir Osmangazi University Hospital Neonatal Intensive Care Unit between April 2013 and February 2014 were included in this study. IL-1β, IL-2, IL-6, IL-8, IL-10, TNF-α, IFN-γ and GM-CSF were studied from venous blood sample on 1st and 4th day of postnatal period. Prenatal and postnatal clinical status of the patients were recorded as well as SNAPE-II and 1st, 7th and 14th day NTISS scores. There wasn’t any other significant difference between 1st and 4th days. When NEC, BPD, ROP, clinical sepsis and culture-proved sepsis were assessed in terms their association with mortality; it was observed that culture-proven sepsis parameter was the most significant one. Mortality risk was found 32 fold increased in patients with culture-proven sepsis. Use of IL-6 and IL-8 parameter in combination with SNAPPE and NTISS scoring systems was more efficient in terms of predicting BPD, clinical sepsis and culture-proven sepsis compared with use of scoring systems or cytokine levels alonene. As a result; we can assert that use of cytokine levels and scoring systems in combination can be useful in predicting the prognosis, early diagnosis and treatment planning.
2018-02-08T11:55:56Z
2018-02-08T11:55:56Z
2016
physicsThesis
Yorgancı, B. Preterm bebeklerin ilk gün SNAPPE-II skorları ile serum inflamatuar sitokin profilinin prognoz üzerine belirleyiciliğinin NTISS skoru ile değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2016.
http://hdl.handle.net/11684/1309
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1474
2018-04-14T00:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-04-13T05:49:50Z
urn:hdl:11684/1474
Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında osilometrik yöntem ile arteriyel sertlik ve merkezi kan basıncının değerlendirilmesi
Yıldırım, Cansu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hipertansiyon
Nabız Dalga Analizi
Çocuk
Hypertension
Pulse Wave Analysis
Child
Ailede hipertansiyon öyküsü olan çocukların daha yüksek kan basıncına sahip olduğu ve hipertansif patofizyolojik değişikliklerin klinik bulgulardan önce başladığı gösterilmiştir. Çalışmamızda hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında (HENÇ) merkezi kan basıncı ve arteriyel sertlik belirteçlerinden olan nabız dalga analizi yapılarak normotansif ebeveynlerin normotansif çocukları (NENÇ) ile karşılaştırılmak suretiyle erken dönem hipertansif bulguların ve hedef organ değişikliklerinin varlığı araştırıldı. Ebeveynlerinden en az birinde esansiyel hipertansiyon öyküsü olan 7-18 yaşlar arasında 112 normotansif sağlıklı çocukta osilometrik yöntem ile 24 saatlik ambulatuvar nabız dalga analizi monitörizasyonu uygulandı ve kontrol grubu olarak ebeveynleri normotansif olan, yaş ve cinsiyet eşlemeli 101 çocuk (NENÇ) ile karşılaştırıldı. Olgularda açlık glukoz, insülin ve lipid değerleri çalışıldı. Antropometrik veriler ve çalışılan kan örnekleri her iki grupta benzerdi (p>0,05). HENÇ grubunda ortalama NDH, merkezi sistolik kan basıncı (mSKB), merkezi diyastolik kan basıncı (mDKB), SKB, DKB, ortalama arteryel kan basıncı kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu (sırasıyla p<0,001, p=0,002, p=0,008, p=0,001, p=0,005, p=0,001). Tüm yaş gruplarında HENÇ‟lerde NDH daha yüksek bulundu (p<0,001). Her iki ebeveyni hipertansif olan çocukların NDH değerleri, ebeveynlerinden sadece annede hipertansiyon olan çocuklara göre daha yüksekti (p=0,011). NDH değerleri yaş, ağırlık, boy ve vücut kitle indeksi ile pozitif korelasyon göstermekteydi (p<0,05). HENÇ‟de NDH ile merkezi sistolik ve diyastolik kan basınçlarında tespit ettiğimiz kontrol grubuna göre yüksek değerler, hipertansif değişikliklerinin gelişmeye başladığının erken dönem habercisidir. Nabız dalga analizi, genetik olarak riskli çocuklarda erken dönem hipertansif değişikliklerin saptanarak hastalığın ve hedef organ hasarının önlenmesi için yaşam tarzı ile ilgili gerekli tedbirlerin alınmasına olanak sağlayabilecek güvenilir, noninvazif ve tekrarlanabilir bir yöntemdir.
It has been shown that children with a familiy history of hypertension have higher blood pressure profiles and hypertensive pathophysiologic changes starts before clinical manifestations in childhood. In our study we pracitce pulse wave analysis which is a marker of arterial stiffness and cental blood pressure in normotensive children of hypertensive parents (NCHP) and compared with normotensive children of normotensive parents (NCNP). Therefore, we investigate early hypertensive pathophysiologic changes and target organ damage. This study enrolled 213 normotensive children aged 7-18 years. One-hundered-twelve children with familiy history of hypertension formed the NCHP group while 101 without familiy history formed the control group (NCNP). Blood glucose, insülin and lipids were evealuated. The cases were divided into 3 groups as 7-10 (pre-pubertal), 11-14 (pubertal) and 15-18 years (post puberty). Gender, age, weight, height, body mass index and blood samples showed no statistical difference between the groups (p>0.05). The pulse wave velocity (PWV), central systolic blood pressure (cSBP) and central diastolic blood pressure (cDBP), systolic blood pressure (SBP), diastolic blood pressure (DBP) and mean arterial pressure (MAP) in the NCHP group was significantly higher than the control group. (repectively p<0,001, p=0,002, p=0,008, p=0,001, p=0,005, p=0,001). In all age groups PWV was found higher in NCHP (p<0,001). PWV of children who have a history of hypertension in both parents were higher than those of parents with only hypertension in the mother (p=0,011). NDH values were positively correlated with age, weight, height, and body mass index (p<0,05). Higher values in the NCHP group than in the control group that we detected in PWV and central systolic and diastolic blood pressures are the early reports that hypertensive changes begin to develop. Pulse wave analysis is a reliable, noninvasive, and reproducible method that can detect premature hypertensive changes in children who have genetically at risk and allow the necessary precautions to be taken about lifestyle to prevent disease and target organ damage.
2018-04-13T05:49:50Z
2018-04-13T05:49:50Z
2017
physicsThesis
Yıldırım Sivrikaya, C. Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında osilometrik yöntem ile arteriyel sertlik ve merkezi kan basıncının değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1474
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1472
2018-04-14T00:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-04-13T05:49:46Z
urn:hdl:11684/1472
Obstrüktif olmayan üreteropelvik bileşke darlığı olan çocuklarda dinamik böbrek sintigrafi bulgularının değerlendirilmesi
Gönen, Elif
TR183613
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Üreteropelvik Bileşke Darlığı
Dinamik Böbrek Sintigrafisi
Çocukluk Çağı
Uretheropelvic Junction Obstruction
Dynamic Kidney Scintigraphy
Childhood
Giriş: Üreteropelvik bileşke darlıkları çocukluk çağında hidronefrozun en sık nedenlerinden biri olup son dönem böbrek yetmezliğine neden olabilmektedir. Bu nedenle erken tanı, tedavi ve yakın takip önem taşımaktadır. Bu çalışmada üreteropelvik bileşke darlığı olan hastaların dinamik böbrek sintigrafi bulguları retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Çalışmaya üreteropelvik bileşke darlığı tanısı ile takip edilen 74 hasta dahil edildi. Hastaların ultrasonografik ölçümlerle elde edilmiş böbrek pelvis ön-arka çapı, böbrek parankim kalınlığı ve dinamik böbrek sintigrafilerinde saptanan rölatif böbrek fonksiyonları ve T½ süreleri retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Hastaların 34’ünde (%45,9) izlem sırasında hidronefroz derecelerinde spontan gerileme olduğu saptandı. Gerileme olan hastaların böbrek pelvis ön-arka çapının, spontan gerileme olmayan hastalara göre daha düşük olduğu belirlendi (sırası ile 13.8 ± 4.29 mm; 20.3 ± 11.46 mm, p=0,016). Çalışmada dinamik böbrek sintigrafi tetkikinde ölçülen T½ süresinin böbrek pelvis ön-arka çap ile arasında pozitif korelasyon olduğu belirlendi (p=0,001, r=0,37). Hastaların 21’inde (%28,3) ultrasonografide böbrek parankiminde incelme saptandı. Parankim incelmesi olan hastalarda tanı anındaki böbrek pelvis ön-arka çapı anlamlı olarak daha yüksek, T½ süresi anlamlı olarak daha uzun bulundu (sırası ile p= 0.00, p=0,011). Sonuç: Üreteropelvik bileşke darlığı olan hastaların takibinde böbrek pelvis ön-arka çapının güvenilir bir gösterge olduğu düşünüldü. Parankim incelmesi, böbreğin süzme fonksiyonlarındaki bozulmanın bir belirteci olabilir. Bu nedenle pelvis ön-arka çapı yüksek saptanan ve parankim incelmesi olan hastalarda dinamik böbrek sintigrafisi erken dönemde yapılmalı ve böbrek fonksiyonları yakın takip edilmelidir.
Introduction: Uretheropelvic junction obstruction (UPJO) is one of the most common causes of hydronephrosis in chilhood. Because of it’s prognosis may lead to kidney damage and end stage kidney failure, early diagnosis, treatment and follow-up is important. In this study, we aimed to evaluate the scintigraphic findings of these patients. Material and methods: 74 patients with UPJO in the follow-up is included. Anteroposterior pelvic diameter of kidney and renal parenchymal thickness measured in the ultrasonographic examination, relative functions and T½ times calculated in the renal scintigraphy were evaluated retrospectively. Results: There was spontaneous resolution in 34 patients (%45,9). The anteroposterior pelvic diameter of these patients was lower than the patients without spontaneos resolution (13.8 ± 4.29 mm and 20.3 ± 11.5 mm respectively, p=0,016). A positive correlation between T½ times and anteroposteror pelvic diameter was found (p=0,001, r=0,37). Parenchymal thinning was found in 21 patients (%28,3). The anteroposterior pelvic diameters were greater and T½ times were longer in this patients (p= 0.00, p=0,011 retrospectively). Conclusions: The anteroposterior diameter of renal pelvis is a reliable indicator in the follow-up of the patients with UPJO. Parenchymal thinning could be an indicator for deterioration in the filtration function of kidney. As a result, dynamic kidney scintigraphy should be performed early in the patients who has parenchymal thinning and greater anteroposterior pelvic diameter and kidney functions should be followed closely.
2018-04-13T05:49:46Z
2018-04-13T05:49:46Z
2017
physicsThesis
Gönen, E. Obstrüktif Olmayan Üreteropelvik Bileşke Darlığı Olan Çocuklarda Dinamik Böbrek Sintigrafi Bulgularının Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1472
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1498
2018-05-09T00:00:37Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-05-08T05:29:09Z
urn:hdl:11684/1498
Yenidoğan ve süt çocuklarında konjenital adrenal hiperplazi tanısı için yapılan standart doz adrenokortikotropik hormon testi sonuçlarının retrospektif değerlendirilmesi
Atiker, Sibel
TR183612
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Yenidoğan
Konjenital Adrenal Hiperplazi
17 Hidroksiprogesteron
CYP21 Gen Mutasyonu
Non-Klasik
Newborn
Congenital Adrenal Hyperplasia
17 Hydroxyprogesterone
CYP21 Gene Mutation
Non-Classical
Konjenital adrenal hiperplazinin kesin tanısında adrenokortikotropik hormon (ACTH) uyarı testine kortizol ve 17 hidroksiprogesteron (17-OHP) yanıtı önemlidir. Yenidoğan dönemine özgü sorunlardan dolayı serum 17-OHP düzeyinde yalancı pozitiflik ve negatiflikler saptanmaktadır. Bu araştırmada polikliniğimizde 2010 yılından beri yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde klinik ve/veya laboratuar bulguları ile KAH öntanısı ile yapılan standart doz ACTH testi sonuçları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. ACTH testi öncesi klinik ve laboratuar bulguları ile ACTH testi sonuçları (0. dakika [bazal] ve 60.dakika [pik] ) kaydedildi. Araştırmaya yaşları 15 gün ile 72 ay arasında değişen 108 (24 kız, 84 erkek) çocuk dahil edildi. Sekiz hastada kuşkulu genitalya, 72’sinde skrotal hiperpigmentasyon, 17’sinde kliteromegali, dördünde labial hiperpigmentasyon ve birer mikropenis ve hipospadias saptanmıştı. Vakaların 45’inde sarılık, 21’inde perinatal asfiksi, 15’inde hipotiroidi, altısında enfeksiyon, üçünde kaput suksadenum, ikisinde hipoglisemi ve birer vakada respiratuar distres sendromu (RDS); erken membran ruptürü, femoral trombüs ve hiperfenilalaninemi saptandı. Dört hastada pik kortizol yanıtı yetersiz idi. Pik 17-OHP düzeyi; 38 hastada <15ng/ml, 67 hastada 15-100ng/ml, üç hastada >100ng/ml idi. Pik 17-OHP yanıtına göre dördünde klasik KAH, 58’inde non-klasik KAH, 32’sinde heterozigot-taşıyıcılık saptandı. Sekiz hastada normal yanıt alındı. Genetik analiz yapılabilenlerin (n=49) %18’inde KAH’a yol açan mutasyon gösterildi. Yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde ACTH testi ile hemen tedavi başlamayı gerektiren klasik KAH vakalarının yanında oldukça yüksek oranda geç başlangıçlı non-klasik KAH ve heterozigot taşıyıcı vakalarına da tanı konulmuştur. Kliniği daha hafif seyirli olan ve tedavi gerektirmeyen bu vakaların erken tanı ve takibi; normal büyüme ve ergenlik gelişimi için ve ileride genetik danışmanlık verilmesi açısından önemlidir.
The cortisol and 17-OHP response to the adrenocorticotropic hormon (ACTH) stimulation test is important in the definitive diagnosis of congenital adrenal hyperplasia (CAH). There are false positives and negativities at the level of serum 17-OHP due to problems unique to the newborn period. In this study, we have retrospectively evaluated the results of standard dose ACTH test performed with clinical and/or laboratory findings and KAH prevalence during neonatal and infancy since 2010 in our clinic. Clinical and laboratory findings and ACTH test results (0. minute [basal] and 60 minutes [peak]) were recorded before the ACTH test. A total of 108 children (24 girls, 84 boys) aged between 15 days and 72 months were included in the study. Eight patients had suspicious genitalia, 72 had scrotal hyperpigmentation, 17 had clitoromegaly, four had labial hyperpigmentation and one micropenis and hypospadias. Jaundice in 45 cases, perinatal asphyxia in 21, hypothyroidism in 15, infection in the bottom, hypoxia in the hood in three, hypoglycaemia in two and RDS in one case;early membrane rupture, femoral thrombus, and hyperphenylalanineemia were detected. In four patients, peak cortisol response was inadequate. Peak 17-OHP level; 38 patients were <15 ng / ml, 67 patients were 15-100 ng / ml, and three patients> 100 ng / ml. Classical KAH, 58 non-classical KAH and 32 heterozygous carriers were detected according to peak 17-OHP response. Eight patients had normal response. Mutations leading to KAH were shown in 18% of the genetic analyzes (n = 49). In addition to classical KAH cases requiring immediate treatment with ACTH test during neonatal and infancy period, late-onset non-classical KAH and heterozygote carrier cases were also diagnosed. Early diagnosis and follow-up of these cases, which are more milder and require no treatment, is important for normal gowth and puberty development and for providing genetic counseling in the future.
2018-05-08T05:29:09Z
2018-05-08T05:29:09Z
2017
physicsThesis
Atiker, S. Yenidoğan ve süt çocuklarında konjenital adrenal hiperplazi tanısı için yapılan standart doz adrenokortikotropik hormon testi sonuçlarının retrospektif değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları. Uzmanlık Tezi. Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1498
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1561
2018-06-09T00:00:15Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-06-08T05:29:27Z
urn:hdl:11684/1561
Besin alerjisi tanılı hastalarda tolerans gelişimi ve toleransa etki eden faktörler
Ersözlü, Yasemin
TR196249
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Besin Alerjisi
Tolerans
Cow’s Milk Allergy
Prognosis
Tolerance
Besin alerjisinin prevelansı bilinmemekle birlikte son yıllarda giderek arttığı tahmin edilmektedir. Genel olarak besin alerjileri pediatrik yaş grubunda erişkine oranla daha sık görülür. Çalışmamızda; polikliniğimizde gıda alerjisi tanısı olan hastalarımızın, doğal seyri, tolerans gelişimi ve toleransa etki eden faktörleri belirlemeyi hedefledik. Ocak 2013-Ocak 2016 yılı arasında polikliniğimizde Besin Alerjisi tanısı alan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların cinsiyetleri, ilk semptom yaşı, anne sütü alma süresi, ailede atopi öyküsü, çoklu besin alerjisi, ek alerjik hastalık varlığı ve klinik bulguları değerlendirildi. Hastaların prik test sonuçları, total IgE, spesifik IgE, düzeyleri ve tolerans geliştirme durumları değerlendirildi. 319 hastanın 184’ü erkek (%57.7) idi. Hastaların 127’sinde (%39.8) ailede atopi öyküsü ve 71’inde (%22.3) çoklu besin alerjisi mevcuttu. Hastalarda görülen en sık semptom, %65.8 gastrointestinal sistem, %21 cilt bulguları, %6.3 solunum bulgularıydı. Hastaların semptom yaşı 5.8 ± 9,7 ay; tanı yaşı 6.6 ± 9.08 aydı. Hastaların yıllara göre tolerans geliştirme oranları; Birinci yıl 279 (%87,5) ikinci yıl 19’unda (%5,9) üçüncü yıl 9’unda (% 2,8) olarak saptandı. En sık alerjen gıda inek sütü (%71,3), yumurta (%17,6), fıstık (2,8), fındık (%2,04) olmakla beraber diğer gıdalar çilek, kakao, şeftali, buğday, soya, balık olarak saptandı. Çalışmamızda ilk yılda annenin sigara kullanımı ile besin alerjilerinde tolerans gelişimi arasında anlamlı fark saptanmıştır. Non Ig E aracılı besin alerjisi olanlar ve tek besine karşı alerjen olan hastalarda ilk yılda tolerans gelişimi anlamlı oranda faza saptanmıştır.
Although the prevalence of food allergy(FA) is unknown, it is estimated to have increased in recent years. In general, food allergies are more common in pediatric age group than adults. In our study; we aimed to determine the factors affecting the natural course, tolerance development and tolerance of our patients with food allergies in our policlinic. Medical records of cases who have been followed for FA were reviewed retrospectively between January 2013 and January 2016. Gender, age at first symptom, breastfeeding duration, family atopy history, multiple food allergies, concomitant allergic diseases and clinical evidences of cases were assessed. Also, prick test results, the levels of total IgE, specific IgE, food loading test and tolerance improvement status were evaluated. Among 319 patients, 57,7% (187) were male. The median age at first symptom was 4 months (range; 1-10). 127 of the patients (39.8%) had atopy in the family and 71 (22.3%) had multiple food allergies. The most common symptom in patients was gastrointestinal system in 65.8%, skin findings in 21%, respiratory findings in 6.3%. The symptom age of the patients was 5.8 ± 9.7 months; the age of diagnosis was 6.6 ± 9.08. Tolerance development rates of patients according to years; the first year was 279 (87.5%), the second year 19 (5.9%) and the third year 9 (2.8%). The most common allergen is cow's milk (71.3%), eggs (17.6%), pistachio (2.8), hazelnut (2.04%) and other foods such as strawberries, cocoa, peaches, . In our study, there was a significant difference in the first year between maternal smoking and tolerance development in food allergies. In patients with non-Ig E mediated food allergies and allergen against single food, tolerance development in the first year was significantly determined.
2018-06-08T05:29:27Z
2018-06-08T05:29:27Z
2017
physicsThesis
Ersozlu, Y. Besin alerjisi tanılı hastalarda tolerans gelişimi ve toleransa etki eden faktörler. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1561
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1562
2018-06-09T00:00:25Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2018-06-08T05:29:30Z
urn:hdl:11684/1562
Çocuk yoğun bakım ünitesinde steril vücut sıvılarında non-albicans candıda izole edilen hastaların özelliklerinin belirlenmesi ve diğer etken üremesi olan hastalar ile karşılaştırılması
Ayvacı, Burcu
TR192942
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
İnvaziv Fungal Enfeksiyon
Non-albicans Candida
Yoğun Bakım
Intensive Care
Invasive Fungal Infection
Non-albicans Candida
İnvaziv fungal enfeksiyonlar, yoğun bakım ünitelerinde uzun süre yatan hastalarda görülen ciddi hastane enfeksiyonlarından birisidir. Son yıllarda non-albicans Candida türlerinde artış gözlenmektedir. Bu çalışmada 2010-2015 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan steril bölge kültürlerinde non-albicans Candida üremesi olan hastaların klinik ve mikrobiyolojik özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi ve bu hastaların özelliklerinin aynı dönemde Candida albicans üremesi olan hastalar, bakteri üremesi olan hastalar ve dört günden uzun süre yoğun bakımda yatıp kan kültüründe üremesi olmayan hastaların verileri ile karşılaştırılması amaçlandı. Çalışma süresince non albicans Candida üremesi olan 29 hasta (C. parapsilosis %55.1, C. glabrata %31, C. keyfr %6.9, C. crusei %3.5, C.tropicalis %3.5), C. albicans üremesi olan 26 hasta, bakteri üremesi olan 153 hasta ve kültürlerde üremesi olmayan 57 hasta dahil edildi. Daha önce antibiyotik ya da antifungal tedavi almak, mekanik ventilatör, santral katater varlığı, total parenteral nutrsiyon, immunsupresif tedavi almak, intravenöz immünglobulin tedavisi ve yoğun bakımda cerrahi işlem non-albicans Candida üremesi olanlarda C. albicans üremesi olanlara göre daha fazla saptanmıştır (p<0.05) PRISM skoru non-albicans üremesi olan hastalarda daha yüksek saptanmıştır (p<0.05) Yoğun bakım ünitesinde yatış süresi ve hastanede kalış süresi de non-albicans Candida üremesi olanlarda daha yüksek saptanmıştır. PRISM skoru, mutlak nötrofil sayısı, mutlak lenfosit sayısı, D-dimer, BUN değerlerinin diğer gruplara kıyasla non albicans Candida üreyen grupta daha yüksek, kreatinin, albümin ve trombosit değerleri ise düşük saptanmıştır (p<0.05). Non albicans candida infeksiyonlarının, invaziv işlem yapılan ve immün süprese tedavi altındaki çocuk yoğun bakım hastalarında giderek arttığı akılda tutulmalıdır.
Invasive fungal infections are one of the serious nosocomial infections observed in long-term patients in intensive care units. There has been an increase in non-albicans Candida species in recent years. In this study, it was aimed to evaluate retrospectively the clinical and microbiological properties of the in-patients of the Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty Pediatric Intensive Care Unit between 2010 and 2015 with non-albicans Candida spp. in their sterile region cultures and to compare them with the data of the patients with Candida albicans growth, bacterial growth and with those of the patients who stayed in the intensive care unit for a period of time longer than four days and did not have any bacterial growth in their blood cultures. Twenty-nine patients with non albicans Candida growth (C. parapsilosis 55.1%, C. glabrata 31%, C. keyfr 6.9%, C. crusei 3.5%, C.tropicalis 3.5%), twenty-six patients with C. albicans, 153 patients with bacterial growth and 57 patients without any growth in their cultures were included in the study. It was observed that previous antibiotic or antifungal therapy, mechanical ventilator, central catheter existence, total parenteral nutrition, immunosuppressive treatment, intravenous immunoglobulin therapy and chirurgical procedure in intensive care unit occured more frequently in the patients with non-albicans growth than in C. albicans spp (p<0.05). The duration of stay in the ICU, PRISM score and in the hospital were also longer in non-albicans Candida spp. absolute neutrophil count, absolute lymphocyte count, D-dimer and BUN values were higher in non albicans Candida growing group compared to other groups, whereas creatinine, albumin and platelet values were lower (p <0.05). It should be kept in mind that non-albicans candida infections are increasing in children receiving invasive procedures and immunosuppressive therapy in intensive care unit.
2018-06-08T05:29:30Z
2018-06-08T05:29:30Z
2017
physicsThesis
Burcu A. Çocuk yoğun bakım ünitesinde steril vücut sıvılarında non-albicans candida izole edilen hastalarının özelliklerinin belirlenmesi ve diğer etken üremesi olan hastalar ile karşılaştırılması, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2017.
http://hdl.handle.net/11684/1562
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1724
2020-03-05T01:00:54Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2020-03-04T08:55:58Z
urn:hdl:11684/1724
Mevsimsel allerjik rinitli çocuklarda egzersiz ile tetiklenen nazal obstrüksiyonun değerlendirilmesi
Urhan, Barış
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Egzersiz
Nazal Obstrüksiyon
Rinomanometri
Görsel Analog Skoru
Exercise
Nasal Obstruction
Rhinomanometry
Visual Analog Scale
Allerjik rinit burun kaşıntısı, hapşırma, burun tıkanıklığı, burun
akıntısı ile karakterize bir tablodur. Bu çalışmada mevsimsel alerjik rinit (MAR)'lı
çocuklarda polen mevsimi dışında gelişen rinit semptomlarına egzersizin etkisinin
araştırılması planlanmıştır. Çocuk Alerji BD polikliniğine Kasım 2010-Şubat 2011
tarihleri arasında başvuran 10-18 yaş arasında MAR'lı 20 hasta ile aynı sayı ve
cinsiyette sağlıklı çocuk çalışmaya alındı. Olguların tümüne modifiye Bruce
protokolüne göre koşu bandında egzersiz testi yaptırıldı. Test öncesinde ve
sonrasında rinomanometre ile nazal akım ve direnç 0-5-10-15- 30 ve 60.dakikada
150 Pa basınçta ölçüldü. Çalışma ve kontrol grubu burun tıkanıklığı, hapşırık, burun
akıntısı/post nazal akıntı ve burun kaşıntısı semptomları açısından işlem öncesi ve
ölçümler sırasında sorgulandı. Görsel analog skalası ile test öncesi ve ölçümler
sırasında 0-10 arası bir puan vererek burun açıklıklarını değerlendirmeleri istendi.
Egzersiz sırasında ve/veya sonrasında burun tıkanıklığı ile birlikte, total nazal
akımda %40 düşme ve/veya total nazal dirençte %100 artış olan olgularda test pozitif
olarak değerlendirildi. MAR'lı hastalarda % 40 oranında egzersiz sonrası nazal
obstrüksiyon saptandı. Kontrol grubunda bu oran % 5 olarak bulundu (P< 0.05).
Anterior rinomanometri ile görsel analog skala skorları arasında anlamlı korelasyon
saptandı. MAR'lı hastaların nazal pasajlarında alerjen temasının olmadığı
dönemlerde de saptanan inflamatuar hücreler ve mediatörler minimal persistan
inflamasyona yol açmakta, bu inflamasyon alerjenlere ve non-spesifik irritanlara
karşı duyarlılıkta artışa neden olmaktadır. Bu durum çalışmamızda da olduğu gibi
egzersiz gibi uyaranlara karşı artmış cevaptan sorumlu olabilir. Egzersize bağlı nazal
obstrüksiyonun tanısında anterior rinomanometrinin etkin ve objektif bir test yöntemi
olarak kullanılabileceği, rinomanometri ölçümü yapılamayan durumlarda görsel
analog skala skorununda güvenilir olduğunu ortaya konuldu. Egzersizin; MAR’lı
çocuklarda allerjen temasının olmadığı dönemde burun tıkanıklığı ve rinit
yakınmalarına neden olabileceği saptandı.
Allergic rhinitis is a common clinical condition characterized by itching, sneezing,
nasal obstruction or watery rhinorrhea. The aim of this study was to evaluate the
exercise induced rhinitis symptoms in children during non-polen exposure. In this
study, 20 children with seasonal allergic rhinitis which have been admitted to
Pediatric Allergy Unit and age-and sex matched 20 controls enrolled between
November 2010 and February 2011. A modified Bruce protocol has been used for all
patients and controls. Measurement of nasal airflow and resistance to airflow have
been evaluated with nasal rhinomanometry before challenge and after at 0, 5th, 10th,
15th, 30th and 60th minutes of exercise test (150 pa). Nasal obstruction, sneezing,
rhinorrhea and postnasal discharge has been assessed by the physicians before,
during and after test. Visual analog scale which was anchored from 0 to 10 for nasal
obstruction, have been performed before and after the test. With rhinomanometry,
the results areaccepted as positive when nasal obstruction with a 40% decrease in
total nasal airflow and/or when airflow resistance increases by 100% during or after
exercise test. 40% out of children with seasonal allergic rhinitis have nasal
obstruction after exercise test, comparing 5% in controls (p<0.05). Results of anterior
rhinomanometry have been positively correlated with visual analog scale scores. In
subjects with seasonal allergic rhinitis, have been found inflammatory cell infiltration
and adhesion molecules in the nasal mucosa, called minimal persistent inflammation,
even without threshold doses of allergen, may contribute to hyperreactivity and
increased susceptibility to allergens and non-spesific irritants. This condition might
be associated with increased susceptibility to exercise which shown in our study.
Anterior rhinomanometry could be used an effective and objective test for the
definition of exercise induced nasal obstruction. Visual analog scale scoring could be
use for the diagnosis when rhinomanometry is not available. I our study we showed
that exercise might be associated with nasal obstruction and other complaints of
rhinitis in children with seasonal allergic rhinitis without allergen exposure.
2020-03-04T08:55:58Z
2020-03-04T08:55:58Z
2012
physicsThesis
Urhan, B. Mevsimsel allerjik rinitli çocuklarda egzersiz ile tetiklenen nazal obstrüksiyonun değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012
http://hdl.handle.net/11684/1724
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1863
2021-03-10T01:06:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-09T12:19:57Z
urn:hdl:11684/1863
Akut inme nedeniyle başvuran çocuk olguların klinik, radyolojik ve laboratuvar bulgularının değerlendirilmesi
Öztürk, Akın
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Pediatrik İnme
Serebrovasküler Hastalık
Risk Faktörleri
Enfarkt
Pediatric Stroke
Cerebrovascular Disease
Risk Factors
Infarction
Çocuklarda akut inme, erişkin yaş grubuna göre daha nadir görülmekle birlikte; çocuklarda morbidite, mortalite ve yaşam kalitesi üzerine önemli etkileri olan acil bir nörolojik durumu ifade etmektedir. Çalışmamızda Ocak 2010-Ekim 2018 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı’nda, 1 ay-18 yaş arası, travma ile ilişkili olmayan akut inme tanısı almış çocuklar retrospektif olarak incelenmiş; demografik özellikleri, sistemik ve nörolojik muayeneleri, risk faktörleri, etiyolojik faktörleri, nöroradyolojik bulguları, izlemdeki özellikleri ve nörolojik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Hastalarımızın ortanca yaşı 75 ay (1203 ay), %55,7’si erkek, %44,3’ü kızdı. En sık başvuru şikayetleri fokal nörolojik defisit ve nöbetti. Hasta populasyonu 47 iskemik, beş hemorajik inme hastasından oluştu. İskemik inme hastalarından 14’ü serebral sinövenöz tromboz tanısı aldı ve ikisinde hemorajik transformasyon gelişti. Etyolojide en sık nedenler, kalp hastalıkları, vaskülit, otit, Moyamoya hastalığı idi, hastaların %61,5’inde ise herhangi bir neden saptanmadı. Hastalarımızın %82,6’sında en az bir protrombotik ve/veya hematolojik risk faktörü saptandı. En sık rastlanan genetik protrombotik risk faktörü heterozigot veya homozigot MTHFR C677T pozitifliği idi (%65,4). Nöroradyolojik incelemede; %69,2’sinde unilateral, %30,8’inde bilateral serebral tutulum saptandı. En çok bazal ganglionlar, en az serebellum tutulmuştu, %9,6’sında kanama alanlarının eşlik ettiği görüldü. Serebral sinövenöz trombozlu hastalarda en çok etkilenen venöz yapılar, transvers sinüs (%71,5) ve sagittal sinüs (%21,4) idi. Hastaların %75’ine antitrombotik tedavi verilmiş, hiçbirinde tedavi ilişkili majör komplikasyon görülmemişti. Ortanca 24 aylık (1-102 ay) izlemde; hastaların %57,7’sinde nörolojik defisit/epilepsi saptandı, %42,3’si ise normal olarak değerlendirildi, bir hastamız eksitus oldu (%1,9), hiçbir hastamızda rekürrens gelişmedi. Çalışmamızda pediatrik inme etyolojisi ve risk faktörleri geniş bir spektruma sahipti. Küçük başvuru yaşı nörolojik defisit/epilepsi için; diffüz nörolojik bulgu ve hemorajik inme ise epilepsi için risk faktörleri olarak saptandı. Akut inmeli çocuklarda başvuru semptomları arasında nöbetin olması, izlemde epilepsi varlığı ve fizik tedavi desteği gereksinimi kötü nörolojik sonuçlarla ilişkili olduğu görüldü. Çalışmamızda protrombotik ve/veya hematolojik risk faktörleri sıklığı yüksek bulundu.
Acute stroke in children is seen more rarely than adult age group; It is an emergency neurological condition that has significant effects on morbidity, mortality and quality of life in children. In our study, between January 2010 and October 2018, children between the ages of 1 month and 18 years who were diagnosed as non-traumatic acute stroke in Eskişehir Osmangazi University, Department of Pediatric Neurology were evaluated retrospectively. Demographic characteristics, systemic and neurological examinations, risk factors, etiologic factors, neuroradiological findings, follow-up characteristics and neurological outcomes were evaluated. The median age of our patients was 75 months (1-203 months), 55.7% were male and 44.3% were female. The most common complaints on admission were focal neurologic deficits and seizures. The patient population consisted of 47 ischemic and five hemorrhagic stroke patients. Fourteen patients with ischemic stroke were diagnosed with cerebral synovvenous thrombosis and two developed hemorrhagic transformation. The most common etiologies were heart disease, vasculitis, otitis, Moyamoya disease, and 61.5% of the patients had no cause. At least one prothrombotic and/or hematological risk factor was detected in 82.6% of our patients. The most common genetic prothrombotic risk factor was heterozygous or homozygous MTHFR C677T positivity (65.4%). In neuroradiological examination; 69.2% had unilateral cerebral involvement and 30.8% had bilateral cerebral involvement. Basal ganglia and cerebellum were the most involved, and 9.6% had haemorrhagic areas. Transverse sinus (71.5%) and sagittal sinus (21.4%) were the most affected venous structures in patients with cerebral sinovenous thrombosis. Antithrombotic treatment was given to 75% of the patients and none of them had major treatment related complications. The median follow-up was 24 months (1-102 months); neurological deficit/epilepsy was found in 57.7% of the patients, and 42.3% were evaluated as normal. One patient died (1.9%) and none of our patients developed recurrence. In our study, pediatric stroke etiology and risk factors had a broad spectrum. Young age for neurological deficit/epilepsy; diffuse neurologic findings and hemorrhagic stroke for epilepsy were found to be risk factors. The presentation with seizure, on follow-up, developing epilepsy, and need for physical therapy support were associated with poor neurological outcomes. The incidence of prothrombotic and/or hematologic risk factors was high in our study.
2021-03-09T12:19:57Z
2021-03-09T12:19:57Z
2019
physicsThesis
Öztürk, A., Akut inme nedeniyle başvuran çocuk olguların klinik, radyolojik ve laboratuvar bulgularının değerlendirilmesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1863
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1903
2021-03-10T01:06:37Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-09T12:28:10Z
urn:hdl:11684/1903
Tigesiklin kullanılan çocuk hastalarda klinik ve laboratuvar yanıtın değerlendirilmesi
Aslan, Kaan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Tigesiklin
Tetrasiklin
Çocuk
Enfeksiyon
Tigecycline
Tetracycline
Pediatric
Infection
Pediatrik yaş grubunda tigesiklin kullanım onayı olmamakla birlikte, diğer tedavi seçeneklerine yanıt alınamayan, çoğul ilaç direnci olan mikroorganizmalarla ilişkili yaşamı tehdit eden enfeksiyonlarda, kurtarıcı tedavi seçeneği olarak kullanılabilmektedir. Bu çalışmada, tigesiklin kullanılan çocuk hastaların dosya kayıtlarının retrospektif olarak incelenmesi, klinik ve/veya laboratuvar yanıtın değerlendirilmesi planlandı. Çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Girişimsel Olmayan Klinik Araştırmalar Etik Kurulu (06.11.2018/27) onayı sonrası, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 01.01.2010 ile 31.10.2018 tarihleri arasında, hastane kayıtlarında tigesiklin tedavisi alan ve çalışma dahil edilme kriterlerini sağlayan, 7 ay ile 17.5 yaş arasında değişen (medyan 8 yaş) 91 çocuk hasta dahil edildi. İstatistiksel analiz SPSS for Windows 11.0 paket programı ile yapıldı. Hastaların %48.4’ünde (%84.3’ü gram negatif nozokomiyal mikroorganizalar olup en çok izole edilen patojen A. baumanii) steril örneklerde üreme saptandı ve izole edilen bakterilerin %84.3’ünde çoğul ilaç direnci vardı. Tigesiklin tedavisine %61.6 klinik yanıt, %65 akut faz reaktanı yanıtı alındığı ve %56.8 oranında mikrobiyolojik eradikasyon sağlandığı görüldü. Çalışmamızda tigesiklinin çoğunlukla, altta yatan ciddi kronik hastalıkları, enfeksiyon gelişimine yol açacak bir çok predispozan faktörü ve uzun süreli hastane yatışları olan, öncesinde çoklu ve uzun süreli geniş spektrumlu birçok antimikrobiyal ajanla tedavi almış, diğer tedavilere yanıtsız şiddetli enfeksiyonu ve yüksek mortalite riski olan çocuklara uygulandığı görüldü. Çoğul ilaç direnci olan gram-negatif bakterilerle ilişkili ciddi enfeksiyonu olan çocuk hastalarda; kurtarma tedavisi olarak, diğer ajanlarla birlikte ya da monoterapi olarak uygulanan tigesiklin, iyi tolere edildi ve laboratuvar ve klinik olarak iyi yanıt alındı. Pediatrik yaş grubunda tigesiklin kullanımı ile ilgili çalışmalar kısıtlı olduğu için klinisyenlerin pediatrik tigesiklin kullanımına ilişkin deneyimleri önemlidir. Çocuklarda farklı alan enfeksiyonlarında ve farklı yaş gruplarında uygun tigesiklin dozu, etkinliği ve tedavi süresini için çok merkezli prospektif, randomize klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Although there is no official approval for tigecycline use in the pediatric age group, it can be used as a salvage treatment option in life-threatening infections associated with multiple drug resistance microorganisms that do not respond to other treatment options. The aim of this retrospective study was to evaluate the medical records of pediatric patients receiving tigecycline and also to evaluate clinical and / or laboratory outocme. This study has been approved by the Eskişehir Osmangazi University Local Ethics Committee (06.11.2018 / 27). Pediatric patients who received tigecycline treatment between 01.01.2010 and 31.10.2018 in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine, were included. We enrolled 91 children (52 girls, 39 boys) aged between 7 months to 17.5 years (median 8 years). Statistical analysis have been performed with SPSS for Windows 11.0 package program. In 48.4% of the patients have been microbiologically confirmed infection (84.3% gram negative nosocomial microorganisms, mainly A. baumanii), and 84.3% of the these isolated microorganisms are multiple drug resistance. Regarding our study results, we observed 61.6% clinical response, 65% acute phase reactant response and 56.8% microbiological eradication with tigecycline treatment. In our study, tigecycline was mainly administered to children with severe infections with high mortality risk, who have many predisposing factors leading to infection development, requiring long-term hospitalizations, previously treated with multiple and long-term broad-spectrum antimicrobial agents, and unresponsive to other treatments. In pediatric patients with severe infection associated with multi-drug resistant gram-negative bacteria, tigecycline have been used as a salvage therapy, in combination with other agents or as monotherapy, and was well tolerated in laboratory and clinically. Because the studies on the use of tigecycline in pediatric age group are limited, the experience of the clinicians regarding the use of tigecycline is important. Multicenter prospective, randomized clinical trials are needed for appropriate dose, efficacy, and duration of treatment for children with different site infections and different age groups.
2021-03-09T12:28:10Z
2021-03-09T12:28:10Z
2019
physicsThesis
Aslan, K. Tigesiklin Kullanılan Çocuk Hastalarda Klinik ve Laboratuvar Yanıtın Değerlendirilmesi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1903
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1869
2021-03-10T01:00:52Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-09T12:21:08Z
urn:hdl:11684/1869
Fetal ventrikülomegali olgularının neonatal sonuçları
Şöhret, Nurullah Cihan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Fetal Ventrikülomegali
Neonatal Prognoz
Fetal Ventriculomegaly
Neonatal Prognosis
Fetal ventrikülomegali (VM) ile ilgili çok sayıda çalışma olmasına rağmen yenidoğan dönemi sonuçları ile ilgili veriler kısıtlıdır. Bu çalışmanın amacı fetal VM tanılı olguların neonatal dönemdeki iyilik hallerini değerlendirmek, yoğun bakım, cerrahi ihtiyaçlarını ortaya koymak ve fetal VM şiddeti ile ilişkisini incelemektir. Retrospektif olarak yapılan bu çalışmada 20132018 yılları arasında fetal VM tanımlanan 87 olgudan canlı doğan, verilerine ulaşılabilen 39 yenidoğanın neonatal prognozları fetal VM’nin hafif yada ağır olmasına göre 2 gruba ayrılarak incelenmiştir. 39 yenidoğanda (22 kız-17 erkek) fetal VM ortalama 24+2 gestasyonel haftada saptanmış ve doğum 37+5 (29-41+4) haftada gerçekleşmiştir. Olguların %76’sı (30/39) hafif VM, %24’ü (9/39) ağır VM idi. Hafif ve ağır olgular arasından kord kan gazı ve Apgar skorları arasında fark yoktu. Hafif olguların 6’sında (%20), ağır olguların 3’ünde (%33) yoğun bakıma gerek duyulmuştu (p=0.023). Hafif olguların %63’ü (19/30), ağır olguların %22’si izole VM idi (p=0.030). V-P şant cerrahisi hafif olgularda gerekmezken, ağır olguların %33’ünde uygulandığı saptandı (p<0.001). Hastanede kalış süresi hafif olgularda 4.97±4.7 gün, ağır olgularda 7.33±6.65 gün idi. Uzun dönemde, hafif grupta 24 (%80), ağır grupta 7 (%77) olguda nörolojik izlemin sürdürüldüğü görüldü. Sonuç olarak fetal VM’nin hafif yada ağır olmasının mortalitede fark oluşturmadığını, ağır VM’de YYBÜ ve cerrahi ihtiyacının daha fazla, yatış süresinin daha uzun olduğunu, hafif olguların yaklaşık yarısında, ağır olguların %22’sinde VM’nin regrese olduğunu saptadık. Prenatal danışmanlık, gebeliğin yönetimi ve postnatal izlemin planlanması konusunda ventrikülomegalinin düzeyi, etyolojisi ve eşlik eden genetik, infeksiyöz, serebral yada ekstraserebral anomalilerin varlığı yol gösterici olabileceği gibi neonatal prognozun bilinmesi de yardımcı olacaktır.
Despite many studies on fetal ventriculomegaly (VM) data of neonatal period is restricted. The main goal of the current study is evaluating wellbeing of neonates during the neonatal period of diagnosed fetal VM case as well as propounding intensive care and surgery requirements and assessment of the link between neonatal period well-being during the neonatal period of diagnosed fetal VM case and fetal VM intensity. In this retro-perspective study 39 newborn prognosis with accessible data within the diagnosed fetal VM 87 cases from year 2013 to year 2018 have been examined in terms of classification into 2 groups of mild or severe fetal VM. 69.4% of 87 case is mild VM and 31.6% of case is severe VM. Fetal VM is determined in the average 22+2 (13+2-35+4) gestation week. The average gestation week of the examined 39 neonates is 24+2 week and the gestation week of the birth is 37+5 (29-41+4) week. 76% of cases is mild VM and 24% of cases is severe VM. Any difference between mild and severe case is not observed by the means of cord blood gas and Apgar scores. ICU requirement is found to be 20% for 6 mild cases and 33% for 3 severe cases (p=0.023). 63% of mild cases and 22% of severe cases is observed to be isolated VM (p=0.030). V-P shunt surgery is not required at mild cases meanwhile it is observed to be applied for 33% of severe cases (p<0.001). Duration of hospital stay is 4.97±4.7 days for mild cases while this duration is 7.33±6.65 days for severe cases. As a result of the study it is found that mild or severe fetal VM has no effect on the mortality, hospital stay duration. NICU and surgery requirements are higher for severe fetal VM. Additionally approximately half of the mild cases and 22% of the severe cases VM is determined to be regressed according to the results of the research. Knowing neonatal prognosis can be beneficial as well as ventriculomegaly level, etiology and accompanying genetics, infectious, cerebral or extra-cerebral anomaly existence can be guiding for prenatal supervision, gestation management and scheduling of the prenatal monitoring.
2021-03-09T12:21:08Z
2021-03-09T12:21:08Z
2019
physicsThesis
ŞÖHRET, N.C. Fetal Ventrikülomegali Olgularının Neonatal Sonuçları, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1869
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1873
2021-03-10T01:00:51Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-09T12:21:53Z
urn:hdl:11684/1873
Ratlarda l-asparaginaz ile deneysel olarak oluşturulmuş karaciğer ve pankreas toksisitesinde n-asetilsistein’in etkisi
Yurttaş, Gözde Nur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
L-Asparaginaz
Karaciğer
Pankreas
Oksidatif Stres
N-Asetilsistein
L-Asparaginase
Liver
Pancreas
Oxidative Stress
N-Acetylcysteine
L-asparaginaz (L-ASP), akut lenfoblastik lösemi tedavisinde kullanılan çoklu ilaç tedavisinin bileşenidir. L-ASP ilişkili pankreatit sıklığının %2-18, hepatik toksisite sıklığının %30-60 arasında olduğu bildirilmektedir. Bu toksik etkilerin oluşum mekanizması tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada L-ASP ilişkili karaciğer ve pankreas toksisitesinin oluşumunda oksidatif hasarın rolü ve N-Asetilsisteinin’in (NAC) doku hasarı üzerine etkisi araştırılmıştır. Çalışmada 40 adet “Wistar-albino” türü erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar dört gruba ayrıldı. 1. gruba intraperitoneal (İP) olarak beş gün boyunca 0,02 ml/gr, serum fizyolojik; 2. gruba İP, 5 gün, 200 mg/kg/gün, NAC; 3. gruba İP 10.000 U/kg, tek doz L-ASP; 4. gruba İP 10.000 U/kg tek doz L-ASP verildikten 24 saat sonra başlanmak üzere beş gün, 200 mg/kg/gün NAC verildi. İntrakardiyak yöntemle alınan kan örneklerinden glukoz, aspartat aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), total bilirubin (TB), direkt bilirubin (DB), alkalen fosfataz (ALP), trigliserit (TG), kolesterol, amilaz, lipaz çalışıldı. Histolojik inceleme için karaciğer ve pankreas dokusu alındı. Karaciğer için nekrotik hücre, sinüzoidal dilatasyon, hücresel infiltrasyon, konjesyon; pankreas için asiner hücre hasarı, adacık hücre hasarı, hücresel infiltrasyon ve konjesyon ve ödem bulgularına göre skorlama yapıldı. Kalan doku örneklerinden oksidatif stres parametreleri (malondialdehit, glutatyon, katalaz) çalışıldı. Gruplar arasında biyokimyasal parametreler, karaciğer ve pankreastaki oksidatif stres parametreleri açısından farklılık saptanmadı (p>0,05, hepsi için). Mikroskobik incelemede karaciğer ve pankreas doku hasarı skorlarının dağılımı açısından anlamlı farklılık bulundu. L-ASP grubundaki hayvanların hepsinde orta ve şiddetli düzeyde hasar olduğu, L-ASP+NAC grubunda ise hiçbir hayvanda şiddetli hasar oluşmadığı ve histolojik değişikliklerin normale yakın olduğu gözlendi (p<0,01, hepsi için). L-ASP’ın karaciğer ve pankreas toksisitesi üzerinde oksidatif stresin rolünü gösterilemedi, ancak NAC’ın dokudaki hasarı önemli ölçüde azalttığı gösterildi.
L- asparaginase (L-ASP) is a component of multidrug regimen of acute lymphoblastic leukemia. Incidences between 2-18% and 30-60% have been reported for L-ASP associated pancreatitis and hepatotoxicity respectively. Mechanisms of these toxic effects are not completely understood. Role of oxidative damage in L-ASP associated liver and pancreas toxicity and effect of N-acetylcysteine (NAC) on tissue damage is investigated in this study. 40 male Wistar-albino rats were used for the study. Rats were divided into four groups. First group received 0.02 ml/g of intraperitoneal (IP) saline for 5 days; second group received 200 mg/kg/day of IP NAC for 5 days; third group received 10,000 U/kg of a single dose L-ASP; fourth group received 200 mg/kg/day of IP NAC for 5 days, starting 24 hours after receiving 10,000 U/kg of a single dose L-ASP. Glucose, aspartate aminotransferase (AST), alanin aminotransferase (ALT), total bilirubin (TB), direct bilirubin (DB), alkalene phosphatase (ALP), triglyceride (TG), cholesterol, amilase and lipase levels were measured from blood obtained via intracardiac route. Liver and pancreas tissues were extracted for histological evaluation. A scoring was done according to findings of necrotic cells, sinusoidal dilation, cellular infiltration and congestion for the liver, and acinar cell damage, islet cell damage, cellular infiltrastion, congestion and edema for the pancreas. Oxitadive stress parameters (malonaldehyde, gluthation, catalase) were measured with the remaining tissue samples. No difference between any group was detected between biochemical parameters or liver and pancreas oxitadive stress parameters (p> 0.05 for all). Significant difference was found between liver and pancreas tissue damage scores in microscopic evaluation. In the L-ASP group, all rats had moderate to severe damage while L-ASP+NAC group had no severe tissue damage and nearly normal hitologic structure (p<0.01 for all). Role of oxidative stress on liver and pancreas toxicity via L-ASP could not be demonstrated in our study, however, it is shown that NAC has significantly reduced tissue damage.
2021-03-09T12:21:53Z
2021-03-09T12:21:53Z
2019
physicsThesis
Yurttaş, G.N. Ratlarda L-asparaginaz ile Deneysel Olarak Oluşturulmuş Karaciğer ve Pankreas Toksisitesinde N-Asetilsistein’in Etkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2019.
http://hdl.handle.net/11684/1873
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1783
2021-03-04T01:00:11Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-03T08:33:36Z
urn:hdl:11684/1783
Ekzojen obezitesi olan çocuklarda serum leptin ve ghrelin düzeyleri ve ilgili parametrelerin değerlendirilmesi
Şen Dalkıran, Eylem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Haslatıkları
Ekzojen Obezite
Leptin ve Ghrelin
Bu çalışma Osmangazi Universitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniğine gelen yaşları 3 ile 16 yaş arasında 14 kız, 19 erkek toplam 33 ekzojen obez hasta ve kontrol grubu olarak yaşları 3 ile 17 yaş arasında değişen 18 kız ve 22 erkek toplam 40 hastada yapılmıştır. Çalışmanın amacı; ekzojen obezitesi olan çocuklarda serum leptin ve ghrelin düzeyleri ile antropometrik bulgular, yaş, cins, pubertal durum, günlük enerji alımı, alınan enerjinin besin öğelerine dağılımı ve bazı biyokimyasal parametrelerle ilişkisini araştırarak enerji metabolizmasındaki yerlerini ortaya koymaktır.
Obez hasta ve kontrol grubundaki çocukların fizik muayeneleri, VA, boy, CKK ve OKÇ ölçümleri yapıldı. Puberte gelişimleri Tanner puberte evrelendirilmesine göre değerlendirildi. Obez hasta ve kontrol grubunun BGVA’sı % st olarak ve VKİ’si hesaplandı. Tüm çocukların boy yaşları bulundu, sol el ve el bilek grafileri çekilerek kemik yaşları değerlendirildi. Fizik muayenede obezite dışında patolojik bulgusu olmayan, genetik bir sendromu, endokrin bir hastalığı düşündüren bulgusu ve ilaç alımı öyküsü olmayan, boy yaşı ve kemik yaşı takvim yaşı ile uyumlu olan hastalar ekzojen obez kabul edilerek çalışmaya alındı.
Tüm hasta ve kontrol grubunun serum leptin, ghrelin, kan şekeri, BUN, kreatinin, elektrolit, alkalen fosfataz, total protein, albumin, ALT, AST, trigliserid, total kolesterol, HDL-K, ACTH, kortizol, insülin, C-peptid, Total T3, Total T4, TSH, BH, IGF-I, IGFBP-3 düzeyleri çalışıldı. LDL-K, VLDL-K düzeyleri hesaplandı.
Obez hasta grubunda VA, VA % st, Boy % st, BGVA % st, VKİ, VKİ % st, CKK, CKK % st, OKÇ, OKÇ % st değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak yüksek iken (boy % st için p<0.05, diğerleri için p<0.001), takvim yaşı, boy yaşı, kemik yaşı ve boyları, kontrol grubuyla benzerdi (p>0.05).
Obez hasta grubunda leptin düzeyi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek saptanırken, ghrelin düzeyi ise düşük saptandı (sırasıyla p<0.001ve p<0.01). IGF-I ve IGFBP-3 düzeyleri ise her iki grupta benzer bulundu (p>0.05).
Obez hasta ve kontrol grubunda leptin düzeyleri kızlarda erkeklerden anlamlı derecede yüksek saptandı (sırasıyla p<0.05, p<0.001). Ghrelin düzeyleri ise her iki grupta kız ve erkeklerde benzer bulundu (p>0.05). Obez hasta grubunda; prepubertal ve pubertal obez hastaların leptin düzeyleri kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0.001). Prepubertal obez hastaların ghrelin düzeyleri, kontrol grubunda düşük saptanırken, pubertal obez grubun ghrelin düzeyleri kontrol grubundan farklı bulunmadı (sırasıyla p<0.01, p>0.05). Obez hasta grubunda; leptin düzeyleri pubertal grupta yüksek saptanırken, ghrelin düzeyleri prepubertal grupta yüksek saptandı (p<0.05).
Tüm çalışma grubunda; leptinin antropometrik parametrelerle pozitif yönde ilişkisinin olduğu saptandı (boy yaşı, kemik yaşı, boy ve boy % st p<0.05, diğerleri için p<0.001). Ghrelin ise takvim yaşı, boy yaşı, kemik yaşı, VA, VA % st, boy, BGVA % st, VKİ, VKİ % st, OKÇ, OKÇ % st, CKK, CKK % st ile negatif yönde ilişkiliydi (VA % st, BGVA % st, VKİ % st, OKÇ % st için p<0.01, diğerleri için p<0.001). Leptinin enerji ile ilgili parametrelerden günlük alınan ortalama enerji, yağ, karbohidrat ve protein miktarları ile pozitif yönde ilişkisi olduğu saptandı (enerji ve protein alımı için p<0.001, diğerleri için ise p<0.01). Ghrelinin ise enerji ile ilgili parametrelerden hiçbirisi ile ilişkisi saptanmadı (p>0.05)
Tüm çalışma grubunda; leptinin biyokimyasal parametrelerden trigliserid, LDL-K, VLDL-K, albumin, insülin, C-peptid, IGF-I ile pozitif yönde, BH, HDL-K ve ghrelin ile ise negatif yönde ilişkili olduğu saptandı (LDL-K, albumin, IGF-I için p<0.05, ghrelin ve BH için p<0.01, diğerleri için ise p<0.001). Ghrelin ise insülin, C-peptid, IGF-I ve IGFBP-3 ile negatif yönde ilişkili idi (IGFBP-3 için p<0.01, diğerleri için ise p<0.001).
Obez hasta grubunda ghrelin düzeyleri ile VKİ arasında negatif yönde anlamlı ilişki saptandı (p<0.05).
Çalışmamızda, obez hastalarımızda literatür bilgileri ile uyumlu olarak obezitenin patofizyolojisinde rolü olduğu bilinen leptin düzeylerini yüksek, enerji metabolizmasında iştah arttıcı etkisi ile aktif rol oynadığı saptanan ghrelin düzeylerini ise düşük saptadık. Beklendiği üzere bu iki hormonun birbirileriyle negatif bir ilişki içinde olduğunu gördük (p<0.01). Obezlerin çoğunluğunda leptin düzeylerinin artmış olması leptine karşı direnç olduğunu ve yüksek leptin düzeylerinin iştahı baskılayamadığını düşündürmektedir. Obezlerde, ghrelin düzeylerinin düşük saptanması da daha fazla yemeyi engelleyen bir adaptasyon mekanizması olarak düşünülebilir. Araştırmamızda ghrelinin tokluk değerleri çalışılmadığı için bazı çalışmalarda belirtildiği üzere besin alımının devamına katkısı konusunda yorum yapılamamaktadır.
Daha geniş hasta grubunu kapsayan tokluk değerlerini de içeren ve obez hastalarda kilo verdikten sonraki durumlarını da irdeleyen çalışmaların yapılması obezitenin patofizyolojisinin aydınlanmasına ve hem obezlerde hem de malnutrisyonlu hastalarda besin alımının azaltılması ya da arttırılmasına yönelik yeni tedavi yaklaşımlarına olanak sağlayacaktır.
2021-03-03T08:33:36Z
2021-03-03T08:33:36Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1783
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3086
2022-06-09T12:44:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-09T12:44:24Z
urn:hdl:11684/3086
Serebral palsili çocuklarda büyüme ve kemik metabolizmasının değerlendirilmesi, serum leptin ve IGF-1 düzeyleri
Ayaz, Oya
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
TCKK
VKİ
ÜKU
Serebral Palsi
Bu çalışma yaşları 2-17,5 yaş arasında değişen 28’i kız, 26’sı erkek toplam 54 serebral palsi’li hasta ve kontrol grubu olarak yaşları 2-18 yaş arasında değişen 14’ü kız, 14’ü erkek toplam 28 sağlıklı çocukta yapıldı. Çalışmanın amacı; serebral palsi’li çocukların antropometrik ölçümler ve TCKK, VKİ ve ÜKU gibi parametreler kullanılarak büyüme ve beslenme durumunun, ayrıca kemik metabolizmasının değerlendirilmesi, serum leptin ve IGF-1 düzeylerinin büyüme ve kemik metabolizması üzerine etkilerinin araştırılmasıdır.
Hasta ve kontrol grubunda boy, VA, boya göre vücut ağırlığı, ÜKU, TCKK, VKİ ölçüldü, kemik yaşları, serum bazal kortizol, growth hormon, insülin, C-peptid, leptin, IGF-1, IGFBP-3, osteokalsin, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz düzeyleri, spot idrarda DPD/kreatinin ekskresyon oranı ve DEXA yöntemi ile kemik mineral dansitesi değerlendirildi.
Serebral palsi’li hastaların %87’si spastikti, %75,9’unda mental retardasyon, %48,1’inde epilepsi vardı. Hastaların %61,1’inde düşük doğum ağırlığı, %37’sinde prematürelik, 7’sinde kernikterus öyküsü vardı. Serebral palsi’li hastaların %63,9’unda kranial MRI anormaldi ve %36,8’i PVL idi.
Serebral palsi’li hastaların lineer büyümeleri değerlendirildiğinde %57,4’ünün boyu kısa idi. Vücut kitle indeksi ve TCKK ölçümleri SP’li hastalarda kontrol grubuna göre daha düşüktü (p<0,001 p<0,0001). Hastaların %59,2’sinde TCKK ölçümü %90’ın altında idi. Hastaların %59,2’sinde beslenme sorunu vardı. Beslenme sorunlarının başında %55,5 uzun çiğneme, %50 katı gıdaları yutma güçlüğü ve %46,2 ağızda tutma gelmekte idi. Beslenme sorunu olan hastaların VA, boy, ÜKU, TCKK ve VKİ ortalama değerleri kontrol grubundan düşük olup, beslenme sorunu sıklığı ile motor fonksiyon kaybı şiddeti arasında pozitif korelasyon saptandı.
Serebral palsi’li hastaların %51,8’inin kemik yaşı geri idi ve çoğunluğu spastik kuadriparezikti. Serum alkalen fosfataz düzeyleri SP’li hastalarda daha yüksek bulunurken, KMD ortalama değerleri kontrol grubundan daha düşüktü (p<0,0001 p<0,0001). Yürüyemeyen, yatağa bağımlı kuadriparezik SP’li hastalarda KMD en düşük saptandı. Serebral palsi’li hastaların %59,2’sinde osteoporoz, %20,3’ünde osteopeni saptandı.
Puberteye girmiş SP’li hastaların GH düzeyleri, prepubertal SP’lilerden daha yüksek bulundu (p<0,01). Hastaların serum leptin, IGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri kontrol grubundan düşük bulundu (p<0,0001). Motor fonksiyon kaybının en fazla olduğu kuadriparezik ve yürüyemeyen hastalarda, serum leptin IGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri en düşük düzeyde idi. Boy kısalığı olan SP’li hastaların serum leptin, IGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri, boy kısalığı olmayanlara göre daha düşüktü. Puberteye girmiş SP’li hastaların serum IGF-1 düzeyleri prepubertal SP’lilerden daha yüksek bulundu (p<0,001). Cilt altı yağ dokusunda azalma olan SP’li hastaların serum leptin, IGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri, CAYDA(-) SP’lilere göre düşüktü (p<0,01). Serum leptin ve IGF-1düzeyleri ile VKİ ve TCKK arasında pozitif korelasyon vardı. Serum leptin ve IGF-1 düzeylerindeki düşüklük KMD’ndeki düşüklük ile doğru orantılıydı.
Sonuç olarak bu çalışmada SP’li hastaların boy, VA, VKİ, ÜKU, TCKK değerlerinin kontrol grubuna göre düşük olduğu, spastisite, kontraktürler ve kooperasyon güçlüğü nedeniyle antropometrik ölçümlerin sağlıklı yapılamadığı, bu nedenle beslenme durumunu en iyi yansıtan TCKK ölçümünün bu çocuklarda malnütrisyonu değerlendirmede daha yararlı olduğu gösterildi. Beslenme güçlüğü, motor fonksiyon kaybı ve eşlik eden nörolojik komplikasyon sıklığının malnütrisyonu arttıran faktörler olabileceği düşünüldü. Yürüyemeyen, beslenme yetersizliği olan ve yatağa bağımlı ağır spastik kuadriparezik SP’lilerde KMD’nin düşük bulunması bu çocuklarda kemik metabolizmasının da olumsuz etkilendiğini göstermektedir. Vücut yağ oranını gösteren serum leptin düzeyleri ve temel büyüme faktörü olan IGF-1’in SP’lilerde düşük bulunması malnütrisyonla açıklanabilir ve büyüme geriliğinin nedeni olabilir. Ayrıca serum leptin ve IGF-1 düzeyleri ve KMD arasında pozitif korelasyon olması da serum IGF-1 ve leptinin kemik metabolizması üzerine önemli etkilerinin olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda kaslardaki enerji kullanımı doğrudan ölçülmemesine karşın serum leptin düzeylerinin CAYDA(+) spastik kuadriparezililerde daha düşük bulunması spastisite nedeni ile aşırı kalori harcandığını düşündürebilir. Bu nedenle SP’li çocuklarda malnütrisyonun düzeltilmesinde kalori hesaplanırken spastisitenin de dikkate alınması ve bu çocuklarda büyüme ve beslenme bozukluğunda diğer parametrelerle birlikte serum leptin düzeylerinin de değerlendirilmesinin yararlı olacağı kanısına varılmıştır.
2022-06-09T12:44:24Z
2022-06-09T12:44:24Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3086
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3100
2022-06-10T00:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-09T13:44:02Z
urn:hdl:11684/3100
Ekzojen obezitesi olan çocuklarda serum leptin ve ghrelin düzeyleri ve ilgili parametrelerin değerlendirilmesi
Şen Dalkıran, Eylem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Obez hasta
Çocuk Sağlığı
ekzojen obez
Bu çalışma Osmangazi Universitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniğine gelen yaşları 3 ile 16 yaş arasında 14 kız, 19 erkek toplam 33 ekzojen obez hasta ve kontrol grubu olarak yaşları 3 ile 17 yaş arasında değişen 18 kız ve 22 erkek toplam 40 hastada yapılmıştır. Çalışmanın amacı; ekzojen obezitesi olan çocuklarda serum leptin ve ghrelin düzeyleri ile antropometrik bulgular, yaş, cins, pubertal durum, günlük enerji alımı, alınan enerjinin besin öğelerine dağılımı ve bazı biyokimyasal parametrelerle ilişkisini araştırarak enerji metabolizmasındaki yerlerini ortaya koymaktır.
Obez hasta ve kontrol grubundaki çocukların fizik muayeneleri, VA, boy, CKK ve OKÇ ölçümleri yapıldı. Puberte gelişimleri Tanner puberte evrelendirilmesine göre değerlendirildi. Obez hasta ve kontrol grubunun BGVA’sı % st olarak ve VKİ’si hesaplandı. Tüm çocukların boy yaşları bulundu, sol el ve el bilek grafileri çekilerek kemik yaşları değerlendirildi. Fizik muayenede obezite dışında patolojik bulgusu olmayan, genetik bir sendromu, endokrin bir hastalığı düşündüren bulgusu ve ilaç alımı öyküsü olmayan, boy yaşı ve kemik yaşı takvim yaşı ile uyumlu olan hastalar ekzojen obez kabul edilerek çalışmaya alındı.
Tüm hasta ve kontrol grubunun serum leptin, ghrelin, kan şekeri, BUN, kreatinin, elektrolit, alkalen fosfataz, total protein, albumin, ALT, AST, trigliserid, total kolesterol, HDL-K, ACTH, kortizol, insülin, C-peptid, Total T3, Total T4, TSH, BH, IGF-I, IGFBP-3 düzeyleri çalışıldı. LDL-K, VLDL-K düzeyleri hesaplandı.
Obez hasta grubunda VA, VA % st, Boy % st, BGVA % st, VKİ, VKİ % st, CKK, CKK % st, OKÇ, OKÇ % st değerleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak yüksek iken (boy % st için p<0.05, diğerleri için p<0.001), takvim yaşı, boy yaşı, kemik yaşı ve boyları, kontrol grubuyla benzerdi (p>0.05).
Obez hasta grubunda leptin düzeyi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek saptanırken, ghrelin düzeyi ise düşük saptandı (sırasıyla p<0.001ve p<0.01). IGF-I ve IGFBP-3 düzeyleri ise her iki grupta benzer bulundu (p>0.05).
Obez hasta ve kontrol grubunda leptin düzeyleri kızlarda erkeklerden anlamlı derecede yüksek saptandı (sırasıyla p<0.05, p<0.001). Ghrelin düzeyleri ise her iki grupta kız ve erkeklerde benzer bulundu (p>0.05). Obez hasta grubunda; prepubertal ve pubertal obez hastaların leptin düzeyleri kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0.001). Prepubertal obez hastaların ghrelin düzeyleri, kontrol grubunda düşük saptanırken, pubertal obez grubun ghrelin düzeyleri kontrol grubundan farklı bulunmadı (sırasıyla p<0.01, p>0.05). Obez hasta grubunda; leptin düzeyleri pubertal grupta yüksek saptanırken, ghrelin düzeyleri prepubertal grupta yüksek saptandı (p<0.05).
Tüm çalışma grubunda; leptinin antropometrik parametrelerle pozitif yönde ilişkisinin olduğu saptandı (boy yaşı, kemik yaşı, boy ve boy % st p<0.05, diğerleri için p<0.001). Ghrelin ise takvim yaşı, boy yaşı, kemik yaşı, VA, VA % st, boy, BGVA % st, VKİ, VKİ % st, OKÇ, OKÇ % st, CKK, CKK % st ile negatif yönde ilişkiliydi (VA % st, BGVA % st, VKİ % st, OKÇ % st için p<0.01, diğerleri için p<0.001). Leptinin enerji ile ilgili parametrelerden günlük alınan ortalama enerji, yağ, karbohidrat ve protein miktarları ile pozitif yönde ilişkisi olduğu saptandı (enerji ve protein alımı için p<0.001, diğerleri için ise p<0.01). Ghrelinin ise enerji ile ilgili parametrelerden hiçbirisi ile ilişkisi saptanmadı (p>0.05)
Tüm çalışma grubunda; leptinin biyokimyasal parametrelerden trigliserid, LDL-K, VLDL-K, albumin, insülin, C-peptid, IGF-I ile pozitif yönde, BH, HDL-K ve ghrelin ile ise negatif yönde ilişkili olduğu saptandı (LDL-K, albumin, IGF-I için p<0.05, ghrelin ve BH için p<0.01, diğerleri için ise p<0.001). Ghrelin ise insülin, C-peptid, IGF-I ve IGFBP-3 ile negatif yönde ilişkili idi (IGFBP-3 için p<0.01, diğerleri için ise p<0.001).
Obez hasta grubunda ghrelin düzeyleri ile VKİ arasında negatif yönde anlamlı ilişki saptandı (p<0.05).
Çalışmamızda, obez hastalarımızda literatür bilgileri ile uyumlu olarak obezitenin patofizyolojisinde rolü olduğu bilinen leptin düzeylerini yüksek, enerji metabolizmasında iştah arttıcı etkisi ile aktif rol oynadığı saptanan ghrelin düzeylerini ise düşük saptadık. Beklendiği üzere bu iki hormonun birbirileriyle negatif bir ilişki içinde olduğunu gördük (p<0.01). Obezlerin çoğunluğunda leptin düzeylerinin artmış olması leptine karşı direnç olduğunu ve yüksek leptin düzeylerinin iştahı baskılayamadığını düşündürmektedir. Obezlerde, ghrelin düzeylerinin düşük saptanması da daha fazla yemeyi engelleyen bir adaptasyon mekanizması olarak düşünülebilir. Araştırmamızda ghrelinin tokluk değerleri çalışılmadığı için bazı çalışmalarda belirtildiği üzere besin alımının devamına katkısı konusunda yorum yapılamamaktadır.
Daha geniş hasta grubunu kapsayan tokluk değerlerini de içeren ve obez hastalarda kilo verdikten sonraki durumlarını da irdeleyen çalışmaların yapılması obezitenin patofizyolojisinin aydınlanmasına ve hem obezlerde hem de malnutrisyonlu hastalarda besin alımının azaltılması ya da arttırılmasına yönelik yeni tedavi yaklaşımlarına olanak sağlayacaktır.
2022-06-09T13:44:02Z
2022-06-09T13:44:02Z
2005
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3100
tur
ESOGÜ,Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/1947
2021-03-11T01:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-10T06:56:56Z
urn:hdl:11684/1947
Ailesinde esansiyel hipertansiyon öyküsü olan normotansif çocuklarda anjiotensin konverting enzim gen polimorfizmi sıklığı
Camcı, Lale
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Esansiyel Hipertansiyon
Normotansif Çocuk
Camcı, L. Ailesinde esansiyel hipertansiyon öyküsü olan normotansif çocuklarda anjiotensin konverting enzim gen polimorfizmi sıklığı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2006. Erişkin dönemdeki hipertansiyonun temelinin çocukluk yaş grubunda başladığı bilinmektedir. Hipertansiyonun patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır; etyolojide genetik ve çevresel pek çok etken sorumlu tutulmuştur. Esansiyel hipertansiyondan (EHT) sorumlu genetik zemini araştıran gen çalışmaları halen devam etmektedir ancak sonuçlar kısıtlı ve tartışmalıdır. Bu çalışmada ailesinde EHT olan normotansif çocuklarda kan basıncı (KB) ve anjiotensin konverting enzim (ACE) geni insersiyon/delesyon (I/D) polimorfizmi incelendi ve ACE gen polimorfizmi ile hipertansiyon arasındaki ilişki araştırıldı. Bu amaçla Eskişehir il merkezinde bulunan okullardan 7-17 yaşları arasında 147’si erkek, 229’u kız olmak üzere 376 çocuk çalışmaya alındı. Anne ve/veya baba birinci düzey, ebeveynlerin anne (büyükanne) ve/veya babası (büyükbaba) ikinci düzey akrabalık olarak tanımlandı. KB değerleri tüm olgularda normal sınırlar içinde olmasına rağmen birinci ve ikinci düzey akrabasında EHT olan çocukların diyastolik kan basıncı (DKB) (p<0.0001) ve ortalama kan basıncı (OKB) (p<0.0001) değerleri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı, sistolik kan basıncı (SKB) kontrol grubuna göre yüksek olmasına rağmen fark anlamlı değildi (p>0.05). Birinci ve ikinci düzey akrabasında EHT olan çocuklarda ACE geni DD genotip sıklığı kontrol grubundaki DD genotip sıklığından istatistiksel yüksek saptanırken (p<0.05), ACE geni ID ve II genotip sıklığı açısından fark bulunmadı (p>0.05). Ailesinde EHT olan ve ACE geni DD genotipi taşıyan çocuklarda SKB, DKB, OKB değerleri; ACE geni ID ve II genotipi taşıyan çocuklara göre anlamlı yüksek saptandı (p<0.05). Birinci düzey akrabasında EHT olan ve ACE geni DD genotipi taşıyan çocuklarda SKB, DKB, OKB değerleri (her üçü için de p<0.05), ikinci düzey akrabasında EHT olan ve ACE geni DD genotipi taşıyan çocuklarda DKB değeri (p<0.01); ACE geni II genotipi taşıyan çocuklara göre yüksek saptandı. Çalışmamızda ailesinde EHT öyküsü olan bireylerde ACE geni DD genotipinin sık ve KB değerlerinin yüksek olduğu, EHT oluşumunda ACE geninin rol oynayabileceği ve bu bireylerde alınacak erken önlemler ile hipertansiyonun komplikasyonlarının önlenmesinde kullanılabileceği düşünülmüştür.
2021-03-10T06:56:56Z
2021-03-10T06:56:56Z
2006
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/1947
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2139
2021-03-12T01:00:44Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-11T13:21:49Z
urn:hdl:11684/2139
Nefrotik sendromlu çocuklarda serum ve idrar leptin, ghrelin düzeyleri.
Dinleyici, Meltem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Çocuk
Ghrelin
Leptin
Nefrotik sendrom
Nefrotik sendromlu çocuklarda serum ve idrar leptin, ghrelin
düzeyleri. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskisehir, 2007. Nefrotik
sendromda serum ve idrar leptini ile ilgili kısıtlı sayıda çalısma bulunmakla birlikte
serum ve idrar ghrelin düzeyleri ile ilgili çalısma bulunmamaktadır Bu çalısmada
nefrotik sendromlu çocuklarda serum ve idrarda leptin ve ghrelin düzeylerinin
ölçülmesi, hastalığın remisyon, relaps dönemlerinde sonuçların değerlendirilmesi,
leptin ve ghrelinin hastalığın etyopatogenezinde yerinin arastırılması amaçlanmıstır.
Bu çalısmaya Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı Pediatrik Nefroloji Bilim Dalı polikliniğinde primer
idiyopatik nefrotik sendrom tanısı ile takip edilen steroid duyarlı 25 relaps, 24
remisyon dönemde olan toplam 49 hasta, kontrol grubu olarak kronik hastalığı
olmayan, hasta grubu ile yas ve cinsiyet açısından benzer 28 sağlıklı çocuk alındı.
Serum ve idrar leptin düzeyi ELISA yöntemi ile, serum ve idrar ghrelin düzeyi RIA
yöntemi ile çalısıldı. Nefrotik sendromlu relaps dönemindeki hasta grubunda serum
leptin düzeyleri remisyon ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak düsük saptandı
(1.42 ± 0.34 ng/dl ve 3.60 ± 0.70 ng/ml; p<0.01, 1.42 ± 0.34 ng/ml ve 5.27 ± 4.67
ng/ml; p<0.001). Đdrar leptin düzeyleri relaps grubundaki hastalarda kontrol grubuna
göre belirgin olarak yüksek saptandı (0.40 ± 0.11 ng/ml ve 0.12 ± 0.06 ng/ml).
Đdiyopatik nefrotik sendromlu çocuklarda serum ghrelin düzeyleri için relaps,
remisyon ve kontrol grupları arasında fark saptanmadı. (p>0.05). Đdrar ghrelin
düzeyleri relaps grubunda remisyon ve kontrol grubuna göre belirgin yüksek
saptandı (965.0 pg/ml (93-3711) ve 679.7 pg/ml (93-3783); p<0.05, 965.0 pg/ml (93-
3711) ve 387.7 pg/ml (114-1214); p<0.001). Remisyon grubunda kontrol grubuna
göre idrar ghrelin düzeyleri anlamlı olarak yüksek saptandı (679.7 pg/ml (93-3783)
ve 387.7 pg/ml (114-1214); p<0.01). Relaps dönemindeki hasta grubunda, serum
leptin düzeyleri ile serum albümin düzeyi arasında pozitif korelasyon (r=0.440,
p<0.05), serum trigliserit düzeyleri ile negatif korelasyon bulundu (r=0.439, p<0.05).
Relaps hasta grubunda idrar leptin düzeyleri ve idrar ghrelin düzeyleri ile proteinüri
siddeti arasında pozitif korelasyon saptandı (sırasıyla r=0.719, p<0.001; r=0.637,
p<0.01). Sonuç olarak leptinin hastalığın patofizyolojisnde rol aldığı; proteinüri,
hipoproteinemi ve hiperlipidemi ile iliskili olduğu; nefrotik sendromlu çocuklarda
artmıs idrarla atılımın mevcut patoloji sonucu olabileceği, normal serum ghrelin
düzeylerini ise bilinmeyen bir mekanizma ile kompanse edildiği düsünülmüstür.
Serum and urinary leptin and ghrelin in children with nephrotic
syndrome. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of
Pediatrics, Speciality Thesis in Department of Pediatrics, Eskisehir, 2007. To the
best of our literature knowledge, while limited reports were published about serum
and urinary leptin levels in patients with nephrotic syndrome, serum and urinary
ghrelin levels were not reported. The aim of this study was to evaluate serum and
urinary leptin and ghrelin levels in children with primary idiopathic nephrotic
syndrome, to compare these results between patients during relapse and remission
phase and also to evaluate the possible role of leptin and ghrelin in pathogenesis of
nephrotic syndrome. Fourty-nine children with primary idiopathic nephrotic
syndrome (25 children with relapse, 24 children in remission) which were followedup
in Pediatric Nephrology Unit, Eskisehir Osmangazi Univeristy Faculty of
Medicine, enrolled. 28 age-sex matched healthy children served as controls. Serum
and urinary leptin levels were determined with immunoenzymatic ELISA, serum and
urinary ghrelin levels were determined by RIA method. Serum leptin levels were
significantly lower in children with nephrotic syndrome during relaps phase than the
children with nephrotic syndrome during remission and also controls (1.42 ± 0.34
ng/dl and 3.60 ± 0.70 ng/ml; p<0.01, 1.42 ± 0.34 ng/ml and 5.27 ± 4.67 ng/ml;
p<0.001, consecutively). Urinary leptin excretions were significantly higher in
relapse group than the controls (0.40 ± 0.11 ng/ml and 0.12 ± 0.06 ng/ml, p<0.01).
Serum ghrelin levels were similar between relapse, remission and control groups
(p>0.05). Urinary ghrelin excretion were significantly higher in relapse group then
remission group and controls (965.0 pg/ml (93-3711) and 679.7 pg/ml (93-3783);
p<0.05, 965.0 pg/ml (93-3711) and 387.7 pg/ml (114-1214); p<0.001). Urinary
ghrelin levels were also significantly higher in remission group than the controls
(679.7 pg/ml (93-3783) and 387.7 pg/ml (114-1214); p<0.01). Serum leptin levels
were positively correlated with serum albumin levels (r=0.440, p<0.05), and also
negatively correlated with serum triglyceride levels during relapse phase in children
with nephrotic syndrome. Urinary leptin levels and urinary ghrelin levels were
positively correlated with proteinuria in relapse group. In conclusion, we suggested
that leptin might have a role in pathophysiology of nephrotic syndrome, and also
associated with proteinuria, hypoproteinemia and hyperlipidemia; the significant
urinary loss of ghrelin in children with nephroic syndrome is possibly due to
underlying pathophysiological changes and normal serum ghrelin levels could be
associated with unknown compensation mechanism
2021-03-11T13:21:49Z
2021-03-11T13:21:49Z
2007
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2139
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3479
2022-06-23T00:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-22T11:02:11Z
urn:hdl:11684/3479
Çoğul İlaç dirençli (MDR) acinetobacter baumannii ile oluşturulan deneysel sepsis modelinde kolistin sülfat, tigesiklin ve sefoperazon-sulbaktam etkinliği
Temur, Hakkı Emre
Dinleyici, Ener Çağrı
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Tigesiklin
Kolistin
Sefoperazon-Sulbaktam
Acinetobacter Baumanii
Karbapenem Direnci
Dünyada Acinetobacter enfeksiyonlarının görülme sıklığı giderek artmaktadır ve karbapenem direnci gelişen Acinetobacter enfeksiyonlarında tedavi seçenekleri kısıtlıdır. Bu çalışmada karbapenem dirençli Acinetobacter baumanii-calcaetecus complex suşu ile oluşturulan deneysel sepsis modelinde kolistin sülfat, tigesiklin ve sefoperazon-sulbaktam'ın in vivo etkinliklerinin karşılaştırılması planlandı. Siklofosfamid ile nötropeni oluşturulan 32 adet Wistar rate Acinetobacter baumannii/calcoaceticus complex inokulumu intraperitoneal olarak verildi. Tigesiklin tedavisi uygulanan grupta 24. saat kan kültürü üremesinin diğer tedavi gruplarına ve kontrol grubuna kıyasla belirgin düşük olduğu saptandı (p<0.01). Akciğer örneklerinde kültürde üreme sıklığı tigesiklin (p<0.05), kolistin (p<0.01)ve sefoperazon-sulbaktam (p<0.01) gruplarında kontrol grubuna göre düşük saptandı. Çalışmamızda kolistin ve sefoperazon-sulbaktam akciğer, böbrek ve karaciğerdeki Acinetobacter üremesini azaltmada etkin saptandı. Ancak her iki tedavi seçeneğinin de 24. saatte kan kültürlerine etkinliği tigesikline göre düşüktü. Her üç antibiyotik birbiri ile kıyaslığında tigesiklinin akciğer ve böbrekte koloni sayısı üzerine etkisinin yanında, 24. saatte bakteriyemiyi azaltma yönünden kontrol grubuna göre ve diğer tedavi seçeneklerine göre etkin olması nedeni ile dirençli olgularda tigesiklin tercih edilebileceği ve Acinetobacter enfeksiyonunun kan yoluyla diğer sistemlere yayılımını engelleme yönünden etkin olabileceği sonucuna varıldı. Tigesiklinin çocuklarda kullanımı ile ilgili faz çalışmalarının sonuçları özellikle dirençli mikroorganizmalara bağlı ciddi enfeksiyon tablosunda tigesiklin kullanımı ile fikir verecektir. Çoğul ilaç direnci olan suşlar için kliniklerin kendi önlem ve antibiyotik politikalarını belirlemeleri gerekmektedir.
Incidence of Acinetobacter infections is increasing both in our country and worldwide. There are limited treatment options especially in carbapenem resistant Acinetobacter strains. In this study, we aimed to compare in-vivo activities of colistin sulphate, tigecycline, and cefoperazon-sulbactam in an experimental mouse sepsis model. 32 Wistar breed albino rats intraperitoneally inoculated with 107 colonies of Acinetobacter baumannii/calcoaceticus complex after establishment of neutropenia with cyclophosphamide. In tigecycline-treated group, the presence of positive blood culture results at 24 hours were found to be lower than the other treatment groups and control group (p<0.01). Presence of positive cultures from lung samples in tigecycline group (p<0.05), colistin (p<0.01) and cefoperazone-sulbactam (p<0.01) were found to be lower than the control group. In our study, colistin, and cefoperazone-sulbactam found effective on culture positivity in lung, kidney and liver of rats. Although, effectivity of tigecycline on blood cultures found better than these two drugs. When all three antibiotics were compared with each other, tigecycline were found more effective on colony counts in lungs and kidney. It is also better to reduce the 24th hours bacteraemia than the control group. In the light of these findings, tigecycline can be offered as a treatment option especially in resistant cases and it may be more effective to prevent the spread of Acinetobacter infection through blood. The results of ongoing clinical trials about tigecycline use in children with severe infection due to resistant microorganisms, will give us an idea over this situation. Antibiotic policies for multi-drug resistant strains have to be maintained in clinics for their own needs.
2022-06-22T11:02:11Z
2022-06-22T11:02:11Z
2010
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3479
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2143
2021-03-12T01:00:53Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-11T13:26:04Z
urn:hdl:11684/2143
Astma ve akut bronşioliti olan çocuklarda vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), interlökin-2 reseptörü (IL2R), interlökin-4 (IL-4), transforme edici büyüme faktörü Beta2 (TGFβ2) ve eozinofilik katyonik protein (ECP) düzeyleri.
Kural, Hacer Yeşim
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Astma
Akut Bronşiolit
VEGF
IL-2R
IL-4
TGFβ2
ECP
Astma ve Akut Bronşioliti Olan Çocuklarda Vasküler Endotelyal
Büyüme Faktörü (VEGF), İnterlökin-2 Reseptörü (IL2R), İnterlökin-4 (IL-4),
Transforme Edici Büyüme Faktörü Beta2 (TGFβ2) ve Eozinofilik Katyonik
Protein (ECP) Düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2007.
Astma havayolları ve akciğerlerde artmış vaskülarite, vasküler permeabilite ve
remodeling (yeniden yapılanma) gelişebilmesi ile karakterize, en sık görülen kronik
inflamatuar hastalıklardan biridir. Birçok büyüme faktörü ve sitokinin
etyopatogenezde rol oynadığının belirlenmesine karşın hâlâ aydınlatılamamış birçok
nokta bulunmaktadır. Bu çalışma; astma atağı ve akut bronşiolit geçiren çocuklarda
tedavi öncesi ve sonrası serum vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF),
interlökin-2 reseptörü (IL-2R), interlökin-4 (IL-4), transforming büyüme faktörü β2
(TGF-β2) ve eozinofilik katyonik protein (ECP) düzeylerini saptamak ve VEGF ile
TGFβ2’nin akut bronşiolitli olguların ayırıcı tanısında belirteç olarak kullanılıp
kullanılamayacağını belirlemek amacıyla yapıldı. Astma tanısı Amerikan Toraks
Derneği kriterlerine, akut bronşiolit tanısı Türk Toraks Derneği kriterlerine göre
konuldu. Astmalı hasta grubu yaşları 3-18 yaş arasında değişen 12 kız, 16 erkek
toplam 28 hasta ve akut bronşiolitli olgular yaşları 0-2 yaş arasında değişen 13 kız 15
erkek toplam 28 hastadan oluşturuldu. Kontrol grupları, her grup için kendi yaş
grubuna uygun 7’şer kız 7’şer erkek toplam 28 sağlıklı çocuktan oluşuyordu.
Mediatörler ELİSA yöntemi ile ölçüldü. Astma atağı ve akut bronşiolit geçiren
çocuklarda serum VEGF, TGF-β2, IL-4, IL-2R ve ECP düzeyleri tedavi öncesinde
kontrollerden anlamlı olarak yüksekti (p<0.0001). Tedavi sonrasında VEGF, IL-4,
IL-2R ve ECP düzeyleri düşmesine karşın kontrollerden anlamlı olarak yüksek
saptandı (p<0.0001). Hafif atak geçiren hastalara oranla orta şiddette astma atağı ve
akut bronşiolit geçiren hastalarda sadece VEGF düzeyinin daha yüksek olduğu
saptandı (p< 0.0001). Astma atağı geçiren hastalar içinde proflaktik tedavi alan
grupta almayanlara oranla sadece VEGF düzeyi daha düşüktü (p< 0.05). Astma atağı
geçiren çocuklarda, inhale steroid tedavisi alan olgularda (hafif atak) VEGF ve IL-
4’ün tedavi sonrası düzeylerinde kontrollerle fark yokken (p>0.05), sistemik steroid
tedavisi alanlarda (orta atak) tedaviden sonra VEGF, IL-4, IL-2R ve ECP düzeyleri
kontrollerden daha yüksekti (p< 0.0001).Sonuçta remodeling’de önemli rolü olduğu
belirtilen VEGF ve TGF-β2’nin astma ve akut bronşioliti birbirinden ayırt etmede
faydalı olmadığını, proflaktik tedavinin remodeling gelişmesini önlemede yararlı
olduğunu, bu nedenle proflaktik tedavinin öneminin vurgulanması gerektiğini ve
yine de anti-VEGF gibi tedavi seçeneklerinin araştırılmasının uygun olabileceğini
düşünüyoruz.
Serum Levels of Vascular Endotelial Growth Factor (VEGF),
Interleukin-2 Receptor (IL2R), Interleukin -4 (IL-4), Transforming Growth
Factor Beta2 (TGFβ2) and Eosinophilic Cationic Protein (ECP) in children with
Asthma and Acute Bronchiolitis. Eskişehir Osmangazi University Medical
Faculty, Speciality Thesis in Department of Pediatrics, Eskişehir, 2007. Asthma
is a leading cause of chronic inflammatory disease with increased vascularity,
vascular permeability, airway and lung tissue remodeling. Although, various growth
factors and cytokines have been implicated in the etiopathogenesis of the processes,
the role of all the factors and cytokines are not known very well. The aim of this
study is to determine the serum levels of vascular endothelial growth factor (VEGF),
interleukin-2 receptor (IL-2R), interleukin-4 (IL-4), transforming growth factor beta2
(TGFβ2), and eosinophilic cationic protein (ECP) in acute astmatic children and
acute bronchiolitis before and after treatment and to see if VEGF and TGFβ2 can be
used as a clinical marker for differential diagnosis of acute bronchiolitis from
asthma. Asthma diagnosis is made according to the American Thoracic Society
criteria and acute bronchiolitis diagnosis is made according to the Turkish Thoracic
Society criteria. The study group consisted of 28 asthmatic children, 12 girls,16 boys,
between 3-18 ages and 28 acute bronchiolitic children 13 girls, 15 boys, between 0-2
ages. Control group consisted of 28 healthy children 14 girls and 14 boys, in the
same age range for every group. All these parameters were measured by ELISA.
Before therapy, serum levels of VEGF, IL-2R, IL-4, TGFβ2, and ECP were
increased in patients with acute asthmatic attack and bronchiolitis in comprasion to
controls (p<0.0001). After treatment, VEGF, IL-2R, IL-4 and ECP decreased but
they were still higher than controls (p<0.0001). In moderate acute asthmatic children
and bronchiolitis only VEGF levels were higher than mild patients (p<0.0001). Only
VEGF levels were lower in acute astmatic children who were treated with
prophylactic drugs than acute astmatic children without prophylactic treatment
(p<0.05). In acute astmatic children who were treated with inhaled steroids, VEGF
and IL-4 levels were similar with controls (p>0.05) whereas in acute astmatic
children who were treated with systemic steroids, VEGF, IL-2R, IL-4 and ECP levels
were higher than controls (p<0.0001) As a result, VEGF and TGFβ2, which play
important roles in remodeling are not useful for distinguishing asthma and
bronchiolitis but prophylactic treatment could prevent remodeling, so prophylactic
treatment is important in asthma but on the other hand we think novel therapeutic
agents such as anti-VEGF therapy may be appropriate in acute astmatic children.
2021-03-11T13:26:04Z
2021-03-11T13:26:04Z
2007
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2143
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3372
2022-06-21T00:00:35Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-20T07:08:14Z
urn:hdl:11684/3372
N-terminal probrain natriüretik peptit düzeylerinin konjestif kalp yetersizliği ve akciğer kaynaklı solunum sıkıntısı olan infant ve çocukların tanı ve izlemindeki önemi
Sezgin Evim, Melike
Uçar, Birsen
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
NT-proBNP
Çocuk
Kalp Yetersizliği
Solunum Sıkıntısı
Akciğer Hastalığı
M. N-terminal probrain natriüretik peptit düzeylerinin konjestif kalp yetersizliği ve akciğer kaynaklı solunum sıkıntısı olan infant ve çocukların tanı ve izlemindeki önemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2007. Solunum sıkıntısı (dispne) hem kalp yetersizliğinin hem de akciğer hastalıklarının bir bulgusudur. Tedavisi birbirinden farklı olan bu iki durumun ayırımının hızla yapılması çok önemlidir. Kardiyak bir hormon olan N-terminal pro-brain natriüretik peptitin (NT-proBNP) erişkinlerde dispnenin kardiyak nedenlerinin akciğerle ilgili nedenlerinden ayırımında kullanılması ile ilgili çok sayıda çalışma olmasına rağmen, çocuklarda yapılmış çalışmalar son derece azdır. Bu çalışmanın amacı; solunum sıkıntısı ile başvuran çocuklarda NT-proBNP’nin kalp yetersizliği ile akciğer kaynaklı solunum sıkıntısının ayırımında, kalp yetersizliği olan hastalarda tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde ve akciğer hastalıklarının kalp yetersizliği ile komplike olup olmadığının belirlenmesinde kullanılıp kullanılamayacağını araştırmaktır. Kasım 2005-Mayıs 2007 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisine solunum sıkıntısı ile başvuran, yaşları 1 ay-17.5 yıl arasında değişen toplam 76 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 41’inde konjestif kalp yetersizliği, 35’inde ise akciğer hastalıklarına bağlı solunum sıkıntısı bulguları vardı. Konjestif kalp yetersizliği olan hastaların 25’inde kalp yetersizliği kalp hastalığına, 16 hastada ise akciğer hastalığına bağlı gelişmişti. Kontrol grubu olarak kalp ve akciğer hastalığı olmayan 32 olgu alındı. NT-proBNP düzeyi çalışılmak üzere venöz kan örneği alındı. Çalışma grubundaki tüm hastalara başvuru anında Ross skorlaması yapıldı ve ilk 24 saat içinde ekokardiografik inceleme ile sol ventrikül sistolik fonksiyonları değerlendirildi. Başvuru anında alınan serum NT-proBNP düzeyi kalp yetersizliği olan hastalarda akciğer hastalığı olan hastalardan ve kontrol grubundan yüksek idi (p<0.05) (ortanca değerleri 7 321 pg/ml, 241 pg/ml ve 87.71 pg/ml). NT-proBNP değeri, kalp yetersizliği kardiyak nedene bağlı olan hastalarda, akciğer hastalıklarına bağlı olan hastalardan yüksek idi, ancak iki grup arasında istatistiksel olarak farklılık yoktu (p>0.05). Akciğer hastalığı sırasında kalp yetersizliği gelişen hastaların NT-proBNP değerleri kalp yetersizliği olmaksızın akciğer hastalığı olan olgulardan belirgin olarak yüksek idi (p<0.05) (median değerleri 2 728 pg/ml ve 241 pg/ml). Kalp yetersizliğine bağlı eksitus olan altı hastanın NT-proBNP değeri kalp yetersizliği olup yaşayan hastalardan yüksek idi (p<0.05). Kalp yetersizliği düzeldikten sonra alınan NT-proBNP değeri, başvuru anında alınan değerden belirgin olarak düşük idi (p<0.001). Kalp yetersizliğine bağlı dispnenin akciğer nedenli dispneden ayırımında NT-proBNP için cutoff değeri 726.8 pg/ml alındığında duyarlılığı %100, özgüllüğü %94.3 olarak bulunmuştur. Kalp yetersizliği olan hastalarda NT-proBNP değeri ile sol ventrikül sistolik fonksiyonları ve Ross skoru arasında korelasyon saptanmadı (p>0.05). Çalışmamızda NT-proBNP’nin çocuklarda kalp yetersizliğine bağlı dispnenin akciğer nedenli dispneden ayırımında, kalp yetersizliğinde tedaviye cevabın değerlendirilmesinde, kalp yetersizliği ile komplike olmuş akciğer hastalarının belirlenmesinde ve kalp yetersizliğinde prognozun tahmininde güvenle kullanılabileceği sonucuna varıldı.
M. The value of serum NT-proBNP levels in the differential diagnosis and follow-up of congestive heart failure and respiratory distress due to pulmonary etiologies in infants and children. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Speciality Thesis in Department of Pediatrics, Eskisehir, 2007. Respiratory distress (or dyspnea) is a symptom of both pulmonary disease and heart failure. Because the treatment of the two conditions are different, early differential diagnosis is very important. Although there are a lot of articles investigating whether NT-proBNP could be used as a marker for differentiating cardiac or pulmoner etiologies of dyspnea in adults, the studies including children are scattered. The aim of this study is to determine whether NT-proBNP can differentiate cardiac or pulmonary etiologies of dyspnea and if NT-proBNP can be used for evaluating the effect of treatment in children with heart failure and for detecting severe pulmonary diseases which are complicated with heart failure. Seventy-six children between 1 month-17.5 years old with dyspnea who admitted to Pediatric Emergency Department of Medical Faculty Eskisehir Osmangazi University from November 2005 to May 2007 were enrolled for this study. Fourty one patients had heart failure and 35 patients had dyspnea due to pulmonary disease. Twenty-five patients had heart failure due to heart disease and 16 patients had heart failure caused by pulmonary disease. Thirty-two children who had neither lung nor heart disease were included as a control group. Serum samples were collected for NT-proBNP analysis. Ross scoring was made for all children in the study group on admission. Left ventricular systolic functions of the patients were evaluated by echocardiography within the first 24 hours. Serum NT-proBNP levels were significantly higher in children with heart failure than in children with pulmonary disease and control grup (median levels 7 321pg/ml, 241 pg/ml and 87.71 pg/ml, respectively; p<0.05). Serum NT-proBNP levels were higher in heart failure with cardiac reason than heart failure due to pulmonary diseases but this difference was not statistically significant (p>0.05). Serum NT-proBNP levels were higher in children with heart failure due to pulmonary diseases than in children with pulmonary diseases without heart failure (median levels 2 728 pg/ml and 241 pg/ml, respectively; p<0.05). Serum NT-proBNP levels were higher in children who died from heart failure than the others who survive with heart failure (p<0.05). After treatment the serum NT-proBNP levels significantly decreased in comparison with NT-proBNP levels collected on admisson with heart failure (p<0.001). The cutoff level of NT-proBNP for differantiating heart failure from pulmonary disease was 726.8 pg/ml (sensitivity 100% and specificity 94.3%). No correlations between NT-proBNP levels with both left ventricular systolic functions and Ross scores were found. We conclude that serum NT-proBNP levels can differentiate respiratory distress due to heart failure from dyspnea due to primary pulmonary diseases and can be used to monitor the effects of treatment of heart failure. NT-proBNP can also be used for the diagnosis of pulmonary diseases which are complicated with heart failure and for determining the prognosis of the heart failure in children.
2022-06-20T07:08:14Z
2022-06-20T07:08:14Z
2007
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3372
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3647
2022-07-07T00:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-06T06:12:16Z
urn:hdl:11684/3647
Na-valproat kullanan epileptik çocuklarda serum asimetrik dimetilarjinin düzeyleri
Özdemir, Özlem
Yakut, Ayten
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Epilepsi
Na-valproat
Homosistein
Asimetrik Dimetilarjinin
Vitamin B12
Folik Asit
Epilepsi tedavisinde yaygın olarak kullanılan Na-valproatın en sık görülen yan etkileri bulantı, kusma, karın ağrısı ve diyare, en önemli yan etkisi ise hepatotoksisitedir. Hematopoetik ve endokrin sistem üzerine de yan etkileri bulunmaktadır. Son yıllarda Na-valproat kullanımının serum homosistein (Hcy) düzeyini arttırdığı bildirilmektedir. Yüksek Hcy düzeyinin serebrovasküler hastalık riskini arttırdığı gibi antiepileptik ilaçlara karşı direnç gelişiminde rolü olduğu bildirilmektedir. Artmış Hcy düzeylerinin dolaylı olarak asimetrik dimetilarjinin (ADMA) düzeylerinin artışı ile ilişkisi olduğu gösterilmiştir. ADMA, Hcy’ ye göre açlık, fiziksel aktivite ve diğer etkenlerden daha az etkelenmesi nedeniyle endotel disfonksiyonunun gösterilmesinde daha iyi bir belirteç olduğu saptanmıştır. Bu çalışmada Na-valproat kullanan epileptik çocuklarda, serum ADMA, Hcy, lipidler, folik asit ve vitamin B12 düzeyleri arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır. Çalışmaya 6 ay ve daha fazla süre ile Na-valproat tedavisi alan, yaşları 4-16 yıl arasında değişen 44 idiopatik epilepsili hasta ile 28 sağlıklı çocuk alındı. Çalışma gruplarında lipid profili, folik asit, vitamin B12 düzeyleri ile, serum Hcy ve ADMA düzeyleri çalışıldı. Çalışmamızda hasta ve kontrol grubunda lipid profili ve folik asit ile vitamin B12 düzeyleri arasında fark saptanmazken (p>0.05), hasta grubunda serum Hcy ve ADMA düzeyleri yüksek olarak saptandı (p<0.0001). Serum ADMA ve serum Hcy düzeyleri arasında pozitif korelasyon saptandı. İki yıldan uzun Navalproat kullananlarda kısa süreli kullananlara göre vitamin B12 ve lipoprotein-a düzeyi düşük, ApoB düzeyi yüksek bulundu (p<0.05), serum folik asit, ADMA ve Hcy düzeyleri arasında fark saptanmadı (p>0.05). Na-valproat dozu 30 mg/kg/gün olanlarda 20 mg/kg/gün olanlara göre ADMA düzeyleri yüksek (p<0.001) ancak Hcy, vitamin B12 ve folik asit düzeyleri arasında fark yoktu (p>0.05). Bir yıldan beri nöbet geçirenlerde, kısa süreye göre serum folik asit düzeyleri arasında fark saptanmazken (p>0.05), vitamin B12 düzeyleri düşük (p<0.05), serum Hcy ve ADMA düzeyleri yüksek olarak saptandı (p<0.001).Sonuç olarak, bu araştırmada 2 yıldan daha uzun Na-valproat kullanan idiyopatik epilepsili çocuklarda serum Hcy ve ADMA düzeylerinin yükseldiği ve vitamin B12 düzeylerinin düştüğü saptandı. Bu nedenle uzun süre Na-valproat kullanan epileptik hastalarda ilerde gelişebilecek olası vasküler risk açısından serum Hcy ve ADMA düzeylerinin izlenmesinin yararlı olacağı kanısına varıldı.
Na-valproate which is commonly prescribed agent for treatment of epilepsy, have a potential adverse effects such as nausea, vomiting, abdominal pain, diarrhea and main serious adverse effect is hepatotoxicity. Hematological and endocrinological adverse effects might be observed. Recent reports demonstrated elevated serum homocysteine (Hcy) levels in children receiving Na-valproate therapy. Elevated homocysteine levels might play a potential role for the resistance to anti-epileptics as well as an increased well-known risk for cerebrovascular disease. It has been reported that elevated Hcy levels are associated with elevated asymmetric dimethylarginine (ADMA) levels. Serum ADMA levels is a better indicator for endothelial dysfunction comparing to serum homocysteine levels according to limited interferences with fasting status, physical activity and other factors. In this study, we aim to evaluate serum ADMA, Hcy, lipids, folate, vitamin B12 levels in epileptic children receiving Na-valproate monotherapy. Forty-four epileptic children receiving Na-valproate monotherapy at least 6 months and 28 healthy children, aged between 4 to 16 years, were recruited. Serum lipid profile, folate, vitamin B12, Hcy and ADMA levels were analyzed in study groups. Serum Hcy and ADMA levels were higher in patient group than the controls (p<0.0001) however serum lipids, lipoproteins, folate and vitamin B12 levels were similar between patient and control groups. Serum ADMA levels were positively correlated with serum Hcy levels. Serum vitamin B12 and lipoprotein levels are lower, serum Apo-B levels are higher (p<0.05), and serum folate, Hcy and ADMA levels were similar (p>0.05) in children between receiving Na-valproate monotherapy longer than 2 years and whom received < 2years. Serum Hcy, vitamin B12 and folate levels were similar (p>0.05) however serum ADMA levels were significantly higher (p<0.001) in children receiving Na-valproate monotheray at the dose of 30mg/kg per day to whom received 20 mg/kg per day. Serum vitamin B12 levels were lower (p<0.05) and serum Hcy and ADMA levels were higher (p<0.001) in children with positive seizure history longer than one year than children with seizure history below one year. In conclusion, according to our study results, increased serum Hcy and ADMA levels and lower serum vitamin B12 levels were observed in children with idiopathic epilepsy receiving longer than two years of Na-valproate monotherapy. This, routine follow-up serum Hcy and ADMA levels might have a beneficial effect for preventing potential vascular disease risk in epileptic patients receiving long term valproate therapy.
2022-07-06T06:12:16Z
2022-07-06T06:12:16Z
2008
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3647
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3860
2022-07-27T00:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T12:12:17Z
urn:hdl:11684/3860
Anne sütü ve formül mama ile beslenen sağlıklı term bebeklerde ghrelin ve leptin düzeyleri ile anne sütündeki ghrelin, leptin ve yağ düzeylerinin bebeklerin büyümesi üzerine etkileri.
Karataş, Zehra
Aydoğdu, Sultan Durmuş
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Anne Sütü
Büyüme
Ghrelin
Leptin
Yağ
Breast Milk
Growth
Ghrelin
Bu çalışma,
anne sütü (AS) ve formül mama (FM) ile beslenen sağlıklı term bebeklerde ghrelin (G-HH),
leptin ve yağ düzeylerinin bebeklerin büyümesi üzerine etkilerini araştırmak amacı ile
yapıldı. Çalışma grubunu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yaşları 30-91
gün olan 36 erkek, 26 kız toplam 62 bebek oluşturdu. Bebekler ortalama iki ve beş aylıkken
iki kez değerlendirildi ve beslenme şekillerine göre AS, FM, AS+FM gruplarına ayrıldı. İlk
değerlendirmede bebek ve annelerinden açken total G-HH, aktif G-HH, leptin, kan şekeri,
insülin, insülin benzeri büyüme faktörü-1, insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein3, total protein, albumin, trigliserid (TG), total kolesterol (TK) ve bebeklerde büyüme
hormonu düzeyleri çalışmak için kan örnekleri alındı. İlk ve ikinci değerlendirme sırasında
AS ve AS+FM ile beslenen bebeklerin annelerinden aç iken emzirmenin başı ve sonunda tGHH, aG-HH, leptin, TG ve TK çalışılmak üzere süt örnekleri alındı. İlk değerlendirmede AS
grubu bebeklerin vücut kitle indeksi (VKİ) AS+FM grubuna göre anlamlı derecede (p<0.05),
FM grubuna göre istatistiksel anlamlı olmamakla birlikte yüksek idi. İkinci değerlendirmede
gruplarda VKİ’leri benzer bulundu ancak AS grubunda VKİ artış oranı %3.49, FM grubunda
ise %14.96 idi. İlk değerlendirmede; AS grubunda plazma tG-HH düzeyleri FM grubuna
göre anlamlı derecede (p<0.05), serum leptin düzeyleri istatistiksel anlamlı olmamakla
birlikte yüksek saptandı. AS grubunda plazma tG-HH düzeyleri ile orta kol çevresi (OKÇ)
ve cilt kıvrım kalınlıkları (CKK) arasında, serum leptin düzeyleri ile VKİ’leri ve ikinci
değerlendirmedeki VKİ ve CKK’ları arasında; FM grubunda tG-HH düzeyleri ile ilk
değerlendirmedeki baş çevreleri (BÇ) ve ikinci değerlendirmedeki vücut ağırlıkları (VA)
arasında pozitif ilişki saptandı (p<0.05). İlk ve ikinci değerlendirmelerde son sütte tG-HH,
aG-HH ve TK düzeylerinin ön süte göre azaldığı, TG düzeylerinin arttığı (p<0.001); leptin
düzeylerinin ise ön süte göre istatistiksel anlamlı olmamakla birlikte arttığı gösterildi. İkinci
değerlendirmede AS grubunda ön süt tG-HH (p<0.01), leptin (p<0.05), TG (p<0.001), TK
düzeylerinin (p<0.01) ilk değerlendirmeye göre azaldığı, aG-HH düzeylerinin ise arttığı
(p<0.001), AS+FM grubunda ise leptin düzeylerinde azalma olmadığı saptandı. İlk
değerlendirmede AS grubunda ve AS+FM grubunda ön süt leptin düzeyleri ile bebeklerin
VKİ’leri arasında (p<0.01), ön süt-son süt ortalama tG-HH düzeyleri ile BÇ’leri arasında
pozitif ilişki bulundu (p<0.05). AS grubunda ön süt-son süt ortalama tG-HH ile TK düzeyleri
arasında, ön süt-son süt ortalama aG-HH ile TG düzeyleri arasında pozitif ilişki saptandı
(p<0.05). Ayrıca ön sütte leptin düzeyleri ile tG-HH ve TK düzeyleri arasında negatif ilişki
saptandı (p<0.05). Çalışmamızın sonuçları, beslenme periyodu sonunda AS’deki G-HH’nin
azalması, leptin ve TG’nin artmasının AS ile beslenen bebeklerin doydukları zaman
otokontrol ile emmeyi bırakmalarında rolleri olduğunu göstermekte, FM’lerin içeriğinin
beslenme periyodu boyunca değişmemesi bu bebeklerde otokontrolun yetersiz olduğunu
düşündürmektedir. AS grubunda ikinci değerlendirmede ön süt leptin düzeyi azalırken,
AS+FM grubunda azalmaması FM ile beslenen bebeklerin daha kilolu olmalarında sütteki
leptinin önemli olduğunu göstermektedir. AS’deki G-HH, leptin ve yağ düzeylerinin bebeğin
büyümesine paralel olarak azalmasına karşın FM içeriğinin aynı kalmasının AS ve FM ile
beslenen bebeklerin büyüme farklılığında etkili olduğunu düşündürmektedir.
This study
was aimed to evaluate the possible effect of ghrelin (G-HH), leptin and fat levels to
growth status in breast-fed (BF) and formula fed (FF) newborns. Totally 62 babies (36
boys and 26 girls) aged between 30 to 91 days from Eskisehir Osmangazi University
Faculty of Medicine, enrolled. The study group subdivided three subgroups according to
nutrition as BF, BF+FF and FF infants and were evaluated at mean second and 5th
months of age, respectively. At first visit, fasting serum samples were obtained for total
and active G-HH, leptin, glucose, insulin, insulin like growth factor-1, insulin like
growth factor binding protein-3, total protein, albumin, triglyceride (TG), total
cholesterol (TC) from mother-baby pairs and growth hormone assay from baby only.
Fasting foremilk and hindmilk samples were obtained at first and second look for
evaluation total and active G-HH, leptin, TG and TC. At first visit, body mass index
(BMI) values of BF infants were higher than FF infants without statistical differences. At
first visit, BMI values were higher in BF infants than BF+FF infants (p<0.05) and this
difference between these groups disappeared at second visit however until to second
visit, mean BMI levels were increased as 3.49% in BF infants as well as 14.96% in FF
infants. At first visit, breast milk tG-HH levels were significantly higher in BF infants
(p<0.05) unlike increased breast milk leptin levels without statistical difference. In BF
infants group, plasma tG-HH levels were positively correlated with mid-arm
circumferences (MAC) and triceps skinfold thickness (TST) and serum leptin levels
were positively correlated with BMI levels at first visit and also positively correlated
with BMI and TST values. In FF infants group, plasma tG-HH levels were positively
correlated with head circumferences at first visit and also correlated with weight at
second visit (p<0.05). Both first and second visit, hindmilk G-HH levels were lower than
foremilk, however TG were higher in hindmilk than foremilk (p<0.001), leptin levels
were also higher without statistical difference. In BF infants group, mean foremilk tGHH (p<0.01), leptin (p<0.05), TG (p<0.001), and TC (p<0.01) levels were higher at first
visit than second visit, contrary to increased aG-HH levels (p<0.001). We did not
observe changes for leptin levels in BF+FF infants group. At first visit we found positive
correlation between foremilk leptin levels and BMI of babies (p<0.01); and positive
correlation between mean of foremilk and hindmilk tG-HH levels and head
circumferences (p<0.05) in BF infants group and BF+FF infants group. In BF infants
group, we found positive correlation between mean of foremilk-hindmilk tG-HH levels
and TC levels and between mean of foremilk-hindmilk aG-HH levels and TG levels
(p<0.05). Foremilk leptin levels were negatively correlated with foremilk tG-HH levels
and TC levels (p<0.05). According to results, the changes of breast milk content
including decreased G-HH levels with an increased leptin TG levels pointed the
important role for self-control of feeding in BF infants. Foremilk leptin levels were also
decreased at second visit in BF infants contrary to not change in BF+FF groups, and
these findings might be highlighted the importance of breast milk leptin levels for weight
gain of these infants. Different growth status of BF and FF newborns might be explained
with decreased breast milk G-HH, leptin and TG levels parallel to the growth period
contrary to stable content of formulas.
2022-07-26T12:12:17Z
2022-07-26T12:12:17Z
2008
physicsThesis
Karataş Z. Anne sütü ve formül mama ile beslenen sağlıklı term bebeklerde ghrelin ve leptin düzeyleri ile anne sütündeki ghrelin, leptin ve yağ düzeylerinin bebeklerin büyümesi üzerine etkileri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2008.
http://hdl.handle.net/11684/3860
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3848
2022-07-27T00:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T10:18:02Z
urn:hdl:11684/3848
Kalpte basınç yüklenmesine yol açan doğumsal kalp hastalıklarında matriks metalloproteinazlar ve doku inhibitörlerinin serum düzeyleri ve kardiyak fonksiyonlarla ilişkileri
Uçar, Birsen
Kılıç, Zübeyir
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Anabilim Dalı
Doğumsal Kalp Hastalığı
Matriks Metalloproteinaz
Metalloproteinazların Doku İnhibitörleri
Basınç Yüklenmesi
Kardiyak Fonksiyonlar
Matriks metalloproteinazlar (MMP) ekstraselüler
matriksi (ESM) parçalayan endopeptidazlardır. Doku metalloproteinaz inhibitörleri (tissue
inhibitors of matrix metalloproteinases; TIMP) MMP’lerin spesifik inhibitörleridir.
Çalışmamızda kalpte basınç yüklenmesine yol açan doğumsal kalp hastalıklarındaki (DKH)
serum MMP-2, MMP-9, TIMP-1 ve TIMP-2 düzeylerini ve bunların ventrikül fonksiyonları
ile ilişkilerini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya sol ventrikülde basınç yüklenmesine yol açan
aort darlığı (n: 14) ve aort koarktasyonu (n: 9) tanılarını alan 23 olgu ve sağ ventrikülde
basınç yüklenmesine yol açan pulmoner darlık tanısı alan 16 olgu alındı. Hastaların yaşları 3-
192 ay arasında değişmekte olup (88,2±9,6 ay; ortalama±SEM), 12’si kız, 27’si erkek idi.
Kontrol grubu ise yaşları 3-216 ay arasında değişen (78,4±8,3 ay) 21’i kız, 26’sı erkek,
toplam 47 sağlıklı çocuktan oluşuyordu. Hastalarda sol ventrikül sistolik ve diyastolik
fonksiyonlarının konvansiyonel ekokardiyografik yöntemlerle değerlendirilmesinin yanısıra
doku Doppler yöntemi ile sol ventrikülün ve sağ ventrikülün, eş zamanlı sistolik ve diyastolik
pik akım velositeleri ve myokard performans indeksi (MPİ) hesaplandı. Venöz kan
örneklerinde serum MMP-2, MMP-9, TIMP-1 ve TIMP-2 düzeyleri “enzyme-linked
immunosorbent assay” (ELISA) yöntemi ile çalışıldı. Serum MMP-2 düzeyleri sol ventrikülde
basınç yüklenmesi olan hastalarda sağ ventrikülde basınç yüklenmesi olan hastalardan ve
kontrol grubundan düşük, sağ ventrikülde basınç yüklenmesi olan hastalarda ise sol
ventrikülde basınç yüklenmesi olan hastalardan ve kontrol grubundan yüksek bulunmakla
birlikte gruplar arasındaki farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05). Serum MMP-9
düzeyleri de sol ventrikülde basınç yüklenmesi olan grupta sağ ventrikülde basınç yüklenmesi
olan gruptan ve kontrol grubundan düşük bulunmakla birlikte gruplar arasındaki farklar
istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05). Sol ventrikülde ve sağ ventrikülde basınç
yüklenmesi olan gruplardaki TIMP-1 ve TIMP-2 düzeyleri kontrol grubundan düşük
bulunurken sağ ventrikülde basınç yüklenmesi olan hastalardaki serum TIMP-1 ve TIMP-2
düzeyleri en düşük idi, ancak gruplar arasındaki bu farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi
(p>0,05). Sol ventrikülde basınç yüklenmesi olan hastalarda MMP-9 düzeyleri sol ventrikül
sistolik kitlesi, aorta diyastolik ve ortalama basınçları ile pozitif, MMP-2 ve MMP-9 düzeyleri
doku Doppler ile ölçülen sağ ventrikül İKZ ile, TIMP-2 düzeyleri ise doku Doppler ile
ölçülen sağ ventrikül İVRZ ile negatif korelasyon göstermekteydi (p<0,05). Sağ ventrikülde
basınç yüklenmesi olan hastalarda MMP-2 düzeyleri doku Doppler ile ölçülen sağ ventrikül
İKZ değerleri ile pozitif korelasyon gösteriyordu (p<0,05). Sonuç olarak; çalışmamızda kalpte
basınç yüklenmesine yol açan DKH’da serum MMP ve TIMP düzeylerinde istatistiksel olarak
anlamlı olmamakla birlikte değişimler olduğu gözlenmiş, bu hastalıklarda görülen kardiyak
yeniden şekillenmede MMP ve TIMP’lerin rolü olabileceği düşünülmüştür.
. Matrix metalloproteinases (MMP)
are endopeptidases responsible for extracellular matrix (ECM) degradation. Tissue inhibitors
of metalloproteinases (TIMP) are specific inhibitors of MMPs. In this study, we aimed to
investigate the serum levels of MMP-2, MMP-9, TIMP-1, and TIMP-2 and their relations to
ventricular functions in congenital heart diseases (CHDs) leading to cardiac pressure
overload. Twenty-three patients with CHD leading to left ventricular (LV) pressure overload
such as aortic stenosis (n: 14) and coarctation aorta (n: 9) and 16 patients with pulmonary
stenosis which leads to right ventricular (RV) pressure overload were included in this study.
The patients were aged between 3-192 months (88.2±9.6 months; mean±SEM) and 12 of
them were female, 27 were male. The control group was consisted of 47 healthy children aged
between 3 months-18 years (78.4±8.3 months). Besides the evaluation of LV systolic and
diastolic functions by the conventional echocardiographic methods, simultaneous systolic and
diastolic peak flow velocities of the both ventricles and myocardial performance indexes
(MPI) were measured by tissue Doppler imaging (TDI). Serum levels of MMP-2, MMP-9,
TIMP-1, and TIMP-2 were analyzed with enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA)
method. Serum MMP-2 levels were lower in the patients with LV pressure overload than the
patients with RV pressure overload and than the control group. However MMP-2 levels were
higher in the patients with RV pressure overload than the patients with LV pressure overload
and than the control group. But these differences between the groups were not statistically
significant (p>0.05). Also serum MMP-9 levels were found to be lower in the patients with
LV pressure overload than the patients with RV pressure overload and than the control group,
but the differences between the groups were not statistically significant (p>0.05). Besides the
serum levels of TIMP-1 and TIMP-2 of both left and right ventricular overload groups were
lower than those of the control group, the patients with RV pressure overload had the lowest
serum levels of TIMP-1 and TIMP-2, but the differences between the groups were not
statistically significant (p>0.05). In the patients with LV pressure overload, serum MMP-9
levels positively correlated with LV systolic mass, diastolic and mean pressures of the aorta
while both MMP-2 and MMP-9 levels negatively correlated with LV ICT measured by TDI
and TIMP-2 levels negatively correlated with RV IVRT measured by TDI (p<0.05). In the
patients with RV pressure overload, serum MMP-2 levels positively correlated with RV ICT
values measured by TDI (p<0.05). In conclusion, in our study, even if they are not statistically
significant, some changes in the serum levels of MMPs and TIMPs were observed in the
CHDs leading to pressure overload in the heart. Therefore, it was thought that MMPs and
TIMPs may have a role in the cardiac remodeling observed in these diseases.
2022-07-26T10:18:02Z
2022-07-26T10:18:02Z
2009
physicsThesis
Uçar, B. Kalpte basınç yüklenmesine yol açan doğumsal kalp hastalıklarında matriks metalloproteinazlar ve doku inhibitörlerinin serum düzeyleri ve kardiyak fonksiyonlarla ilişkileri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2009.
http://hdl.handle.net/11684/3848
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2028
2021-03-12T01:02:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-11T07:43:43Z
urn:hdl:11684/2028
Sekonder hemofagositik lenfohistiositozis
Bör, Özcan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Hepatomegali
2003 ve 2009 yılları arasında, sekonder HLH tanısı alan yaşları 8 ay ile 195 ay arasında değişen 9'u erkek ve 9'u kız toplam 18 hasta çalışmaya alındı. Sekonder HLH tanısı konulan hastalardaki klinik ve laboratuvar bulgularının, etiyolojiden sorumlu faktörlerin, verilen tedavi şekilleri ile tedavinin klinik ve laboratuvar bulguları üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı.Hastaların %94.4'ünde ateş, %66.7'sinde peteşi, ekimoz, hepatomegali ve splenomegali, %44.4'ünde lenfadenomegali saptandı. Hastaların %94.4'ünde sitopeni, %88.9'unda ferritin yüksekliği, %83.3'ünde trigliserit düzeyinde artma ve/veya fibrinojen düzeyinde azalma saptandı. Hastaların tümünde hemofagositoz vardı.Ortalama beyazküre ve absolü nötrofil sayısı, hemoglobin düzeyi, eritrosit sedimentasyon hızı, ALT ve AST düzeylerinde tanıda ve tedavinin 5-7. günü arasında farklılık bulunmadı (>0,05). Tanı anında saptanan ortalama trombosit sayısının tedavinin 5-7. gününde belirgin olarak arttığı görüldü (<0,01). Tanı anında saptanan ortalama serum trigliserit düzeyi ve ferrritin düzeyinin, C-reaktif protein ve LDH düzeyinin tedavinin 5-7. gününde azaldığı saptandı (<0,05). Tanı anında saptanan ortalama serum total protein ve albumin düzeyinin tedavinin 5-7. gününde belirgin arttığı saptandı (<0,01, <0,05).Sekonder HLH saptanan hastalar etiyolojik açıdan incelendiğinde hastaların % 27,7'inde Salmonellozis, %5,6'inde Brusellozis, %5,6'inde Parvovirus, %5,6'inde EBV, %5,6'inde Leishmania donovani ve %5,6'inde Neiseria meningitis etken olarak saptandı.Hastaların % 94,9'ünde yüksek doz metilprednisolon, % 77,8'inde İVİG, %38,9'unda etoposid ve %27.8'inin siklosporin tedavisi uygulandı. Hastalardan 16'sı (%88,9) tedavi sonucunda iyileşti.
Between 2003 and 2009, a total of 18 children (9 boys, 9 girls) 8-195 months of age were studied with diagnosed as secondary HLH. In patients with the diagnosis of secondary HLH, clinical and laboratory findings, the factors responsible for the etiology, treatment modalities and the effects of the treatment on the clinical and laboratory findings were aimed to investigate.Of the 18 patients, fever was present in 17 (94.4%), the petechiae, ecchymoses, hepatomegaly and splenomegaly were present in 12 (66.7%), lymphadenomegaly was present in 8 (44.4%). Cytopenia was found in 94.4%, high ferritin levels were found in 88.9%, increase in the triglyceride level and / or a decrease in fibrinogen levels were found in 83.3% of the patients. All patients had hemofagositozis.There was no differences at the average number of leucocyte and absolute neutrophil, hemoglobin levels, erythrocyte sedimentation rate, ALT and AST levels between the diagnosis and the 5-7 days of the treatment. The average platelet count significantly increased at 5-7 days of the treatment from the levels at the diagnosis. The levels of average serum triglyceride, ferrritin, C-reactive protein and LDH were decreased at 5-7 days of the treatment from the levels at the diagnosis. The average serum total protein and albumin at the diagnosis were significantly increased at 5-7 days of the treatment.Searching for etiologic factors of patients with secondary HLH, salmonellosis were diagnosed in 5 patients (27.7%), Brusellozis in 1 (5.6%), Parvovirus in 1 (5.6%), EBV in 1 (5.6%), Leishmania donovani in 1 (5.6%) and Neiseria meningitis in 1 (5.6%) of 18 patients.Treatment included high dose metilprednisolone 94.9%, IVIG 77.8%, etoposid 38.9 and cyclosporine 27.8%. The survival rate was 88.9%.
2021-03-11T07:43:43Z
2021-03-11T07:43:43Z
2010
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2028
tur
ESOGÜ,Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2125
2021-03-12T01:02:42Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-11T13:09:21Z
urn:hdl:11684/2125
İdrar yolu enfeksiyonu ve vezikoüreteral reflü olan çocuklarda hs-CRP, serum, idrar fibronektin ve idrar Beta-2 mikroglobulin düzeyleri
Poyraz, Hülya
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
İdrar yolu enfeksiyonu
Vezikoüreteralreflü
Fibronektin, hs-CRP
Beta-2 mikroglobulin
Çalışmamızda idrar yolu enfeksiyonu (İYE) ve vezikoüreteral reflü VUR olan çocuklarda eritrosit sedimentasyon hızı (ESH), C-reaktif protein (CRP), high sensitif CRP (Hs-CRP), serum, idrar fibronektin (FN) ve idrar beta-2 mikroglobulin (β2-M) düzeylerini inceleyerek renal skar varlığı ile ilişki olup olmadığını araştırmak istedik. Çalışmaya ilk İYE geçiren VUR (-) 20 hasta, tekrarlayan İYE geçiren VUR (-) 20 hasta, VUR (+) 16 hasta, İYE olmayan VUR (+) 16 hasta ve 16 sağlıklı çocuk kontrol grubu olarak alındı. ESH, CRP ve hs-CRP düzeyleri tüm İYE olan hastalarda kontrol grubundan, tekrarlayan İYE geçiren hastalarda, ilk İYE geçiren hastalardan ve de skar saptanan hastalarda skar olmayan hastalar ve kontrol grubundan yüksek bulundu. İdrar β2-M düzeyi, tekrarlayan İYE geçiren hastalarda, ilk İYE geçiren hastalardan ve renal skar saptanan hastalarda, skar olmayan hastalardan anlamlı yüksekti. VUR olan, İYE (+) ve İYE (-) hastaların idrar β2-M düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmadı. VUR olan tüm hastaların idrar β2-M düzeyi, kontrol grubundan yüksekti. İYE olan hastaların serum FN düzeyi ile kontrol grubu arasından fark bulunmadı Serum FN düzeyi İYE (-) VUR (+) hastalarda kontrol grubundan düşük buludu. İdrar FN düzeyleri İYE olan olmayan, VUR olan olmayan tüm gruplarda istatistiksel olarak anlamsız bulundu. Sonuç olarak, ESH, CRP, hsCRP İYE tanısında önemli olup, İYE olmayan VUR olan hastalarda hs-CRP’nin kontrol grubundan yüksek bulunması, VUR varlığının gösterilmesinde hs-CRP’nin daha anlamlı olduğunu düşündürdü. İdrar β2-M düzeyleri ise İYE’den çok reflü ve skardan etkilenmekte ve bu hastalarda ilk olarak değerlendirilmesi gereken bir laboratuvar incelemesi olduğu sonuçuna ulaşılmıştır. İYE ve VUR tanısında, parankimal hasarın erken belirlenmesinde serum ve idrar FN düzey ölçümü kullanılabilir bir belirteç gibi görünmemektedir.
In our study, we aimed to investigate whether erythrocyte sedimentation rate (ESR), C-reactive protein (CRP), high sensitive CRP (Hs-CRP), serum and urine fibronectin (FN) and urine beta-2 microglobulin (β2-M) are in an association with presence of renal scarring in children urinary track infection (UTI) and vesicoureteral reflux (VUR). Study included 20 patients with initial UTI, VUR (-); 20 patients with recurrent UTI, VUR (-); 16 patients with VUR (+), 16 patients without UTI, VUR (+) and 16 healthy children as a control group. The ESR and hs-CRP levels were higher in patients with recurrent UTI than patients with initial UTI. The ESR, CRP and hs-CRP levels were higher in UTI patients detected scarring on DMSA investigation compared to those without scarring and control group. The urine β2-M levels were higher significantly in patients with recurrent UTI than patients with initial UTI and in patients with scarring than without scarring. There was no significant difference on urine β2-M levels between VUR patients with and without UTI. The urine β2-M levels of patients with VUR were higher compared to control group. The urine β2-M level was significantly higher in patients with scarring than without scarring. The serum and urine FN levels were found non significant statistically in all groups with or without UTI and VUR. The serum fibronectin level were lower in patients with UTI (-) VUR (+) than control group. The urine fibronectin levels were not statistically significant among all groups in patients with or without UTI, with and without VUR. As a conclusion, ESR, CRP, Hs-CRP is important in urinary track infection diagnosis and the finding that hs-CRP level is higher than the control group in VUR patients without UTI is significant to establish the diagnosis of VUR. Urine β2-M levels are affected by reflux and scar than UTI and we decided that β2-M should measured firstly in these patients. In diagnose of UTI and VUR, the measurement of serum and urin fibronectin level seem not to be an avaible marker in early parenchymal damage.
2021-03-11T13:09:21Z
2021-03-11T13:09:21Z
2010
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2125
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3897
2022-07-28T00:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-27T07:14:02Z
urn:hdl:11684/3897
Ratlarda karaciğer iskemi-reperfüzyon hasarında rotenonun hücre apopitozisi ve inflamatuar proçese etkisi
Öztelcan, Bahar
Akşit, Mehmet Arif
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Prematürite
İnflamasyon
Pentraksin 3
Ptx 3
Il-6
Tnf α
İntrauterin
enfeksiyon/inflamasyon sıklıkla preterm eylem ve doğumla ilişkidir. Umbilikal kordda proinflamatuar
sitokinlerin artışı enfeksiyonlara inflamatuar yanıtın iyi bir göstergesidir. Bu çalışmanın amacı fetal
inflamatuar response sendromu (FIRS) ile Pentraksin 3 arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi ve bu
faktörlerin preterm bebeklerde neonatal morbidite üzerindeki etkisini incelemektir. Bu amaçla
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
yenidoğan yoğun bakım ünitesinde Eylül 2008- Mart 2009 tarihleri arasında gestasyonel yaşları 28-36
hafta arasında değişen 62 prematüre bebek değerlendirildi. Çalışma grubuna alınan 62 prematüre
yenidoğandan umbilikal kord IL-6 düzeyleri 11 ug/dl üzerinde olanlar FIRS olarak kabul edildi. Buna
göre çalışma grubundaki yenidoğanların % 43.5 FIRS olarak değerlendirildi. Hastaların 18 (%
29)’inde RDS, 3 (%4.8)’ünde NEK, 5 (%8.2)’inde neonatal pnömoni, 3 (%4.8)’ünde retinopati, 3
(%4.8)’ünde intrakraniyal kanama, 4 (%6.5)’ünde bronkopulmoner displazi gözlendi, hastaların 5
(%8.1)’i kaybedildi. FIRS saptanan olguların kord kanlarındaki PTX 3 düzeyi ortalama 12.07 ± 2.1
ng/mL, IL-6 düzeyi 40.15 ± 7.20 pg/ml, TNF-α düzeyi de 1.08 ± 0.29 pg/ml saptandı. FIRS saptanan
hastaların kord kanındaki PTX3 anlamlı olarak yüksekti (p<0.01). Sepsis grubunda, koryoamniyonit
grubunda ve eksitus olan hastaların kord kanlarında IL-6 ve PTX3 düzeyleri anlamlı derecede yüksek
saptandı (p<0.01). Umbilikal kord IL-6 ve PTX3 düzeyi RDS’li olgularda anlamlı derecede yüksek
saptandı (p<0.001). Çalışmamızda prematüre yenidoğan bebeklerde FIRS tablosunda PTX3 düzeyleri
ilk kez çalışılmış ve yüksek olarak saptanmıştır. FIRS, sepsis, koryoamniyoniti olan hastalarda PTX3
düzeylerinin yüksek olarak saptanması nedeniyle PTX3’ün prematüre bebeklerde inflamasyon
göstergesi ve inflamasyonun derecesinin belirlenmesinde erken gösterge olarak kullanımı faydalı
olabilir. Çalışmamız da gösterilen RDS olgularında yüksek PTX3 düzeyleri ilk kez tanımlanmıştır.
Erişkinlerde PTX3 düzeylerinin ARDS tanımlanan olgularda düzeyleri yüksek bulunması RDS’li
bebeklerde PTX3 düzeylerinin inflamasyon ile ilişkili olabilceğini ya da sonucu olabileceğini
düşündürmektedir. Başta RDS’li yenidoğanlar olmak üzere, sepsis ve diğer yenidoğan inflamatuar
klinik tablolarında PTX3 düzeyleri ile ilgili daha geniş çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Intrauterin infection/inflammation
is frequently associated with preterm labour/delivery. Elevated levels of umbilical cord
proinflammatory cytokins are good indicators of fetal inflammatory response to infections. The aim of
this study is to assess the possible association between fetal inflammatory response syndrome (FIRS)
and pentraxin 3 levels (PTX3) and also to evaluate the effect of these factors to the neonatal morbidity
associated with prematurity. Sixty two premature newborns, gestational ages between 28 and 36
weeks, which were followed-up in Newborn Intensive Care Unit of Eskisehir Osmangazi University
Faculty of Medicine between September 2008 and March 2009, were enrolled. FIRS was diagnosed as
premature newborns with an umbilical cord blood levels >11 pg/ml and 43.5% out of 62 premature
newborn was diagnosed as FIRS. Prematurity associated conditions have been observed: 18 (29%)
respiratory distress syndrome (RDS), 3 (4.8%) necrotizing enterocolitis (NEC), 5 (8.2%) neonatal
pneumoniae, 3 (4.8%) retinopathy of prematurity, 3 (4.8%) intraventricular haemorrhage, 5 (8.1%)
bronchopulmonary dysplasia.5 newborns (8.1%) died during the study period. Mean umbilical cord
PTX levels was 12.07 ± 2.1 ng/mL, cord blood IL-6 level was 40.1 ± 7.2 pg/ml and mean TNF-α
levels was 1.08 ± 0.29 pg/ml in premature newborns with FIRS. Cord blood PTX3 levels were
significantly higher in premature newborns with than without FIRS (p<0.01). In premature newborns
with sepsis or choriamnionitis and also non-surviving newborns groups, cord blood IL-6 and PTX-3
levels were significantly higher (p<0.01). Also umbilical cord PTX3 levels were significantly higher
in premature newborns with RDS than the newborns without RDS (p<0.001). To the best of our
literature knowledge, herein we present firstly cord blood PTX3 levels in premature newborns with
FIRS. High levels of cord blood PTX3 levels in newborns with sepsis, choriamnionitis or FIRS
pointed that cord blood PTX3 levels might be use for an predictor for the presence of inflammation
and could be used as early marker of inflammation. We also, it was the first increased levels of cord
blood PTX3 levels in newborns with RDS. Regarding to current report about an increased serum
PTX3 levels in adults with adult RDS (ARDS) with our findings in newborns with RDS, PTX3 might
have a role or a result of inflammation. Further large studies for PTX3 levels in newborns with RDS,
sepsis or other clinical inflammatory conditions of newborns, needed.
2022-07-27T07:14:02Z
2022-07-27T07:14:02Z
2009
physicsThesis
Öztelcan B, Preterm yenidoğanlarda umbilikal kord kanında inflamasyon parametrelerinin ve pentraksin III’ün (PTX3) değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3897
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3869
2022-07-27T00:00:36Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T13:40:11Z
urn:hdl:11684/3869
İndirek hiperbilirubinemili yenidoğanlarda hazırlayıcı faktörler ve etyoloji
Otuzbir, Ayşegül
Tekin, Neslihan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Hiperbilirubinemi
Hazırlayıcı Faktörler
Etyoloji
Neonatal Hyperbilirubinemia
Risk Dactors
Etiology
Bu çalışmada
amacımız, son 10 yılda tüm dünyada bildirilen kernikterus vakalarındaki artış
nedeniyle, ülkemizde ve kendi bölgemizde hiperbilirubineminin şiddetini
etkileyebilecek risk faktörlerini ve etyolojileri araştırmaktı. Bu çalışma Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Neonatoloji Bilim Dalı’nda 2008 Şubat–2009 Ocak tarihleri arasında 12 aylık süre
içersinde izlenen ve fizik muayenesinde sarılık tespit edilen 328 (173 erkek, 155 kız)
term bebek üzerinde yürütüldü. İlk ölçülen total serum bilirubin (TSB) düzeylerine
göre hafif, orta, ciddi ve şiddetli bilirubinemiye sahip 4 grup oluşturuldu. Her bir
vakada risk faktörleri ve etyoloji değerlendirildi, gruplar arası karşılaştırılma yapıldı.
Doğum şekli, başvuru sırasındaki ağırlık, anne eğitim düzeyi, sarılıklı kardeş
öyküsünün gruplar arasında anlamlı düzeyde farklılık gösterdiği bulundu (p<0.05).
Sarılığın fark edilme ve değerlendirmeye alınma günlerinin hafif hiperbilirubinemisi
olan grupta, ciddi ve şiddetli hiperbilirubinemisi olan gruplara göre daha erken
olduğu saptandı (p<0.05). TSB’nin ulaştığı en yüksek değer ve günün
hiperbilirubineminin şiddetiyle arttığı saptandı (p<0.05). Yetersiz beslenmenin bir
göstergesi olan ve şiddetli hiperbilirubineminin major risk faktörlerinden biri olan
tartı kaybının gruplar arasında önemli derecede farklılık gösterdiği, fizyolojik
sınırlarda kabul edilen %5-10 tartı kaybının da gruplar arasında önemli farklılık
gösterdiği saptandı (p<0.05). Tartı kaybına eşlik edebilen dehidratasyon tablosunun,
şiddetli hiperbilirubinemi için önemli bir hazırlayıcı faktör olduğunu saptandı
(p<0.05). İdrar yolu enfeksiyonlarının şiddetli hiperbilirubinemi için önemli bir
etyolojik faktör olduğunu ve gruplar arasında önemli düzeyde farklılık gösterdiği
saptandı (p<0.01). ABO uyuşmazlığının eşlik eden diğer faktörlerle birlikte ciddi
hiperbilirubinemi için önemli bir etyolojik faktör olduğu saptandı (p<0.05). Annenin
eğitim düzeyi ve beslenme konusundaki eğitimi ile bebeklerin taburculuk sonrası
takibinin şiddetli hiperbilirubineminin önlenmesinde en önemli yeri tuttuğu sonucuna
vardık.
Our aim is to
investigate risk factors and etiology which effect the severity of neonatal jaundice in
our region because increased incidence of kernicterus were reported in the last 10
years in worldwide. The present study was performed in the Neonatal Unit of
Osmangazi University Medical Faculty, Department of Pediatrics, between February
2008 and January 2009. 328 (173 boys, 155 girls) term infants who had jaundice at
physical examination were divided into four groups with respect to their bilirubin
levels as mild, moderate, serious and severe hyperbilirubinemia. Risk factors and
etiology of the unconjugated bilirubinemia were evaluated in each case and
frequency of these factors were compared between the groups. Route of delivery,
weight loss, education of the mother and sibling with neonatal jaundice were
significantly different between the groups with an increased incidence in severe
jaundiced group (p<0.05). The time which jaundice was recognized and evaluated
was significantly late in serious and severe jaundiced group than the first 2 groups
(p<0.05). As the severity of bilirubinemia increased, the time period that bilirubin
reached peak value prolonged (p<0.05). Weight loss due to impaired caloric intake
and even 5-10% weight loss were significantly higher among the serious and severe
jaundiced infants (p<0.05). Dehydration accompanied weight loss and urinary tract
infections were important in the etiology of severe jaundice (p<0.05, p<0.01). ABO
blood group incompatibility when associated with other etiologic factors was an
important cause for severe hyperbilirubinemia. We concluded that weight loss due to
impaired feeding as well as dehydration, impaired follow up after discharge and
urinary tract infections were contributed to serious and severe hyperbilirubinemia,
the most important underlying risk factor was low education status of the mother
2022-07-26T13:40:11Z
2022-07-26T13:40:11Z
2010
physicsThesis
Otuzbir A. İndirek hiperbilirubinemili yenidoğanlarda hazırlayıcı faktörler ve etyoloji. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010
http://hdl.handle.net/11684/3869
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3711
2022-07-20T00:00:27Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-19T06:56:35Z
urn:hdl:11684/3711
Obez çocuklarda serum ve kamik metabolizma parametrelerinin değerlendirilmesiı
Bozan, Gürkan
Dinleyici, E. Çağrı
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Obezite
Çocuk
Leptin
Kemik
Osteokalsin,
Kemik Mineral Dansitesi
Obesity
Children
Bone
Osteocalcin
Bone Mineral Density
. Leptin, obezite ve kemik formasyonu arasında kompleks ilişkiler bulunmaktadır. Leptinin büyüme ve kemik formasyonu ile osteoblastik ve osteoklastik aktiviteler üzerine etkileri olduğu, kemik mineral içeriğini arttırdığı düşünülmektedir. Bu çalışmada ekzojen obezitesi olan çocuklarda serum leptin düzeyleri ile kemik yapım ve yıkım parametreleri ve kemik mineral dansitesi (KMD) ilişkisinin değerlendirilmesi planlandı. Çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı polikliniğine şişmanlık yakınması ile getirilen ve eksojen obezite tanısı alan 6-17 yaş arasında 27’si kız, 18’i erkek toplam 45 ekzojen obesitesi olan hasta çocuk alındı. Kontrol grubu olarak yaşları 6-17 arasında değişen 17 kız ve 22 erkek toplam 39 sağlıklı çocuk seçildi. Çalışma grubundaki tüm çocuklarda serum leptin ile birlikte osteoblastik aktivite göstergesi olarak serum ostekalsin düzeyi, osteoklastik aktivite göstergesi olarak idrarda deoksipiridinolin / kreatinin oranı çalışıldı. Tüm çocuklarda kemik mineral dansitesi DEXA ile değerlendirildi. Çalışma grubundaki obez çocukların serum leptin düzeyleri ve osteokalsin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin olarak yüksek saptandı (her ikisi için de p<0.001). İdrarda deoksipirinidolin/kreatinin oranı obez çocuk grubunda, kontrol grubuna göre belirgin düşük olarak saptandı (p<0.001). Obez çocuklarda KMD değeri kontrol grubundaki çocuklara göre yüksek olarak saptandı (p<0.001). Çalışma grubundaki obez kız çocukları ve obez erkek çocukları arasında serum leptin, osteokalsin, ve idrarda deoksipiridinolin/kreatinin oranı için istatiksel olarak fark saptanmadı (p>0.05) ancak KMD değeri obez kız çocuklarında erkek çocuklarına göre yüksek olarak saptandı (p<0.05). Çalışma grubuna alınan prepubertal ve pubertal obez çocuklar kendi içlerinde karşılaştırıldığında serum leptin ve osteokalsin düzeyi, KMD, idrar deoksipirinidolin/kreatinin oranı arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı. Obez kız çocuklarının serum leptin ve osteokalsin düzeyleri ile KMD değerleri kontrol grubundaki kız çocuklarına göre istatistiksel olarak yüksek saptandı (hepsi için p<0.001). Obez erkek çocuklar kontrol grubundaki erkek çocuklar ile karşılaştırıldığında serum leptin (p<0.001) ve osteokalsin düzeyleri (p<0.001) ile KMD değerleri (p<0.05) yüksek idrar deoksipirinidolin/kreatinin oranı ise düşük olarak saptandı (p<0.001). Obez çocuklarda serum leptin konsantrasyonları ile serum osteokalsin konsantrasyonları ve KMD değerleri arasında pozitif korelasyon saptandı (p<0.05). Çalışmamızda eksojen obezitesi olan çocuklarda KMD ve serum osteoklasin düzeylerinin arttığı, osteoblastik aktivitedeki bu artışın artmış serum leptin leptin düzeyleri ile ilişkili olduğu düşünüldü. Leptinin kemik metabolizması üzerine santral ve periferik etkilerini değerlendirmek için daha geniş çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Complex interaction between leptin, obesity and bone metabolism has been recently described. Leptin have potential role on growth and bone formation and have an effect on osteoblastic and osteoclastic activity resulting increased bone mineral content. The aim of this study was to evaluate possible association between serum leptin levels with osteoblastic and osteoclastic activity indicators and bone mineral density (BMD). Forty-five children (27 girls and 18 boys) aged between 6 to 17 years old, diagnosed as exogen obesity at Department of Pediatrics, Eskisehir Osmangazi University Medical Faculty, was enrolled. Thirty-nine healthy children (17 girls, 22 boys= aged between 6 to 17 years old serve as a control group. Serum leptin levels, serum osteocalcin levels (as an osteoblastic activity indicator), urinary deoxypyrinidoline/creatinine ratio (as an osteoclastic activity indicator) have been performed in all children. BMD were evaluated with DEXA. Serum leptin and osteocalcin levels were significantly higher in obese children than the controls (p<0.001 for both). Urinary deoxypyrinidoline/creatinine ratio were significantly lower in obese children than the controls (p<0.001). Also BMD values was higher in obes children than the controls (p<0.001). Serum leptin and osteocalcin levels and urinary deoxypyrinidoline/creatinine ratio were similar between obese boys and girls (p>0.05) however BMD values were higher in obese girls than obese boys (p<0.05).
Serum leptin and osteocalcin levels, BMD values and urinary deoxypyrinidoline/creatinine ratio were similar between prepubertal and pubertal obese children. Serum leptin, osteocalcin levels and BMD values were significantly higher in obese girls than the girls in the control group (p<0.001 for all). Serum leptin (p<0.001) and osteocalcin levels (p<0.001) and BMD values (p<0.05) were higher in obese boys than the controls while urinary deoxypyrinidoline/creatinine ratio were significantly lower in obese boys than the controls (p<0.001). In obese children group, serum leptin were positively correlated with serum osteocalcin levels and BMD values (p<0.05). As a conclusion, serum osteocalcin levels and BMD values were higher in obese children and the rising levels resulting the osteoblastic activity might be associated with an increased serum leptin levels. Further studies needed for evaluation the potential central or peripheral effects of leptin on bone metabolism.
2022-07-19T06:56:35Z
2022-07-19T06:56:35Z
2010
physicsThesis
Bozan G. Obez çocuklarda serum leptin ve kemik metabolizma parametrelerinin değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010
http://hdl.handle.net/11684/3711
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2194
2021-03-19T01:00:52Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-18T09:09:56Z
urn:hdl:11684/2194
Hipertansif ebeveynlerin normotansif çocuklarında kan basıncı sirkadiyen ritmi
Toker, Rabia Tütüncü
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Hipertansiyon
Dipper
Nondippe
Ambulatuar Kan Basıncı İzlem
Sol Ventrikül Kitle İndeksi
Aile öyküsü, genetik, insülin direnci, yüksek vücut kitle indeksini içeren çeşitli risk faktörlerinin esansiyel hipertansiyon gelişiminde rol oynadığı belirtilmektedir. Hipertansif aile öyküsü, çocuklarda görülen esansiyel hipertansiyon için önemli bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Hipertansif hastalarda gece kan basıncı düşüşünün nondipper izlendiği bireylerde hedef organ hasarının daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu çalışmada, ebeveynlerinde esansiyel hipertansiyon öyküsü olan normotansif çocukların ambulatuar kan basıncı izlemi ile kan basıncı sirkadiyen ritminin araştırılması, bu ritmin hedef organ hasarı ile ilişkisi ve klinik olarak hipertansiyon saptanmadan önce erişkin dönemde ortaya çıkabilecek hipertansiyonun belirleyicisi olup olmadığının araştırılması amaçlandı. Çalışmaya yaşları 8-22 yıl arasında olan hipertansif aile öyküsü olan 40 normotansif çocuk ( 19 kız, 21 erkek ) ve kontrol grubu olarak ailesinde hipertansiyon olmayan 20 normotansif çocuk (10 kız, 10 erkek) alındı. Çocukların tıbbi anamnezi alınıp, sistemik muayeneleri ve ekokardiyografik incelemeleri yapıldı ve 24 saat süre ile ambulatuar kan basıncı izlemi uygulandı. Hipertansif aile öyküsü olan grupta gündüz yüksek sistolik kan basıncı (p<0,05) ve sistolik yük (p<0,05), ekokardiyografik incelemede artmış sol ventrikül arka duvar kalınlığı (p<0,05) ve sol ventrikül kitle indeksi (p<0,05) saptandı. Ailede esansiyel hipertansiyon öyküsü olan çocukların ambulatuar kan basıncı izleminde özelikle yirmili yaşlardan itibaren kan basıncı sirkadiyen ritminin daha çok nondipper seyir izlediği (p<0,05); nondipper seyirde sol ventrikül kitle indeksinin dipper seyire göre anlamlı yüksek olduğu, gece sistolik kan basıncının sol ventrikül kitle indeksi ile pozitif yönde korelasyon gösterdiği saptandı (p<0,001). Ailesinde hipertansiyon öyküsü olan çocuklarda klinik olarak hipertansiyon saptanmadan önce hedef organ hasarının erken dönemde oluşabildiği, gece kan basıncı düşüşünün nondipper izlendiği bireylerde özellikle yirmili yaşlardan itibaren daha belirgin olduğu gözlendi.
Many factors, including family history, genetics, insulin resistance and high body mass index may play a role in the development of essential hypertension. The family history of hypertension is an important risk factor for essential hypertension seen in children. It has been said that hypertensive patients with nondipper blood pressure status have higher target organ damage. The aim of this study was to evaluate blood pressure circadian rythm of normotensive children with family history of essential hypertension, to examinate the relationship between target organ damage and this rythm, to evaluate whether it is the predective for adult hypertension.The children aged between 8-22 years were enrolled. Fourty (19 girls, 21 boys) of them were the normotensive offspring of hypertensive family and 20 (10 girls, 10 boys) of them were the normotensive offspring of normotensive parents. Medical history has been obtained, physical examination and echocardiographic examination have been performed, and then ambulatory blood pressure monitoring was applied for 24 hours. Daytime systolic blood pressure and systolic load were higher in children with hypertensive parents (p<0,05 for both). Increased thickness of left ventricular posterior wall and left ventricular mass index have been observed in children hypertensive parents (p<0,05 for both). Blood pressure circadian rythm in the children with family history of hypertension has more non-dipper status especially from the ages of 20 (p<0,05). Non dippers have significantly higher values of left ventricular mass index than dippers and a positive correlation has been found between night systolic blood pressure and left ventricular mass index (p<0,001). The nondipper normotensive children with family history of hypertension is thought to have target organ damage especially from the ages of 20 before clinical findings of hypertension are onset.
2021-03-18T09:09:56Z
2021-03-18T09:09:56Z
2010
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2194
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2196
2021-03-19T01:00:54Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-18T09:11:40Z
urn:hdl:11684/2196
Akut romatizmal ateşte plazma adiponektin düzeyleri ve sitokinlerle ilişkisi
Özgen, Huriye
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Akut romatizmal ateş,
Adiponektin
TNF-
IL-6
IL-8
Çocuk
Akut romatizmal ateş (ARA), çocukluk ve adölesans döneminde görülen edinsel kalp hastalıklarının en sık nedenidir. Esas olarak yağ hücrelerinde üretilen adiponektinin, antidiyabetik, antiaterojenik ve antiinflamatuvar etkileri olduğu obezite ve ilişkili hastalıklarda gösterilmiştir; kronik inflamatuvar ve otoimmün hastalıklardaki rolü ise henüz net değildir. Bu çalışmada ARA'lı çocuklarda plazma adiponektin düzeyleri ve akut faz reaktanları ve sitokinler ile ilişkisi araştırıldı. Çalışmaya ARA tanısı konulan, yaşları 66-204 ay arasında değişen (134±5 ay), 15 erkek, 18 kız olmak üzere 33 hasta alındı. Hastaların 8'inde Sydenham koresi, 12'sinde artrit ve kardit, 13'ünde kardit bulguları vardı. Kontrol grubuna yaş ve cinsiyet eşlemeli 54 sağlıklı çocuk alındı. Kontrol grubundan birkez, hastalardan ise başvuruda ve tedavinin 2., 5., 10., 15. günlerinde ve 8. haftada venöz kan örnekleri alınarak plazma adiponektin, serum tümör nekroze edici faktör-? (TNF-?), interlökin-6 (IL-6), interlökin-8 (IL-8) düzeyleri ve beyaz küre sayısı, eritrosit sedimentasyon hızı, C-reaktif protein, yüksek duyarlıklı CRP ve başvuruda FSH, LH, total testesteron, estradiol, total kolesterol, trigliserid, LDL-kolesterol, HDL-kolesterol düzeyleri çalışıldı. Vücut kitle indeksi, cilt kıvrım kalınlığı, bel çevresi ölçümleri ve Tanner evrelemesi yapıldı. Çalışma ve kontrol gruplarında antropometrik ölçümler ve lipit parametreleri ile adiponektin düzeyleri arasında herhangi bir ilişki saptanmadı (p>0.05). Artrit+kardit ve kardit gruplarındaki hastalardaki adiponektin değerleri başvuruda ve diğer tüm çalışma günlerinde kontrol grubundan daha yüksek idi (p<0.001). Kardit grubunda adiponektin değerleri yönünden; 5., 10., 15. günlerde ve 8. haftada 0. günden daha yüksek (p<0.01, p<0.05, p<0.05, p<0.05) idi. Diğer gruplarda çalışma günlerindeki adiponektin düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi (p>0.05). Çalışma gruplarındaki hastalarda TNF-? değerleri tüm çalışma günlerinde, kontrol grubundakinden daha düşük (p<0.001), IL-6 değerleri daha yüksek (p<0.001) iken, IL-8 değerleri ise benzerdi (p>0.05). TNF-? değerleri; kardit grubunda 8. haftada 0. günden (p<0.05), 15. günde 2. ve 5. günlerden daha düşük ( p<0.05) idi. IL-6 değerleri yönünden hasta gruplarında çalışma günleri arasında istatistiksel fark yoktu (p>0.05). IL-8 değerleri, kore grubunda 10. günde 0., 2., 5. ve 15. günlerden daha düşük idi (p<0.05). ARA tanısında hasta ve kontrol gruplarının ayırımında başvuru anındaki adiponektin düzeyi için cutoff değeri 16.1 µg/ml alındığında duyarlılığı %84.3, özgüllüğü %63 bulundu. Başvuru sırasındaki adiponektin ile sitokin düzeyleri ve akut faz reaktanları arasında korelasyon saptanmadı. ARA'lı çocuklarda özellikle karditte plazma adiponektin ve serum IL-6 düzeyleri artmakta, TNF-? düzeyleri azalmakta, IL-8 düzeyleri ise değişmemektedir. Ayrıca, adiponektinin iyileşme döneminde akut dönemden yüksek, TNF-?'nın ise düşük olması; adiponektinin, ARA'da antiinflamatuvar olarak rol alabileceğini düşündürmüştür. ARA tanısında duyarlılığı orta derecede, özgüllüğü düşük olan adiponektinin güvenilir bir gösterge olamayacağı, IL-6'nın ise özellikle karditli hastalarda duyarlılığı ve özgüllüğü en yüksek sitokin olması nedeniyle tanıda güvenilir bir gösterge olabileceği sonucuna varıldı
Acute rheumatic fever (ARF) is the most frequent reason of the acquired heart diseases during childhood and adolescence. Mainly, it has been shown that adiponectin which is produced by fat cells, has antidiabetic, antiatherogenic and antiinflammatory effects in obesity and related diseases; but its role in chronic inflammatory and autoimmune diseases is not clear yet. In this study, plasma adiponectin levels and its relation with acute phase reactants and cytokines were investigated in children with ARF. The study included 33 patients (15 boys and 18 girls) diagnosed as having ARF aged between 66-204 months (135±5 months). Among them, 8 had Sydenham chorea, 12 had arthritis and carditis, and 13 had carditis findings. Fifty-four age- and gender-matched healthy children were included in the study as a control group. The venous blood samples were collected from healthy controls once and from patients on admission and at the 2nd, 5th, 10th, 15th days and 8th week of treatment for analyses of plasma adiponectin, serum TNF-?, IL-6, IL-8 levels and white blood cell count, erythrocyte sedimentation rate, C-reactive protein, high sensitive CRP. The FSH, LH, total testosterone, estradiol, total cholesterol, triglyceride, LDL-cholesterol and HDL-cholesterol levels were studied only at the time of admission. Body mass index, skin fold thickness and waist circumference measurements and Tanner staging were performed. There were no relations between the anthropometrical measurements, lipid parameters and adiponectin levels in the study and control groups (p>0.05). The adiponectin levels were higher in patients with arthritis+carditis and carditis than controls on admission and all of the other study days (p<0.001). In the carditis group, adiponectin levels were higher at 5th, 10th, 15th days and 8th week than baseline (p<0.01, p<0.05, p<0.05, p<0.05). In the study groups, TNF-? levels were lower (p<0.001), IL-6 levels were higher (p<0.001) than controls while IL-8 levels were similar (p>0.05) at all of the study days. In the carditis group, TNF-? levels were lower in 8th week than baseline (p<0.05), in 15th day than 2nd and 5th days (p<0.05). In the study groups, there was no statistical difference between the study days for IL-6 levels (p>0.05). In the chorea group, IL-8 levels were lower at 10th day than baseline, 2nd, 5th and 15th days (p<0.05). For discrimination of the patient and control groups in ARF diagnosis, when a cutoff value of 16.1 µg/ml for adiponectin value on admission was considered, the sensitivity of 84.3% and specificity of 63%. In our study, no correlation was found among the adiponectin and cytokine levels and acute phase reactants at the time of admission. Plasma adiponectin and serum IL-6 levels increase, serum TNF-? levels decrease and serum IL-8 levels do not change in children with ARF, especially in carditis. In addition, our findings that adiponectin level was higher and TNF-? level was lower in the recovery period than acute phase suggests that adiponectin can play an anti-inflammatory role in ARF. It was concluded that adiponectin with a moderate sensitivity and a low specificity cannot be a reliable marker, however IL-6 which is the most sensitive and specific cytokine especially in the patients with carditis may be a reliable diagnostic marker
2021-03-18T09:11:40Z
2021-03-18T09:11:40Z
2010
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2196
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2185
2021-03-19T01:01:05Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2021-03-18T08:38:37Z
urn:hdl:11684/2185
İnfantil spazm olgularının değerlendirilmesi ve uzun süreli izlemi
Yarar, Coşkun
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
İnfantil spazm
West sendromu
Risk faktörleri
Prognoz
ACTH
Bu çalışmada infantil spazmlı (İS) hastaların klinik özellikleri, risk faktörlerinin belirlenmesi ve uzun süreli izlemde gelişen nörolojik sekellerin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlandı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı’nda 1984 ile 2009 yılları arasında İS tanısı alan 109 (59 erkek, 50 kız) hastanın, prenatal, perinatal ve postnatal, nöromotor gelişim ve nöbet öyküsü, tedavi, fizik ve nörolojik muayene bulguları, laboratuar tetkikleri, uygulanan tedavi yöntemlerine yanıt, nöromotor gelişimleri ve gelişen nörolojik sekeller değerlendirildi. Etiyolojik değerlendirmede hastaların %17.4’ü idiyopatik, %82.6’sı semptomatik İS idi. Semptomatik hastalarda en sık görülen nedenler perinatal ensefalopati ve konjenital santral sinir sistemi anomalileri idi (sırasıyla %54.4, 18.9). Tedavi başlangıcında spazmların kesilme oranı sadece ACTH alan hastalarda, sadece antiepileptik ilaç alanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.04). Ortalama 28.1 ay izlem dönemini takiben, hastalarımızın %58.5’inde ilaca dirençli epilepsi, %23.4’ünde LGS, %84.6’sında mental/gelişim geriliği, %55.5’ünde motor bozukluk, %48.9’unda serebral palsi ve %39.0’unda otistik bulgular gelişti. Çalışmamızda; İS öncesi ya da tedavi sonrası nöromotor gelişim geriliği olması, ilk başlanan antiepileptik veya ACTH tedavisine yanıt alınamaması, ACTH tedavisi sonrası nöbetsiz kalma süresinin kısa olması, semptomatik İS, mikrosefalinin olması, serebral görüntülemede patolojik bulgu olması, ve serebral palsi gelişmesi kötü prognozla ilişkili idi. Sonuç olarak, infantil spazmda erken tanı, uygun ve yeterli tedavi verilmesi, etiyolojiye göre prognoza olumlu katkıda bulunabilir.
The aim of this study was to evaluate the clinical profile, to determine the associated risk factors, and follow up the patients with IS, retrospectively. 109 patients (59 boys, 50 girls) diagnosed with IS between 1984 and 2009 at Eskisehir Osmangazi University, Pediatric Neurology Unit included in the study. Details of seizure semiology, prenatal, perinatal and postnatal events, developmental milestones, treatment received, physical and neurological examination and investigations were recorded. Etiology analysis indicated that IS was idiopathic in %17.4, and symptomatic in %82.6. Perinatal encephalopathy and congenital central nervous system abnormalities were most common causes in the symptomatic patients (54.4, 18.9%, respectively). İnitial spasm cessation rate was significantly higher in the patients who were only received ACTH therapy than who were only received antiepileptic drugs (p=0.04). After the average 28.1 months follow-up period, drug refractory epilepsy (58.5%), LGS (23.4%), mental/developmental retardation (84.6%), motor deficits (55.4%) and autism (39.0%) were found in our patients. The presence of neurodevelopmental retardation (before onset of IS or after therapy), no cessation of seizures with initial antiepileptic drug or ACTH therapy, early relaps time after ACTH therapy, symptomatic etiology, presence of microcephaly, abnormal neuroimaging findings, and development of cerebral palsy were associated with a poor prognosis. In conclusion, early diagnosis, appropriate and adequate therapy might provide a contribution for favourable prognosis in IS, according to etiology.
2021-03-18T08:38:37Z
2021-03-18T08:38:37Z
2010
physicsThesis
Yarar C. İnfantil spazm olgularının değerlendirilmesi ve uzun süreli izlemi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010
http://hdl.handle.net/11684/2185
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3854
2022-07-27T00:01:06Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T11:19:58Z
urn:hdl:11684/3854
Febril konvülziyonda demir eksikliğinin yeri
Ulus, Remziye
Yakut, Ayten
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Febril Konvülziyon
Demir Eksikliği
Solubl Transferrin Reseptörü
Febrile Convulsion
İron Deficiency
Soluble Transferrin Receptor
Febrile convulsion is a benign, age-dependent and the most
common form of childhood convulsion which occurs with ignition. In etiopathogenesis, it has
been proposed that causes such as genetic predisposition, viral factors, cytokines, central
thermoregulation disorders, increased excitatory amino acids and zinc deficiency play a role.
Recently, some studies have been reported that iron may play a role in FC pathogenesis.
However, different views have been suggested in these studies. It has been proposed that
decreased serum iron level causes to tendency of suffering convulsion with reducing GABA
level but other studies have been reported that increased iron levels in brain can cause FC and
epilepsy with increasing oxidative stress. In this study, we planned to investigate the role of
iron deficiency in pathogenesis of febrile convulsion. Totally 45 patients aged 5 to 77 month
of age and diagnosed with FC, age- and six-matched 20 patients with febrile illness and
without CNS infection, epilepsy and anemia and 20 healthy children were included the study
as study and control groups, respectively. Complete blood count, serum iron, ferritin, total
iron binding capacitiy, transferrin and as parameters that were not affected from
inflammation in iron deficiency soluble transferrin receptor and soluble transferrin receptor ferritin index were studied in study and control groups. We also evaluated sTfR levels and
iron state in children with FC as well as classical iron parameters. There was no statistical
significant difference for frequency of anemia among groups (p>0.05). But anemia rate was
highest in patient group. There was no significant difference for sTfR level among groups
(p>0.05). The iron deficiency rate was the highest in group with febrile illness and the lowest
in FC group. Regarding to soluble transferring receptor-ferritin index (sTfR/logferritin), the
lowest iron deficieny rate was in FC group and the rate of iron deficiency in FC group was
significantly lower than healthy controls (p<0.05). As a conclusion, we decided that more
extensive new studies using infection parameters and consisting of larger sample will be
beneficial for better understanding of the relationship between iron deficiency and FC
Febril Konvülziyon; çocukluk çağının en sık görülen yaşa bağımlı
benign ve ateşle ortaya çıkan konvülziyonudur. Etyopatogenezinde; genetik yatkınlık, viral
nedenler, sitokinler, santral termoregülasyon bozuklukları, eksitatör aminoasitlerin artması,
çinko eksikliği gibi nedenlerin rol oynadığı ileri sürülmektedir. Son yıllarda yapılan
çalışmalarda demirin FK patogenezinde rolü olabileceği bildirilmektedir. Ancak yapılan
araştırmalarda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Serum demir düzeyindeki azalmanın GABA
düzeyini azaltarak konvülziyon geçirmeye yatkınlığa neden olacağı hipotezine karşıt olarak,
beyinde demir düzeyi yüksek olduğunda oksidatif stresi arttrarak FK ve epilepsi
görülebileceğini bildiren çalışmalar da bildirilmektedir. Bu çalışmada febril konvülziyon
patogenezinde demir eksikliğinin rolünün araştırılması planlandı. Çalışmaya FK tanısı alan 5-
77 ay arasında toplam 45 hasta ve kontrol grubu olarak da çalışma grubu ile benzer yaş ve
cinsiyette SSS enfeksiyonu, epilepsi ve anemisi olmayan ateşli hastalığı olan 20 hasta ve 20
sağlıklı çocuk alındı. Hasta ve kontrol gruplarında; tam kan sayımı, serum demiri, ferritin,
total demir bağlama kapasitesi, transferin, ve demir eksikliğinde inflamasyondan
etkilenmeyen parametreler olarak solubl transferin reseptörü, solubl transferin reseptörü ferritin indeksi çalışıldı. Gruplar arasında; anemi sıklığı açısından istatistiksel olarak anlamlı
fark saptanmadı (p>0.05). Ancak anemi en fazla ateşli hasta grubunda görüldü. Solubl
transferin reseptör düzeyine göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı
(p>0.05). En fazla demir eksikliği ateşli kontrol grubunda ve en az demir eksikliği FK
grubunda saptandı. Soluble transferin receptor-ferritin indeksine (sTfR/logferritin) göre; en az
demir eksikliği FK grubunda idi. Soluble transferin reseptör-ferritin indeksine göre FK
grubunda sağlıklı çocuk grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olarak daha az demir
eksikliği saptandı (p<0.05). Sonuç olarak demir eksikliği ile FK arasındaki ilişkinin daha iyi
anlaşılabilmesi için; enfeksiyon parametreleri ile birlikte daha fazla sayıda hastanın katıldığı
ve daha kapsamlı çalışmaların yapılmasının yararlı olacağı kanısına varıldı.
2022-07-26T11:19:58Z
2022-07-26T11:19:58Z
2010
physicsThesis
ULUS, R. Febril konvülziyonda demir eksikliğinin yeri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3854
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3859
2022-07-27T00:01:07Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T12:10:45Z
urn:hdl:11684/3859
Demir eksikliği anemisi ile prohepsidin ve soluble transferin (sTfR) reseptörünün ilişkisi
Önder, Nulifer
Akgün, Necat Akdeniz
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Demir Eksikliği Anemisi
Prohepsidin
Soluble Transferrin Reseptörü
Iron Deficiency Anemia
Prohepcidin
Soluble Transferrin Receptor
Bu çalışma demir
eksikliği anemisi ile prohepsidin ve soluble transferrin reseptörünün (sTfR) ilişkisi
araştırılmak için yapıldı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Polikliniğine başvuran, yaşları bir ile on sekiz arasında değişen, demir eksikliği
anemisi (DEA) saptanan 111 hasta çalışmaya alındı. Hastalardan DEA tanı anında ve
ferroglisin sülfat ile üç aylık tedaviden sonra, tam kan sayımı, retikülosit, periferik yayma,
serum demiri (SD), serum demir bağlama kapasitesi (SDBK), transferrin, transferrin
saturasyon yüzdesi (TSY), ferritin, prohepsidin ve sTfR parametreleri için kan örnekleri
alındı. Hastaların DEA tedavisi öncesi prohepsidin ortalama düzeyi 74.4 ± 23.25 ng/ml,
sTfR’nin ortalama düzeyi 4 ± 1.66 mg/dl, tedavisi sonrası düzeyleri ise sırayla 98.48 ± 31.2
ng/ml, 1.48 ± 0.6 mg/dl saptandı. Prohepsidin ve sTfR’nin tedavi öncesi ve tedavi sonrası
değerleri istatistiksel olarak anlamlı idi. Tedavi öncesi sTfR ile Hb, MCV, MCH, MCHC,
TSY ile istatistiksel olarak negatif yönde, retikülosit, SDBK, transferrin ile istatistiksel olarak
pozitif yönde korelasyon saptandı, SD ve ferritinle korelasyon saptanmadı. Tedavi sonrası ise
sadece MCH ile istatistiksel olarak negatif yönde korelasyon saptandı. Tedavi öncesi ve
tedavi sonrası serum prohepsidin düzeyleri ile Hb, SD, transferrin, ferritin düzeyleri arasında
istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0.05). Serum prohepsidin ile sTfR
arasında negatif yönde korelasyon vardı (p<0.05). sTfR DEA’nın tanısında kullanılabilir
parametre olarak değerlendirildi. Demir düzeyinin artması ile prohepsidin seviyesindeki
azalma, demir metabolizmasında prohepsidinin etkili olabileceğini düşündürdü Prohepsidinin
demir parametreleri ile korele olmaması, çalışmada hepsidin yerine prohepsidinin düzeyine
bakılması olabileceği düşünüldü.
This
study was performed to investigate the relationship between iron deficiency anemia,
prohepcidin and soluble transferrin receptor (sTfR). One hundred and eleven patients aged
from 1 to 18, who referred to Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine and
Department of Pediatrics and, diagnosed iron deficiency anemia (IDA) were enrolled this
study. The blood samples were obtained for complete blood count, peripheral smear, serum
iron, total iron binding capacity (TIBC), transferrin, transferrin saturation (TS), ferritin,
prohepcidin and sTfR parameters at the time of IDA diagnose and 3 months after treatment
with ferroglycine sulphate. Before treatment, the mean prohepcidin level was 74.1 ± 23.25
ng/ml, sTfR level was 4 ± 1.66 mg/dl. The levels were 98.48 ±31.2 ng/ml and 1.48 ± 0.6
mg/dl after treatment, respectively. Prohepcidin and sTfR levels showed statistically
significant difference (p<0.05). Before treatment, sTfR showed statistically negative
correlations with Hb, MCV, MCHC and TS, statistically positive correlations with
reticulocyte, TIBC, transferrin and no correlation with serum iron and ferritin. After
treatment, sTfR showed statistically negative correlation only with MCH (p<0.05). Serum
prohepcidin levels showed no statistically significant correlation with Hb, serum iron,
transferrin, ferritin levels before and after treatment (p>0.05). There were negative correlation
between serum prohepcidin and sTfR levels (p<0.05). We concluded that sTfR is an available
parameter for diagnosis of IDA. The increased iron level and decreased prohepcidin level
have suggested that prohepcidin is effective on iron metabolism. We thought that no
correlation between prohepcidin and iron parameters may be due to studying prohepcidin
instead of hepcidin.
2022-07-26T12:10:45Z
2022-07-26T12:10:45Z
2010
physicsThesis
Önder, N. Demir eksikliği anemisi ile prohepsidin ve soluble transferrin reseptörünün (sTfR) ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3859
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4012
2022-08-02T00:00:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-01T05:57:13Z
urn:hdl:11684/4012
Obez çocuklarda açlık ve postprandial serum visfatin düzeyleri; antropometrik ölçüler, karbonhidrat ve lipid metabolizmasıyla ilişkisi
Taşkesen, Derya
Kirel, Birgül
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Çocuk
Obezite
İnsülin Direnci
Oral Glukoz Tolerans Testi
Child
Obesity
Visfatin
İnsulin Resistance
Oral Glucose Tlerance Test.
Son dönemlerde keşfedilen
ve visfatin olarak adlandırılan bir adipokinin insüline benzer etkileri olduğu
belirtilmiştir. Bu çalışmada obez çocuklarda oral glukoz tolerans testi (OGTT)
yapılarak serum visfatin düzeylerinde değişiklik olup olmadığı araştırıldı.
Çalışmamıza 40 ekzojen obezitesi olan çocuk ve 20 sağlıklı çocuk dahil edildi.
OGTT işleminin başlangıcında, visfatin, glukoz, c-peptit (CPE), insülin, trigliserid
(TG), düşük ve yüksek dansiteli lipoprotein kolesterol (LDL-C ve HDL-C), total (T)
kolesterol, aspartat ve alanin aminotransferaz (AST, ALT) düzeyleri ve tiroid
fonksiyon testleri, 60 ve 120. dakikalarda glukoz, insülin, CPE ve visfatin düzeyleri
çalışıldı. Kontrol grubunda bu araştırmalar sadece açlık sırasında yapıldı. Hasta
grubunun 0. dakika ortalama serum visfatin düzeyleri (11.74 ± 3.76 ng/ml) kontrol
grubuna (7.92±2.18 ng/ml) göre anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.02). Hasta ve
kontrol grubu birlikte değerlendirildiğinde visfatin düzeyi ile vücut ağırlığı (VA),
vücut kitle indeksi (VKİ), bel çevresi, kalça çevresi, bel/kalça oranı arasında pozitif
korelasyon bulundu (hepsi için p<0.001). Visfatin düzeyiyle, insülin, CPE,
Homeostasis Model Assesment-Insulin Resistance (HOMA–IR), TG ve LDL-C
arasında pozitif korelasyon (sırasıyla r= 0.45, p=0.01; r= 0.42, p<0.001, r=0.42, p=
0.01, r= 0.27, p=0.03; r=0.3, p= 0.01) saptandı. Tüm çalışma grubunda oluşturulan
lojistik regresyon modelinde açlık serum visfatin düzeyi sadece VKİ ile zayıf ilişki
gösterdi ve VKİ bir birim arttığında visfatin düzeyinin 0.2 birim arttığı saptandı
(R²=0.195, p<0.001). OGTT sırasında serum visfatin düzeyleri 0., 60. ve 120.
dakikalarda farklılık göstermedi (p>0.05). Sonuç olarak obez çocuklarda visfatin
düzeyinin OGTT sırasında ortaya çıkan akut glukoz düzeyi değişikliklerinden
etkilenmediği saptandı. Obez çocuklarda visfatin düzeyinin daha yüksek olması ve
sadece VKİ ile pozitif korelasyon göstermesi; serum visfatin düzeyinde obezite,
karbonhidrat ve lipid metabolizması dışında çalışmamızda araştırılmayan başka
faktörlerin etkili olduğunu düşündürmektedir.
It has been reported that an adipokine, termed
visfatin has insulin-like effects. In this study, oral glucose tolerance tests (OGTT)
were performed on obese children to investigate any possible changes in serum
visfatin levels during the test. Fourty with exogenous obesity and 20 healthy children
were included in the study. At the start of the OGTT procedure, glucose, c-peptide
(CPE), insulin, visfatin, triglyseride (TG), low and high density lipoprotein
cholesterol (LDL-C and HDL-C), total cholesterol, aspartate and alanine
aminotransferase levels, and thyroid function tests were performed whereas glucose,
insulin, CPE, and visfatin levels were investigated at minutes (min) 60 and 120.
These tests were performed only in the fasting phase in the control group. The serum
visfatin levels of the patient group at min 0 (11.74 ± 3.76 ng/ml) was significantly
higher as compared with that of the control group (7.92±2.18 ng/ml)(p=0.02). When
the patient and control groups were evaluated together, positive correlations found
between the visfatin levels and body weight, body mass index (BMI), waist and hip
circumferences, waist/hip ratio (p<0.001 for all). Positive correlations was found
between the visfatin level and insulin, CPE, Homeostasis Model Assesment- Insulin
Resistance (HOMA–IR), TG, LDL-C (r=0.45, p=0.01; r=0.42, p<0.001; r=0.42,
p=0.01, r=0.27, p=0.03; r=0.3, p=0.01 respectively). Logistik regression model
showed positive relationship of visfatin level with BMI in the study group. The
visfatin level was increased 0.2 units in case BMI increased one unit (R² = 0.195, p
<0.001). Serum visfatin levels didn’t differ during OGTT at min 0, 60, and 120
(p>0.05). It was concluded that visfatin levels in obese children weren’t influenced
by acute glucose level changes during OGTT. Because of high visfatin levels in
obese children and positive correlation of visfatin level with only BMI in logistic
regression model, there might be some other factors that effect serume visfatin levels
other than obesity, carbohydrate and lipid metabolisms, which weren’t evaluated in
this study.
2022-08-01T05:57:13Z
2022-08-01T05:57:13Z
2010
physicsThesis
Taşkesen, D. Obez çocuklarda açlık ve postprandial serum visfatin düzeyleri; antropometrik ölçüler, karbonhidrat ve lipid metabolizmasıyla ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/4012
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3867
2022-07-27T00:01:02Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T13:37:06Z
urn:hdl:11684/3867
Eskişehir il merkezinde 0-6 yaş grubu çocuklarda febril konvülziyon prevalansının araştırılması
Çarman, Kürşat Bora
Yakut, Ayten
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Febril Konvülziyon
Prevalans
Türkiye
Febril Convulsion
Prevalence
Turkey
Febril konvülziyon çocukluk
çağının en sık görülen yaşa bağımlı benign ve ateşle ortaya çıkan konvülziyondur.
Dünya genelinde %2-5 sıklığında görülmektedir. Febril konvülziyon patogenezi tam
olarak aydınlatılmamış olmakla birlikte genetik yatkınlığın rol oynadığı ve yaşa
bağımlı olarak ateşle birlikte konvülziyon duyarlılığının arttığı düşünülmektedir.
Ülkemizde değişik şehirlerde gerçekleştirilen araştırmalarda farklı febril konvülziyon
sıklığı saptanmasına karşın tüm ülkemizi kapsayan çok merkezli bir çalışma
bulunmamaktadır. Bu çalışmaya Eskişehir il merkezinde aile hekimliği sistemine
kayıtlı 0-6 yaş grubu çocuklar arasından rastgele örneklem ile seçilen 933 çocuk
katıldı. Yüz yüze görüşme yöntemiyle anne babalara uygulanan anket sonucunda 24
çocukta FK saptandı, FK prevalansı % 2.57 olarak hesaplandı. On sekiz çocuk tek
nöbet geçirmişken 6’sında konvülziyon tekrarlamıştı. Basit tipte FK 20 hastada,
kompleks FK dört hastada saptandı. Nöbet 20 hastada ateşin yükseldiği ilk 4 saat
içerisinde, dört hastada ise daha geç sonra meydana gelmişti. Altı hastada nöbet
sırasında ateş 380
C dereceden düşük, 18 hastada yüksek ölçülmüştü. FK’lı
çocuklarda en sık ateş nedeni üst solunum yolu enfeksiyonuydu. Prematürelik,
yenidoğan yoğun bakım tedavisi alma, kreşe devam etme, anne baba akrabalığı,
düşük anne eğitim düzeyi, ailede FK öyküsü oranı FK’lı çocuklarda FK
geçirmeyenlere göre daha fazlaydı. Evde yaşayan kişi ve kardeş sayısı, anne baba
yaşı, ailede epilepsi öyküsü FK geçiren ve geçirmeyen çocuklarda benzerdi. Sonuç
olarak Çalışmamızda Eskişehir il merkezindeki FK sıklığını % 2.57 olarak saptadık.
Bu oran yayınlarda bildirilen sıklıkla uyumludur. Ancak Türkiye’de daha önce
bildirilen bölgesel FK sıklığından daha düşüktür. Tüm ülkeyi yansıtabilecek geniş
kapsamlı çalışmaların yapılmasının yararlı olacağı kanısına varıldı.
Febrile convulsion is benign,
age dependent and the most commonly seen in children less than 5 years of age. It
has been reported that it occurs in 2 to 5 % of all children. Although the pathogenesis
of febrile seizure is not well understood, genetic predisposition, increased seizure
susceptibility in immature brain and fever might play a role. There were no reported
studied which represents the overall incidence or prevalence of febrile seizure in
Turkey. In this cross-sectional study we randomly selected children among 0-6 age
group which registered on family physician system by given face to face
questionnaire to their parents in Eskisehir city center. Nine hundred thirty three
children participated to study. Prevalence of febrile convulsion was found to be 2.57
% (24 out of 933 children). Twenty patients out of 24 were simple and 4 out of 24
were complex type of febrile seizure. In 6 patients febrile seizure were recurred. The
convulsion was occurred within four hours after fever was noticed and after four
hours other 4 patients. The fever was lower than 380 C in six children and greater
than 380 C in 18 children. Upper respiratory tract infection was the most common
cause of fever. The rates of prematurity, neonatal intensive care unit stay, day care
attending, parental consanguinity, low maternal education level and family febrile
convulsion history were more in children who have got febrile convulsion than
others. The numbers of brother and family member, ages of parents and family
epilepsy history rates were similar in two groups of children. In conclusion; our
study showed that the prevalence of febrile convulsion was 2.57 %. This result is
similar reported rates but lower than the results of previous regional researches from
different parts of Turkey. An extended study covering whole country might be
helpful to search the prevalence of febrile convulsion in Turkey.
Key Words: Febril convulsion, prevalence, Turkey
2022-07-26T13:37:06Z
2022-07-26T13:37:06Z
2011
physicsThesis
Çarman, KB. Eskişehir il merkezinde 0-6 yaş grubu çocuklarda febril konvülziyon prevalansının araştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı Tıpta Yan dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2010.
http://hdl.handle.net/11684/3867
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3870
2022-07-27T00:00:57Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-26T13:41:32Z
urn:hdl:11684/3870
Eskişehir il merkezinde 0-18 yaş grubu çocuklarda A vitamini düzeyleri
Yıldırım, Selda Hekim
Durmuş Aydoğdu, Sultan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Retinol
Çocukluk Yaş Grubu
Sosyoekonomik Düzey
Beslenme Durumu
Prevelans
Childhood
Socioeconomic Level
Nutrition Status
Prevalence.
Çalışmamızda Eskişehir il merkezinde 0-18 yaş grubu çocuklarda A vitamini
düzeylerini ve düşüklük prevelansını belirlemeyi amaçladık. Bu amaçla il
merkezinde düşük, orta ve yüksek gelir düzeyine sahip bölgelerden birer adet aile
sağlığı merkezi ve okul seçildi. Çalışmayı kabul eden ailelerin çocuklarına anket
uygulandı ve antropometrik ölçümleri alındı. Çalışmaya katılan 941’i kız, 827’si
erkek toplam 1768 çocukta retinol düzeyleri çalışıldı. Retinol düzeyi düşük çıkan
çocukların albumin, retinol bağlayıcı protein, prealbumin ve total protein düzeyleri
ölçüldü. Sistemik muayene ve göz muayenelerini yapıldı. Ortalama retinol
değerleri tüm yaş gruplarında normal sınırlarda idi. Retinol düzeyleri yaş
büyüdükçe artma gösterdi. En düşük retinol değerleri okul öncesi dönem, düşük
sosyoekonomik bölge ve orta derecede malnutrisyonu olan grupta saptandı. Sık
tekrarlayan hastalığı olan, son bir ayda hastalık geçiren ve çalışma sırasında
hastalık tanımlanan çocuklarda retinol düzeyleri açısından fark bulunmadı. 0-24
aylık çocukların beslenme şekillerinin retinol düzeyleri açısından fark yaratmadığı
görüldü. Tüm çalışma grubunda retinol değerleri normalin altında (kitin referans
değerine göre 30 μg/dL’nin altında) olan toplam 20 çocuk saptanarak A vitamini
düşüklüğü prevelansı %1.3 bulundu. Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine göre A
vitamini değeri 20 μg/dL’nin altında olan iki çocuk vardı (% 0.01). A vitamini
düzeyi düşüklüğü, okul öncesi yaş grubu, düşük sosyoekonomik bölgede yaşayan
çocuklar ve protein enerji malnutrisyonu olanlarda daha sık saptandı. A vitamini
düzeyi düşük olan çocukların sadece birinde göz muayesinde Schirmer testi şüpheli
bozuk bulundu. Çalışmamız, Eskişehir il merkezinde A vitamini düşüklüğünün
önemli bir halk sağlığı problemi olmadığını göstermektedir.
2022-07-26T13:41:32Z
2022-07-26T13:41:32Z
2011
physicsThesis
Yıldırım, S. Eskişehir il merkezinde 0-18 yaş grubu çocuklarda A vitamini düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/3870
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3987
2022-07-30T00:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-07-29T11:36:48Z
urn:hdl:11684/3987
Febril nötropenisi olan çocuk hastalarda invaziv fungal enfeksiyonların erken teşhisinde 1,3-ß-D-glukan ölçümünün yararı
Reyhanioğlu, Serap
Akgün, Necat A.
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Febril Nötropenisi
İnvaziv Fungal Enfeksiyonları
1,3-ß-D-Glukan Ölçümü
Febrile Neutropenia
İnvasive Fungal İnfection
Children
İnvaziv fungal enfeksiyonlar immünsüprese hastalarda önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir. Çalışmamızda invaziv fungal enfeksiyonların teşhisinde serum galaktomannan ve 1,3-ß-?-glukan ölçümünün yararını değerlendirmeyi amaçladık. Hematolojik malignensi veya aplastik anemi nedeniyle takip edilen 12 hastada 18 febril nötropeni atağı çalışmaya dahil edildi. Atakların ilk gününde tam kan sayımı, CRP, serum galaktomannan ve 1,3-ß-?-glukan çalışıldı. Serum galaktomannan düzeyi febril nötropeninin 3. gününde ve 1,3-ß-?-glukan düzeyi de 5. günde tekrar çalışıldı. Hastaların ateş süresi, febril nötropeni süresince kullanılan tedavileri kaydedildi. İnvaziv fungal hastalık tanısı EORTC/MSG tanı kriterlerine göre konuldu. Çalışmaya alınan atakların etyolojisinde 5 atakta invaziv fungal hastalık, 3 tanesinde bakteriyel enfeksiyon saptandı. 10 atakta ise etyoloji gösterilemediğinden idiyopatik febril nötropeni şeklinde değerlendirildi. Veriler analiz edilirken ataklar invaziv fungal enfeksiyonu olanlar ve olmayanlar olarak iki gruba ayrıldı. CRP düzeyi invaziv fungal enfeksiyonu olan ataklarda anlamlı olarak yüksek bulundu. Ateş süresi de invaziv fungal enfeksiyonu olan ataklarda ileri derecede anlamlı olarak uzundu. Gruplar arasında 1. ve 5. gün çalışılan galaktomannan düzeyleri açısından fark görülmedi. Galaktomannan testinin sensitivitesi %80, spesifitesi % 30 bulundu ve %69 oranında yanlış pozitiflik saptandı. İnvaziv fungal enfeksiyonu olan ataklarda 1. gün 1,3-ß-?-glukan düzeyi olmayanlara göre anlamlı olarak yüksek saptandı. 5. günde çalışılan 1,3-ß-?-glukan düzeyi açısından gruplar arasında fark yoktu. 1,3-ß-?-glukan testinin sensitivitesi %100, spesifitesi %0 saptandı ve %72,2 oranında yanlış pozitiflik görüldü. Sonuç olarak; febril nötropenisi olan çocuk hastalarda galaktomannan ve 1,3-ß-?-glukan testlerinde yüksek yanlış pozitiflik olduğu saptandı.
İnvasive fungal infections (IFI) are major causes of mortality and morbidity in immuncompromised patients. İn this study the aim was to evaluate diagnostic potential of serum galactomannan and 1,3-ß-?-glucan in IFIs. We analyzed 18 febrile neutropenic episodes in 12 patients with hematological malignancy and aplastic anemia. Serum samples were obtained from all patients on the first day of episodes for complete blood count, C-reactive protein, serum galactomannan and 1,3-ß-?-glucan. Patients were tested again for galactomannan on the third day and for 1,3-ß-?-glucan on the fifth day. Duration and treatment of febrile neutropenic episodes were recorded. The diagnosis of IFIs was made according to EORTC/MSG criteria. 5 of episodes defined as IFI while 3 episodes were bacterial infections. 10 episodes defined as idiopatic febrile neutropenia with no evidence of any etiology. Febrile neutropenia episodes divided into two groups, IFI and non-IFI group. C-reactive protein was higher in IFI group comparing non-IFI. Fever persisted significantly in IFI group compared to non-IFI. There was no difference between groups on first and fifth day galactomannan levels. The sensitivity and specifity of galactomannan was 80% and 30%. False-positive results observed in 69% of episodes. First day 1,3-ß-?-glucan levels were significantly higher in IFI group. No difference was for fifth day 1,3-ß-?-glucan levels. The sensitivity, specifity and false positivity rate of 1,3-ß-?-glucan testing was 100%, 0% and 72,2%. In conclusion; galactomannan and 1,3-ß-?-glucan tests have high false-positivity rates in febrile neutropenic pediatric patients.
2022-07-29T11:36:48Z
2022-07-29T11:36:48Z
2011
physicsThesis
Reyhanioğlu, S. Febril nötropenisi olan çocuk hastalarda invaziv fungal enfeksiyonların erken teşhisinde 1,3-β-Ɗ-glukan düzeyi ölçümünün yararı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2011.
http://hdl.handle.net/11684/3987
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3013
2022-06-07T00:00:22Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-06T10:32:42Z
urn:hdl:11684/3013
Serebral palsili hastalarda epilepsi ve eşlik eden diğer bozuklukların kaba motor işlev ölçeği ile değerlendirilmesi
Ekici, Arzu
Yakut, Ayten
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Serebral Palsi
Risk Faktörü
Epilepsi
KMİÖ
Prognoz
Cerebral Palsy
Risk Factors
Epilepsy
GMFCS
BFMF
Prognosis
Serebral palsi (SP) ilerleyici olmayan, kalıcı motor fonksiyon kaybına neden olan
nörogelişimsel bir bozukluktur. Motor bozukluğa sıklıkla epilepsi, işitsel, görsel,
bilişsel ve davranış bozuklukları eşlik eder. Palisano ve ark. tarafından geliştirilen
Kaba Motor İşlev Ölçeği (KMİÖ) ileri dönemdeki motor prognozu belirlemede
geçerli ve güvenilir bir yöntem olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı’nda SP tanısı
alan 154 hastanın klinik özellikleri ve eşlik eden diğer bozukluklar KMİÖ
kullanılarak değerlendirildi. En fazla risk faktörü düşük doğum ağırlığı ve
prematürelik idi. Hastaların %91.6’sı spastik SP iydi ve en sık görülen alt tip
kuadripareziydi. En sık saptanan magnetik rezonans görüntüleme bulgusu
periventriküler lökomalazi idi. Hastalarda en sık eşlik eden bozukluklar dil ve
konuşma bozukluğu, oftalmolojik sorunlar, epilepsi, mental gerilik, oromotor
disfonksiyon ve malnutrisyon idi. Yenidoğan döneminde nöbet öyküsü ve
mikrosefalisi olan hastalarda epilepsi daha fazla saptandı (p<0.05). Epilepsisi olan
hastalarda mental gerilik daha fazla idi (p<0.001). Epilepsi, mental gerilik, konuşma
bozukluğu, oromotor fonksiyon bozukluğu, malnutrisyon, oftalmolojik ve ortopedik
sorunlar, uyku bozukluğu ve sık enfeksiyon geçirme en fazla KMİÖ düzey 5’te ve
kuadriparezik tip SP’de saptandı. Çalışmamızda KMİÖ düzeyi ile İki Elli İnce Motor
İşlev Ölçeği (İEİMİÖ) arasında pozitif korelasyon vardı. Sonuç olarak KMİÖ
hastalarda gelişebilecek epilepsi ve diğer bozukluklar için uyarıcı olabileceği gibi
tedavinin planlanmasında yön verebileceği düşünülmektedir. Serebral palsi hayat
boyu devam eden bir bozukluktur. KMİÖ objektif, kolay uygulanabilen ve zaman
almayan bir sınıflandırmadır. Motor prognozu belirlenmede gerek aile gerekse hekim
için KMİÖ’nün kullanılmasının uygun olacağını düşünmekteyiz.
Cerebral palsy (CP) is a nonprogressive disorder causing permanent
motor function loss. Motor disorder is frequently accompanied with epilepsy,
auditory, visual, cognitive and behavioral disorders. Gross motor function
classification system (GMFS), which had been formed by Palisano et al at 1997 is
reportes that it is a valid and reliable scale to determine motor outcome later in time.
In this study, 154 patients diagnosed with CP at Eskişehir Osmangazi University
Medical Faculty Pediatric Neurology Department, were evaluated clinical findings
and associated other disorders with the usage of GMFCS. Low birth weight and
prematurity were the most common risk factors. 91.6 % of the patients were spastic
CP. Periventricular leukomalacia was the most commonly detected MRI finding. The
most common comorbidity in patients with cerebral palsy were speech and language
disorder, ophthalmological problems, epilepsy, mental retardation, oromotor
dysfunction and malnutrition. Epilepsy was much more found in patients with
convulsion history at neonatal period and microcephaly (p<0.05). Mental retardatıon
was higher at patients with epilepsy (p<0.001). Epilepsy, mental retardation, speech
disturbance, oromotor dysfunction, malnutrition, ophtalmologic and, orthopedic
problems, sleep disorders, frequent infection rate were most commonly seen at
GMFCS level 5 and quadriparesis type CP. A positive correlation between GMFCS
and bimanual fine motor function (BFMF) classification was established in our
study. As a conlusion, GMFCS may warn about epielpsy and the other disorders, and
also may guide for planning the treatment. Cerebral palsy is a lifelong disorder.
GMFCS is objective, easily applicable and, GMFCS takes less time. We think that it
will be appropriate to use GMFCS for determining the motor prognosis either for
parents or clinicians.
2022-06-06T10:32:42Z
2022-06-06T10:32:42Z
2012
physicsThesis
Ekici, A. Serebral Palsili Hastalarda Epilepsi ve Eşlik Eden Diğer Bozuklukların Kaba Motor İşlev Ölçeği ile Değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3013
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3408
2022-06-22T00:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-21T06:28:27Z
urn:hdl:11684/3408
Yenidoğan solunum sistemi hastalıklarında pentraksin III (PTX3) düzeyleri
Arslanoğlu, Mehmet Özgür
Dinleyici, Ener Çağrı
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Yenidoğan
Pentraksin 3
PTX-3
IL-6
Pnömoni
RDS
Newborn
Pentraxin 3
PTX-3
IL-6
Pneumonia
RDS
Solunum sistemi hastalıkları yenidoğan döneminin sık ve hayatı tehdit eden hastalık grubunu oluşturur. Term ve preterm yenidoğanlarda respiratuar distress sendromu (RDS), yenidoğanın geçici takipnesi (YDGT) ve erken neonatal pnömoni en sık solunum sistemi hastalıklarıdır. Bu çalışmanın amacı yenidoğanda sık karşılaşılan solunum sistemi hastalıkları ile Pentraksin 3 (PTX-3) düzeyleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Ünitesinde Mart 2010-Temmuz 2011 tarihleri arasında doğan yenidoğanlardan umbilikal kord kan örnekleri daha sonra PTX3, IL-6, CRP çalışılmak üzere saklandı. Gestasyonel yaşları 23-41 hafta arasında değişen 48 preterm ve 50 term toplamda 98 yenidoğan çalışmaya dahil edildi. Çalışma grubundaki olguların 23’ünde RDS, 36’ında YDGT, 12’sinde erken neonatal pnömoni, 27’si ise sağlıklı kontrol grubundaydı. Çalışma gruplarının antenatal ve demografik özellikleri arasında istatistiksel fark saptanmadı (p>0.05). Çalışmada umbilikal kord PTX-3 düzeyleri RDS grubunda medyan 13.7 ng/mL, erken neonatal pnömoni grubunda medyan 15.7 ng/mL, YDGT grubunda medyan 2.77 ng/mL ve kontrol grubunda ise medyan 2.41 ng/mL idi. Kord kanı PTX-3 seviyeleri RDS ve erken neonatal pnömoni grubunda YDGT ve kontrol grubuna göre yüksek olarak saptandı (her ikisi için; p<0.0001) ancak RDS ve erken neonatal pnömoni grup arasında istatiksel fark saptanmadı (p>0.05). Umblikal kord PTX-3 seviyeleri ile gestasyonel yaş arasında negatif korelasyon bulundu. (r=-0.428, p<0.001). Benzer şekilde umbilikal kord IL-6 düzeyleri de RDS ve erken neonatal pnömoni grubunda sağlıklı kontrol grubuna göre belirgin olarak yüksek saptandı (p<0.05). Çalışmamızda erken neonatal pnömoni olgularında PTX-3 düzeylerinin yüksekliği ilk kez gösterilmiş, RDS düzeylerindeki yükseklik ise bir önceki çalışmamızı destekler niteliktedir. Umbilikal kord PTX-3 düzeylerindeki yükseklik, solunum sisteminin enfeksiyon/inflamasyon ile seyreden hastalıklarının tanımlanmasında yardımcı olabilir. PTX-3 düzeylerinin uzun dönem morbidite ve mortalite ile ilişkisi ile ilgili geniş çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Respiratory disorders are common and life-threatening diseases in the neonatal period. Respiratory distress syndrome, (RDS) transient tachypne of newborn (TTN) and early neonatal pneumonia are the most common respiratory disorders in both term and preterm newborn. The aim of this study is to assess the possible association between common newborn respiratory disorders and Pentraxin 3 (PTX-3) levels. Blood samples for the evaluation of PTX3, IL-6 and CRP levels, have been obtained in newborns who were followed-up in Eskişehir Osmangazi University between March 2010 and July 2011. Ninety eight newborns (48 term, 50 preterm) gestational ages between 23 and 41 weeks, were enrolled. Enrolled newborns divided 4 different groups as RDS (n=23), TTN (n=36), early neonatal pneumonia and healthy control group (n=27). Antenatal and demographical findings are similar between the study groups (p>0.05). In our study, umbilical cord median PTX-3 levels are 13.7 ng/ml in RDS group, 15.7 ng/ml in early neonatal pneumonia group, 2.77 in TTN group and 2.41 in the controls. Umbilical cord median PTX-3 levels are statistically higher in RDS and early neonatal pneumonia group than the TTN group and control group (p<0.0001 for both) however PTX levels are similar between the RDS group and early neonatal pneumonia group (p>0.05). Umbilical cord PTX-3 levels were negatively correlated with gestational age (r= -0.428, p<0.001). Also, umbilical cord IL-6 levels are significantly higher in RDS group and early neonatal pneumonia group than the controls (p<0.001). This is the first study reporting increased cord PTX-3 levels in cases with early neonatal pneumonia and we observed increased PTX-3 levels in newborns with RDS supporting to our previous study. Increased umbilical cord PTX-3 levels could be use as marker for definition of respiratory disorders associated with infection/inflammation. Further larger studies about potential association with a PTX-3 levels among the long term morbidity and mortality also needed.
2022-06-21T06:28:27Z
2022-06-21T06:28:27Z
2012
physicsThesis
Arslanoğlu, Ö, M. Yenidoğan solunum sistemi hastalıklarında pentraksin III (PTX-3) düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3408
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3023
2022-06-07T00:00:28Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-06T12:32:39Z
urn:hdl:11684/3023
Allerjik hastalarda serum adipokin seviyelerinin atopi ile ilişkisi
Aydın, Fatma
Koçak, Abdülkadir
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Allerji
Atopi
Leptin
Adiponektin
Çocuk
Allergy
Atopy
Leptin
Adiponectin
Children
Yağ dokusunda üretilip
salınan leptinin ve adiponektinin (AN) immunolojik yolda rol aldıkları bilinmektedir.
Bu çalışmada allerjik hastalıklarda AN ve leptin düzeyleri ve bu adipokinler ile atopi
ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yaşları 8 ay ile 18 yıl arasında değişen
13 astım, 24 allerjik rinit, 21 allerjik rinit ve astım, 13 atopik dermatitli 41’i kız
30’u erkek, toplam 71 hasta ve 9’u kız ve 8’i erkek 17 sağlıklı çocuk kontrol grubu
olarak çalışmaya alındı. Hastalardan serum AN ve leptin düzeyleri, tam kan
sayımında eozinofil yüzdesi, serum total IgE düzeyleri, Phadiotop infant ve inhalen
çalışıldı. Her hastaya deri prick testi ve 6 yaş üstü olanlara solunum fonksiyon testi
(SFT) yapıldı. Atopik dermatitli hastalarda serum leptin düzeyleri kontrol grubuna
göre yüksek saptandı (p<0,05). Hasta grupları arasında ve kontrol grubu ile
karşılaştırıldığında serum AN düzeyleri açısından farklılık saptanmadı (p>0,05).
Leptin çalışmada araştırılan hiçbir parametre ile korele değildi (p>0,05). Astımlı
hastalarda AN seviyeleri ile IgE arasında pozitif, tüm hasta grubunda FEV 1 ve
BGVA (boya göre vücut ağırlığı) ile negatif, leptin ile BGVA arasında pozitif
korelasyon saptandı (sırasıyla r=0,56, r=-0,31, r=-0,21, r=0,37, p<0,05 hepsi için ).
Atopik hastalarla non-atopik hastalar arasında serum AN ve leptin düzeyleri
açısından fark yoktu (p>0,05). Sonuç olarak atopik dermatitli hastalarda leptin
yüksek olabilir. Sebebinin araştırılması gereklidir. Adiponektin IgE düzeylerini ve
FEV 1’i etkileyebilir.
Two cytokins produced in adipose
tissue, adiponectin (AN) and leptin are candidates for studies because of their
possible role in immunopathogenesis of allergy. The aim of our study is to find out
if there is a relation between atopy and serum adipokine levels. Our study group
consisted of 30 boys and 41 girls, 13 has been followed for asthma, 24 for allergic
rhinitis, and 21 followed both allergic rhinitis and asthma, 13 for atopic dermatitis.
Ages varied between 8 months and 18 years. Control group consisted of 17 healty
children ( 9 girls and 8 boys). AN and leptin levels, percentage of eosinophils in the
complete blood count, serum total IgE levels, Phadiotop infant and inhalents scores
were studied. Skin prick test applied to all patients while pulmonary function test is
applied over 6 years of age. In atopic dermatitis patients serum leptin levels were
higher than control group (p<0,05). There was not a significant difference in serum
AN levels between study groups and control groups (p>0,05). There was not a
significant difference between serum leptin levels and all studied parameters in all
groups (p>0,05). In asthmatic patient group, there was a positive corelation between
serum AN levels and serum IgE levels (p<0,05, r=0,56). While serum AN levels
were negatively correlated with FEV 1, body weight for height (BWH) was
positively correlated with leptin and negatively correlated with in all groups (p<0,05
for all, r=-0,31,r=-0,21,r=0,37). There was not a difference about AN ve leptin
between atopic and non-atopic patients. As a result, leptin levels are high in atopic
dermatitis and the cause can be needed to research. AN can attract IgE levels and
FEV 1
2022-06-06T12:32:39Z
2022-06-06T12:32:39Z
2012
physicsThesis
Aydın,F. Allerjik hastalarda serum adipokin seviyelerinin atopi ile ilişkisi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012.
http://hdl.handle.net/11684/3023
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3044
2022-06-09T00:00:26Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-08T11:29:38Z
urn:hdl:11684/3044
Çocukta head up tilt testi ile tetiklenmiş vazovagal senkopta serebral kan akımının transkraniyal doppler ile değerlendirilmesi
Barsan Kaya, Tuğba
Kılıç, Zübeyir
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Vazovagal Senkop
Çocuk
Head Up Tilt Testi
Transkranial Doppler
Vesovagal Syncope
Children
Head Up Tilt Testi
Cerebral Autoregulation
Transcranial Doppler
Syncope is a spontaneously healing, sudden and transient unconsciousness which is developed due to cerebral perfusion insufficiency. We aimed to form an opinion about cerebral autoregulation with monitoring cerebral blood flow of children with vasovagal syncope by TCD. Fifty-two patients aged 7 to 17 were grouped as tilt positive and negative according to HUTT at 80o and HUTT at 60o was repeated concurrently with TCD to monitoring the brain blood flow. Data were compared with control group. Although tilt test was positive in 31 patients at 80o, it was positive in 4 patients at 60o. Among the cases with positive tilt test at 80o, test was interrupted in 5 cases due to presyncope symptoms without hemodynamic response. There was no difference on maximum and minimum blood flow velocities from right and left MCA at supine position between cases in patient and control groups (p>0.05). However, maximum and minimum blood flow velocities from right MCA at upright position were lower in symptom (+) HUTT (+) group compared to symptom (+) HUTT (-) group and control group (p<0.05). Although maximum and minimum blood flow velocities from left MCA didn?t differed in symptom (+) HUTT (+) group and symptom (+) HUTT (-) group (p>0.05), these were lower compared to control group (p<0.05). No difference was found on maximum and minimum blood flow velocities from right and left MCA between symptom (+) HUTT (-) group and control group (p>0.05). According to our study, we concluded that HUTT is more sensitive when it is performed at 80o instead of 60o, both minimum and maximum brain blood flow velocities are lower in patients with HUTT positive and vasovagal syncope during orthostatic stress and also maximum blood flow velocity can significant in vasovagal syncope pathophysiology, these findings may developed without systemic hypertension and/or bradycardia and cerebral blood flow is reserved during the period without orthostatic stress.
Bu çalışmada vazovagal senkop geçiren çocukların serebral kan akımının, head-up tilt testi (HUTT) ile ortostatik stres yaratılarak, orta serebral arterden (MCA) transkraniyal Doppler (TKD) ile monitorize edilmesi amaçlanmıştır. Yaşları 7-17/yıl arasında değişen 52 vazovagal senkopu olan hastaya, 80°'de HUTT yapılarak, yatar ve dik pozisyonlarda tansiyon arterial ve nabız ölçümleri kaydedildi. Dik pozisyonda tansiyon arterialde 25 mmHg ve/veya nabızda 45 atım/dakika düşüş olanlar, baş dönmesi, göz kararması, halsizlik, gibi presenkop bulguları gelişenlerde test pozitif kabul edildi. Hastalar tilt testi pozitif ve negatif olarak gruplandırıldı. Serebal kan akımını monitorize etmek amacıyla TKD ile eş zamanlı 60°'de HUTT tekrar edildi. Veriler sağlıklı kontrol grubu ile kıyaslandı. Tilt testi 80°'de 31 hastada pozitif saptanmasına rağmen, dört hastada 60°'de pozitif yanıt elde edildi. Testi 80°'de pozitif saptanan olgulardan beşinde hemodinamik yanıt gelişmeden presenkop bulgularının gelişmesi üzerine test sonlandırıldı. Hasta ve kontrol grubundaki olguların yatar pozisyonda sağ ve sol MCA'dan alınan maksimum-minimum kan akım hızları arasında fark yoktu (p>0.05). Dik pozisyonda yapılan ölçümlerde sağ MCA maksimum ve minimum kan akım hızı HUTT (+) grupta, HUTT (-) gruba ve kontrol grubuna göre düşüktü (p<0.05). Sol MCA maksimum ve minimum kan akım hızları HUTT (+) grupta, HUTT (-) gruba göre farklı olmamasına rağmen (p>0.05), kontrol grubuna göre düşük saptandı (p<0.05). Kontrol grubu ile HUTT (-) grubun kan akım hızları arasında fark yoktu (p>0.05). Çalışmamızda 80°'de yapılan HUTT'nin duyarlılığının daha yüksek olduğu, vazovagal senkopun sistemik hipotansiyon ve bradikardi olmadan da gelişebildiği, HUTT pozitif vazovagal senkoplu hastaların ortostatik stres anında minimum ve maksimum beyin kan akım hızında düşüklük olduğu, azalan maksimum kan akım hızının da vazovagal senkop patofizyolojisinde rolünün olabileceği sonucuna varıldı.
2022-06-08T11:29:38Z
2022-06-08T11:29:38Z
2012
physicsThesis
Barsan Kaya T. Vazovagal senkopu olan çocukların serebral kan akımının transkraniyal Doppler ile değerlendirilmesi. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2012
http://hdl.handle.net/11684/3044
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2878
2022-03-10T01:00:30Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-03-09T07:48:04Z
urn:hdl:11684/2878
Eskişehir ili ilköğretim okullarında çalışanların astım hakkında bilgi ve tutumları
Koçak, Abdülkadir
Sapan, Nihat
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Çocukluk Astımı
Öğretmenler
Eğitim
Pediatric Asthma
Teachers
Educations
Koçak AK.Eskişehir ili İlköğretim Okullarında Çalışanların Astım
Hakkında Bilgi ve Tutumları. Eskişehir Osmangazi Üniveristesi Çocuk
İmmunoloji ve Allerji Bilim Dalı. Eskişehir 2013. Bu çalışmayı yapmaktaki
amacımız, Eskişehir il merkezinde bulunan okullardaki astım ile ilgili sağlık
hizmeti altyapısı, öğretmenlerin çocukluk çağı astımı hakkındaki
farkındalıkları, bilgi düzeyleri ve astıma yaklaşımları değerlendirilmiştir.
Eskişehir il merkezinde bulunan 25 adet ilk öğretim okullarda görevli 892
öğretmen (%66,4 kadın, %33.6 erkek) alınmıştır. Anket sonuçlarına göre
okulda astımla ilgili acil durumlarda öğretmenlerin % 34.2 si aile ile temasa
geçeceği saptandı. Ayrıca çocuğun astımından öğretmenlerin %23.3 ‘ü
öğretmenlerin sorumlu olduğunu düşünmektedir. Astım semptomları olarak
en sık nefes darlığı ( % 90.8) , öksürük ( %69.6 ) ve hışıltı ( %76.6 ) bildikleri
saptandı. Öğretmenler en sık astım tetikleyicileri olarak hava kirliği ( % 87.8 )
, evcil hayvanlar ( % 71.2 ) soğuk hava ( % 66.1) ve egzersiz ( %37.7 ) astım
tedavisinde oksijen (%71.4) ve inhale teadavisini(89.2) bildikleri belirlendi.
Astım - atopi ve Astım- genetik faktörlerin birlikteliği hakkında sırası ile %68
ve %82 düşünmelerine karşın %9 öğretmen astımın bir bulaşıcı hastalık
olduğunu %46.6 oranında da esas sorumlunun mikroorganizmalar olduğunu
düşünüyorlardı. Bizim bölgemizde öğretmenler astım semptomları ve tedavi
seçeneği hakkında farkındalıkları olmasına karşın sonuçlar okulda
Öğretmenlerin %19,4’ü sınıflarındaki astımlı çocuklardan bilgisi olmadığını
bildirdi. Çalışmamızın sonuçları Öğretmenlerin önemli bir kısmının, astım ve
tedavisi hakkında yeterli düzeyde bilgi sahibi olmadıkları ve okullardaki
astımla ilgili sağlık hizmeti koşullarının istenen seviyede olmadığı kanısına
varılmıştır.
Kocak AK, Evaluation of knowledge of teachers and School
Management about asthma in Eskişehir, Turkey. Eskisehir Osmangazi
University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics,
Subspecifiality Thesis in Department of Pediatric İmmunology and
Allergy, Eskisehir,2013. The aim of the study was to evaluate the
characteristics of theachers and of the schools and their knowledge of
asthma in school based level in Eskisehir, Turkey We prepare a
quatanionere about the asthma knoledge for teachers of the schools 892
participians were agreed to participitate our study ( 66.4% female, 33.6 %
male) According to result of qustionare, school teachers are aware about the
previous asthma history of student from students or parents description.
23.2% of the techers taught that the health care of asthmatic child is
responsible by their parents and 34.2% taught the call for parents and
enmergency stiuation due to asthma in school. Teachers were the most
knowlegdegeable about asthma symtoms: Short of breathness (90.8%),
cough (69.6%), exercise (17.6%) and wheezing (76.6 %). Teachers were the
most knowlageable about some asthma triggers Air pollution (87.8%), pet
(71.2%), cold air ( 66.1 %) exercise ( 37.7%) and asthma manegement
(oxgine (71.4%) , inhaled thetapy (89.2%) Physical therapy ( %) . However 9
% participiants thoght that contagious infectious disorder, and 46.6% of
participiants thaught that microorganisms are the main responsible of asthma
inspite of 68-82% of them are aware about the astma –atopy and asthma- genetic factors assosociations. Teachers have a good level of knowledge
about asthma symptoms and triggers asthma attacks at school, but they are
not enough on what to do when face to with asthma attack and Understood
that the training needs of teachers.
2022-03-09T07:48:04Z
2022-03-09T07:48:04Z
2013-10
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2878
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2857
2022-03-09T01:00:47Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-03-08T08:26:23Z
urn:hdl:11684/2857
Preterm, term SGA, AGA, LGA, dikoryonik ikiz yenidoğanlarda umblikal kord kanı insülin, IGF-I, IGF-II, leptin, adiponektin, ghrelin, rezistin ve visfatin düzeylerinin karşılaştırılmas
Yalınbaş Şenses, Emine Esin
Bör, Özcan
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Adipositokinler
Rezistin
Umblikal Kord
İnsülin
Leptin
Yalınbaş Şenses EE. Preterm, term SGA, AGA, LGA, dikoryonik ikiz yenidoğanlarda
umblikal kord kanı insülin, IGF-I, IGF-II, leptin, adiponektin, ghrelin, rezistin ve
visfatin düzeylerinin karşılaştırılması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Neonatoloji Bilim Dalı Yan Dal Uzmanlık Tezi,
Eskişehir, 2013. İntrauterin gelişimin kontrol mekanizmaları ile ilgili çalışmalar, beyaz yağ
dokusunun çok aktif bir endokrin organ olduğu ve adipositokinler olarak adlandırılan, metabolizma,
enerji homeostazı ve büyümeyi modüle eden önemli bir grup hormon salgıladığını göstermiştir. Fetal
büyüme üzerinde insülin ve IGF sisteminin güçlü etkileri yanında ghrelin ve leptin, adiponektin,
rezistin ve visfatin gibi adipositokinler fetal hayatta adipositler ve plasenta tarafından eksprese
edilmekte ve salınmakta olup obezite, hipertansiyon, insülin direnci ve tip 2 diabetes mellitus gibi
kardiyovasküler ve metabolik hastalıkların etyopatogenezinde önemli rol oynuyor olabilirler.
Çalışmamızda term AGA, SGA, LGA, prematür ve ikiz yenidoğan olgularında kord kanı insülin, IGFI,
IGF-II, leptin, adiponektin, ghrelin, rezistin ve visfatin düzeyleri ölçülmüş ve gruplar arası düzeyler
karşılaştırılmış, antropometrik ölçümler, gestasyonel yaş ve birbirleri ile korelasyon analizi ve
regresyon analizi yapılmıştır. Gruplar arası insülin düzeyleri arasında anlamlı fark saptanmamıştır.
AGA ve LGA gruplarında IGF-I, IGF-II ve leptin düzeyleri, SGA, prematür ve ikiz gruplarından
anlamlı olarak daha yüksek bulunmuşken AGA grubunda IGF-I düzeyi LGA grubundan daha
düşüktür. AGA grubu adiponektin düzeyi sadece prematür grubundan anlamlı olarak yüksek
saptanmışken SGA grubu adiponektin düzeyi AGA ve ikiz grupları ile benzer, prematür grubundan
daha yüksek, LGA grubundan ise daha düşük bulunmuştur. LGA grubunda adiponektin düzeyi
prematür ve ikiz gruplarından olarak daha yüksektir. AGA grubu ghrelin düzeyi sadece ikiz
grubundan daha yüksek iken LGA grubunda ghrelin düzeyi SGA, prematür ve ikiz gruplarından
anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. SGA grubu visfatin düzeyi, AGA ve prematür gruplarından
anlamlı olarak yüksek bulunmuşken, LGA ve ikiz grupları ile benzerdir Hipoglisemik yenidoğanlarda
sadece insülin düzeyi normoglisemik olgulara göre anlamlı olarak daha yüksektir. Doğum ağırlığı,
boy, baş çevresi ve ponderal indeks ile IGF-I, IGF-II, leptin, adiponektin ve ghrelin arasında pozitif
bir korelasyon, ayrıca ponderal indeksle rezistin arasında zayıf pozitif korelasyon olduğu tespit
edilmiştir. Regresyon analizinde doğum ağırlığı üzerinde IGF-I, leptin ve adiponektinin etkili olduğu
bulunmuştur. İnsülin sadece IGF-I ile pozitif korelasyon, IGF-I ise ayrıca resistin ile negatif
korelasyon göstermektedir. IGF-II, adiponektin ve ghrelin arasında da pozitif korelasyon saptanmıştır.
Rezistin ve visfatin düzeyleri negatif koreledir. Çalışma sonuçlarının değerlendirmesinde fetal glukoz
metabolizmasında temel belirleyicinin insülin olduğu, fetal büyümenin kontrolünde başta IGF-I,
leptin, adiponektin olmak üzere IGF-II, ghrelin ve adipositokinlerin kompleks etkileşiminin rol aldığı
ve ayrıca SGA olgularında yüksek visfatinin ilerde metabolik sendrom gelişimi için prognostik değeri
olan erken bir belirteç olabileceği yorumuna varılmıştır.
Yalinbas Senses EE. Comparison of umblical cord insulin, IGF-I, IGF-II, leptin, adiponectin,
ghrelin, resistin and visfatin levels in prterm, term SGA, AGA, LGA, dichorionic twin
newborns. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Child Health
and Diseases, Division of Neonatalogy, Thesis of Subspeciality of Neonatology, 2013. Recent
studies about mechanisms controlling intrauterine growth indicated that white adipose tissue is a
highly active endocrine organ, secreting a range of hormones of importance in modulating
metabolism, energy homeostasis and growth, collectively called adipocytokines. Beside well known
potent effects of insulin and IGF system on fetal growth, ghrelin, leptin, adiponectin, resistin and
visfatin are also expressed and secreted by placenta and adipocytes and suggested to incorporate
regulation of fetal growth and speculated to have a role in future development of metabolic and
cardivascular disease including obesity, hypertension, insulin resistance and type II diabetes mellitus.
We studied umblical cord insulin, IGF-I, IGF-II, leptin, adiponectin, ghrelin, resistin and visfatin
levels in term SGA, AGA, LGA, preterm and dichorionic twin newborns, compared levels between
groups and correlation analysis was applied for gestational age, anthropometric measures and for
studied parameters. Regression analysis was also applied. There was no significant difference in
insulin levels between groups. IGF-I, IGF-II and leptin levels were significantly higher in AGA and
LGA groups than SGA, preterm and twin groups. LGA group had higher IGF-I level than AGA
group. Adiponectin level was found to be significantly higher in AGA group than preterm group. In
SGA group adiponectin level was similar with AGA and twin groups, higher than preterm group and
lower than LGA group. Adiponectin level in LGA group was also significantly higher than prematur
and twin groups. Ghrelin level in AGA group was higher than twin group. LGA group had
significantly higher ghrelin levels than SGA, preterm and twin groups. Visfatin level in SGA group
was significantly higher than AGA and preterm groups and was similar with LGA and twin groups. In
hypogylcemic newborns just insulin was found to be significantly higher than normoglycemic cases.
Birth weight, lenghth, head circumference and ponderal index were all positively correlated with,
IGF-I, IGF-II, leptin, adiponectin and ghrelin. Ponderal index was also weakly positively correlated
with resistin. Regression analysis revealed that IGF-I, leptin and adiponectin affect birth weight.
Insulin was positively correlated with IGF-I, IGF-I was also negatively correlated with resistin. There
was positive correlation between IGF-II, adiponectin and ghrelin. Visfatin and resistin were found to
be negatively correlated. It was concluded that major determinant of fetal glucose metabolism is
insulin and fetal growth is regulated primarily by IGF-I, leptin, adiponectin and complex interaction
of IGF-II, ghrelin and other adipocytokines. High visfatin level in SGA group can be an early
prognostic marker of future developing metabolic syndrome.
2022-03-08T08:26:23Z
2022-03-08T08:26:23Z
2013
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2857
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2879
2022-03-10T01:00:23Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-03-09T08:07:55Z
urn:hdl:11684/2879
Deneysel nefrotik sendromda ghrelin, scd80 ve sctla-4’ün rolü
Özkorucu, Duygu
Yıldırgan, Duygu Özkorucu
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çoçuk Hastalıkları ve Sağlıgı Anabilim Dalı
Deneysel Nefrotik Sendrom
Ghrelin
sCD80
sCTLA-4
Experimental Nephrotic Syndrome
Özkorucu, D. Deneysel Nefrotik Sendrom’da Ghrelin, sCD80 ve sCTLA-4’ün Rolü. Eskis¸ehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sa˘glı˘gı ve Hastalıklar Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskis¸ehir, 2012. Nefrotik sendromda serum ve idrar ghrelin, sCD80 ve sCTLA-4’ün rolleri ile ilgili sınırlı sayıda çalıs¸ma bulunmaktadır. Bu çalıs¸mada serum ve idrar ghrelin, sCD80 ve sCTLA-4 düzeylerinin ölçümü, bu belirteçlerin hastalı˘gın immünolojik temeli ve etyopatogenezindeki rollerininortayakonmasıamaçlanmıs¸tır.Çalıs¸mayaadriamisiniledeneyselnefrotik sendrom (NS) olus¸turulan 15 sıçan ve kontrol grubu olarak 13 sıçan alındı. Serum ve idrar ghrelin, sCD80 ve sCTLA-4 düzeyleri EL˙ISA yöntemi ile çalıs¸ıldı. Çalıs¸ma grupları arasında serum ghrelin düzeyleri açısından fark saptanmadı (p>0,05). NS’ligruptaidrarghrelindüzeylerikontrolgrubunagörebelirgindüs¸üksaptandı(sırasıyla;0,026[0,012-0,19]ng/mlve0,68[0,39-1,22]ng/ml,p=0,0001).Serumve idrar sCD80 düzeylerinin NS’li grupta kontrol grubuna göre belirgin yüksek oldu˘gu görüldü(sırasıyla;514,01±234,20ng/mlve289,05±80,90ng/ml,p=0,003),(sırasıyla; 152,48 [114,36 - 265,27] ng/ml ve 10 [9,34 - 53,94] ng/ml, p=0,0001). Serum ve idrar sCTLA-4 düzeylerinin de NS’li grupta kontrol grubuna göre belirgin yüksek oldu˘gu görüldü (sırasıyla; 7,70 [5,02 - 10,58] pg/ml ve 3,88 [2,84 - 6,18] pg/ml, p=0,019),(sırasıyla;9,64[7,87-27,34]pg/mlve2,07[0,88-6,27]pg/ml,p=0,001). Çalıs¸ma gruplarında (NS ve kontrol) serum ghrelin düzeyleri ile çalıs¸ılan herhangi bir parametre arasında korelasyon saptanmadı (p>0,05). Çalıs¸ma gruplarında idrar ghrelin düzeyleri ile serum total protein (r=0,590, p=0,002) ve serum albümin (r=0,582, p=0,002) düzeyleri arasında pozitif, idrar protein (r=-0,837, p=0,0001) ve idrar sCD80 (r=-0,867, p=0,0001) düzeyleri arasında negatif korelasyon saptandı. Çalıs¸ma gruplarında idrar sCD80 ve idrar sCTLA-4 düzeyleri (r=0,738, p=0,002) arasında pozitif korelasyon saptandı . Çalıs¸ma gruplarında serum sCTLA-4 ve serum albümin düzeyleri (r=-0,801, p=0,001) arasında negatif; idrar sCTLA-4 ve 24 saatlik idrarda proteinüri düzeyleri (r=0,591, p=0,02) arasında pozitif korelasyon oldu˘gu görüldü. Sonuç olarak ghrelinin nefrotik sendromda immünolojik süreçte rolünün oldu˘gu, böbrekte meydana gelen patoloji nedeni ile buradaki ghrelin üretiminde azalma oldu˘gu, sCD80 düzeylerindeki artıs¸ın ghrelindeki düs¸üs¸ ile ilis¸kili olabilece˘gi, sCTLA-4 düzeylerindeki artıs¸ın da membran CTLA-4’ün T hücre aktivasyonu üzerine olan inhibitör etkisini ortadan kaldırmıs¸ olabilece˘gi, tüm bu mekanizmaların neticesinde de proteinürinin meydana geldi˘gi düs¸ünülmüs¸tür.
Özkorucu,D.TheRoleofGhrelin,sCD80andsCTLA-4inExperimentalNephrotic Syndrome. Eskis¸ehir Osmangazi University School of Medicine Department of Pediatrics MD Thesis. Eskis¸ehir, 2012. There are limited number of studies on the roles of ghrelin, sCD80 and sCTLA-4 in nephrotic syndrome (NS). The current study aims at measuring the levels of serum and urine ghrelin, sCD80 andsCTLA-4levelsandidentifyingtherolesofthesedeterminantsonimmunological basis and etiopathogenesis of the illness. For the purposes of the study, a total of 15 rats were exposed to experimental nephrotic syndrome by injecting adriamisin and as for the control group, 13 rats, were used. Ghrelin, sCD80 and sCTLA-4 were analyzed by using ELISA method. No significant difference was found between the groups in terms of serum ghrelin levels (p>0.05). As for urine ghrelin levels, NS group was found to have significantly lower levels of ghrelin compared to control group (0.026 [0.012 - 0.19] ng/ml and 0.68 [0.39 - 1.22] ng/ml, p=0.0001). In addition, serum and urine sCD80 levels were found to be higher in NS group compared to the control group (514.01 ± 234.20 ng/ml and 289.05 ± 80.90 ng/ml, p=0.003), (152.48 [114.36 - 265.27] ng/ml and 10 [9.34 - 53.94] ng/ml, p=0.0001). Similarly, serum and urine sCTLA-4 levels were considerably higher in NS group (7.70 [5.02 - 10.58] pg/ml and 3.88 [2.84 - 6.18] pg/ml, p=0.019), (9.64 [7.87 27.34] pg/ml and 2.07 [0.88 - 6.27] pg/ml, p=0.001). No correlation was found between the parameters studied and serum ghrelin levels in study groups (p>0.05). In groups positive correlations were found between urine ghrelin and serum total protein levels (r=0.590, p=0.002) and serum albumin levels (r=0.582, p=0.002), negative correlations were found in urine protein levels (r=-0.837, p=0.0001) and urine sCD80 levels (r=-0.867, p=0.0001). A positive correlation was found in groups urine sCD80 and urine sCTLA-4 levels (r=0.738, p=0.002). In groups, a negative correlation was found between serum albumin and serum sCTLA-4 levels (r=-0.801, p=0.001), a positive correlation between urine sCTLA and proteinuria levels in 24-hour urine (r=0.591, p=0.02). The study concludes that ghrelin plays a role during immunological process in nephrotic syndrome and ghrelin levels decreaseduetothepathologythatoccursinthekidneys.Similarly,theincreaseinserum and urine sCD80 levels might be related to the decrease in ghrelin levels; and the increase in sCTLA-4 levels might have removed the inhibitor effect of CTLA-4 on T-cell activation which finally led to proteinuria.
2022-03-09T08:07:55Z
2022-03-09T08:07:55Z
2012
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2879
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2882
2022-03-10T01:00:29Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-03-09T08:17:24Z
urn:hdl:11684/2882
Akut karbon monoksit zehirlenmesi ile başvuran çocuklarda kalp hızı değişkenliği ve kardiyak ritm bozuklukları
Vural, Çağdaş
Uçar, Birsen
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dal
Çocuk
Child
poisoning, heart rate
Karbon Monoksit Zehirlenmesi
Elektrokardiyografi
Acute
Poisoning
Heart Rate
Vural, Ç. Akut karbon monoksit zehirlenmesi ile başvuran çocuklarda kalp hızı değişkenliği ve kardiyak ritm bozuklukları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tıpta Uzmanlık Tezi, Eskişehir, 2013. Karbon monoksit (CO) zehirlenmesi miyokardiyal toksisiteye ve kardiyak otonomik fonksiyon bozukluklarına yol açarak hayati tehtit eden aritmilerin gelişmesine neden olabilir. Kalbin otonomik fonksiyon bozukluklarının ölçümlerinde noninvazif ve kantitatif bir yöntem olan kalp hızı değişkenliği (heart rate variabilityHRV) indeksleri kullanılabilir. Bu çalışmada akut CO maruziyetinin kardiyak otonomik fonksiyonu üzerine etkileri HRV ölçümleri kullanılarak araştırılmıştır. Çalışmaya acil servise akut CO zehirlenmesi tanısıyla başvuran, yaşları 1-17 yaş arasında değişen, 18 erkek 22 kız olmak üzere 40 çocuk alındı ve kontrol grubu olarak yaş-cinsiyet eşlemeli 40 sağlıklı çocuk dahil edildi. Kardiyak enzim düzeyleri başvuru sırasında; karboksihemoglobin (COHb) ise başvuruda ve taburcu olurken ölçüldü. Yirmidört saatlik Holter kayıtlarında HRV indeksleri hem zaman alanlı hem de frekans alanlı olarak analiz edildi. Hastaların başvuru sırasında ve taburcu olduğu zaman çekilen EKG’lerinde kalp hızı, P dalgası, P dispersiyonu (Pd), QT, QTc, QTd, QTcd intervalleri ölçülerek kaydedildi. Sonuçlarda çalışma grubunda kontrol grubununa göre zaman alanlı HRV indekslerinde (SDNN, SDANN, RMSSD, SDNN indeks ve NN50) ve frekans alanlı HRV indekslerinden HF ve LF değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Ancak LF/HF oranı zehirlenme grubunda kontrol grubuna göre belirgin düşük bulundu (p<0,001). COHb düzeyi LF/HF oranı ile negatif korele olarak tespit edildi (r=-0,351, p<0,05). Başvuru sırasında çekilen EKG’lerde ölçülen kalp hızı, QTd, QTcd, Pd değerleri; CO zehirlenmesi grubunda belirgin yüksek olarak tespit edildi (p<0,05); taburcu olurken ise bakılan QTd ve QTcd değerlerinin halen yüksek seyrettiği görüldü. Başvuru sırasında ilk 5 dakikada ölçülen frekans alanlı ölçümlerinin, özellikle LF/HF oranının, kardiyak otonomik fonksiyonu değerlendirmede daha kullanışlı olduğu görülmüştür. Çalışmamızın sonucunda bulunan azalmış LF/HF oranı, otonom sinir sistemi dengesinin parasempatik komponente yöneldiğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Çocuk, akut, karbon monoksit zehirlenmesi, kalp hızı değişkenliği, elektrokardiyografi
Vural, C. Heart rate variability and cardiac rhythm disorders in children with acute carbon monoxide poisoning. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Speciality Thesis in Department of Pediatrics, Eskisehir, 2013. Carbon monoxide (CO) poisoning may cause myocardial toxicity and cardiac autonomic dysfunction which may contribute to the development of life threatening arrhythmias. Autonomic nervous system function can be measured by heart rate variability (HRV), a noninvasive and quantitative index of autonomic controls of the heart. We investigated the potential association between acute CO exposure and cardiac autonomic function as measured by HRV. This study included 40 children (18 boys and 22 girls) aged between 1-17 years admitted to the emergency department with acute CO poisoning and 40 healthy age- and sex-matched controls. Carboxyhemoglobin (COHb) and cardiac enzymes were measured at admission. Twenty-four hourHolter electrocardiographies were digitally recorded; HRV was analyzed in both the time domain and frequency domain. Mean heart rate, P wave, P dispersion (Pd), QT, QTc, QTd and QTcd intervals were measured from electrocardiogram on admission and discharge. Time domain indexes (SDNN, SDANN, RMSSD, SDNN index and NN50) and frequency indexes (LF and HF) are similar between patient and control groups (p>0.05). LF/HF ratio was significantly lower in CO poisoning group (p<0.001). COHb levels were negatively correlated with LF/HF ratio (r=-0.351, p<0.05). On admission, mean heart rate, QTd, QTcd, Pd values were higher in CO poisoning group (p<0.05). On discharge, QTd and QTcd were still longer in CO poisoning group than the controls (p<0.05). Frequency domain indexes recorded within the first 5 minutes on admission, especially LF/HF ratio, are useful for evaluating cardiac autonomic function. Decreased LF/HF ratio reflects a balance of autonomic nervous system which shifted to parasympathetic components.
2022-03-09T08:17:24Z
2022-03-09T08:17:24Z
2013
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2882
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2868
2022-03-09T01:00:28Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-03-08T12:23:14Z
urn:hdl:11684/2868
Santral sinirsistemi gelimşimsel epileptik atak olan Hastalarda klinik çalışma
Yimenicioğlu, Sevgi
Yakut, Ayten
ESOGÜ,Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
KMĠÖ
Central Nervous System Malformation
Epilepsi
Epilepsy
GMFCS
BFMF
Santral Sinir Sistemi Malformasyonu
Yimenicioğlu, S. Assessment of Epilepsy and The Other Clinical Disorders with Gross Motor Function Classification System and Bimanual Fine Motor Function Score at The Patients with Central Nervous System Developmental Malformations. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics, Subspeciality Thesis in Department of Pediatrics, Pediatric Neurology, Eskisehir, 2013. Various neurologic disorders may be seen at the patients with central nervous system malformations. Aim of this study is to determine epilepsy and the other disorders at the patients with central nervous system malformations and to assess motor prognosis by using Gross Motor Function Classification System (GMFCS) and Bimanual Fine Motor Function Score (BFMFS). These scores are evaluated in five level, level 1 shows mild motor impairement where as level 5 shows severe motor impairement. In our study clinical, neuroradiological features of 76 patients who were diagnosed by cerebral malformations between December 2011–May 2012 at ESOGU Faculty of Medicine, pediatric neurology department were evaluated with GMFCS and BFMFS. The most common associated disorders are mental retardation, epilepsy, langauge and speech disorders, malnutrition, Cerebral Palsy. Epilepsy is seen at half of the patients and ıt is most commonly seen at cerebral cortex malformations (p<0.05). Gross Motor Function Classification System level 5 is most commonly associated with cerebral cortex malformations. Most of the patients with cerebral palsy have GMFCS level 5. Oromotor dysfunction is most commonly seen with cerebral cortex malformations. Patients’ developmental state and oromotor function got worse with increase at GMFCS level. Epileptic patients had higher GMFCS and BFMF levels than others. As a conlusion central nervous system malformastions are frequently associated with epilepsy and mental retardation, severe neurlogic findings are detected. It ıs concluded that GMFCS and BFMFS are beneficial to determine motor prognosis at these patients.
Yimenicioğlu, S. Santral Sinir Sistemi GeliĢimsel Malformasyonu Olan Hastalarda Epilepsi, Diğer Klinik Özelliklerinin Kaba Motor ĠĢlev Ölçeği ve Ġki Elli Ġnce Motor ĠĢlev Ölçeği ile Değerlendirilmesi. EskiĢehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, Yan Dal Uzmanlık Tezi, EskiĢehir, 2013. Santral sinir sistemi malformasyonu (SSSM) olan hastalarda çeĢitli nörolojik bulgular görülebilmektedir. Bu çalıĢmanın amacı SSSM olan hastalarda eĢlik eden diğer nörolojik bozuklukların saptanması ve kaba motor iĢlev ölçeği (KMĠÖ) ve iki elli ince motor iĢlev ölçeği (ĠEĠMĠÖ) kullanarak motor prognozu belirlemektir. ÇalıĢmamızda ESOGÜ Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Bilim Dalında Aralık 2011Mayıs 2012 tarihleri arasında serebral malformasyon tanısı alan 76 hastanın klinik, nöroradyolojik özellikleri, KMĠÖ ve ĠEĠMĠÖ ölçekleri ile değerlendirilmiĢtir. Bu ölçekler 5 düzeyde değerlendirilmektedir. Düzey 1 en hafif, düzey 5 en ağır motor bozukluğu göstermektedir. En sık eĢlik eden bozukluklar mental retardasyon, epilepsi, dil ve konuĢma bozukluğu, malnütrisyon Serebral Palsi idi. Epilepsi hastaların yarısında görüldü ve en sık serebral korteks malformasyonlarında saptandı (p<0.05). Kaba Motor ĠĢlev Ölçeği düzey 5 en fazla serebral korteks malformasyonunda saptandı. Serebral Palsili hastaların çoğunluğunda KMĠÖ düzey 5 idi. Oromotor disfonksiyon en fazla serebral korteks malformasyonlarında vardı. Hastaların geliĢim düzeyleri, oromotor fonksiyonları KMĠÖ düzeyi arttıkça kötüleĢmekteydi. Epilepsisi olan hastalarda hem KMĠÖ hem de ĠEĠMĠÖ düzeyleri epilepsi olmayanlara göre daha yüksekti. Sonuç olarak santral sinir sistemi malformasyonlarında sıklıkla epilepsi ve mental retardasyon eĢlik etmekte ve ağır nörolojik bulgular saptanmaktadır, KMĠÖ ve ĠEĠMĠÖ ölçeklerinin bu hastalarda motor prognozu belirlemede yararlı olacağı ve kullanılabileceği kanısına varılmıĢtır.
2022-03-08T12:23:14Z
2022-03-08T12:23:14Z
2013-08
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2868
tur
ESOGÜ, Sağlık Bilimleri Enstitüsü
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2426
2022-01-25T01:00:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-01-24T07:58:06Z
urn:hdl:11684/2426
Prediyaliz kronik böbrek hastalığı olan çocuklarda hastalık progresyonuna etkili olan faktörlerin değerlendirilmesi
Demir, Havva İpek
Çetin, Nuran
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Çocukluk Çağı
Glomerüler Filtrasyon Hızı
Kronik Böbrek Hastalığı
Son Dönem Böbrek Hastalığı
Chronic Kidney Disease
Childhood
End Stage Renal Disease
Glomeruler Filtration Rate
Kronik böbrek hastalığı (KBH), glomerül filtrasyon
hızında (GFH) geri dönüşümsüz azalma olarak tanımlanan, son dönem böbrek
hastalığına (SDBH) ilerleyebilen önemli bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda, KBH
tanısı ile takip edilen çocuklarda diyaliz öncesi dönemde hastalık progresyonuna etki
eden faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmada, 2009-2014 yılları
arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Bilim Dalı
tarafından KBH tanısı ile takip edilen 25 hastanın dosyaları retrospektif olarak
incelendi. Hastaların başvuru anı, ikinci ve dördüncü yıldaki antropometrik ölçümleri,
klinik ve laboratuar bulguları değerlendirildi. Glomerül filtrasyon hızının azalmasında
rol oynayan faktörler araştırıldı. Çalışmaya dahil edilen 25 hastada KBH’nin en sık
böbrek ve üriner sistemin doğumsal anomalilerine bağlı geliştiği görüldü. Başvuru
sırasında 10 (%40) hastada malnütrisyon, 15 (%60) hastada hipertansiyon (HT), 11
(%44) hastada proteinüri, 17 (%68) hastada hiperparatiroidi, 22 (%88) hastada
hiperfosfatemi, 8 (%32) hastada hipoalbüminemi olduğu tespit edildi. Hastaların
başvuru anındaki GFH ile dördüncü yıl izlemindeki GFH arasında istatistiksel anlamlı
farklılık olduğu görüldü (p= 0.043). Hastaların başvuru anındaki kreatinin değerleri ile
izlem sırasında ikinci ve dördüncü yıldaki kreatinin değerleri arasında istatistiksel
anlamlı farklılık olduğu görüldü (sırası ile ikinci yıl için p= 0.001, dördüncü yıl için
p= 0.000). Başvuru sırasında serum ürik asit yüksekliği ve HT varlığının GFH’de
anlamlı değişime etki eden faktörler olduğu görüldü (sırası ile p= 0.015, p= 0.001).
Kronik böbrek hastalığının progresyonuna neden olan faktörlerin belirlenmesi ve bu
faktörlerin önlenmesine yönelik yapılacak çalışmalar çocuklarda SDBH’ye gidişi
yavaşlatabilir. Ayrıca KBH’ye bağlı komplikasyonların erken dönemde saptanıp
gerekli uygulamaların yapılması yaşam kalitesini artırmada etkili olabilir
Chronic kidney disease (CKD)
is defined as irreversible reduction of glomeruler filtration rate (GFR). It is an
important health problem that can progress to end stage renal disease (ESRD). In our
study, we aimed to evaluate the factors affecting disease progression in children who
were followed up by the diagnosis of CKD. In this study, the files of 25 patients were
retrospectively analyzed who were diagnosed and followed up by CKD between 2009
- 2014 in Eskisehir Osmangazi University of Medicine Pediatric Nephrology
Department. At the time of presentation, second and fourth years, anthropometric
measurements, clinical and laboratuary findings of the patients were evaluated. The
factors affecting the predialysis disease progression period were investigated. In this
study, we found that CKD is mostly related to congenital anomalies of the kidney and
urinary system. At the time of dianosis, 10 patients (40%) had malnutrition, 15 patients
(60%) had hypertension (HT), 11 patients (44%) had proteinuria, 17 patients (68%)
had hyperparathyroidism, 22 patients (88%) had hyperphosphatemia and 8 patients
(32%) had hypoalbuminemia. Statistically significant difference was found between
GFR at admission and GFR at the fourth year follow-up (p = 0.043). There was a
statistically significant difference between creatinine levels at the time of presentation
and creatinine values at second and fourth years during follow-up (p = 0.001 for the
second year and p = 0.000 for the fourth year). At admission, serum uric acid elevation
and hypertension (HT) were found to affect the significant changes in GFR (p = 0.015
for serum uric acid, p= 0.001 for HT), respectively.
Studies to determine the factors leading to the progression of CKD and to prevent these
factors may slow the progression to ESRD in children. In addition, preventing the
complications in early stages can improve life quality
2022-01-24T07:58:06Z
2022-01-24T07:58:06Z
2019
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2426
tur
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2450
2022-01-27T01:00:18Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-01-26T11:32:45Z
urn:hdl:11684/2450
Çölyak hastalarında tanı anındaki klinik, laboratuvar ve patolojik bulguların remisyon süresine etkisinin değerlendirilmesi
Malişi, Hacer Tuğça
Eren, Makbule
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Çölyak Hastalığı
Erolojik Remisyon
Risk Faktörleri
Celiac Disease
Serologic Remission
Risk Factors
Çölyak hastalarının tanı anındaki
demografik, klinik, endoskopik, laboratuvar, patolojik ve genetik bulgularının
remisyon süresine etkisini değerlendirmek amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Anabilim
dalımızda tanı alan çölyak hastalarının dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastalar
DTG Ig A’nın laboratuvar üst sınırından fazlalığına ve EMA pozitifliğine göre A (
DTG IgA ≥5 kat ve/veya EMA (++)), B (DTG Ig A <5 kat ve/veya EMA(+)) ve C
(DTG Ig A<5 kat ve EMA (-)) olarak gruplandırıldı. Tüm belirteçlerin negatifleşmesi
remisyon olarak kabul edildi. Çalışmaya 59’u kız, 49’u erkek, ortalama yaşları
7,94±4,06 yıl olan 108 hasta dahil edildi. Kızların %89.8’i, erkeklerin %91.8’i
remisyona girmişti (p=0.72). Ortalama remisyon süresi 11.04±8.95 ay idi. İntestinal
bulgusu olanların %93.2’si, ekstraintestinal bulgusu olanların %90.6’sı remisyona
girmişti. Ekstraintestinal bulgu varlığı (11.98±9.85’e karşın 9.68 ±7.36, p=0.21); HLA
DQ2/DQ8 pozitifliği (12.12±10.20’e karşın 8.40±6.90, p=0.27) ve eşlik eden
hastalıklar (11.23 ±10.68’e karşın 10.98±8.12 ay, p=0.89) remisyon süresini
etkilememişti. A,B,C gruplarında sırasıyla 68, 24 ve 15 hasta vardı. Grupların
remisyon sürelerinde fark yoktu (sırasıyla: 10.59±7.57, 9.42±7.41, 15.13±13.91 ay,
p=0.118). Endoskopik bulgusu olmayanlar 9.41 ±5.95 ayda, 1 bölgede ve 2 bölgede
endoskopik bulgusu olanlar sırasıyla, , 12.31±10.19 ve 7.63 ±3.81 ayda remisyona
girmişti (p=0.12). MARSH Tip1 olanlarda tip 2 ve 3’e göre daha geç remisyona
sağlanmıştı (sırasıyla, 23.00±25.23, 7.17±2.99, 10.9±8.21 ay, p=0.037). Klinik
remisyon serolojik remisyon ile korele idi (r=0.29, p=0.018). Sonuç olarak çölyak
hastalarında yaş ve cinsiyetin, tanı anındaki semptomların, serolojik belirteç
düzeylerinin ve endoskopik bulguların remisyon süresini etkilemediği, ancak
MARSH’ı düşük olan hastaların daha geç remisyona girdiği, klinik ve serolojik
remisyonun korele olduğu görüldü
Aim of
this study was to evaluate the effects of demographic, clinical, laboratory, endoscopic,
pathological and genetic findings on remission of celiac patients. Data of the celiac
patients diagnosed in our department have been revised retrospectively. Depending on
their TTG antibody level and EMA status patients were grouped as A (TTG IgA≥5
times of UNL and/or EMA (++)), B (TTG IgA<5 times of UNL and/or EMA(+)) and
C (TTG IgA<5 times of UNL and EMA (-)). Remission was defined as achievement
of negative serology of all markers. The study involved 108 patients composed of 59
female, 49 male with a mean age of 7.94±4.06 years. 89.8% of the girls and 91.8% of
the boys achieved remission (p=0.72). The mean remission time was 11.04±8.95
months. 93.2% of the patients with intestinal and 90.9% of the patient with
extraintestinal symptoms achieved remission. Presence of extraintestinal symptoms
(11.98±9.85 vs 9.68±7.36 months, p=0.21). HLA DQ2/DQ8 positivity (12.12±10.20
vs 8.40±6.90 months, p=0.27) and concomitant diseases (11.23 ±10.68 vs 10.98±8.12
months, p=0.89) did not have any effect on remission time. There was 68, 24 and 15
patient in group A, B and C respectively. There wasn’t any difference in terms of
remission time between groups (respectively:0.59±7.57, 9.42±7.41, 15.13±13.91
months, p=0.118). Patients without any endoscopic lesion achieve remission at
9.41±5.95 months, whereas those with one and two anatomical involvement achieved
remission at 12.31±10.19 and 7.63±3.81 months respectively (p=0.12). Remission
time was shorter in MARSH Type 1 lesion compared to type 2 and 3 (respectively,
23.00±25.23, 7.17±2.99, 10.9±8.21 months, p=0.037). Clinical and serological
remission was positively correlated (r=0.29, p=0.018). In conclusion, it was observed
that clinical and serological remissions were positively correlated and except
pathological grade none of the other parameters had any effect on remission time
2022-01-26T11:32:45Z
2022-01-26T11:32:45Z
2019
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2450
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2453
2022-01-27T01:00:17Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-01-26T13:18:40Z
urn:hdl:11684/2453
Çocuk acil servise nöbet şikayeti ile başvuran hastaların kan gazı laktat ve serum glikoz düzeylerinin klinik bulgular ile karşılaştırılması, mortalite ve morbidite üzerine olan etkilerinin gösterilmesi
Gür, Fatma Esra
Şahin, Sabiha
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Nöbet Tipi
Çocuk
Kan Gazı Laktat
Serum Glikoz
Seizure Type
Child
Blood Gas Lactate
Serum Glucose
Bu çalışmada Ocak 2012 ve
Aralık 2016 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Acil servisine nöbet şikayeti ile başvuran 1 ay - 18 yaş arası çocuklar geriye dönük
olarak değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 69 (% 43,4)’u kız, 90 (%
56,6)’ı erkekti. Hastaların yaş ortalaması 69,8±62,8 ay olarak saptandı. Olguların
nöbet tipi değerlendirildiğinde 73 (% 45,9) hastada febril nöbet, 75 (% 47,2) hastada
afebril nöbet, 11 (% 6,9) hastada status epileptikus saptandı. Nöbet tipi ile başvuru anı
bakılan serum glikoz arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur(p=0,015).
Nöbet tipi ile kan gazı laktat, nöbet öyküsü, ailede nöbet öyküsü, acil serviste kalış
süresi, hastaneye yatış ihtiyacı ve nöbet tekrarı arasında anlamlı fark bulunmamıştır.
Hastaların ortalama nöbet süresi 3,8±3,1 dakika olarak saptandı. Hastaların nöbet
süresi ile kan gazı pH arasında negatif korelasyon, serum glikozu ile pozitif korelasyon
saptandı. 84 (% 52,8) hastanın başvuru anındaki kan gazı laktat değeri ≥2 mmol/L
saptandı. 41 (% 25,7) hastada başvuru anında hiperglisemi saptanmıştır. Hipoglisemi
saptanan hasta yoktu. Hastaların acil serviste gözlem süreleri ortalama 8±2,9 saat
olarak bulundu. 12 (% 7,5) hastanın hastaneye yatırılarak takip ve tedavisinin devam
ettiği gözlendi. Hastanede yatış süreleri ortalama 3±1,8 gündü. Ölen hasta yoktu. 27
(% 17) hastada nöbet tekrarı görüldü. Nöbet tekrarı ile kan gazındaki CO2 arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu(p=0,04). Nöbet tekrarı açısından yapılan ROC
analizinde laktat cut off değeri 1,9 mmol/L, kan şekeri cut off değeri 110 mg/dL olarak
bulundu. Bu çalışma çocuklarda nöbetlerin klinik seyir üzerine etkili faktörlerin
aydınlatılması açısından literatüre katkıda bulunmaktadır
In this study, children
aged between 1 month and 18 years who were admitted to Eskişehir Osmangazi
University Medical Faculty Pediatric Emergency Service between January 2012 and
December 2016 were evaluated retrospectively. In this study 69 (43,4 %) of the
patients were female and 90 (56,7.6 %) were male. The mean age of the patients was
69,8±62,8 months. When the type of seizure was assessed, 73 (45,9 %) patients had
febrile seizures, 75 (47,2 %) had afebrile seizures and 11 (6,9 %) patients had status
epilepticus. There was a significant statistically relationship between the type of
seizure and the serum glucose which was examined at the time of admission (p=0,015).
There was no significant difference between seizure type, blood gas lactate, seizure
history, family history of seizures, duration of stay in emergency department, need for
hospitalization and seizure recurrence. The average seizure time of the patients was
3,8 ± 3,1 minutes. There was a negative correlation between seizure duration and blood
gas pH and positive correlation with serum glucose. 84 (52,8 %) patients had a blood
gas lactate value ≥2 mmol / L at the time of admission. 41 patients (25,7 %) had
hyperglycemia at admission. There were no patients with hypoglycemia. The patients
in the emergency department observation period was found to be an average of 8 ± 2,9
hours. It was observed that 12 (7,5 %) patients were hospitalized and followed-up. The
average length of stay in hospitalwas 3 ± 1,8 days. There was no patient with mortality.
27 (17 %) patients had seizure recurrence. There was a significant statistically
relationship between the seizure recurrence and the CO2 in the blood gas(p=0,04).
ROC analysis of seizure recurrens revealed lactate cut off 1,9 mmol / L and blood
glucose cut off 110 mg / dL. This study contributes to the literature in terms of
elucidating the factor affecting the clinical course of seizures in children
2022-01-26T13:18:40Z
2022-01-26T13:18:40Z
2019
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2453
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2512
2022-02-08T01:06:00Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-07T06:55:38Z
urn:hdl:11684/2512
Erken postnatal dönemde hipotansiyon saptanan çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde risk faktörleri ve kısa dönem sonuçların retrospektif incelenmesi
Öncü, Umut
Aydemir, Özge
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Prematürite
Hedef Organ Hasarı
Hipotansiyon
Target Organ Damage
Hypotension
Mortality
Sistemik kan
basıncı klinik pratikte en sık kullanılan doku perfüzyonu belirtecidir. Çok düşük
doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeklerde hipotansiyon yaşamın ilk günlerinde sık görülür.
Çalışmamızda ÇDDA bebeklerde yaşamın ilk haftasında görülen hipotansiyonla
ilişkili perinatal risk faktörlerini, klinik tanıları, hipotansiyonun morbidite ve mortalite
üzerine etkisini incelemeyi amaçladık. Bu kohort çalışmasında 01.01.2014-31.12.2018
tarihlerinde 500-1499 g ağırlığında doğan preterm bebeklerin verileri retrospektif
incelendi. Gebelik haftası (GH) 29±3,1 hafta ve doğum ağırlığı 1046±296 g olan 217
bebek çalışmaya alındı. Bebeklerin %47,5’inde yaşamın ilk haftası içinde
hipotansiyon saptanırken, GH<26 hafta olması, respiratuvar distress sendromu ve
doğum sırasında anneye genel anestezi verilmesi hipotansiyon gelişimi için bağımsız
risk faktörleri olarak bulundu. Hipotansiyonu olan bebeklerin %40’ında akut dönemde
hedef organ hasarı geliştiği ve %19,4’ünün öldüğü görüldü. En sık görülen
komplikasyon akut böbrek hasarıydı (ABH) (%25,2). Hipotansiyona eşlik eden
metabolik asidoz ve vazoaktif inotrop skorunun >15 olması ABH, oligüri ve pulmoner
kanama ise mortalite için bağımsız risk faktörleriydi. Hipotansiyona yönelik
farmakolojik tedavi alan bebeklerde mekanik ventilatörde kalma ve tam enteral
beslenmeye geçiş süreleri daha uzun, intrakraniyal kanama ve mortalite daha yüksekti
(p<0,001). Düşük GH, patent duktus arteriozus varlığı ve hipotansiyon yenidoğan
yoğun bakım mortalitesi için bağımsız risk faktörleri olarak tanımlandı. Sonuç olarak,
yaşamın ilk haftasında görülen hipotansiyon ÇDDA bebeklerde hedef organ hasarına,
morbidite ve mortalitede artışa neden olmaktadır. Hipotansiyona eşlik eden klinik
bulgular ve tedavi yükü morbidite ve mortalite riskiyle ilişkilidir
Systemic blood pressure is the most frequently used
marker of tissue perfusion in clinical practice. Hypotension in very low birth weight
(VLBW) babies is common in the first days of life. In our study, we aimed to analyse
perinatal risk factors and clinical diagnoses associated with hypotension seen in
VLBW infants in the first week of life, and to determine the effects of hypotension on
morbidity and mortality. In this cohort study we retrospectively analysed the data of
babies born between 01.01.2014-31.12.2018 with a birth weight (BW) of 500-1499 g.
A total of 217 babies with 29 ± 3.1 weeks gestational age (GA) and 1046 ± 296 g BW
were enrolled. Hypotension was present in 47.5% of the babies in the first week of life.
Gestational age <26 weeks, respiratory distress syndrome and general anaesthesia
during cesarean section were found to be independent risk factors for hypotension.
Acutely after hypotension 40% of the infants had target organ damage and 19.4% died.
The most common complication was acute kidney injury (AKI) which was present in
25.2% of the hypotensive infants. Metabolic acidosis accompanying hypotension and
a vasoactive inotropic score >15 were independent risk factors for AKI, and presence
of oliguria and pulmonary hemorrhage were independent risk factors for mortality.
Infants who received pharmacological therapy for hypotension had longer duration of
mechanical ventilation and time to reach full enteral feedings, and higher rates of
intracranial hemorrhage and mortality (p<0.001). Lower GA, presence of patent ductus
arteriosus, and hypotension were defined as independent risk factors for neonatal
intensive care mortality in VLBW infants. In conclusion, hypotension seen in the first
week of life causes target organ damage, and increased morbidity and mortality in
VLBW infants. Clinical findings related to severity of hypotension and treatment
burden were associated with higher morbidity and mortality
2022-02-07T06:55:38Z
2022-02-07T06:55:38Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2512
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2604
2022-02-11T01:00:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-10T13:24:10Z
urn:hdl:11684/2604
Beş yaş altı çocuklarda ekran önü zamanın değerlendirilmesi
Mutlu, Neşe
Dinleyici, Meltem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Ekran Zamanı
Televizyon
Bilgisayar
Akıllı Telefon
Screen Time
Television
Computer
Smartphone
‘Klasik Medya’ olarak bilinen
televizyon ve ‘Yeni Medya’ olarak bilinen bilgisayar, tablet ve akıllı telefon
çocukların yaşamında çok erken yaşlardan itibaren yer almaktadır. Ekran
maruziyetinin okul öncesi yaşlarda çocukların sağlığına etkileri halen
incelenmektedir. Çalışmamızda beş yaş altı çocukların ekran önü, arka ekran önü
zamanının belirlenmesi, ailelerin bu konudaki bilgi durumu, ailelerinin
sosyodemografik özellikleri ile ekran zamanı arasındaki ilişki, çocukların vücut kitle
indeksleri ile ekran zamanı arasındaki ilişki, çocukların uyku süreleri ve görme kusuru
durumlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışma verileri, 1-60 ay arası 334’ü
(%45,7) kız ve 397’si (%54,3) erkek olan 731 çocuğun ailelerine yapılan; birinci
bölümü sosyodemografik özelliklerini, ikinci bölümü çocukların ekran önü
zamanlarını değerlendiren sorulardan oluşan anket çalışması ile toplanmıştır. Tüm
grupların yaş ortalaması 33,55±16,37 (min-mak: 2-59) aydır. Çocukların televizyon
izleme süreleri incelendiğinde; 284 çocuk (%38,9) 30 dakika-1 saat izlediği, 216
çocuğun (%29,6) 1-2 saat, 91 çocuğun (%12,4) 3-4 saat, 39 çocuğun (%5,3) 5 saatten
fazla televizyon izlediği görülmüştür. 101 çocuk (%13,8) ise televizyon
izlememektedir. Lise mezunu annelerin, ilkokul ve ortaokul mezunu annelere göre hiç
televizyon izletmeme oranı daha fazla bulunmuştur (p<0,05). Kardeşi olan çocukların
televizyon izleme ve bilgisayar oynama sürelerinin arttığı saptanmıştır (p<0,05).
Üniversite mezunu ebeveynlerin çocuklarının bilgisayar/tablet kullanımlarını kontrol
etme oranı daha fazla saptanmıştır (p<0,05). Ailelerin %65,8’inin ekran önü zamanı
kavramını, %88,4’inin arka ekran önü zamanını bilmediği saptanmıştır. Sağlıklı çocuk
izlemlerinin yapıldığı aile hekimliği ve çocuk sağlığı ve hastalıkları polikliniklerinde
ebeveynlere sağaltım ve bakım önerileri arasında akılcı medya kullanımının da yer
alması ve bu konuda ailelere bilgilendirme yapılması dijital çağda büyüyen yeni nesil
için koruyucu sağlık hizmetleri arasında kabul edilmeli ve vizitlerde bu konudaki
önerilere vakit ayırılmalıdır
Television which is known as ‘Traditional Media’
and computers, tablets and smartphones which are known as ‘New Media’ has a place
in children’s lives from the early ages. Effects of screen exposure on the health of
preschool children are still being researched. In this study, it was our aim to research
foreground and background screen time of children under five years of age, families’
awareness of this situation, the effect of sociodemographic status of the family on
children’s screen times, the relationship between body mass index, sleep duration,
visual acuity and screen time. Study data was collected via a questionnaire filled out
by families of 731 children 1-60 months of age consisting of 334 (45,7 %) females and
397 (54,3%) males. Mean age was 33,55±16,37 (min-max: 2-59) months.
Sociodemographic information was asked in the first section of the questionnaire and
the second section consisted of questions evaluating screen time. 284 children (38,9%)
watched 30 minutes to 1 hour of television while 216 (29,6%) watched 1-2 hours, 91
(12,4%) watched 3-4 hours and 39 (13,8%) watched more than five hours. 101 (13,8%)
did not watch any television. Prohibiton of TV watching was significantly higher in
mothers with high school education compared to mothers who only had primary school
or middle school education (p<0,05). Children with siblings were found to have longer
TV and computer screen times (p<0,05). Patients with university education were found
to control their child’s computer or tablet use more that parents with lesser education
(p<0,05). 65,8% of parents did not know of the concept of screen time while 88,4% of
parents did not know of the concept of backgroung screen time. In the primary care or
pediatrics out patient clinics where healthy children are followed-up, clever media
consumption should also be taught beside treatment and care information. In this
digital age, preventive medicine should include these media consumption
recommendations
2022-02-10T13:24:10Z
2022-02-10T13:24:10Z
2019
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2604
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2576
2022-02-10T01:00:20Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-09T13:19:14Z
urn:hdl:11684/2576
Kemoterapi almış hastalarda geç dönem kardiyotoksisitenin doku doppler ekokardiyografi ile değerlendirilmesi
Çalışkan, Munise
Bör, Özcan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Antrasiklin Kardiyotoksisitesi
Doku Doppler Ekokardiyografi (DDE)
Miyokard Performans İndeksi (MPI)
Anthracycline Cardiotoxicity
Tissue Doppler Echocardiography (TDI)
Myocardial Performance İndex (MPI)
Çocukluk çağı kanserlerinde sağ kalım oranının artmasıyla
kemoterapiye sekonder gelişen yan etkiler önem kazanmıştır. Kemoterapide sık
kullanılan antrasiklinlerin en önemli yan etkisi kardiyotoksisitedir. Çalışmamızda
kemoterapi almış hastalarda konvansiyonel ve doku Doppler ekokardiyografi (DDE)
yöntemleri kullanılarak, antrasiklinlerin geç dönem kronik kardiyotoksisitesinin
araştırılması planlandı. Antrasiklin kullanılan 50 hasta (23 erkek, 27 kız, ortalama yaş
11.6±3.9 yıl) ve kontrol grubu olarak 40 sağlıklı çocuk (17 erkek, 23 kız, ortalama
11.6 ± 3.6 yıl) çalışmaya alındı. Cinsiyet, yaş, kilo, boy ve vücut kitle indeksi açısından
gruplar arasında fark yoktu (p > 0.05). Hastalar aldığı antrasiklin dozuna göre 3 gruba
ayrıldı (Grup I’de 100-200 mg/m2
, grup II’de 201-299 mg/m2
, grup III’te ≥300
mg/m2
). 2 boyutlu, M mode ekokardiyografi (EKO) ve doku Doppler ekokardiyografi
ile sistolik ve diyastolik kardiyak fonksiyon değerlendirmesi yapılan grupların
sonuçları karşılaştırıldı. Konvansiyonel EKO sonuçları hasta-kontrol grubu ve
subgruplar arasında benzer bulundu (p>0.05). Septal mitral anulustan ölçülen doku
Doppler ekokardiyografi sonuçlarında; hasta grubunda kontrol grubuna göre
izovolümik gevşeme zamanı daha uzun (55.82±12.05’e karşı 50.15±7.85, p:0.037),
miyokard performans indeksi (MPI) (0.38±0.05’e karşı 0.35±0.03, p:0.007) anlamlı
olarak daha yüksek tespit edildi. Subgruplar ve kontrol grubu karşılaştırıldığında grup
III’ün (>300 mg/m2
) septal MPI değeri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek
(p=0.048), grup I ve II’nin MPI değerleri kontrol grubuyla benzer görüldü. Sonuç
olarak; 300 mg/m2
üzerindeki antrasiklin dozunun kardiyotoksisite gelişiminde bir risk
faktörü olduğu, konvansiyonel EKO bulguları normal görülmüşken, DDE’nin kronik
antrasiklin kardiyotoksisitesini göstermede duyarlı bir yöntem olduğu saptandı
Improvement in
long-term survival in patients with cancer has led to the need for monitorization of
chemotherapy-related morbidity and mortality. Anthracycline is one of the most
commonly used chemotherapy drugs with solid and hematologic tumors and
cardiotoxicity is the most serious side effect of anthracycline. The aim of this study
was to evaluate the chronic anthracycline cardiotoxicity using conventional and tissue
Doppler echocardiography (TDI) methods. We enrolled 50 patients (23 males, 27
females, mean age 11.6±3.9 years) who received anthracycline, and 40 healthy control
subjects (17 males, 23 females, mean age 11.6±3.6 years). Gender, age, weight, height
and body mass index showed no istatistical difference between the groups (p>0.05).
The cumulative doses of anthracyclines were 100-200 mg/m2
in group I, 201-299
mg/m2
in group II, and ≥300 mg/m2
in group III. The results of two-dimensional, M
mode echocardiography and tissue Doppler echocardiography were compared.
Conventional echocardiography results were similar between patient-control group
and subgroups (p>0.05). Tissue Doppler echocardiography measured from septal
mitral annulus; isovolumic relaxation time was significantly longer (55.82±12.05 vs
50.15±7.85, p=0.037) and myocardial performance index (MPI) was significantly
higher (0.38±0.05 vs. 0.35±0.03, p=0.007) in the patient group than the control group.
When subgroups and control groups were compared, septal MPI value of group III
(>300 mg/m2
) was significantly higher than the control group (p=0.048), and MPI
values of groups I and II were similar with the control group. As a result; anthracycline
dose above 300 mg/m2 was a risk factor for the development of cardiotoxicity, and
TDI was a sensitive method to detect late anthracycline cardiotoxicity in the early
period
2022-02-09T13:19:14Z
2022-02-09T13:19:14Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2576
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2569
2022-02-10T01:00:23Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-09T13:08:48Z
urn:hdl:11684/2569
Çıok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde birinci ayda serum d vitamini düzeylerinin kord kanı d vitamini düzeyleri ile ilişkisinin değerlendirilmesi
Sarıdemir, Hatice
Tekin, Neslihan
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
D Vitamini
Maternal Ve Kord Kanı
ÇDDA
Prematüre
Maternal And Cord Blood
VLBW
Premature
Çok düşük doğum
ağırlıklı (ÇDDA) bebeklerin hayatta kalma oranlarının artmasıyla gebeliğin son
trimesterinde anneden fetusa aktarılan kalsiyum, fosfor ve D vitamini gibi
mikrobesinlerden (vitamin ve mineraller) mahrum kalan yenidoğanın beslenmesi sık
tartışılan bir konu olmuştur. Bu tek merkezli prospektif kohort çalışmada, ÇDDA
bebeklerin kord kanında ve annelerinin serumunda 25(OH)D3 düzeyleri saptanarak,
postnatal D vitamini desteğinin birinci ayda serum 25(OH)D3 düzeyleri üzerine
etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. 1500 g’ın altında doğan, ortalama gestasyonel
yaşı 29+3±2+2 hafta, doğum ağırlığı 1078±295 g, 55 prematüre bebek 30 gün boyunca
izlendi. Serum D vitamini annelerin hiçbirinde yeterli düzeyde (>30 ng/ml) olmayıp
ortalama 12.10±5.73 ng/ml, bebeklerin kord kanında 16.66±9.62 ng/ml ve 30. gün
serumlarında 39.14±12.64 ng/ml bulundu. Kord kanında D vitamini eksikliği (<12
ng/ml) bebeklerin %32.72’sinde, D vitamini yetersizliği (12-20 ng/ml) %38.18’inde
ve yeterli D vitamini (>20 ng/ml) %29.09’unda saptandı. Gebelikte D vitamini
kullanmanın daha yüksek maternal ve kord kanı D vitamini düzeyleri sağladığı
görüldü (p<0.001, p<0.001). 30. gün D vitamini düzeyi bir bebek dışında bebeklerin
tümünde >20 ng/ml (yeterli) saptandı. Annelerin serum D vitamini ile kord kanı
(p<0.001) ve 30. gün D vitamini düzeyleri (p=0.019), kord kanı ile 30. gün D vitamini
düzeyleri (p=0.025) ilişkili bulundu. Yaz aylarında doğan bebeklerin kord kanı D
vitamini ortalama değeri (19.58 ng/ml), kış aylarında doğanlardan (13.65 ng/ml)
yüksek bulundu (p=0.021). Kord kanı D vitamini düzeyleriyle SGA doğum, NEK,
IVK, ROP, BPD ve mortalite arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı.
Sonuç olarak maternal ve doğumda bebeklerin D vitamini eksikliğinin yüksek oranda
olduğunu, kord kanı düzeylerinin maternal düzey, gebelikte D vitamini kullanımı ve
mevsimle ilişkili olduğunu, ÇDDA bebeklerin kord kanında düşük olan D vitamini
düzeylerinin ünitemizde uygulanan postnatal D vitamini desteği ile 30. günde yeterli
düzeye ulaşabileceğini saptadık
With the increase in survival rates of very low birth weight (VLBW) infants, nutrition of the newborn who is deprived of micronutrients (vitamins, minerals) such as calcium, phosphorus and vitamin D transferred from mother to fetus in the last trimester of pregnancy has become one of the most debated issues. In this single-center prospective cohort study, 25(OH)D3 levels were detected in the cord blood and the mothers' serum of VLBW newborns, and it was aimed to evaluate the effect of postnatal vitamin D supplementation on serum 25(OH)D3 levels in the first month. 55 preterm infants with a mean gestational age of 29+3±2+2 weeks, 1078±295 g of mean birth weight were followed for 30 days. Mean level of vitamin D was 12.10±5.73 ng/ml in the mothers, 16.66±9.62 ng/ml in cord blood and 39.14±12.64 ng/ml in the serum of the babies on the 30 th day of life. None of the mothers had sufficient vitamin D level (>30 ng/ml). Vitamin D deficiency (<12 ng/ml) in cord blood was found in 32.72% of newborns, vitamin D insufficiency (12-20 ng/ml) in 38.18% and vitamin D adequacy (> 20 ng/ml) in 29.09%. Use of vitamin D during pregnancy provided higher maternal and cord blood vitamin D levels (p<0.001, p<0.001). On the 30th day, except one infant, all the newborns had sufficient vitamin D levels (>20 ng/ml). Maternal serum vitamin D levels were correlated with cord blood (p<0.001) and 30th day vitamin D levels (p=0.019). Cord blood and 30th day of vitamin D levels were also correlated (p=0.025). The mean value of cord blood vitamin D in newborns born in summer months was higher than those born in winter (19.58 ng/ml vs13.65 ng/ml) (p=0.021). There was no statistically significant relationship between cord blood vitamin D levels and SGA birth, NEC, IVK, ROP, BPD and mortality. In conclusion, in our study group with VLBW infants we detected high prevalence of vitamin D deficiency both in mothers and their offsprings at birth. Cord blood vitamin D levels are correlated with maternal levels, related with vitamin D use during pregnancy and varied with seasons. It was found that vitamin D level, which was deficient/low at birth, reached normal levels by 1 month of vitamin D supplementation provided in our NICU
2022-02-09T13:08:48Z
2022-02-09T13:08:48Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2569
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2749
2022-02-23T01:00:38Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-22T11:08:10Z
urn:hdl:11684/2749
Iga (immunglobulin a) düşüklüğü saptanan hastaların takiplerinde klinik ve immunolojik yönden değerlendirilmesi
Öcal, Halil Onur
Harmancı, Koray
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk İmmünolojisi ve Alerji Hastalıkları Bilim Dalı
Birincil İmmun Yetmezlik
Allerjik Hastalıklar
IgA Düşüklüğü
Selektif IgA Eksikliği
IVIG Tedavisi
Primary İmmune Deficiency
Allergic Diseases
Low Iga
Selective Iga Deficiency
Bu çalışmada birincil immun yetmezlikli hastaların en
sık karşılaşılan gurubu olan IgA düşüklüğü olan hastalarda, IgA düşüklüğünün
derecesi ile hastalarda takip sürecinde klinik ve immünolojik yönden görülen
değişikliklerin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırmamız
retrospektif bir çalışma olup, 2011-2020 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesi Çocuk Alerji ve İmmunoloji Bilim Dalı
polikliniğine başvuran ve herhangi bir nedenle bakılan serum immunglobülin
düzeylerinde, IgA düzeyi yaşına göre normal seviyenin altında saptanan 234 hastada
yapılmıştır. Labaratuvar değerlerine ulaşılıp, takip bilgilerine telefon ile
ulaşılamayan hastalar dahil edilmemiştir. Bulgular: Tanı grupları (IgA düşüklüğü ve
Selektif IgA eksikliği) arasında yapılan değerlendirmede sadece egzema şikayeti ile
başvuranlarda anlamlı fark tespit edilmiştir (p=0.013). IgA düşüklüğü olan tanı
grubunda egzema şikayetinin daha fazla olduğu saptandı. Hastane yatış sebeplerinin
ağırlıklı olarak pnömoni ve bronşiolit olduğu saptandı. Selektif IgA eksikliği olan
hastalarda kardeş ölüm hikayesi oranının, daha yüksek olduğu saptandı (p=0.011).
IgA düşüklüğü olarak değerlendirilenlerde atopik dermatit tanısı almış hastalar ve
Total IgE yüksekliği olanların oranını daha yüksek olduğu saptandı (p=0.012,
p=0.041). Selektif IgA eksikliği olan hastalarda bitkisel veya bağışıklık
kuvvetlendirici ilaç kullanımının daha yüksek olduğu tespit edildi (p=0.009). Erkek
çocuklarının IVIG tedavisi alma yüzdesinin kız çocuklarınkinden fazla olduğu tespit
edildi (p=0.005). IVIG tedavisi alım öyküsü ile tanı grupları arasında anlamlı fark
tespit edildi. Selektif IgA eksikliği olan grupta IVIG tedavisi alım öyküsü oranın
daha yüksekolduğu saptandı (p=0.001). Sonuç: IgA seviyelerinde düşüklük
saptanmış olan hastaların takibinde, başvuru şikayetleri, eşlik eden hastalık çeşitleri
ve tedavi alım oranlarında farklılıklar olduğu tespit edilmiştir
In this
study, it was aimed to compare the degree of IgA low in patients with low IgA,
which is the most common group of patients with primary immunodeficiency, and
the clinical and immunological changes observed in the follow-up period. Materials
and methods: Our study was a retrospective study and was conducted in 234
patients who were admitted to the Eskişehir Osmangazi University Medical Faculty
Hospital Pediatric Allergy and Immunology Department between 2011-2020 and
whose IgA level was found below the normal level by age for any reason. Patients
whose laboratory values were reached and whose follow-up information could not be
reached by phone were not included. Results: In the evaluation made between the
diagnosis groups (low IgA and Selective IgA deficiency), a significant difference
was found only in patients with rash complaints (p=0.013). A rash complaint was
higher in the diagnostic group with low IgA. Hospitalization causes were
predominantly pneumonia and bronchiolitis. The rate of sibling death was higher in
patients with selective IgA deficiency (p=0.011). It was found that the rate of
patients diagnosed with atopic dermatitis and those with total IgE elevation was
higher in those evaluated as low IgA (p=0.012, p=0.041). It was found that the use
of herbal or immunomodulatory drugs was higher in patients with selective IgA
deficiency (p=0.009). It was determined that the percentage of boys receiving IVIG
treatment was higher than that of girls (p=0.005). In the group with selective IgA
deficiency, the rate of IVIG treatment intake was higher (p=0.001). Conclusions: In
the follow-up of patients with low IgA levels, there were differences in the
complaints of admission, types of comorbidities and treatment intake rates
2022-02-22T11:08:10Z
2022-02-22T11:08:10Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2749
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/2757
2022-02-24T01:00:34Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-02-23T08:37:35Z
urn:hdl:11684/2757
Ailevi akdeniz ateşi tanısı ile takip edilen pediatrik hastalarda nörolojik bulgu ve semptomların araştırılması
Bektaş, Cengiz
Çarman, Kürşat Bora
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
AAA
Nörolojik Bulgular
Genotip
Fenotip
Çocuk
FMF
Neurological Findings
Genotype
Phenotype
Child
Familial Mediterranean Fever is common in our country, showing autosomal
recessive transition; it is an inflammatory disease characterized by recurrent attacks
in the form of fever, abdominal pain, joint pain, chest pain. Neurological
involvements are rare in FMF patients. The aim of our study was to evaluate the
neurological findings in FMF patients. 625 patients whose MEFV gene mutation was
found positive, were included in the study and their files were scanned
retrospectively. The mean age of patients was 13.02 ± 5.18 years. Neurological
symptoms were detected in 23.2% of the patients. The most observed neurological
symptom was headache (11.8%). Neurological disease accompanying FMF was
detected in 6,19% of the patients. Epilepsy was the most common neurological
disease and was found in 2.88% of patients. The prevalence of neurological diseases
was higher than the society. It was observed that the frequency of neurological
symptoms was lower in children under the age of 5 years (p<0,05). The frequency of
neurological symptoms was higher in patients with E148Q mutation in at least one
allele; It was lower in those with M694V mutation (p<0,05). No relation was found
between the phenotype features of the disease and neurological findings.
Approximately half of the patients had a comorbid disease accompanying FMF.
Neurological symptoms were more frequent in patients with cardiac anomaly and
rhythm disorder and JIA (p<0,05). There was no correlation between laboratory
values and subclinical inflammation and neurological findings. In conclusion, early
recognition of the disease and early treatment reduce the frequency of neurological
signs and symptoms, and prevent complications that may be observed in the long term course of the disease. That‟s why we emphasize the importance of systemic
questioning, neurological history and examination in the follow-up patients
Ailevi Akdeniz AteŞi ülkemizde sık görülen otozomal resesif geçiŞ gösteren; ateŞ, karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı Şeklinde tekrarlayan ataklar ile karakterize inflamatuvar bir hastalıktır. Nörolojik tutulumlar AAA hastalarında nadir görülmektedir. ÇalıŞmamızın amacı AAA hastalarında nörolojik bulguların değerlendirilmesiydi. ÇalıŞmaya MEFV gen mutasyonu pozitif saptanmıŞ 625 hasta dahil edildi ve retrospektif olarak dosyaları tarandı. Hastaların ortalama yaŞı 13,02 ± 5,18 yıl idi. Hastaların %23,2‟sinde nörolojik semptom belirlendi. En sık gözlenen nörolojik semptom baŞ ağrısı (%11,8) idi. Hastaların %6,19‟unda AAA‟ya eŞlik eden nörolojik hastalık tanısı tespit edildi. Epilepsi en sık gözlenen nörolojik hastalık idi ve hastaların %2,88‟inde bulundu. Nörolojik hastalıkların prevalansı topluma kıyasla daha yüksek bulundu. Tanı yaŞı 5 yaŞın altında olan çocuklarda nörolojik semptom görülme sıklığının daha düŞük olduğu görüldü (p<0,05). En az bir allelde E148Q mutasyonu olan hastalarda nörolojik semptom görülme sıklığı daha yüksek, M694V mutasyonu olanlarda ise daha düŞük bulundu (p<0,05). Hastalığın fenotip özellikleriyle nörolojik bulgular arasında iliŞki saptanmadı. Hastaların yaklaŞık yarısında AAA‟ya eŞlik eden bir komorbid hastalık tanısı vardı. JĠA ile kardiyak anomali ve ritim bozukluğuna sahip olan hastalarda daha sık nörolojik semptom belirlendi (p<0,05). Laboratuvar değerleri ve subklinik inflamasyon ile nörolojik bulgular arasında korelasyon saptanmadı. Sonuç olarak hastalığın erken tanınması ve tedaviye erken baŞlanması nörolojik semptom ve bulguların görülme sıklığını azaltmakta hastalığın uzun dönem seyrinde gözlenebilecek komplikasyonları önlemektedir. Bu nedenle hastaların izleminde sistemik sorgulamanın, nörolojik öykü ve muayenenin önemini vurgulamaktayız
2022-02-23T08:37:35Z
2022-02-23T08:37:35Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/2757
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4116
2022-08-04T00:01:23Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T06:56:56Z
urn:hdl:11684/4116
Doğumsal ve edinsel foksiyonel tek böbrekli çocuklarda mikroalbuminüri ile glomerül filtrasyon hızı ve hipertansiyon arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
Güzel, Ayşe
Çetin, Nuran
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Fonksiyonel Tek Böbrek
Hipertansiyon
Mikroalbuminüri
Glomerüler Filtrasyon Hızı
Solitary Functioning Kidney
Hypertension
Microalbuminuria
Glomerular Filtration Rate
Fonksiyonel tek böbrekli (FTB) çocuklar başlangıçta hiperfiltrasyon ve kompansatris
hipertrofi ile böbrek fonksiyonlarını korurken, zamanla böbrek hasarına bağlı
hipertansiyon, proteinüri ve kronik böbrek hastalığı gelişimi açısından risk altındadır.
Bu çalışmada doğumsal ve edinsel FTB’li çocuklarda mikroalbuminüri ile glomerül
filtrasyon hızı (GFH) ve hipertansiyon arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
amaçlandı. Çalışmada, Eylül 2009-Eylül 2018 yılları arasında Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Bilim Dalında izlenen 5-18 yaş arasındaki
59 doğumsal FTB’li, 41 edinsel FTB’li hasta ile 26 sağlıklı çocuğun dosya verileri
incelendi. Doğumsal FTB’li hastalar ‘doğumsal’, edinsel FTB’li hastalar ‘edinsel’ ve
sağlıklı çocuklar ‘kontrol’ grubu olarak isimlendirildi. Doğumsal, edinsel ve kontrol
grubunun böbrek fonksiyon testleri, spot idrar miroalbumin/kreatinin düzeyi, GFH’si,
ofis kan basıncı ve yaşam içi kan basıncı ölçümleri değerlendirildi. Doğumsal, edinsel
ve kontrol grubunda yaş, boy, vücut ağırlığı, vücut kitle indeksi, kan üre azotu,
kreatinin ve GFH değerleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,005). Edinsel
grupta spot idrar mikroalbumin/kreatinin oranı, doğumsal ve kontrol grubundan
anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001). Doğumsal, edinsel ve kontrol grubunda ofis
kan basıncı ölçümleri arasında farklılık görülmezken, total ortalama diyastolik ve gece
diyastolik kan basıncı değerleri edinsel grupta, doğumsal ve kontrol grubundan
anlamlı yüksek bulundu (hepsi için p<0,001). Edinsel grupta hipertansiyon, diyastolik
hipertansiyon ve non-dipper görülme sıklığının doğumsal gruptan daha fazla olduğu
görüldü (sırası ile p<0,001, p<0,001, p=0,003). Edinsel FTB’li hastalar hipertansiyon
ve mikroalbuminüri açısından yakın takip edilmelidir. Hipertansiyon ve
mikroalbuminürinin yakın izlem ile erken dönemde farkedilmesi antihipertansif ve
antiproteinürik tedavilerin başlanarak kronik böbrek hastalığının ilerlemesinin
yavaşlatılmasında yardımcı olabilir
Güzel, A. Evaluation of the Relationship Between Microalbuminuria and Glomerular
Filtration Rate and Hypertension in Children with Congenital and Acquired Functional
Kidneys. Eskisehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of
Pediatrics, Thesis, Eskişehir, 2020. While children with solitary functioning kidney
(SFK) initially maintain kidney function with hyperfiltration and compensatory
hypertrophy, they are at risk for the development of hypertension, proteinuria and
chronic kidney disease due to kidney damage over time. Aim of this study is to
evaluate the relationship between microalbuminuria, glomerular filtration rate (GFR)
and hypertension in children with congenital and acquired SFK. In this study, the data
of 59 congenital SFK patients, 41 acquired SFK patients and 26 healthy children
between the ages of 5-18, who were followed up in Eskişehir Osmangazi University
Faculty of Medicine, Department of Pediatric Nephrology between September 2009
and September 2018 were examined. Patients with congenital SFK were tagged as
'congenital', while patients with acquired SFK as 'acquired' and healthy children as
'control' group. Renal function tests, spot urine microalbumin/creatinine level, GFR,
office blood pressure and ambulatory blood pressure measurements of all groups were
evaluated. There were no significant differences in age, height, body weight, body
mass index, blood urea nitrogen, creatinine and GFR values among various groups
(p>0,005). Spot urinary microalbumin/creatinine ratio in the acquired group was
significantly higher than the congenital and control group (p<0,001). No significant
difference was observed between office blood pressure measurements among the
groups, however, total mean diastolic and nocturnal diastolic blood pressure values
were significantly higher in the acquired group than in the congenital and control group
(p<0,001 for all). The incidence of hypertension, diastolic hypertension, and non dipper was found to be higher in the acquired group than in the congenital group
(p<0,001, p<0,001, p=0,003, respectively). Hence, patients with acquired SFK should
be followed closely for hypertension and microalbuminuria. Early detection of
hypertension and microalbuminuria with close monitoring may slow the progression
of chronic kidney disease by starting antihypertensive and antiproteinuric treatments
2022-08-03T06:56:56Z
2022-08-03T06:56:56Z
2020
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4116
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4099
2022-08-04T00:00:44Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T05:39:46Z
urn:hdl:11684/4099
Çocukluk çağı idrar yolu enfeksiyonlarında üropatojenlerin yıllara göre direnç profili
Şafak, İkbal Nur
Kavaz Tufan, Aslı
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
İdrar Yolu Enfeksiyonu
Antibiyotik Direnci
Urinary Tract İnfection
Antibiotic Resistance
ESBL
. İdrar yolu
enfeksiyonlarında kullanılan antibiyotiklere karşı direnç gelişimi tedavi
başarısızlığına neden olmaktadır. Bu nedenle bu çalışmada üropatojenlerin yıllara
göre direnç profilinin değerlendirilmesi, antibiyotik direnç gelişimini etkileyen risk
faktörlerinin bulunması ve tedavide kullanılacak uygun ampirik antibiyotiğin
belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu tek merkezli, retrospektif çalışma Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları bölümünde
Ocak 2010–Aralık 2019 tarihleri arasında yürütüldü. İdrar yolu enfeksiyonu tanılı 1
ay-18 yaş arası 1852 çocuk hasta ve onlara ait 105 CFU/mL üzerinde üropatojen
üremesi olan 2340 idrar kültürü çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti,
idrar yolu enfeksiyonu atak sayısı, ürolojik anomali varlığı, antibiyotik profilaksi
kullanımı, üropatojenlerin yıllara göre antibiyotik dirençleri, ESBL pozitif hastaların
özellikleri ve ESBL pozitif üropatojenler ile ilgili veriler kaydedildi. Hastaların
%70.6'sı (n=1308) kız, %29.4'ü erkekti. Yaş ortalamaları 73±61 ay (1-215 ay) olup
idrar yolu enfeksiyonu atak sayısı 2.5±3.8 (1-39) idi. En sık görülen üropatojenler
E.coli (%59.6) ve Klebsiella spp. (%11.5) idi. Yıllara göre E.coli, Klebsiella
pneumoniae ve Acinetobacter spp. üremesinde istatistiksel olarak anlamlı artış
görüldü (p<0.001). ESBL pozitif üropatojenlerin oranı %16.2 olup infantlarda,
tekrarlayan İYE geçirenlerde, üriner anomalisi olan ve profilaktik antibiyotik
kullananlarda ESBL pozitifliği daha yüksekti (p<0.05). Direncin en yüksek olduğu
antibiyotikler; penisilin (%60.8), ampisilin (%55.7), trimethoprim-sülfametaksazol
(%40.8)'dur. ESBL pozitif Klebsiella suşlarında imipenem ve meropenem direncinin
arttığı saptandı (p<0.05). Sonuç olarak, üropatojenlerin antibiyotik dirençleri
hastaların klinik özelliklerine göre değişir. İYE tedavisinde özellikle 12 aydan küçük
infantlarda, üriner anomali ve tekrarlayan İYE öyküsü olanlarda direncin daha
yüksek olması nedeniyle yerel çalışmalar doğrultusunda uygun antibiyotik seçimi
yapılmalıdır
Development of resistance to
antibiotics used in urinary tract infections causes treatment failure. Therefore, the
aim of this study is to evaluate the resistance profile of uropathogens by years, to
find risk factors affecting the development of antibiotic resistance, and to determine
the appropriate empirical antibiotic to be used in treatment. This single center,
retrospective study was conducted between January 2010 and December 2019 at
Eskişehir Osmangazi University, Faculty of Medicine, Department of Pediatrics.
1852 pediatric patients between 1 month and 18 years of age with a diagnosis of
urinary tract infection and 2340 urine cultures of these patients with uropathogen
growth above 105 CFU/mL were included. Data on age, gender, number of urinary
tract infection episodes, presence of urological anomalies, use of antibiotic
prophylaxis, antibiotic resistance of uropathogens by years, characteristics of patients
with ESBL positivity and ESBL positive uropathogens were recorded. 70.6%
(n=1308) of the patients were girls and 29.4% were boys. The mean age was 73 ± 61
months (1-215 months) and the number of urinary tract infection episodes was
2.5±3.8 (1-39). The most common uropathogens were E.coli (59.6%) and Klebsiella
spp. (11.5%). There was a statistically significant increase in the growth rate of
E.coli, Klebsiella pneumoniae and Acinetobacter spp. by years (p<0.001). The rate of
ESBL positive uropathogens was 16.2% and ESBL positivity was higher in infants,
patients with recurrent UTIs, urinary anomalies, and those who used prophylactic
antibiotics (p<0.05). Antibiotics with the highest resistance were penicillin (60.8%),
ampicillin (55.7%), trimethoprim-sulfamethoxazole (40.8%). It was found that
imipenem and meropenem resistance increased in Klebsiella strains (p<0.05). In
conclusion, antibiotic resistance of uropathogens varies according to the clinical
characteristics of the patients. In the treatment of UTI, especially in infants younger
than 12 months, and those with urinary anomalies and a history of recurrent UTIs,
appropriate antibiotic should be chosen in accordance with local studies
2022-08-03T05:39:46Z
2022-08-03T05:39:46Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4099
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4278
2022-08-09T00:02:09Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-08T13:29:19Z
urn:hdl:11684/4278
Eskişehir'de 10-18 yaş grubu çocuklarda bordetella pertussis antikor düzeylerinin belirlenmesi
Göçhasanoğlu, Eren
Kılıç, Ömer
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Boğmaca
Seroprevalans
Ergen
Pertussis
Seroprevalence
Adolescent
Boğmaca her yaştan insanı enfekte edebilen, özellikle aşılanması tamamlanmamış yenidoğan ve süt çocuklarında ölümcül olabilen bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Aşılama oranlarının artmasına rağmen 3-4 yılda bir salgınlar oluşturmaya devam etmektedir. Ergen ve erişkinler bebekler ve küçük çocuklar için bir enfeksiyon kaynağıdır. Çalışmamızda Eskişehir ilinde aşı koruyuculuğunun azaldığını düşündüğümüz 10-18 yaş grubu çocuklarda boğmaca antikor düzeyinin belirlenmesi amaçlandı. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda yürütüldü. Nisan 2021-Haziran 2021 tarihleri arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na başvuran yaşları 10-18 yaş arasında değişen son 1 ay içinde öksürük öyküsü olmayan, son 6 ay içinde herhangi bir kan ürünü transfüze edilmemiş, kendilerinden ve ebeveynlerinden onam alınan 438 çocuk dahil edildi. Serum örneklerinden anti Pertussis toksin IgG ve anti Filamentözhemaglutinin IgG ticari bir ELISA kiti (EUROIMMUN, Lübeck, Almanya) kullanılarak çalışıldı. Verilerin analizi Ki-kare testi ile yapıldı, sonuçlar p<0.05 düzeyinde anlamlı kabul edildi. Çocukların %45.7’si (n=200) erkek ve %54.3’ü (n=238) kız, yaş ortalaması 13.78±2.46 yıl idi. Katılımcıların %99.8’i (n=437) T.C. Sağlık Bakanlığı Aşı Takvimine uygun olarak aşıları yapılmış idi. Seropozitiflik %61.9 olarak saptandı. En yüksek seropozitiflik %68.5 ile 11 yaşında, en düşük seropozitiflik ise %54.2 ile 17 yaşında izlendi. 14 yaşından sonra seropozitifliğin azalarak devam ettiği gözlendi, ancak yaşlar arasında anlamlı fark saptanmadı
Pertussis is a contagious respiratory disease that can infect people of all ages, especially in newborns and infants whose vaccination has not been completed. Despite the increase in vaccination rates, epidemics continue to occur every 3-4 years. Adolescents and adults are a source of infection for infants and young children. In our study, it was aimed to determine the pertussis antibody level in children aged 10-18 in Eskişehir province, where we think that vaccine protection has decreased. The research was carried out in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Child Health and Diseases. Between April 2021 and June 2021, they applied to Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics 438 children with consent were included. Anti Pertussis toxin IgG and anti Filamentous hemagglutinin IgG from serum samples were studied using a commercial ELISA kit (EUROIMMUN, Lübeck, Germany). The analysis of the data was done with the chi-square test, and the results were considered significant at the p<0.05 level. Of the children, 45.7% (n=200) were boys and 54.3% (n=238) were girls, with a mean age of 13.78±2.46 years. 99.8% (n=437) of the participants were vaccinated in accordance with the Vaccination Schedule of the Ministry of Health. Seropositivity was found to be 61.9%. The highest seropositivity was observed at the age of 11 with 68.5%, and the lowest seropositivity was observed at the age of 17 with 54.2%. It was observed that seropositivity continued to decrease after the age of 14, but there was no significant difference between the ages
2022-08-08T13:29:19Z
2022-08-08T13:29:19Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4278
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4120
2022-08-04T00:01:24Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T07:15:04Z
urn:hdl:11684/4120
Serebral palsi tanılı çocuklarda hastaneye yatış nedenleri ve ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi
Dural, Burcu
Yarar, Coşkun
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Serebral Palsi
Eşlik Eden Faktörler
Hastaneye Yatış
Cerebral Palsy
Accompanying Factors
Hospitalization
Serebral palsili çocuklar eşlik eden hastalıklar nedeniyle sık olarak hastaneye yatırılarak takip edilmektedir. Bu durum morbidite, mortalite ve maliyet yönünden önemlidir. Bu çalışmada hastanede yatırılarak takip edilen serebral palsi (SP) tanılı çocukların klinik özellikleri ve SP ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi amaçlandı. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda yürütüldü. 01.01.2019 ile 31.05.2020 tarihleri arasında hastaneye yatırılarak takip edilen 39 SP tanılı çocuk çalışmaya dahil edildi. Verilerin analizi Ki-kare, Mann-Whitney U ve lojistik regresyon testleri ile yapıldı, sonuçlar p<0.05 düzeyinde anlamlı kabul edildi. Çocukların %48,7’si (n=19) kız, %51,3’ü (n=20) erkek, yaş ortalaması 9,7±4,2 yıl (16 ay-17 yaş) idi. Olguların %97,4’ünde (n=38) perinatal dönemde en az bir risk faktörü olduğu, %84,6’sının (n=33) spastik tipte SP’li olduğu görüldü. En sık eşlik eden durumlar; epilepsi (%76,9), protein enerji eksikliği (%76,9), hipersalivasyon (%74,4), ağrı (%69,2) ve kabızlık (%66) idi. Hastaneye en sık yatış nedenini pnömoni %66,7 (n=26), nöbet %35,9 (n=14) ve gastrointestinal sistem problemleri %35,9 (n=14) oluşturmaktaydı. Pnömoni nedeniyle izlenen çocukların nazofaringeal sürüntü örneklerinde en çok saptanan viral etken Rinovirüs/Enterovirüs idi (%60). Olguların %76,9’unun (n=30) birden fazla kez hastaneye yattığı ve %17,9’unun (n=7) yatış esnasında eksitus olduğu görüldü. Ortanca hasta maliyeti 35.339 TL olarak hesaplandı. Bu çalışmada olgularımızın tamamında en az bir tane eşlik eden ek sorun vardı ve enfeksiyonlar en sık yatış nedeni idi. Hastaneye yatırılarak takip edilen SP’li çocuklarda yapılacak prospektif, daha uzun süreli, çok merkezli ve daha fazla olguyu içeren çalışmalar, bu çocuklardaki riskli durumların erken tanınması ve yönetilmesine böylece bu çocuklardaki morbidite ve mortalitenin azaltılmasına katkıda bulunabilir
Children with cerebral palsy are frequently hospitalized due to accompanying diseases. This situation is critical in terms of morbidity, mortality, and cost. This study aimed to evaluate the clinical characteristics and factors associated with CP in children with cerebral palsy (CP) who were hospitalized and followed up. The research was conducted in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics. Thirty-nine children with CP who were hospitalized between 01.01.2019 and 31.05.2020 were included in the study. Data analysis was done with Chi-square, Mann-Whitney U, and binary logistic regression analysis, and the results were considered significant at the p <0.05 level. 48.7% (n=19) of the children were girls, 51.3% (n=20) were boys, the mean age was 9.7±4.2 years (16 months-17 years). It was observed that 97.4% (n=38) of the cases had at least one risk factor in the perinatal period, and 84.6% (n=33) had spastic type CP. The most common comorbidities were epilepsy (76.9%), protein-energy malnutrition (76.9%), hypersalivation (74.4%), pain (69.2%) and constipation (66%). The most common reasons for hospitalization were pneumonia in 66.7% (n=26), seizures in 35.9% (n=14), and gastrointestinal system problems in 35.9% (n=14). The most common viral agent in nasopharyngeal swab samples of children treated for pneumonia was Rhinovirus/Enterovirus (60%). It was observed that 76.9% (n=30) of the cases were hospitalized more than once, and 17.9% (n=7) died during the hospitalization. The median patient cost was calculated as 35.339 TL. In this study, all of our patients had at least one accompanying problem, and infections were the most common reason for hospitalization. Prospective, longer-term, multi-center studies conducted on children with CP who are hospitalized can contribute to early recognition and management of risky situations in these children, thus reducing morbidity and mortality in these children
2022-08-03T07:15:04Z
2022-08-03T07:15:04Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4120
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4117
2022-08-04T00:01:21Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T06:57:23Z
urn:hdl:11684/4117
Anormal uterus kanamalı adolesanlarda kombine oral kontraseptif ile östrojenli transdermal yama ve oral progesteron kombine tedavisinin karşılaştırılması
Ulukapı, Hasan Bora
Şimşek, Enver
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Anormal Uterus Kanaması
Adolesan
Ovulatuvar Disfonksiyon
Kombine Oral Kontraseptif
Transdermal Östrojen Yama
Progestin
Abnormal Uterine Bleeding
Adolescent
Ovulatory Dysfunction
Combined Oral Contraceptive
Transdermal Estrogen Patch
Progestin
Anormal uterus kanaması (AUK) adolesanlarda sıklıkla görülen bir şikayettir. Ovulatuvar disfonksiyon (AUK-O), anormal uterus kanamasının en sık sebebidir. Adolesanlarda AUK-O’nun en sık sebebi olan idiyopatik ovulatuvar disfonksiyon, sıklıkla anemiye veya hayat kalitesinde bozulmaya sebep olması nedeniyle tedavi gerektirmektedir. Bu çalışmada 2017-2021 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniklerinde idiyopatik ovulatuvar disfonksiyon nedeniyle 6 ay boyunca takip ve tedavi edilen, 30 μg etinil östradiol/3 mg drospirenon kombine oral kontraseptif (EEDRSP) veya 1,95 mg 17β-östradiol transdermal yama ve 5 mg oral medroksiprogesteron asetat kombine tedavisini (EMPA) almış 30 hasta, hastane kayıtları taranarak çalışmaya dahil edilmiştir. EEDRSP grubunda, tedavinin ilk altı ayında %26,6 hastada ara kanama, %20 hastada karın ağrısı, %13,3 hastada bulantı-kusma, %6,7 hastada baş ağrısı şikayetleri görülürken, EMPA grubunda %53,3 hastada ara kanama, %40 hastada karın ağrısı, %13,3 hastada bulantı-kusma ve %13,3 hastada baş ağrısı şikayetleri görülmüştür. EEDRSP tedavisiyle daha az yan etki görülmekle beraber herhangi bir tedavi grubunda tedaviyi kesmeye sebep olacak şiddette ağır yan etkiler görülmemiştir. EEDRSP tedavisi EMPA tedavisine göre ilaç uyumu ve hasta memnuniyeti daha yüksek bir tedavi olarak görülmüştür. Her iki tedaviyle de ilk iki ay içerisinde menstrüasyonun düzene girdiği görülmüştür fakat EEDRSP grubunda %6,6, EMPA grubunda ise %20,0 hastanın şikayetleri tedavi kesildikten sonraki üç ay içerisinde tekrarlamıştır. Adolesan dönemde HHO aksının immatür olması çok çeşitli klinik durumlarla başvurulara sebep olmakta ve tedavi seçimini güçleştirmektedir. Hayatı tehdit etmeyen fakat hayat kalitesini düşüren yan etkiler göz önünde bulundurulmalı ve hastalar bu konuda bilgilendirilmelidir
Abnormal uterine bleeding (AUB) is a frequent complaint in adolescents. Ovulatory dysfunction (AUB-O) is the most common etiology of AUB. Idiopathic ovulatory dysfunction, which is the most common reason for AUB-O in adolescents, may cause anemia and a significant decrease in quality of life and require hormonal treatment. Thirty patients who were treated with either 30 μg ethinyl estradiol/3 mg drospirenone combined oral contraceptive (EEDRSP) or 1,95 mg 17β-estradiol transdermal patch and 5 mg oral medroxyprogesterone acetate combined treatment (EMPA) for six months in Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine Department of Pediatrics between years 2017 and 2021 were enrolled in our study using hospital archives. In the first three months of treatment, 26.6% of patients reported intermenstrual bleeding, 20% reported abdominal pain, 13.3% reported nausea-vomiting, and 6.7% reported headaches in the EEDRSP group, while 53.3% of patients reported intermenstrual bleeding, 40% reported abdominal pain, 13.3% reported nausea-vomiting and 13.3% reported headaches in the EMPA group. No major side effects were reported to cause cessation of treatment in any treatment group, but fewer mild side effects were reported in the EEDRSP group. EEDRSP treatment had better treatment compliance and satisfaction. Menstrual irregularity stopped after two months of treatment in both groups, but 6.6% and 20.0% of patients reported that AUB repeated within three months of treatment cessation in EEDRS and EMPA groups, respectively. Immaturity of the hipotalamo-pituitary-ovarian axis in adolescence can present with a wide range of symptoms and proves challenging to choose the proper treatment regimen. Mild side effects that may lower quality of life should be considered when selecting the appropriate treatment, and patients must be informed
2022-08-03T06:57:23Z
2022-08-03T06:57:23Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4117
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4121
2022-08-04T00:01:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T07:15:34Z
urn:hdl:11684/4121
Ebeveynlerin ulusal bağışıklama programı dışındaki aşılarla ilgili bilgi, tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi
Barış, Meral
Dinleyici, Meltem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Ulusal Takvim Dışı Aşılar
Ebeveyn
Bağışıklama
Vaccines Not-Included İn The National Immunization
Immunization
Enfeksiyon hastalıklarında ve ilişkili ölümlerden korunmada, hastalıkların yayılmasını önlemede en etkili, güvenli ve ucuz yöntem çocukların aşılanmasıdır. Bu araştırma, ebeveynlerin ulusal aşı takvimi dışı aşılarla ilgili bilgi, tutum ve davranışlarının belirlenmesi ve sosyo-demografik özellikleri ile arasındaki ilişkinin tek merkezli, kesitsel, tanımlayıcı, prospektif anket çalışması ile değerlendirilmesi planlandı. Mart 2019-Haziran 2020 tarihleri arasında 1430 ebeveyne anket yapıldı. Ebeveynlere çocuklarına T.C. Sağlık Bakanlığı Ulusal Aşı Takvimindeki aşıları uygulatıp uygulatmadıkları sorulduğunda; %95.4‘ünün (n=1364) çocuğunun aşılarını yaptırdığı öğrenildi. Ulusal aşılardan sonra rutin dışı aşıların yapılıp yapılmayacağı sorulduğunda, %43.5 (n=622) ebeveyn takvim dışı aşı yaptıracağını, %56.5 (n=808) ebeveyn takvim dışı aşı yaptırmayacağını belirtti. Hangi takvim dışı aşıyı yaptıracakları sorulduğunda %39.3 (n=245) rotavirüs aşısı, %35.5 (n=221) rotavirüs ve meningokok aşısı, %11.9 (n=74) meningokok aşısı, %5.1 (n=32) influenza aşısı, %1.2 (n=7) HPV aşısı, %2.9 (n=18) influenza aşısı, rotavirüs aşısı ve meningokok aşısı yaptıracağı öğrenildi. Katılımcıların takvim dışı uygulamaları yaptırmama nedenleri arasında ilk sırada aşılar hakkında bilgilerinin bulunmaması, rutin aşı takviminde olmaması ve ücretli olmaları gelmekteydi. Gebelik döneminde grip ve boğmaca aşıları önerilmiş olsa yaptırıp yaptırmayacakları sorulduğunda %19.7‘sinin (n=281) boğmaca ve grip aşılarını yaptıracağı öğrenildi. Aşılama tüm çocukların temel hakları arasındadır ve takvimde yer alan ya da takvim dışında yer alan aşıların çocuklara ulaşmasının sağlanması, aşının yapılamadığı durumlarda bariyerlerin belirlenmesi temel koşuldur. Çalışmamızda takvim dışı aşıların uygulanmasında en önemli bariyerin aşı konusunda yeterli fikir sahibi olmaması görünmektedir. Sağlık çalışanlarının bağışıklamanın önemini ve aşı ile ilgili doğru ve güvenilir bilgileri ebeveynlere doğru bir şekilde aktarması ile aşılama oranları artırılabilecektir
Vaccination of children is the most effective, safe and inexpensive method of preventing infectious diseases, related deaths and the spread of diseases. This study was planned to define the knowledge, attitudes and behaviors of parents about vaccines not-included in the National Immunization Program and to evaluate relationship with their socio-demographic characteristics with a single-center, cross-sectional, descriptive, prospective survey study. In March 2019 and June 2020, 1430 parents were surveyed. When the parents were asked whether their children had the vaccines in the National Immunization Program of the Ministry of Health of the Republic of Turkey; 95.4% (n = 1364) had their children vaccinated. When asked whether non-routine vaccines will be given after the national vaccines, 43.5% (n = 622) of the parents would have and 56.5% (n = 808) would not have non-routine vaccines. When asked which non-routine vaccines they will have, 39.3% (n = 245) rotavirus vaccine, 35.5% (n = 221) rotavirus and meningococcal vaccine, 11.9% (n = 74) meningococcal vaccine, 5.1% (n = 32) influenza vaccine, 1.2% (n = 7) HPV vaccine, 2.9% (n = 18) influenza, rotavirus and meningococcal vaccine were learned. The first reasons for the participants not to have non-routine vaccines were the lack of information about vaccines, not being in the routine vaccination and self-paid. When asked whether they would have had flu and whooping cough vaccines during pregnancy, 19.7% (n = 281) would have both vaccines. Vaccination is among the fundamental rights of all children, and it is essential to ensure that the national or non-routine vaccines reach children and to identify barriers in cases where vaccination cannot be administered. In our study, not having sufficient knowledge about vaccination is the most important barrier in the application of non-routine vaccines. Vaccination rates can be increased if healthcare professionals convey the importance of immunization and accurate and reliable information about vaccination to parents
2022-08-03T07:15:34Z
2022-08-03T07:15:34Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4121
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4122
2022-08-04T00:01:32Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T07:34:12Z
urn:hdl:11684/4122
Hiperfenilalaninemi ve fenilketonüri tanılı hastalarda pah geni mutasyon spektrumu ve genotip-fenotip korelasyonunun değerlendirilmesi
Çınar, Müge
Kılıç Yıldırım, Gonca
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Hiperfenilalaninemi
Fenilketonüri
Genotip Fenotip İlişkisi
Hyperphenylalaninemia
Phenylketonuria
Genotype Phenotype Correlation
Fenilketonüri, önlenebilir mental ve motor geriliğin en sık sebeplerinden biridir. Fenilalanin aminoasit metabolizmasındaki defektten kaynaklanan otozomal resesif geçişli, doğumsal bir metabolik hastalıktır. Bu tek merkezli retrospektif çalışmada, hiperfenilalaninemi tanıları ile izlenen 108 hastanın demografik verileri ile PAH gen analizi ile fenilketonüri tanısı doğrulananan hastaların, tanı ve takipte fenilalanin düzeyleri, tedavi yöntemleri ile genotip-fenotip korelasyonu ortaya koyuldu. Hastaların akrabalık oranları düşük bulunmuştur. Hastaların çoğunun yenidoğan döneminde topuk kanı taraması ile yönlendirildiği görülmüştür. Yenidoğan döneminde başvuran hastalarda hafif HFA fenotipi, süt çocuğu döneminde başvuran hastalarda klasik FKU fenotipi daha yüksek saptanmıştır. İzlemdeki fenilalanin düzeylerinin diğer toplumlara göre daha kontrollü olduğu görülmüştür. Fenilalaninden kısıtlı diyet tedavisi alan hastaların çoğunda başarılı olunamadığı, BH4 tedavisi alan hastaların çoğunun kontrol altında tutulabildiği görülmüş, diyet tedavisine uyumun zorluğu bir kez daha gösterilmiştir. BH4 tedavisine yanıtlı olan fenotiplerin çoğunu hafif fenotiplerin oluşturduğu, orta ve klasik FKÜ fenotiplerin çoğunun yanıtsız olduğu saptanmıştır. Serbest diyet ile takip edilen 10 hastamızın tamamlayıcı beslenmeye geçiş dönemlerinde FA değerleri yükselme eğilimi olması, FA’den kısıtlı diyete geçilmeden önce BH4 tedavi seçeneğini akla getirmelidir. Yanlış anlamlı mutasyonların yüksek oranda görüldüğü ve kliniği hafifleştirdiği, kırpılma mutasyonlarının da kliniği ciddileştirdiği düşünülmüştür. c.1139C>T allelinin tedavi gerektirmeyen hafif HFA grubuna özgül olduğu görülmüştür. c.1066-11G>A alleli tedavi gerektirmeyen hafif HFA fenotipine göre klasik FKÜ’de anlamlı olarak yüksek oranda tespit edilmiş olup kötü kontrol grubunda da en sık saptanan allel olduğu görülmüştür. Sonuç olarak, bazı allel ve genotiplerin, fenotip, tedavi yöntemi, izlemdeki fenilalanin düzeyi ile anlamlı ve özgül ilişkilerinin olduğu görülmüştür
Phenylketonuria is one of the most frequent causes of preventable mental and motor retardation. It is an autosomal recessive inherited metabolic disease caused by defect in the amino acid metabolism of phenylalanine. In this single-center retrospective study, the demographic data of 108 patients with hyperphenylalaninemia and those whose diagnosis of phenylketonuria was confirmed by PAH gene examination were analyzed, FA levels and treatment procedures were examined, and a genotype-phenotype association was discovered. The consanguinity frequency of the patients is low. It was predicted that most of the patients were guided by the neonatal screening. Patients admitted in the neonatal period seemed to have a higher prevalence of mild HFA, whereas patients admitted in infancy had a higher rate of classic PKU. Phenylalanine levels in follow-up were shown to be better monitored than the other populations. Most of the patients treated with a phenylalanine-restricted diet failed; however, most of the patients who received BH4 therapy were kept under control up to this stage, demonstrating the complexity of diet treatment compliance. The majority of phenotypes responding to BH4 treatment were mild phenotypes, while the majority of moderate and classical PKU did’nt respond to BH4 treatment. Ten patients who were followed up with a free diet, the tendency of FA values to increase, during the transition to complementary nutrition, should bring option the treatment of BH4 to mind before switching from FA to a restricted diet. Missense mutations were thought to be common and soften clinic. It was determined that c.1139C>T allele was specific to mild HFA that did not require treatment, and c.1066-11G>A allele was higher in classical PKU and it was also found to be the most common allele in the bad control. As a result, some alleles and genotypes were found to have a significant and specific relationship with phenotypes, treatments, phenylalanine levels
2022-08-03T07:34:12Z
2022-08-03T07:34:12Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4122
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4092
2022-08-03T00:01:12Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-02T13:37:02Z
urn:hdl:11684/4092
Çocuklarda işeme disfonksiyonları ile ilgili ebeveynlerin algı durumunun değerlendirilmesi
Tokdemir, Uğur
Dinleyici, Meltem
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
İşeme Disfonksiyonu
Çocuk
Ebeveyn
Algı Durumu
Enürezis
Voiding Dysfunction
Child
Parent
Perception Status
Enuresis
İşeme disfonksiyonları her yaş grubundan çocuğu etkileyen yaygın bir sorundur. Bu disfonksiyonlar; okul başarısında düşme, uyku bozuklukları, psikolojik sorunlar, idrar yolu infeksiyonu, renal skarlaşma gibi hem günlük yaşamı hem de üriner sistem fonksiyonlarını farklı mekanizmalarla etkilemektedir. Bu araştırma ebeveynlerin işeme disfonksiyonları ile ilgili algılarının değerlendirilmesi amacıyla tek merkezli, tanımlayıcı, prospektif ve kesitsel anket çalışması olarak planlandı. Ocak 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında 1400 ebeveyne anket uygulandı. Çalışmaya katılan çocukların %18.5’inin (n=260) idrar kaçırdığı, idrar kaçıranların %44.6’sının (n=116) kız, %55.4’ünün (n=144) erkek idi. 6-11 yaş aralığındaki çocukların %14.1’inin (n=80), 11-18 yaş aralığındaki çocukların %8.7’sinin (n=48) idrarını kaçırdığı belirlendi. İdrar kaçıran çocukların %8.8’i yalnız gündüz, %25’i gece-gündüz, %66.2’sinin yalnız gece idrarını kaçırıyordu. İdrar tutma sorunu olan çocukların %35.2’si (n=190), idrar kaçırma sorunu olan çocukların %38.1’i (n=99) idrar yolu infeksiyonu geçirmişti. Ebeveynlerin %79’u (n=1104) idrar kaçırmanın sorun olduğunu düşünürken, %11’i (n=155) sorun olmadığını düşünümekteydi. ‘Çocukların idrarını tutması idrar yolu infeksiyonuna neden olur.’ ifadesine ebeveynlerin %29.7’si (n=416) “tamamen katılıyorum”, %45.1’i (n=632) “katılıyorum”, %16.4’ü (n=230) “fikrim yok”, %6.6’sı (n=92) “katılmıyorum”, %2.1’i (n=30) “kesinlikle katılmıyorum” yanıtını vermiştir. ‘Kabızlık idrar yolu infeksiyonuna neden olur.’ ifadesine ebeveynlerin %6.6’sı (n=93) “tamamen katılıyorum”, %19.5’i (n=273) “katılıyorum”, %50.3’ü (n=704) “fikrim yok”, %18’i (n=252) “katılmıyorum”, %5.6’sı (n=78) “kesinlikle katılmıyorum” yanıtını vermiştir. Sağlıklı çocuk izlemleri sırasında ebeveynlerin işeme disfonksiyonları hakkında doğru bilgilendirmesi ile işeme disfonksiyonuna neden olan yanlış yaklaşımların engellenmesi, sorunların erken dönemde tanınması, sağlık hizmet sunucularına zamanında başvurularak erken tanı ve tedavi hizmetlerinden yararlanmalarının mümkün olacağı düşünülmüştür
Voiding dysfunctions are a common problem affecting children of all age groups. These dysfunctions; affects both daily life and urinary system functions by causing problems such as decreased school performance, sleep disorders, psychological problems, urinary tract infection, and renal scarring. This study was planned as a single-center, descriptive, prospective and cross-sectional survey study to evaluate the perceptions of parents about voiding dysfunction. Between January 2020-January 2021, 1400 parents were surveyed. The frequency of urinary incontinence declined 18.5% (n=260) in all participants, 14.1% (n=80) in children aged 6-11 and 8.7% (n=48) in children aged 11-18 years. Of the children with urinary incontinence, 44.6% (n=116) of them were girls and 55.4% (n=144) were boys, 8.8% (n=23) of them had incontinence only during the day, 25% (n=65) of them had incontinence during the day and night, and 66.2% (n=172) of them had incontinence during only at night. 35.2% (n=190) of children with voiding postponement, 36.1% (n=43) of children with intermittent voiding had a history of urinary tract infection. While 79% (n=1104) of the parents thought that urinary incontinence was a health problem, 11% (n=155) did not think it was a health problem. With the statement ‘Children's urinary retention causes urinary tract infection’ parents opinions were; 29.7% (n=416) “strongly agree”, 45.1% (n=632) “agree”, 16.4% (n=230) “I have no idea”, 6.6% (n=92) "disagree", 2.1% (n=30) "strongly disagree". With the statement ‘Constipation causes urinary tract infection’ parents opinions were; 6.6% (n=93) “strongly agree”, 19.5% (n=273) “agree”, 50.3% (n=704) “I have no idea”, 18% (n=252) "disagree", 5.6% (n=78) "strongly disagree". It was thought that with the correct information of parents about voiding dysfunctions during well-child visits, it would be possible to prevent wrong approaches that cause voiding dysfunction, to recognize problems at an early stage and to benefit from early diagnosis and treatment services by applying to healthcare providers on time
2022-08-02T13:37:02Z
2022-08-02T13:37:02Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4092
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4094
2022-08-03T00:01:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-02T13:38:22Z
urn:hdl:11684/4094
Akut lenfoblastik lösemi tedavisi almış çocukların ve kardeşlerinin depresyon-anksiyete ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesi
Terzioğlu, Özlem Akgün
Töret, Ersin
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Akut Lenfoblastik Lösemi
Yaşam Kalitesi
Depresyon
Anksiyete
Acute Lymphoblastic Leukemia
Quality Of Life
Depression
Anxiety
Akut lenfoblastik lösemi (ALL), çocukluk çağı kanserleri arasında en yaygın görülen kanserdir. ALL tedavisi uzun, karmaşık ve oldukça yoğundur. Hayatta kalanlarda organ disfonksiyonu, nörobilişsel bozukluk, duygusal sıkıntı ve düşük yaşam kalitesi dahil olmak üzere tedaviyle ilişkili geç etkiler görülebilir. Çocuklar ayrıca ağrılı işlemler ve günlük aktivitelerini engelleyen sık hastane ziyaretleri nedeniyle duygusal davranış işlevlerinde değişiklikler yaşayabilirler. Çalışmamızda ALL tedavisi almış çocukların ve kardeşlerinin tedavi sonrası dönemde depresyon-anksiyete ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesi, sağlıklı benzer yaştaki çocuklarla karşılaştırılması planlandı. ALL tedavisini tamamlamış 50 çocuk hasta grubunu (28 kız, 22 erkek, ortalama yaş 11,8±2,9 yıl), hasta grubunun kardeşleri olan 50 çocuk kardeş grubunu (30 kız, 20 erkek, ortalama yaş 12,3±2,9 yıl), herhangi aktif veya kronik hastalığı olmayan 50 çocuk ise kontrol grubunu (28 kız, 22 erkek ortalama yaş 12,8±2,9 yıl) oluşturdu. Cinsiyet ve yaş açısından her 3 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi (p>0.05). Yaşam kalitesi araştırılırken hastaların fiziksel sağlığı (FSTP) kardeş ve kontrol grubuna göre farklılık göstermezken, psikososyal sağlık toplam puanı (PSTP) ve ölçek toplam puanı (ÖTP) kardeş ve kontrol grubuna göre anlamlı düşük saptandı (p<0.05). Depresyon ve anksiyete düzeyleri araştırılırken total anksiyete ve total anksiyete depresyon puanlarında her üç grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi(p>0.05). Yaşam kalitesi ve anksiyete-depresyon ölçekleri birlikte değerlendirildiğinde ise her üç gruptaki çocukların yaşam kaliteleri arttıkça anksiyete ve depresyon düzeylerinin azaldığı görüldü. Sonuç olarak; bu çocukların ve ailelerinin hem tedavi sırasında hem de tedavi bitiminden sonra psikiyatrik açıdan değerlendirilmeleri, zamanında yapılan yönlendirmeler ile sosyal hayata uyumlarının ve yaşam kalitelerinin artacağı düşünülmektedir
Acute lymphoblastic leukemia (ALL) is the most common cancer among childhood cancers. The treatment of ALL is long, complex and highly intensive. Survivors may experience treatment-related late effects, including organ dysfunction, neurocognitive impairment, emotional distress, and poor quality of life. Children may also experience changes in their emotional behavior function due to painful procedures and frequent hospital visits that interfere with their daily activities. In our study, it was planned to evaluate the depression-anxiety and quality of life of children who received ALL treatment and their siblings in the post-treatment period and to compare them with healthy children of similar ages. Fifty children who completed ALL treatment constituted the patient group (28 girls, 22 boys, mean age 11.8±2.9 years), 50 children who were siblings of the patient group constituted the sibling group (30 girls, 20 boys, mean age 12.3±2.9 years), and 50 children without any active or chronic disease constituted the control group (28 girls, 22 boys, mean age 12.8±2.9 years). There was no statistically significant difference between the three groups in terms of gender and age (p>0.05). While examining quality of life, physical health of the patients did not differ compared to the siblings and control groups, while the psychosocial health total score and scale total score were found to be significantly lower than the sibling and control groups (p<0.05). While investigating depression and anxiety levels, no statistically significant difference was found between the three groups in total anxiety and total anxiety-depression scores (p>0.05). When the quality of life and anxiety-depression scales were evaluated together, it was observed that as the quality of life the children in all three groups increased, the levels of anxiety and depression decreased. As a result; psychiatric evaluation of these children and their families both during and after the treatment and with timely referrals are thought to increase their social life and quality of life
2022-08-02T13:38:22Z
2022-08-02T13:38:22Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4094
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3060
2022-06-09T00:00:42Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-08T13:35:01Z
urn:hdl:11684/3060
Çocuklarda nöroimmünolojik hastalıkların tedavisinde intravenöz immünglobulin kullanımının değerlendirilmesi
Tokdemir, Bahar Ece
Yarar, Coşkun
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Nöroimmünolojik Hastalık
İntravenöz İmmünglobulin
Guillain-Barre Sendromu
Neuroimmunological Disease
Intravenous İmmunoglobulin
Guillain-Barre Syndrome
Çalışmamızda Eskişehir Osmangazi Ünversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları kliniğinde yatırılarak tedavi gören nöroimmünolojik hastalıklara yönelik intravenöz immunglobulin (IVIG) tedavisi verilen hastaların klinik özellikleri, hastalıkla ilişkili faktörlerin belirlenmesi ve hastaların tedaviye verdikleri klinik yanıtların değerlendirilmesi amaçlandı. Etik kurul onayı alındıktan sonra retrospektif olarak hasta kayıtları incelendi. Ocak 2011-Ocak 2020 tarihleri arasında izlenen IVIG tedavisi alan toplam 508 hastanın 64’ünde (%12.6) nöroimmunolojik nedenler bulunmakta idi. IVIG verilme endikasyonları 508 hastanın %66.0’sında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), %45.0’inde ise Avrupa İlaç Ajansı (EMA) yönergeleri ile uyumlu idi. Verilerin analizi Ki Kare, Kruskal Wallis, Mann Whitney U ve Shapiro Wilk testleri ile yapıldı. Nöroimmunolojik hastalığı olan çocukların yaş ortalaması 10.14.7 yıl, kız/erkek oranı 0.68 idi. Hastanede ortalama yatış süresi 20.0±2.8 gündü. Hastaların %10.9’una ek olarak vazopressör ilaç tedavisi, %31.2’sine steroid tedavisi, %14.1’ine plazmaferez tedavisi uygulanmıştı. En sık nöroimmunolojik nedenler Guillain-Barre sendromu, viral ensefalit, limbik ensefalit ve transvers miyelit olarak bulundu. Hastaların %6.2’sinde ateş ve karın ağrısını içeren erken dönem hızlı yan etkiler gözlendi, geç dönem yan etki ise saptanmadı. Hastaların %79.7’si şifa ile, %7.8’i nörolojik defisit ile taburcu edildi, mortalite oranı %7.8 idi. Sağkalım ile plazmaferez ve tekrarlayan IVIG tedavisi arasında anlamlı ters bir ilişki vardı; bununla birlikte sağkalım ile Glasgow koma skalası skoru arasında anlamlı pozitif bir ilişki vardı, sırasıyla p=0.027, p=0.042, p=0.013. Sonuç olarak çocuklarda nöroimmunolojik hastalıkların tedavisinde IVIG sık olarak ve güvenle kullanılmaktadır, bununla birlikte tedavi etkinliğinin ve endikasyonların daha açık olarak belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır
Our study aimed to determine the clinical characteristics, disease-related factors and evaluate the clinical responses of the patients to the treatment who were hospitalized and treated with intravenous immunoglobulin (IVIG) for neuroimmunological diseases. Hospital patient records were retrospectively analyzed after ethics committee approval. Sixty-four patients (12.6%) out of 508 treated with IVIG were admitted due to neuroimmunological indications between January 2011 and January 2020. The indications for IVIG administration in 508 patients were in compliance with the US Food and Drug Administration (FDA) guidelines in 66.0% and the European Medicines Agency (EMA) guidelines in 45.0%. Data analysis was done with Chi-Square, Kruskal Wallis, Mann Whitney U, and Shapiro Wilk tests. The mean age of children with the neuroimmunological disease was 10.1±4.7 years, female to male ratio was 0.68. Mean hospital stay was 20.0±2.8 days. Additional treatments as vasopressors, steroids, and plasmapheresis were used in 10.9%, 31.2%, and 14.1% of patients, respectively. The most common neuroimmunological etiologies were Guillain-Barre syndrome, viral encephalitis, limbic encephalitis, and transverse myelitis. Early side effects such as fever and abdominal pain were observed during IVIG treatment in 6.2% of the patients; late side effects were not detected. 79.7% of the patients were discharged with recovery, 7.8% with neurological deficits, and the mortality rate was 7.8%. There was a significant inverse relationship between survival and plasmapheresis and repeated IVIG therapy; however, there was a significant positive relationship between survival and Glasgow coma scale score, p=0.027, p=0.042, p=0.013, respectively. In conclusion, IVIG is frequently and safely used in the treatment of neuroimmunological diseases in children, however, there is a need for a clearer determination of treatment efficacy and indications
2022-06-08T13:35:01Z
2022-06-08T13:35:01Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3060
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/3061
2022-06-09T00:00:43Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-06-08T13:35:36Z
urn:hdl:11684/3061
Çocuk yoğun bakım ünitesinde pediatrik akut respirayuar distress sendromu tanısı alan hastalarda serum syndecan düzeylerinin değerlendirilmesi
Karkın, Zeynep
Dinleyici, Ener Çağrı
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
ARDS
Sepsis
Pnömoni
Syndecan-1
Çocuk
Pneumonia
Child
Pediatrik ARDS'ye özgü bir biyobelirteç halen bulunamamaktadır. Bu prospektif çalışmada pediatrik yaş grubunda pARDS olgularında serum syndecan-1 düzeylerinin değerlendirilmesi, sepsis, pnömoni ve sağlıklı çocuklar ile karşılaştırılması planlandı. Bütün hastaların başvuru anındaki yaş, cinsiyet, altta yatan hastalık varlığı ve yatış tanısı kaydedildi. Tanı anında; tam kan sayımı, biyokimya, inflamasyon biyobelirteçleri not edildi ve tüm hastalarda PRISM 3, PIM2, PELOD-2 ve pSOFA skorları hesaplandı. Hastalardan tanı anında ve 72. Saatinde serum Syndecan-1 düzeyleri ELISA yöntemi ile çalışıldı. Çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Çocuk Yoğun Bakım Ünitesinde takip edilen pARDS (n=21), sepsis (n=28) ve pnömoni tanısı (n=21) alan 1 ay – 17 yaş arası çocuk hastalar ve hasta grubu ile yaş olarak benzer sağlıklı çocuklar (n=20) kontrol grubu olarak dahil edildi. PARDS grubunda başvuru anında ve 3. günde serum syndecan-1 düzeyleri kontrol grubuna göre yüksek olarak saptandı (her ikisi için de p<0.001). Sepsis hastalarında tanı anında ve 72. saatte ise serum syndecan-1 düzeyleri kontrol grubuna göre istatiksel olarak yüksek olarak saptandı (her ikisi için de p<0.001). Serum syndecan-1 düzeyleri ARDS ve sepsis grubunda, sağlıklı çocuklara göre yüksek olmakla birlikte, ARDS grubu ile sepsis grubu ve ARDS grubu ile pnömoni grubu arasında fark saptanmadı. ARDS ve sepsis grubunda, serum syndecan 1 düzeyleri ile yoğun bakım skorlama sistemleri arasında ilişki saptanmadı (p>0.05). Serum syndecan-1 düzeyleri ile serum albumin düzeyleri arasında negative korelasyon saptandı (p<0.05). Çalışmamızda PARDS ve sepsis grubunda olan çocuklarda serum syndecan-1 düzeyi yüksek olarak saptanmış olup, hastalık şiddeti ve prognoz ile ilişki saptanmamıştır. PARDS ve sepsis olgularında daha geniş çalışmalar ile değerlendirilmesi uygun olacaktır
A specific biomarker for pediatric ARDS is still not found available. In this prospective study, we planned to evaluate serum syndecan-1 levels in pARDS cases in the pediatric age group and to compare them with sepsis, pneumonia and healthy children. Age, gender, underlying disease and hospitalization diagnosis of all patients were recorded. At the time of diagnosis; complete blood count, biochemistry, inflammation biomarkers were noted and PRISM 3, PIM2, PELOD-2 and pSOFA scores were calculated. Serum Syndecan-1 levels were studied by ELISA method at the time of diagnosis and at the 72nd hour. Children aged between one month and 17 years of age, diagnosed with pARDS (n=21), sepsis (n=28) and pneumonia (n=21), followed in the Pediatric Intensive Care Unit of Eskişehir Osmangazi University Faculty of Medicine, have been enrolled. Previously healthy age-matched children(n=20) with the patient group served as the control group. Serum syndecan-1 levels were higher in the ARDS group at the time of admission and on the 3rd day compared to the control group (p<0.001,both). Serum syndecan-1 levels were found to be statistically higher in patients with sepsis at the time of diagnosis and at the 72nd hour compared to the control group (p<0.001,both). Although serum syndecan-1 levels were higher in ARDS and sepsis groups compared to healthy children, no difference was found between ARDS and sepsis group, and ARDS and pneumonia group. No correlation was found between serum syndecan-1 levels and intensive care scoring systems in ARDS and sepsis groups (p>0.05). A negative correlation was found between serum syndecan-1 levels and albumin levels (p<0.05). In our study, serum syndecan-1 level was found to be high in children in the pARDS and sepsis group, and no correlation was found with disease severity and prognosis. It would be appropriate to evaluate it with larger studies in pARDS and sepsis cases
2022-06-08T13:35:36Z
2022-06-08T13:35:36Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/3061
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4118
2022-08-04T00:01:13Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T06:57:56Z
urn:hdl:11684/4118
Primer ve renal hipertansiyonu olan çocuklarda arteriyel sertlik ve karotis intima-media kalınlığının değerlendirilmesi
Altay, Emine
Uçar, Birsen
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Hipertansiyon
Nabız Dalga Analizi
Hedef Organ Hasarı
Karotis İntima-Media Kalınlığı
Arteriyel Sertlik
Hypertension
Pulse Wave Analysis
Target Organ Damage
Carotid İntima-Media Thickness
Arterial Stiffness
Hipertansiyon çocukluk çağında sıklığı giderek artan bir hastalık olup, obezite gibi ilave risk faktörleri varlığında endoteliyal hasar ve hedef organ hasarı riskini arttırmaktadır. Çalışmamızda hipertansif çocuklarda erken aterosklerotik değişikliklerin yanı sıra hedef organ hasarı araştırıldı. Primer hipertansiyon tanısıyla takipli (PH grubu) 17, obez primer hipertansiyon tanısıyla izlenen (OPH grubu) 18 ve renal hipertansiyonu olan (RH grubu)16 hastaya osilometrik yöntem ile 24 saatlik ambulatuvar nabız dalga analizi yapıldı; CIMT ve LVmass indeksi ölçüldü. Kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyet eşleştirmeli 20 sağlıklı çocuk alındı. Olguların açlık glukoz, insülin, homa-IR, lipid, CRP, ürik asit, GFR, spot idrarda mikroalbümin/kreatinin düzeyleri çalışıldı. PH grubunda merkezi sistolik kan basıncı (mSKB), merkezi diyastolik kan basıncı (mDKB), SKB, DKB, değerleri (sırasıyla p=0,001, p=0,005, p=0,001, p=0,009), RH grubunda mSKB değeri kontrol grubundan yüksekti (p=0,018). Gruplar arasında nabız dalga analizi parametreleri, CIMT, LVmass indeksi açısından fark bulunmadı (p>0,05). Nabız dalga hızı (NDH) ile boy, ağırlık, vücut kitle indeksi (VKİ) (sırasıyla p=0,003, p=0,001, p=0,003), mSKB, mDKB, SKB, DKB (p<0,001), insülin, homa-IR, ürik asit arasında (sırasıyla p=0,005, p=0,007, p=0,02) pozitif, yükseltme indeksi (Yİ) ile DKB, mDKB arasında pozitif (sırasıyla p=0,01, p=0,002), yaş, boy, ağırlık arasında negatif korelasyon (sırasıyla p=0,02, p<0,001, p=0,04), VKİ ile SKB, mSKB arasında (sırasıyla p=0,004, p=0,008), LVmass indeksi ile mSKB, DKB, mDKB arasında pozitif korelasyon saptandı (sırasıyla p=0,02, p=0,002, p=0,002). Kan basıncı ile CIMT arasında ilişki saptanmazken NDH ve Yİ ile pozitif korelasyon saptandı. Sonuçlarımız, yüksek kan basıncının arteriyel sertlik ve hedef organ hasarı ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Nabız dalga analizi, hipertansif çocuklarda erken dönem aterosklerotik değişikliklerin saptanması suretiyle hedef organ hasarının önlenmesi için yaşam tarzı ile ilgili gerekli tedbirlerin alınmasına olanak sağlayabilecek güvenilir, noninvazif bir yöntemdir
Hypertension is an increasing disease in children and the risk of endothelial damage and target organ damage increases in the presence of additional risk factors such as obesity. In our study, besides early atherosclerotic changes, target organ damage was also investigated in hypertensive children. 24-hour ambulatory pulse wave analysis was performed by oscillometric method in 17 patients with primary hypertension (PH group), 18 patients with obese primary hypertension (OPH group) and 16 patients with renal hypertension (RH group); CIMT and LVmass index were measured. The control group included 20 healthy children which matched with the age- and gender-matched children. Fasting glucose, insulin, homa-IR, lipid, C-reactive protein, uric acid, GFR, spot urine microalbumin/creatinine levels were measured. Central systolic blood pressure (cSBP) and central diastolic blood pressure (cDPB) SBP, DBP, values in the PH group (p=0.001, p=0.005, p=0.001, p=0.009, respectively), and cSBP value in the RH group (p=0.018) were higher than the control group. There was no difference in terms of pulse wave analysis parameters, CIMT, and LVmass index between the two groups (p>0.05). There was a positive correlation between pulse wave velocity (PWV) and height, weight, body mass index (BMI) (p=0.003, p=0.001, p=0.003, respectively), SBP, DBP, cSBP, cDBP (p<0.001), insulin, homa-IR, uric acid (p =0.005, p=0.007, p=0.02, respectively); between augmentation index (AIx) and DBP, cDBP (p=0.01, p=0.002, respectively); and a negative correlation between AIx and age, height, weight (p =0.02, p<0.001, p=0.04 respectively), a positive correlation between BMI with SBP and cSBP (p=0.004, p=0.008, respectively), and also a positive correlation between LVmass index with cSBP, DBP, and cDBP (p=0.02, p=0.002, p=0.002, respectively). Blood pressure values showed no correlation with CIMT, but showed a positive correlation with PWV and AIx. Our results show that high blood pressure is associated with arterial stiffness and target organ damage. Pulse wave analysis is a reliable and non-invasive method that can be used to prevent target organ damage in hypertensive children by detecting early atherosclerotic changes and thus allowing the patients to take necessary precautions such as lifestyle changes
2022-08-03T06:57:56Z
2022-08-03T06:57:56Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4118
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4103
2022-08-04T00:01:19Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T06:02:21Z
urn:hdl:11684/4103
Çocuk acil servisinde piyüri saptanan olgularda üst üriner sistem enfeksiyonu tanısında beyaz küre sayısı, ortalama trombosit hacmi, nötrofil lenfosit oranı, c-reaktif protein ve prokalsitonin parametrelerinin tanısal değerinin araştırılması
Şenyüz, Ayşe
Şahin, Sabiha
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Üst Üriner Sistem Enfeksiyonu
Piyüri
Beyaz Küre Sayısı
Ortalama Trombosit Hacmi
Nötrofil Lenfosit Oranı
Upper Urinary Tract İnfection
White Blood Cell Count
Mean Platelet Volume
Neutrophil Lymphocyte Ratio
C-Reactive Protein
Procalcitonin
Bu çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisi’ne başvurmuş olup tam idrar tetkikinde piyüri ve idrar kültüründe üreme saptanan 1 ay ile 18 yaş arasındaki 134 çocuk hastaya ait veriler incelendi ve retrospektif olarak değerlendirmeye alındı. Tam idrar tetkikinde piyüri saptanan ancak idrar kültüründe üreme olmayan 66 hasta kontrol grubu olarak kabul edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 112’si (%83,6) kız, 22’si (%16,4) erkekti. Hastaların 54’ü (%40,3) 1 ay-2 yaş arası, 20’si (%14,9) 2-5 yaş arası, 48’i (%35,8) 5-12 yaş arası, 12’si (%9) 12 yaş ve üzerinde saptandı. Çalışmada yer alan 134 hastanın 85’inin (%63) ateş, 40’ının (%30) karın ağrısı, 39’unun (%29) idrar yaparken yanma, 38’inin (%28) kusma, 15’inin (%11) mide bulantısı şikayetleri mevcuttu. Çalışmaya dahil edilen hastaların 104 (%78) tanesinde Escherichia Coli saptandı ve en sık gözlenen etkenin Escherichia Coli olduğu değerlendirildi. Araştırılan parametrelerden lökosit sayısı, nötrofil lenfosit oranı, C-reaktif protein ve prokalsitonin değerleri hasta grupta kontrol gruba göre daha yüksek olduğu; ortalama trombosit hacmi değerinin ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark göstermediği değerlendirildi. Nötrofil lenfosit oranı için cut-off değeri 6,705 (sensitivite:17,91 spesifite:100), C-reaktif protein için cut-off değeri 6,1mg/L (sensitivite:67,91 spesifite:80,3) ve prokalsitonin için yapılan cut-off değeri 0,237ng/mL (sensitivite:38,81 spesifite:89,39) olarak saptandı. Bu çalışma acil serviste üst üriner sistem enfeksiyonundan şüphelenilen hastalarda uzun dönem komplikasyonlar göz önüne alındığında, idrar kültür sonucu beklenmeden erken tanıyı destekleyen diğer parametrelerin aydınlatılması açısından literatüre katkı sağlamaktadır
In this study, 134 children between 1 month and 18 years old who applied to Eskişehir Osmangazi University Pediatric Emergency Service and had pyuria in urinalysis and positive urine culture were evaluated retrospectively. 66 children who have pyuria in urinalysis and negative urine culture were evaluated as the control group. Among the patiens 112 (%83,6) were girls and 22 (16,4%) were boys. Additionally, 54 (40,3%) patiens were between 1 month-2 years old, 20 (14,9%) patiens were between 2-5 years old, 48 (35,8%) patiens were between 5-12 years old, 12 (9%) patiens were older than 12 years. 85 (%63) patiens had fever, 40 (30%) patiens had abdominal pain, 39 (29%) patiens had dysuria, 38 (28%) patiens had vomiting and 15 (11%) patiens had nausea. Escherichia Coli (n=104, 78%) was the most commonly isolated agent. Among the investigated parameters white blood cell count, neutrophil lymphocyte ratio, c-reactive protein and procalcitonin values were significantly higher in the patient group compared to the control group and the other investigated parameter mean platelet volume had no statistically significant difference between the two groups. The cut-off value for neutrophil lymphocyte ratio was 6.705 (sensitivity:17.91 specificity:100), the cut-off value for C-reactive protein was 6.1mg/L (sensitivity:67.91 specificity:80.3) and the cut-off value for procalcitonin was 0.237ng/mL (sensitivity:38.81 specificity:89.39). Considering long-term complications in patients with suspected upper urinary tract infection in the emergency department, this study contributes to the literature in terms of elucidating other parameters supporting early diagnosis, without waiting urine culture results
2022-08-03T06:02:21Z
2022-08-03T06:02:21Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4103
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi
oai:openaccess.ogu.edu.tr:11684/4119
2022-08-04T00:01:31Z
com_11684_84
com_11684_21
com_11684_1
col_11684_185
2022-08-03T07:14:28Z
urn:hdl:11684/4119
Çocuk acil servisinde piyüri saptanan olgularda üst üriner sistem enfeksiyonu tanısında beyaz küre sayısı, ortalama trombosit hacmi, nötrofil lenfosit oranı, c-reaktif protein ve prokalsitonin parametrelerinin tanısal değerinin araştırılması
Şenyüz, Ayşe
Şahin, Sabiha
ESOGÜ, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Üst Üriner Sistem Enfeksiyonu
Beyaz Küre Sayısı
Ortalama Trombosit Hacmi
Nötrofil Lenfosit Oranı
C-Reaktif Protein
Prokalsitonin
Upper Urinary Tract İnfection
Pyuria
White Blood Cell Count
Bu çalışmaya Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisi’ne başvurmuş olup tam idrar tetkikinde piyüri ve idrar kültüründe üreme saptanan 1 ay ile 18 yaş arasındaki 134 çocuk hastaya ait veriler incelendi ve retrospektif olarak değerlendirmeye alındı. Tam idrar tetkikinde piyüri saptanan ancak idrar kültüründe üreme olmayan 66 hasta kontrol grubu olarak kabul edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 112’si (%83,6) kız, 22’si (%16,4) erkekti. Hastaların 54’ü (%40,3) 1 ay-2 yaş arası, 20’si (%14,9) 2-5 yaş arası, 48’i (%35,8) 5-12 yaş arası, 12’si (%9) 12 yaş ve üzerinde saptandı. Çalışmada yer alan 134 hastanın 85’inin (%63) ateş, 40’ının (%30) karın ağrısı, 39’unun (%29) idrar yaparken yanma, 38’inin (%28) kusma, 15’inin (%11) mide bulantısı şikayetleri mevcuttu. Çalışmaya dahil edilen hastaların 104 (%78) tanesinde Escherichia Coli saptandı ve en sık gözlenen etkenin Escherichia Coli olduğu değerlendirildi. Araştırılan parametrelerden lökosit sayısı, nötrofil lenfosit oranı, C-reaktif protein ve prokalsitonin değerleri hasta grupta kontrol gruba göre daha yüksek olduğu; ortalama trombosit hacmi değerinin ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark göstermediği değerlendirildi. Nötrofil lenfosit oranı için cut-off değeri 6,705 (sensitivite:17,91 spesifite:100), C-reaktif protein için cut-off değeri 6,1mg/L (sensitivite:67,91 spesifite:80,3) ve prokalsitonin için yapılan cut-off değeri 0,237ng/mL (sensitivite:38,81 spesifite:89,39) olarak saptandı. Bu çalışma acil serviste üst üriner sistem enfeksiyonundan şüphelenilen hastalarda uzun dönem komplikasyonlar göz önüne alındığında, idrar kültür sonucu beklenmeden erken tanıyı destekleyen diğer parametrelerin aydınlatılması açısından literatüre katkı sağlamaktadır
In this study, 134 children between 1 month and 18 years old who applied to Eskişehir Osmangazi University Pediatric Emergency Service and had pyuria in urinalysis and positive urine culture were evaluated retrospectively. 66 children who have pyuria in urinalysis and negative urine culture were evaluated as the control group. Among the patiens 112 (%83,6) were girls and 22 (16,4%) were boys. Additionally, 54 (40,3%) patiens were between 1 month-2 years old, 20 (14,9%) patiens were between 2-5 years old, 48 (35,8%) patiens were between 5-12 years old, 12 (9%) patiens were older than 12 years. 85 (%63) patiens had fever, 40 (30%) patiens had abdominal pain, 39 (29%) patiens had dysuria, 38 (28%) patiens had vomiting and 15 (11%) patiens had nausea. Escherichia Coli (n=104, 78%) was the most commonly isolated agent. Among the investigated parameters white blood cell count, neutrophil lymphocyte ratio, c-reactive protein and procalcitonin values were significantly higher in the patient group compared to the control group and the other investigated parameter mean platelet volume had no statistically significant difference between the two groups. The cut-off value for neutrophil lymphocyte ratio was 6.705 (sensitivity:17.91 specificity:100), the cut-off value for C-reactive protein was 6.1mg/L (sensitivity:67.91 specificity:80.3) and the cut-off value for procalcitonin was 0.237ng/mL (sensitivity:38.81 specificity:89.39). Considering long-term complications in patients with suspected upper urinary tract infection in the emergency department, this study contributes to the literature in terms of elucidating other parameters supporting early diagnosis, without waiting urine culture results
2022-08-03T07:14:28Z
2022-08-03T07:14:28Z
2021
physicsThesis
http://hdl.handle.net/11684/4119
tur
ESOGÜ, Tıp Fakültesi